@kafautuluyoruz
|
Saksının altında benim için anahtarı saklayan ablamla, doktorların altı ay ömür biçip on ikinci senesini tamamlayan dedemi uyandırmadan kapıyı açıp bir hırsız gibi süzülerek içeri girdik. Fırat telefonunun ışığıyla bize yol gösterirken karanlıkta babamın sesini duyuyordum. Koltukta uykuya dalmış abime bağırıp "Fatih, sen yine pencereyi mi açtın nereden geliyor bu b*k kokusu!" deyince başımı omzularıma eğerek kollarımı kaldırdım. Koku benden gelmiyordu. Adam uykusunda bile benle uğraşıyordu! Fırat'a dönüp kısık sesle s*ktir et der gibi bir el işaretiyle sessizce odama çıkardım. Koridorun sonundaki odada parkenin altına sakladığım oda anahtarımı çıkarıp kapıyı açarak gönül rahatlığıyla lambamı açtım. Saat zaten yeterince geçti. Ben başımı yastığa koyar koymaz uyudum. Çok geçmedi bir iki saat sonra odama baskın düzenleyen ruh hastası babamın, zorla uykumdan uyandırmasıyla gözümü açtım. Çoktan sabah olmuştu ve daha bizim nerede olduğumu bile sormadan "Hadi bakalım, geceyi diskolarda barlarda geçirip öğleye kadar uyumak yok!" diyerek günahımıza girmişti. Sabah sabah bu ne saçmalıyor derken bizi zorla yataklarımızdan kaldırıp hiç istemediğim hâlde kahvaltı masasına oturtarak iştahla zıkkımlanmaya başladı. Hepi topu dört saat uyumuştum ve ruh hastası bir herif yüzünden; uyuyarak geçirmek istediğim saatleri, sırf paşa gönlü öyle istiyor diye kahvaltı masasında uyuklayarak geçirmiştim. Herkes efendi efendi kahvaltısını ederken musallat bir cin gibi durmadan benimle uğraşan, adını anmak istemediğim şahıs, itine sesleniyormuş gibi "Hadi sen de git çayı al, uyuklayıp durma karşımda!" dedi. Bu uyuz herifin tahakkümlerine daha fazla dayanamayıp adamı kahvaltı masasından aldığım gibi sarsarak nihayet beklediğim cinneti geçirmiştim: "Benle uğraşma lan, benle uğraşma! Seni gebertirim, seni benim elimden kimse alamaz! Boğarım seni! Boğarım!" diyerek aynı sözleri tekrar ede ede kendimden geçerken gözlerimi açtım. Gördüklerimin bir rüya olduğunu anlayınca derin bir oh çekip rahatladım. O sırada, kahvaltı sona ermiş kimse gelip beni uyandırmaya tenezzül etmemişti ve su içinde kalmıştım. Kendimden iğrenirken Fırat'ın yokluğunu fark ederek aramaya çıktım ama önce üstüme domuz bağırsağı atar gibi kalın koyun postunu üzerime atan beyinsizi bulmalıydım. Kabusumun sebebini şimdi daya iyi anlaşılıyordu. Haziranın ortasında üstüme atılan bu koyun posu, Nihâl'den başkasına ait olamazdı. Odama neredeyse hiç güneş girmediği için şanslıydım. Herkes odamın soğukluğundan şikayet ederken; yaz kış üzerimden eksik olmayan ince örtü, bugün yerini koyun postuna bırakmıştı. Evdeki bu sessizlik beni ürkütüyordu. Normalde bu evde gürültü patırtı eksik olmazdı ama bugün kimseden çıt çıkmıyordu. Ayağıma dolaşan koyun postu yerde bırakarak yukarı kata çıktım. Aklımdaki sinsi planın kurbanına hiç acımayacaktım. Ablamın odasından içeri adım attığımda ayağım yumuşak bir şeye basmıştı. Bakışlarımı yere indirince Nihâl'in oyuncak bebeğinin göğsünü ezdiğini fark etmiştim. Nihâl'den alacağım intikamın bir kısmını oyuncağından çıkararak geri geri birkaç adım gidip bir tekmeyle oyuncağını odasının ortasına fırlatmıştım. Bu sevimsiz, korkunç bebek kendisine yaptığım kötülüğe karşılık, elindeki bıçağı çıkararak boşlukta sallamaya başladı. Nihâl, anneanneme özel olarak tasarlattırdığı bebeğini yerde bırakarak nereye gitmişti? Bu ortadan kayboluşun nedenini araştırmak için hızlıca aşağı inerken merdivenlerde Nihal ile karşılaştım. Hem korkulu hem de sinirli ses tonuyla odasını işaret ederek sordu: "Sen az önce benim odamamı mı karıştırdın yoksa bana mı öyle geldi?" Amacımın bir kısmına, fazla efor sarfetmeden ulaştığım için keyiflenerek cevap verdim: "Hayır kapıda kalan Chuck'yi ezilmesin diye içeri attım. Malum dedem görür yüreğine müregine iner adamcağızın!" "Bakıyorum da dedemi çok düşünür olmuşsun Batucuğum? Hadi oyalama beni, işim var!" diyerek eliyle sinek kovalar gibi beni kenara iteleyip hızlıca odasına gitti. Ben de peşinden... Yatağının üstüne attığı kıyafetleri giyinirken bana dönüp azarladı: "Canım müsaadenle giyinebilir miyim!?" Satranç taşı gibi orada oraya sürülürken Nihal'in kim için hazırladığını merak ediyordum. Tabii ki de bunu öğrenmeden onu rahat bırakmayacaktım: "Hayrola bir yere mi gidiyorsun?" deyince nedenini anlamadığım bir şekilde sinirlendi: "Sana ne be, benim nereye gideceğim seni ilgilendirmez!" Daha fazla kurcalamadım. Başka bir soru sordum: "Fırat nerede peki?" Ona da ters cevap verdi: "Ne bileyim ben, en son bahçede gördüm! Şimdi soruların bittiyse giyinebilir miyim zira birazdan arkadaşım gelecek, daha evi süsleyeceğim, pastayı alacağım. Oyalama beni!" diyerek beni başından kovdu. Ben de iyice sinirlerini bozmak için gitmemekte ısrar ettim: "Sen niye zahmet ediyorsun ablacığım! Ben bir koşu gider, pastayı alır, gelirim. Ben burada dururken, senin şehire kadar inip yorulmana gönlüm razı olmaz!" Giyinmekten vazgeçip bana dönerek "Bakıyorum da ifrit kardeşim, görmeyeli başımıza iyilik meleği kesilmiş! Ben gider alırım sana ihtiyacım yok!" dedi. Ablamı o hâlde bırakıp odasından çıktım. Daha doğrusu ablam beni odasından kovmuş kapıyı yüzüme çarpmıştı. O, içeride söylenirken Fırat beti benzi atmış bir şekilde yanıma gelip beni kenara çekerek kayıtlı olmayan bir numaradan gelen mesajı gösterdi. Hemen okudum. Sinan şöyle diyordu: "Merhaba Fırat, ben Sinan! Dün biz eve gittikten sonra Kübra, size yarınki nişana geleceksiniz, dedi mi?" Fırat'ta cevap olarak "Hayır!" yazmış ve Sinan'ın yazdığı uzun paragrafı göstermişti: "Anladım. Ben seni sabahki nişan için rahatsız etmiştim ama ne kadar aradıysam yine de ulaşamadım. Sabah büyük bir nişan vardı zaten iki kişi eksiğimiz varken Bergüzar ve Kübra kavga edince Kübra çok sinirlendi. Arkadaşını da yanına alarak koca nişanı iki kişinin umuduna bırakıp çekti gitti. Ne kadar aradıysam da ulaşamadım. Bu akşam düğün var ve ikinizde mutlaka salonda bekliyorum!" Fırat telefonunu çekip Sinan'a cevap yazmadan önce bana danıştı: "E ne diyorsun? Gidiyor muyuz?" "Nereye gidiyoruz, otur oturduğum yerde! Sen de kendini iyice garson zannetmeye başladın. Ben o soytarıların yanına bir kez daha gitmem. Bir bok yaptıkları yok, biraz çalışsınlar bakalım. Bize güvenip işe girmediler ya, elbet akşama kadar birilerini bulurlar!" diyerek gitmeyeceğimizi belirttim. Fırat dün söylediği sözleri unutmuş gibi bana çıkıştı. "Ya sen ne kadar kötü bir insansın abiciğim! Kübra koca nişanı bırakıp gitmiş diyor adam, akşama da düğün var ve onlar tek başlarına koca düğünü nasıl idare edecek! O gelin o damat ne olacak? İki kişiyle koca salon idare ettirilir mi zaten ikisinin de bir b*k yaptığı yok!" "Lan bize ne gelin ve damattan, sanki bize güvenerek mi evlendiler! Onlar daha önce anlaşmış tutmuşlardır. Sen bunları düşünme, Kemal abileri ne yapar eder, akşama kadar birkaç eleman daha bulur onlara... Bizsiz de düğünün üstesinden gelirler zaten bizim evde akşama doğum günü partisi var bir yere ayrılma!" diyerek Fırat'ın dikkatini başka yöne çektim. Fırat salonu unutup sordu: "Kimin doğum günü lan?" Sırf işten kaytarmak için doğum günün kime ait olduğunu bile sorgulamamıştım. Bir ân Fırat öyle söyleyince olası bütün ihtimalleri düşündüm. Anneminki olamazdı. Nihal'inkini daha önceden kutlamıştık daha doğrusu o kedilerle evde ufak bir parti düzenlese de ben o gün evde yoktum. Fatih'inki de geçtiğine göre kimindi bu doğum günü? İşin içinden çıkamayınca "Aman bize ne, kiminse kimin! Biz iki oturalım, baktık çok sıkıcı hemen tüyeriz!" diyerek lafı geçiştirdim. Mutfaktan güzel yemek kokuları geliyordu. Ocaktaki tencerelerin ağzını açarak tek tek kontrol edip baktık. Evde doğum gününden daha çok altın günü varmış gibi bir hazırlık vardı. Belki de ablam kadınları başına toplayıp gün yapacaktı. Aman canım, ne yaparsa yapsın biz yemeklere bakalım! İki gündür, o pis yerde, kurabiye çerez dağıtırken iştahımın kapandığını düşünmüştüm ama Nihal'in hazırladıklarını gördükten sonra iştahım çok fena açılmıştı, kendime koca bir tabak hazırladım. İkinci bir tabak daha doldurarak arkamızda hiçbir delil bırakmamak suretiyle Nihal'e görünmeden arka kapıdan çıktık. Son anda aklıma gelen suyla geri dönüp dolaptaki sürahiyi de yanımıza alarak evden uzaklaştık. Fırat, tabaklarımızı yiyebileceğimiz serin bir yer arıyordu. Daha fazla mezarlığa girmeden benim ağaç evin altında karar kılarak "Burası iyi!" dedi. Ağaçlara tırmanan karıncalardan bihabermiş gibi söylediği söze kızıp "Neresi iyi lan, her yer börtü böcek kaynıyor! Yukarı çıkalım!" diyerek bir seçenekte bulundum. Fırat lafımı kesip "Hayır abiciğim benim yükseklik fobim var! O ağaç ikimizi taşımaz, aşağı uçarız!" dedi ve yere yapışmış gibi yeni biçilmiş çimlere bağdaş kurarak iyice yerleşti. Fırat'ın katır inadıyla kim uğraşacaktı? Ben de hemen, yere çöküp oturdum. Karıncalar ara sıra üstüne tırmansa da sarmalar gerçekten de takdire şayandı ancak bunu Nihal'e söyleyip şımartmayacaktık tabii ki de zaten tencereden yemek kaçırdığımızı görünce şimdi kim bilir ne kadar sinirlenecekti? Aynı şey Fırat'ın da aklına gelmiş gibi kaçırdığımız poğaçalardan birini gömerken söyledi: "Biz böyle korkusuzca gömüyoruz ama Nihal ablan da bizi gömmesin sonra?" "Yok lan nereye gömüyor! Ayrıca abla diyip şımartma şunu... Biz eve gidene kadar onun siniri geçer!" diyerek tabağımdaki sarmalardan yerken Fırat söylediğime inanmıyormuş gibi "İnşallah," dedi. "Geçmezse o bizim üstümüzden geçecek de!" Söylediğine gülüp boğazımda kalan sarmaları da bir sürahi su içerek kafaya dikip gülmeye devam ettim. Nihal, kendisinden bir silindir gibi bahsettiğimizi duysaydı ona korkunç bir fikir vererek kendi ellerimizle kendi sonumuzu getirmiş olurduk çünkü onda o potansiyel vardı. Midemizde ancak nefes almaya yer kalıncaya kadar yiyip karınca kardeşleri umursamadan çimenlere uzandım. Fırat ise yere uzanmaktan çekinip "Kardeşim, kene sezonu başlamadı ama her taraf yılan kaynıyor!" dedi. Yattığım yerden doğrularak "Buradaki yılanlar gece ortaya çıkıyorlar kardeşim sen gönlünü ferah tut!" diye karşılık verdim. Fırat'ta sanki gece avlanan yılanlar yokmuş gibi dalga geçerek alay etti: "Yaa, demek sizin yılanlar kendi görüntüsüyle sizi ürkütmemek için, özel olarak gece dışarı çıkıyorlar! Ne düşünceli yılanlar!" "Evet kardeşim o yılanlar eğitimli! Ben eğittim bizzat!" "E tabii! Hocaları, yılanın başı olunca onlar da hemen itaat etmişlerdir!" diyerek nedenini anlamadığım bir şekilde, üzüleceğimi zannettiği laflar etti. Bu lafı Fırat'tan başkası söyleseydi, yılanın başını ona tam tam yuttururdum da neyseki bir sözle bile sinirlerimi yatıştırabilecektim: "Bazen yılanın başı olabilmek; ahmakların başı olmaktan çok daha iyidir abiciğim!" diyince yüzündeki alaycı ifade bıçak gibi kesildi. Alay etme sırası bana gelmişti: "Anlamadıysan uygulamalı olarak da anlatabilirim, sen belli ki biraz ahmağa benziyorsun!" Fırat hiç hoşuna gitmese de arkadaşlık icabı gülerek karşılık verdi: "Bitti o defter abiciğim, sen de beni iyice keriz zannettin!" "Ben seni. keriz zannetmedim de, Kübra seni kum torbası zannetmiş olabilir kardeşim!" "Lan iyi ki bir kızdan dayak yedik, sen de her fırsatta yüzümüze vur anasını satayım! Bir gün tokat yersen ben o zaman görürüm seni!" O sırada Sinan ve Bergüzar artık, nasıl tutuşmuşsa her yerden bize ulaşmaya çalışıyorlardı. Ben kaş göz arasında, arkamda hiçbir iz bırakmadan bütün mesajları sildiğim hâlde, delillerin kendisi partiye gelmişti. Kübra ve dibinden ayrılmayan arkadaşı Sare hiçbir işten eksik kalmadıkları gibi bundan da eksik kalmamışlardı ve işin ilginç tarafı ortada parti falan yoktu. İki kültür arasında kalmış gibi bir yandan tefler çalınıp ilahiler okunurken bir yandan da pastalarla, hediyelerle doğum günü kutluyorlardı. Fırat içeri girmeden önce dışarıya taşan seslere kulak verip "Kardeşim sen içeride parti olduğuna emin misin lan!? İçeride resmen ayin yapılıyor!" dedi. "Lan ne ayini! Nihal, doğum günü pastası almış, birinin doğum gününü kutlayacaklar!" dedim. Tüm bu hazırlıkların, anneannem için olduğunu kesilen pastadan sonra öğrenmiştik. Elli kadar kadının arasına girmekten çekinerek uzaktan seyretmekle yetindik. Pastadan hemen sonra hediyeler verilmişti. Nihal, Orhan'ı kırmızı kurdeleye bağlayarak kendi malıymış gibi anneanneme verirken anneannem diğer hediyelerden çok Orhan'a sevinmişti. Nihal benim onları izlediğimden bihaber şöyle diyordu: "İstersen Orhan'ı bugün, hemen, şimdi kesip yiyebiliriz anneanneciğim!" Fırat kadınlara heveslenip "Keşke biz de hediye alsaydık!" dedi. "Her şeyi var zaten ben ne alayım ki ona?" "Bilmem, sen de Süheyla'yı kırmızı kurdeleye sar!" "Olmaz, bizim daha marjinal bir şeyler bulmamız lazım!" Fırat ağzının içinde mırıldanarak sesli düşünüyordu: "Marjinal... marjinal... marjinal! Allah affetsin, benim aklıma kefenden başka bir şey gelmiyor! Doksan yaşındaki karıya ne alınır ki lan? Yetişkin bezi mi alsak acaba?" Bir de bana "için kötü" derler! Fırat'ın aklına, defin için gerekli bütün malzemeler gelirken "Buldum!" diye bağırdı. "Dikiş makinesi alalım!" "Lan saçmalama zaten kadının gözü görmüyor, iyice kör mü edelim! Başka bir şey düşün!" Fırat kendisine bağırdım için alınmıştı: "O zaman sen de biraz düşünmek için çaba sarf et de senin seçenekler de neymiş bir görelim!" Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. İçeridekilerden biraz ilham almak istiyordum ama anneannem ve Sare arasındaki muhabbeti görünce hediyeyi falan unutmuştum. Herkes Nihal gibi bağıra bağıra konuşmadığı için, arada dönen muhabbeti duyamıyordum. Uzun süre sesim soluğum çıkmayınca Fırat yanıma gelip "Nereye bakıyorsun?" dedi. Annneannem ne söyledi bilmiyorum ama Sare hemen boynundaki kolyeyi çıkarıp anneanneme vermişti. Bu iki anakondanın bizim evde ne işi var, diye düşünürken anneannemle olan bu samimiyetleri de gözümden kaçmamıştı.Bu iki yılan nasıl da masum masum oturuyorlardı orada! Sanki dün Fırat'a silah çeken Kübra değildi, sanki bana "Sapığın Avukatı" diyen Sare değildi. Saat dokuza kadar Sadabat Sarayı'na çevirdikleri evde, yiyip içtikten sonra; kızlardan biri, beni pencereden görüp cin çarpmışa döndü. Herhâlde bu kadarını o da beklemiyordu. Kız, hipnoz olmuş gibi gözünü pencereden ayırmadan bana bakarken ablamla muhabbete dalan Kübra, arkadaşını görmezlikten gelerek konuşmaya devam ediyordu. O sırada kıza gülümseyip el salladım. Niye bilmiyorum ama kız çok korkmuştu. Öyle ki, Kübra'yı şiddetle sallayarak pencereye bakması için dürttüyordu. Tabii annemde dahil olmak üzere herkesin dikkatini pencereye çekince kaçmak zorunda kaldım. Ablam balkonun penceresini dili yutmuş gibi duran Sare'ye "Haklısın çok sıcak oldu!" dedi. Bunun üzere yavaş yavaş bütün kadınlar evlerine dağılmıştı. Kızlar da penceremdeki yansımamdan sonra apar topar evden çıkmıştı. Nihal'le kapıda vedalaşırken annem, gitmeden kapıdan ayrılmadığı için kurduğum hain planı gerçekleştirememiş, akıllarını alamamıştım. Onlar gittikten sonra girdiğimiz delikten çıkarak sanki tüm günü pencereden izlememiş gibi anneme bugünü sorduk. * Kadınlar dağıldıktan sonra amcam, babam ve dedem de eve gelip ortalığı iyice karıştırmıştı. Fırat babasının elindeki Nadir'i görünce dişlerini sıkarak çevredekilerin duymayacağı bir şekilde, babasına seslendi: "Baba, Nadir'i neden buraya getirdin!?" Bu saf mülayim adam, bütün genlerini Fırat'a vermiş gibi bir saflıkla Nadir'i serbest bırakıp hiç kızmadan oğluna cevap verdi: "Ne yapayım zavallı hayvana kimsenin baktığı yok, ben de buraya getireyim, dedim. Hem bahçede dolandıkça kendimi tutamıyorum. Bu hayvanın siz de kalması daha iyi, ben de kaldığı sürece ben bu kazı da mideye atarım, şimdi emaneti mideye atmakta olmaz!" dedi. Hemen Nadir'i kucakladım. Amcamın bu olur olmaz, her şeyi yeme merakı beni korkutuyordu. Neyseki iyi adamdı da Nadir'i yemeden, bana getirmişti. Onu, kümeste tek kalan Süheyla'yla beraber bırakıp hediye edilen Orhan'ın hesabı görmek üzere, mutfağa gittim. Fırat babasının yanında kalmıştı. Kapı aralığında, annemle göz göze gelince kolumdan tutup mutfağa çekti: "Ablan çok yoruldu Batu, hadi şu çorbayı biraz karıştırıver!" dedi. "Tüm gün evde oturup nasıl yoruldunuz acaba!? Karıştırın bana ne!?" diye itiraz etsem de dinlemediler. Beni çorbanın başına getirerek, kepçeyi elime tutuşturup nasıl karıştırmam gerektiğini mala anlatırmış gibi anlattıktan sonra içeri gittiler. Gerçekten yorgun olmasalar bu tencereyi de bırakıp giderdim ama o kadar saatten sonra hem acıkmış hem de susamıştım. Yaklaşık on dakikadır karıştırıyordum. O sırada Nihal gözleri dolmuş bir şekilde içeri girip tası tabağı birbirine vurarak yemeklerin tadına bakıyordu. Biraz sonra da peşinden annem girdi. İçerdekiler duymasın diye sesini kısıp ablamın yanına gitti. Klasik anne kız kavgası zannederken Nihal'in ağlamak üzere olduğunu görünce kaşlarım çatıldı. Annem sinirden ne söylediği bilmiyormuş gibi "İstersen cehennemin dibine git!" dedi. "Hangi parayla ayrı eve çıkıyorsun kızım sen!? Delirme, otur oturduğun yerde, evlenmeden ayrı eve falan çıkmak yok, rahat mı batıyor sana, burası neyine yetmiyor!" "Niye, Fatih ayrı eve çıkmak isteyince kimse bir sesini çıkarmadı! Ben de kendi paramı kazanıp kendi evimde oturmak istiyorum, sıkıldım senden de, bu dağ başından da!" "Kızım sen Peyami Safa roman karakteri misin, 'evden sıkılıyorum' da ne demek!? İnsan hiç evinden sıkılır mı? Kendine gel, ne abuk subuk laflar ediyorsun!"Annem mesleğinin hakkını verirmiş gibi ablama çıkışırken aynı lafları söyleye söyleye mutfaktan çıktı. Nihal arkasından havluyu fırlatıp "Tabii işine gelmeyince muhabbeti değiştir!" diyerek küçük bir kız çocuğu gibi kollarını göğsünde bağlayıp tavırla ayakta durdu. Ablamın ayrı eve çıkmak istemesindeki nedeni anlamayarak olaya dahil oldum: "İstersen, güçlerimizi birleştirip seninle ayrı eve çıkabiliriz!" dedim, onu biraz olsun neşelendirmek için ama ablam duruşunu bozmadan tavırla sordu: "Nasıl olacakmış o?" Elimle sanki bir saçı yoluyormuş gibi cevap verdim: "Yolarak tabii ki de!" E, bu devirde alın teriyle zor alınırdı. Nihal gülerek araya girip "Âlem çocuksun vallahi, hiç güleceğim yoktu!" dedi. Nedense kimse bir işi başaramacağıma inanmıyordu. Ciddi ciddi "Şaka yapmıyorum!" dedim. "Sana söz veriyorum kış gelmeden kendi evine çıkacaksın!" Kızarmaktan olan gözleriyle beni baştan aşağı süzüp "Buraya kış erken gelir, tutamayacağın sözler verme... Sonra vebalini ödeyemezsin!" dedi ve çekip gitti. Ben de Nihal'in peşine takılıp sofrayı annemin başına bırakarak mutfaktan çıktım. Yoksa iş benim başıma kalacaktı. Salona gidip masada duran telefonla göz göze gelerek tamamen aklımdan çıkan ses kaydını hatırlamıştım. Benim gibi bir şeytan, böyle bir şeyi nasıl unutabilirdi. Hemen, kimseye çaktırmadan telefonu da yanıma alıp yukarı çıktım. Sofrada gözleri iyice zayıflayan anneanneme karşı çok fazla efor sarf etmeden telefonu almayı başarmıştım. Sırada ablamın bilgisayarını almak için güzel bir yalan bulmaktaydı. Ona da uygun bir kılıf bularak "Sınav sonucuma bakacağım" bahanesiyle, ablamdan bilgiyasarı alıp kaydı kendime gönderdim. Dosya biraz büyük olduğu için geç gönderilmişti. Yaklaşık beş on dakikalık süre zarfında ses kaydını bilgisayara indirebilmiştim. Aşağı inip telefonu yerine koyarken, teknoloji cahili ablamın, ses kaydını fark etmeyeceği bir yere kaydı saklayıp herkes gittikten sonra dinlemek üzere vakit geçiyormuş gibi yaptım. |
0% |