Sabahın erken saatleri, siyah perdelerden süzülen narin ışık huzmeleri odanın köşelerini aydınlatıyordu. Ablam, battaniyemi üstümden çekip, perdeleri ardına kadar açtı.
"Hadi artık öğlen oldu!" diye söylenirken odamın kapısını geceden kilitlemediğim için kendime sövesim gelmişti. Duvardaki saati görmesem söylediğine inanacaktım. Ne oluyordu yani bir günde beni rahat bıraksaydı? İçimdeki siniri bastırmakta zorlanıyordum. Nasıl oldu bilmiyorum birden kendimi hayal ettiğim şeyi yaparken buldum.
Yataktan kalktığım gibi Nihal'in kolundan tutup dışarı attım. Tekrar içeri girmeye hazırlanıyordu ki kapıyı suratına çarpıp kilitledim. Yaptığım kabalıktan pişman olmuştum ama artık bu hareketin geri dönüşü yoktu. Bir yanda pişmanlık duyuyor bir yandan ise kendimi haklı çıkarıyordum. Sinirim hâlâ geçmemişti. Açık pencereyle göz göze gelince perdeyi kornişinden sökercesine kapatıp sakinleşmeye çalıştım. Amacım Nihal'e kötü davranmak değildi sadece uykuma devam etmek istemiştim. Artık bu hâlde yatamazdım.
Aklıma şimşek gibi düşen bir fikirle kapıyı açıp hızla mutfağa indim. Nihal arkası dönük bir şekilde ağlayarak tezgahta bir şeyler doğruyordu. Benim yüzümden ağlıyor zannettim.
"Abla?" Sesim cılız çıkıyordu.
Ağlamayı kesip yüzünü bana dönmeye lüzum görmeden ters bir şekilde cevap verdi: "Ne var!"
Yaptığıma pişman olmuştum. Özürle kendimi affettiremeyeceğini biliyordum. O yüzden çıtayı biraz daha yükselttim: "Allah benim belamı versin," Burnunu çekip buruk bir sesle "Amin!" dedi. Bu durumda bile sürünmemi istiyordu. Aldırmadım.
"Canım abam seni nasıl ağlattım..." sarılmak için kollarımı uzattığımda "Bunu sana ödeyeceğim!" dedi.
Kollarımı minyon vücuduna sarıp "Ah benim abam, istersen kafamı kır! Yeter ki gümüş kalbin kırılmasın!" diyerek salya sümük ağlarken Nihal'i kızdırmıştım. Söylediğim sözle benden uzaklaşıp yüzüme manalı bir bakış attı: "Altın demek istedin herhalde!"
Tekrar bağrıma basıp göğsüme yetişemeyen ablamı alayla kendime sardım: "Ya sen altın sevmiyorsun diye öyle dedim. Hem altın çok pahalı sendeki olsa olsa gümüştür!"
Söylediğime kızıp karın boşluğa vurdu: "Seninki de bakırdan olsa gerek!"
"Yok canım bizim kalpler camdandır. Nasıl olsa kırılır!" Bir an nasıl oldu anlamadım ağzımdan kaçıvermişti işte. Böyle söyleyince birinin benim kalbimi kırdığını zannetti.
"Kim kırdı senin kalbini?" Buna cevap verebilmek o kadar zordu ki "kimse" diyip işin içinden sıyrılmak vardı.
"Öylesine söyledim hani kendimi affettirebilmek için. Sen edebiyatçısın ya, bizde boş değiliz anasını satayım!"
"Aman edebiyat yapmayan bir sen kalmıştın zaten bu işin okulunu biz okuduk, ekmeğini siz yiyorsunuz valla!"
"Her süslü püslü söz söyleyeni edebiyat mı yapıyor zannediyorsun abla, hepsi boş konuşuyor işte!"
İtiraz edecekti ki kapı çalınca muhabbetimiz bölünüverdi. Kapıyı açmaya giderken Nihal beni yukarı gönderip üstümü değişmemi söyledi. Ablam kapıyı açarken bende hızla odama gidip giyindim.
Aşağıdan abimin sesi geliyordu.
Yüzümü yıkadıktan sonra aynanın buğulu yüzeyine bakarken, karşımda beliren Şeyma hızla kalbimi bir korku dalgasıyla sarstı. Kız, her zamanki gibi şeytanî bir hava taşıyordu. Onun varlığı zaten korkutucuydu. Ancak korktuğumu belli etmedim; bunun yerine içimde bir sinir huzursuzluğu belirdi. Sinsi bir gülümseme ile yanıma yaklaşması, hoşuma gitmiyordu. "Sen ne zaman geldin?" diye sorduğumda, yüzünde beliren şeytani gülüş beni daha da tırnaklar gibi hissettirdi. "Az önce geldim," dedi, sesi sıcacık ama aynı zamanda bir kış gecesi rüzgarı gibi soğuktu.
Kızdaki edepsizliğe kaşlarım çatılmıştı. "Ne oluyoruz?" dedim, ciddi bir tonla. "Ne arıyorsun benim odamda?"
Koyu kahve gözleri, bir derinlikten yansıyan sonsuz hayal kırıklıkları gibiydi. Banyo kapısına yaslanarak mırıldandı: "Bir şey olmuyoruz!"
Şeyma’ ya gülüp mırıldandım: "Ha şunu bileydin!"
"Seni duyuyorum!" dedi, duymasa şaşardım zaten, benimle dalga geçer gibiydi. İstediği yüzü vermeyince kıza bir cesaret geliyordu.
Yaslandığı yerden doğrulup elini uzattı. "Hadi gel aşağı inelim, annemler seni bekliyor!" diyerek elimi tutacak gibi oldu. Ama ben, aramızdaki mesafeyi korumak istiyordum.
"Sen git; benim işim var!"
Misafir gelince odadan çıkmamak gibi bir huyum olduğunu çok iyi biliyordu yine de ısrarla beni aşağı indirecekti.
"Ne işin var; oturup boş boş kitap okuyacaksın. Gel, iki insan yüzü gör!" dedi. "Pire gibi dibe köşeye girme!"
Sözleri canımı sıkıyordu. "Muhabbetiniz zevkli olsaydı, yanınızda otururdum." diyince gözlerini dikip alayla konuştu:
"Bu artık açık sözlülük değil, biliyorsun değil mi?"
"Bana patavatsız diyorsun yani?"
Cevap vermedi. Sözlerimdeki sertlik ve kafa karışıklığı, karşımdaki kişinin bakışlarında bir değişiklik yaratmış gibi görünüyordu. Bir anda gözleri üzerimde yoğunlaştı; derin ve anlam doluydular. Kollarını boynuma sararken, onun sesinde içten bir samimiyet, fakat aynı zamanda bekleyiş vardı: "Ama ben seni çok özledim, sen beni özlemedin mi?"
Adeta bir kapıyı kapatır gibi, cevabım kısa ve netti: "Özlemedim." Bu cümle, aramızda bir boşluk yarattı. "Bir daha bana sarılma, odama da gelme!" demek istiyordum ama kızın niyetini kestiremediğim için söylemeye çekiniyordum ama o maşallah hiçbir şeyden çekinmiyordu.
İçimdeki huzursuzluk yerini kararsızlığa ve gerginliğe bırakmıştı. Kızı bir an önce odadan göndermek için, "E hadi çık da üstümü giyineyim!" dedim.
Elini gömleğime uzatıp "Ben yardım edeyim!" dedi. Yaşından büyük hareketlere kalkışıp bir fahişe gibi davranıyordu. Artık tiksinti de değildi ona duyduğum.
Sesimi yükseltip, "Çek elini!" diye bağırınca aşağıdakilerin başımıza toplanmasından korkup gözlerinde bir panik belirdi. On yedi yaşında bir kızın bu saçma sapan hareketleri beni çileden çıkarıyordu; ona karşı beslediğim kırgınlık, ona düşmanca bir tavır takınmamı zorlaştırıyordu
Şeyma'yı orada bırakıp aşağı indim. O, dikkat çekmemek için birkaç dakika sonra peşimden geldi. Nadide Hanım, saman altından su yürüten kızından zerre şüphe etmemişti. Oysa ben, hiçbir şey yapmadığım hâlde, evdekilerin şüphesini üzerime çekiyordum. İçimde, bu kızın göründüğü gibi biri olmadığını herkese göstermek istiyordum ancak bir şey buna engel oluyordu. On yedi yaşındaki bir kızın, kendisini zerre umursamayan bir adama fahişe gibi davranması içimde bir şeylerin ölmesine sebep olmuştu: Namus, iffet ve haysiyet. Sanki çok geride kalmıştı. Bende temiz bir şey sayılmazdım ama yine de istemediğim yerde, istenmediğim kalpte durmazdım. Onurumu ve gururumu b*ktan insanlar için de harcatmazdım. Bu kendini alçaltmaktan başka bir şey değildi.
Belki de babamın, benim adıma Şeyma'ya evlilik vaatlerinde bulunması yüzünden bana böyle davranıyordu. Düşüncelerimin arasına dalmışken Nihal elinde tepsiyle içeri girdi. Misafirlere çay getirmişti. Bende dedeminkini alıp odasına götürmekte tereddüt etmeden ilerledim. Misafirler gidene kadar onun yanında oturmak bir nevi sığınak gibiydi. Yavaşça yukarı çıkıp kapısını tıklattım. Öksürük sesleri arasında boğuk bir ses içeri girmem için müsaade verdi. Kapıyı açıp çayını masaya koydum.
Dedem uğraşmakta olduğu işten başını kaldırmadan "Çıkarken kapıyı ört!" dedi. Kapıyı kapatıp karşısındaki koltuğa oturdum. Eski alışkanlıklarına bağlı kalan bir adam olarak, hâlâ hat sanatıyla meşguldü. Kalemiyle kağıt üzerinde dans eden harfler, ona bir tür huzur sağlıyordu. Bunu, "Bu işi yapmanın insanı rahatlattığını" söyleyerek her fırsatta dile getirirdi. Ondan rika, sülüs, talik gibi yazı çeşitlerini öğrenmiştim ama henüz onun kadar hevesli ve becerikli değildim.
Öksürük nöbetleri yüzünden işini eskisi kadar güzel yapamıyordu. İzlerken, içimde bir burukluk vardı. Onun için üzülüyordum. Bana "Bahtiyar" diye sesleniyordu. Bahtiyar kimdi bilmiyorum. Ben, onun için sadece hayal edilmiş varlığın yansımasıydım.
Duruma göre bazen kahya bazen vekilharç bazen de seyisin oğlu oluyordum. İki yıl önce dolandırıcılara kaptırdığı parasını ben çaldım zannediyordu. Bende evdeki varlığımı "Bahtiyar" olarak devam ettiriyordum.
Sabahları uyandığında, ilk iş olarak kendini yoklayıp herkesi güldürmekle vazifesine başlardı. "Lan ben yine ölmedim!" diyip ölümü beklerdi ancak beklediği ölüm yüz iki yıldır bir türlü gelmemişti. Onun ölmesini istemiyordum, bu evde yüzümü güldüren tek insan oydu ama o beni tanımıyordu. Dahası kimseyi tanımıyordu. Karısını bile çoğu zaman yabancı bir yüz zannediyordu. En çok da buna gülüyordum işte. Kimsenin bilmediği bir hayal dünyasında yaşıyordu. Evdekiler yüz iki yaşındaki adamın bunadığı düşünmek yerine doktorlarda çare arıyorlardı. Oysaki ben onunla doğaçlama bir tiyatro sahnesinde rol alırmış gibi oyunu devam ettiriyordum.
Ablam kendisine verilen besleme rolünü kabul etmiyor, dedemi gerçeklere alıştırmaya çalışıyordu ama o tanıdık fakat kaybolmuş hayale ulaşmaya çabalıyordu. Bu çabalarda kendi geçmişini tüketiyordu. Onun için üzülüyordum; geçmişine olan özlemi ve ona duyduğu hasret, zihninde her gün biraz daha siliniyordu.
O an, onun için duyduğum üzüntü, sadece bir aile ferdi olmanın ötesinde, insanlığını kaybeden birine karşı duyulan derin bir acıyı çağrıştırıyordu.
Misafirler gidene kadar sesini çıkarmadan yanında oturdum. Beni unutmuş gibiydi. Bir ara ayaklanıp odadan gitti. Abdest alıp geri gelmişti. Namazını kıldıktan bir saat sonra tekrar gidip abdest aldı. Ben ikindi okundu zannetmiştim meğerse dedem öğle namazını kıldığını unutup tekrar tekrar kılıyormuş. Fark etmeseydim akşama kadar öğleyle ikindiyi kılacaktı. Bugün Nihal'in görevini üstlenerek dedemin ilaçlarını verip çayıyla çorbasıyla ben ilgilendim.
Misafirler gittikten sonra Nihal'in yanına gidip dedemin durumundan haber ettim.
"Abla, dedemde unutkanlık da başlamış bugün iki kez öğleyi üç kez ikindiyi kıldı." diyince Nihal korkuyla gözleri açtı.
Ani bir çıkışla sesini yükseltip bana bağırdı:
"Lan dedem alzheimer! Yeni mi fark ettin ikindiyi üç defa kıldığını!"
Saf saf söyledim: "Ne bileyim ya, dedim belki teheccüd kılıyordur!"
"Lan teheccüd gece kılıyor, ay yürü git valla sinirlerimi bozdun. Dedemi bir gün sana emanet ettim ya bir gün. İnsan hiç mi fark etmez!"
"Ya ben nereden bileyim dedemin namazları üçer beşer kıldığını, hem kılsın boş ver kaza niyetine sayılır o!" dedim.
"Tabii ya kaza niyetine sayılır," diyerek söylediklerimi alayla tekrar etti. "Bir senden fetva dinlemediğimiz kalmıştı şıh hazretleri (!) Niye kontrol etmedin lan dedemi?"
Korkumdan cevap veremiyordum. Bir ara kaçamak yapıp yanından ayrılmıştım. Nihal koca karılar gibi söylenmeye başlamıştı: "Tabii, beyefendiyi evde tutamıyoruz ki dedemin gidişatından haberi olsun! Bu avanak nereden bilsin dedemin hasta olduğunu! Keşke ona emanet etmeseydim ah eşşek kafam ah!"