@kafautuluyoruz
|
Dışarıdaki yağmurun sesi, evin içinde yankılanırken koltukta oturan dedemin çayını masasına bıraktım. Kapıya yöneldiğimde bir an önce üniversitelerin açılmasını, bu çaycılığın sona ermesi için dualar ediyordum. Dedem, gitmeden önce arkamdan seslendi: "Nigâr'a çayımı o getirsin. Sen zahmet etme!" Sesindeki iğneleyici ton; bana zahmet vermek için değil, beni görmek istemediği için öyle söylemişti. Dedemin bu ince fikirlilik adı altında yatan imayı çözmekte hiç de zorlanmamıştım. Gözüm masadaki el yazısına ilişince yaramaz bir çocuk gibi hızla elime alıp okumaya başladım. O sırada Nihal yukarı çıkıp Dekan Bey'in geldiğini söyleyerek aşağı inmişlerdi. Elimdeki kağıdın bir mektup olduğunu düşünürken "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla…" diye başlayan satırları okuyunca hiçbir şey anlamamıştım. Hiçbir işinde Allah'ın adını anmayı eksik etmediği gibi bu işinde de eksik etmemişti. Merakla okumaya devam ettim. "Kızım Ayten, damadım Ali ve diğer hayırsız evlatlarım Feyzullah, Rukiye ve Zekiye!" Heyecanla metnin devamını okurken Birbirine karıştırdığı isimleri okurken kaşlarım çatılmıştı. Herhalde Ayten diye anneme. Ali diye de babama sesleniyordu. "Köydeki asmalı konakta, bodrum katına gömülü olan altınlarımı biricik kızım Ayten'e bağışlamak üzere vasiyetimi bildiriyorum.Tek mal varlığım evlatlarımın iyiliği için biriktirdiğim paradır. Ben yastığımın altında ateş biriktirmedim. Sahip olduğum tüm mal ve mülk Allah(c.c)'ındır. O'nun inayetiyle, bu miras babacığım Şemsi Abdullah'a ondan da bana kalmıştır. Bende size bırakıyorum. Ben öldükten sonra da kızım Ayten'in yoksulları gözeteceğini umuyorum zira ben sizler için sadece altın, gümüş bırakmıyorum. Umuyorum ki öğrettiğim güzel ahlak, altın ve gümüşten daha ağır basacaktır." Elimdeki olmayan mirasların vasiyetiydi. Ağzımın içinde ne okuduğumu anlamamış bir şekilde hızlıca göz gezdirirken süslü püslü sözlerden gına gelmişti. "Birbirinizden nefret etmek için bahane aramak yerine sevmek için çabalayın!" diyordu. "Ben bu dünyadan göçtükten sonra sizler de mirasın peşinde düşmeyesiniz diye vasiyetimi sizlere bildiriyorum. Köydeki arsalarımı ve konağımı kızım Ayten'e, İzmir'deki yalı ve apartmanlarımı da torunlarım Nigâr ve Ferit'e bırakmak üzere bu dünyadan göçüyorum." Vasiyetin sonlarına gelirken yanı başında duran anneannemi öldü zannederek ona hiçbir şey bağışlamamış ve aşağıda horul horul uyuyan anneanneme büyük bir özlem duyduğunu söyleyerek satırlara son vermişti. Yıkılmak üzere olan konağının haricinde, vaadettiği hiçbir şeyin gerçek olmadığını biliyordum. Yine de, dedemin bol keseden herkese pay biçip benim adımdan bile bahsetmemesi canımı fena hâlde yakmıştı. Kıskançlıktan kağıdı elimde buruşturup masaya bırakırken yaptığımın büyük bir terbiyesizlik olduğunu söyleyen ahlakçı tarafım, şeytani tarafıma baskın çıkarak, kağıdı eski hâline getirmem için adeta bana yalvarıyordu. Şimdi bu sinir bozucu ses ve huzursuzluğun beni rahat bırakmayacağını bilerek, buruşmuş kağıdı ellerimle düzeltmeye çalıştım. Dedemin benden uzak olan dünyasında, ben de bir hüsranın gölgesiydim. Herkes kendi mirasını alıp gitmişti; ben ise sadece unutulmuş bir not olarak kalmıştım. Kapıdan gelen hafif bir gürültü ile dedemin uyduruk vasiyetini orada bırakıp çıkarken Nihal'e karşılaştım. Soru sormasın diye dedemlerin çayını tazelemek bahanesiyle aşağı inip onlara yardım ettim. Küçük bir hasbihalden sonra Dekan Bey'in niye geldiğini anlamadan kapıdan ayrılırken ben de bardakları salonda bırakıp evden kaçmak üzere merdivenleri çıkıyordum. Nihal süslenmiş püslenmiş dışarı çıkmaya hazırlanıyordu. Beni merdivenlerde görünce "Bardakları toplamadan nereye gidiyorsun?" dedi, mecburmuşum gibi. "Var mı öyle her canın sıkıldığında çıkıp gitmek. Bir iş yapıyorsun bari tam yap! Benim dışarıda işim var." diyince o kadar sinirlendim ki arkamı dönüp üstüne gidince Nihal dengesini kaybedip merdivenlerden arka üstü düşmüştü. Üstümdeki şoku atlatıp hızla aşağı inerken Nihal'in başından sızan kanları görünce başım dönmüştü. Ayılması için yüzüne vurduğum darbelere hiçbir tepki vermiyordu. Anneannemi evde tek bırakarak yarım saatlik yolu on beş dakikada bitirip Nihal'i hastaneye yetiştirmiştim. Birkaç muayene ve testen sonra, durumunun ciddi olabileceğini söyleyip hastanede kontrol atında tutacaklarını öğrenince ağlamaya başladım. Kandan geçilmeyen hastalıklı fikirlerim beni fenâ hâlde korkutmuştu. Anneannem ve dedemi evde bırakıp apar topar hastaneye gitmek, Nihal'in durumunun ciddi olduğunu öğrenmek kabus gibi üzerime çökerken anneme haber vermem gerektiğini düşünerek telefonu tuşladım. Derste olduğu için açmamıştı. Mesaj atıp durumun aciliyetini anlatmaya çalışırken çok geçmeden telefonum çalmaya başladı. Herkesin suçu bende bulacağını biliyordum. Nihal'in merdivenlerden düştüğünü söyleyip hastanede olduğumuzu söyledim. Annem, Nihal'de küçük sıyrıklar olduğunu düşünürken doktorun söylediği beyin kanaması riskini bilmediği hâlde endişlenmişti. Telefon kapandığında ağlamayı bırakıp başımı arkaya yasladım. Şimdi, bu kafamı duvardan duvara vursam kendimi yine de affetmeyecektim. Perişan bir hâlde gözlerimi yumup annemin gelmesini bekledim. Ablamı sağ salim eve götürürsem bundan sonra uslu bir çocuk olacağıma dair kendi kendime sözler veriyordum. Önümden geçen tekerlekli sandalyenin varlığıyla istemsiz gözlerimi aralarken tam karşımda duran Sare ve kim olduğunu bilmediğim o nursuz karı tartışıyordu. Bir ân içeride yatan Nihal'i unutup konuşmalarına kulak kabarttım. Huysuz kadın, hiçbir şeyden razı olmuyordu. Sare artık sabrının son demlerine gelmiş gibi halası olduğunu öğrendiğim kadını zorla ortopediye götürmeye çalışıyor fakat halası gitmemekte ısrar ediyordu. Sare ne yapmış etmiş kadını zorla ortopediye doğru sürmüştü. Kadının tavırlarına o kadar sinir olmuştum ki bu cadıyı uçurumdan atıp kurtulmak varken kızdaki sakinliğe hayret ediyordum. Annem, koridorun sonunda korkuyla bana doğru koşarken Nihal'in durumunu unutmuştum. Onun beni sakinleştireceği yerde ben onu sakinleştirip bir şey olmayacağını söylüyordum. Bu duygu bana o kadar uzaktı ki elimi yüzümü yıkamak bahanesiyle yanından ayrılıp kendimden tiksinmeye başladım. Uzun koridordan köşeyi dönünce yine Sare'yle karşılaştım. Halası yanında yoktu. Başını telefondan kaldırınca oturduğu yerden doğrularak beni görmemiş gibi yapmıştı. Bende onu görmezden gelmiştim. Uzun koridordan geçerek lavaboya gidecektim ki içerisinin karanlık olduğunu görünce musluklardan birisinin akmakta olduğunu fark etmiştim. Lambayı kapatıp suyu açan şerefsizin kim olduğunu merak ediyordum. Bir adımla içeri girip etrafa bakındım. İçeride kimse yoktu. Her şey birer lacivert nesne hâlinde görünmeye başlamıştı. Açık musluğun altına elimi tutarken aynadaki suretimle karşılaşınca karşımdaki genci tanıyamadım. Bana hiç benzemiyor sadece bir şeytanı anımsatıyordu. Aynaya yaklaşıp dikkatlice baktığımda içeri on dört-on beş yaşlarında bir delikanlı girmişti. Beni görünce irkildi: "Abi karanlıkta ne yapıyorsun?" diyince bir kağıt havlu koparıp ellerimi kuruladım. Aynayla karşılaşıncaya kadar varlığımın bilincinde olmamıştım. Çocuk ardımdan bana kalırken var olduğumu işte o zaman hatırladım. Ben silik bir gölge değildim. Vardım. Saçma sapan düşünceleri kafamdan atıp uzun koridorda ilerlediğim sıra ayaklarım istemsiz yürümeye devam etmiş ve beni annemin yanına kadar getirmişti. Evde bıraktığımız anneannem ve dedem, ablama dualar ederken annemi gönderip babamla hastanede sabahlamıştık. O zaman tam pederimle arayı düzelttim derken Nihal sabah uyanıp "Beni merdivenlerden attı!" demesiyle sadece babamın değil herkesin dikkstini üzerime çekmişti. Canının acısından konuşamazken bile bana saydırıyordu. Mırıltıyı andıran sesiyle sordu: "Nerede o?" Beni aradığını biliyordum. Ablamın bu hâline benim sebep olduğumu bilmeyen annem, saf saf konuşarak "Kim nerede?" dedi. Nihal’in boynunu çeviremediği için beni işaret etmişti. Birden odadaki tüm başlar bana dönünce görüş alanına girip başımı hafifçe öne eğdim. Nihal kaşlarını çatıp bir yabancıyla konuşuyormuş gibi "Sen kimsin?" diye sorunca göz ucuyla dedeme yanlış ömrü biçen Doktor Tarık'ım, ablamın iyi olduğunu söylerken beni tanıyamaması hakkında bir açıklama yapmasını bekliyordum. Nihal, birden şaka yaptığını söyleyince ruhu çekilen bedenim, rahat bir nefes alıp kaşlarını çattı. Benimle uğraştığına göre gayet iyiydi. O an, beni anneme şikayet etmesini şaşkınlıkla seyrederken gözümün içine baka baka bana iftira atmıştı: "Siz yokken Batu bana hiç yardım etmiyor, bütün işi hep ben yapıyorum. Beyefendi bir tane bardak kaldıracak kırk saat söylenir. Neler çektiğimi bir bilseniz az daha beni öldürüyordu." diyince bütün başlar bana dönmüştü. Üçü de beni parçalayacakmış gibi bakıyordu. Beni parçalamak isteyen bu sırtlanların arasından nasıl kurtulabileceğimi düşündüğümde yüzüme sahte bir gülüş yerleştirip kendimi kanımın son damlasına kadar müdafaa ettim: "Beyninin üstüne düşünce ne dediğini bilmiyor tabii. Biz şakalaşıyorduk sadece, dimi Nihal?" Sondaki vurgu sanki ablamı zorla söylettiriyormuşum gibi çıkmıştı. "Senin bu kandan geçilmeyen şakaların artık çok can sıkmaya başladı Batu. Ya ablana bir şey olsaydı? Nasıl böyle psikopatlaşabilirsin manyak mısın sen çocuğum! Ablan o senin taş olursun taş..." babamın efsanelerden kalma taş kesilme motifi canımı sıkıyordu. Bir ân karşımdaki şahsiyetin kim olduğunu unutarak babama çıkışmıştım: "Yok yok kim taş olmuş ki bende olayım. O kadar paranızı alıyor bir zahmet evdeki işinizi de Nihal yapsın!" Haberim olmadığını zannettikleri yirmi bin liranın böyle bir günde, çirkin bir şekilde dile getirilmesi hoş olmamıştı ama hepsini susturmayı başarmıştı. Babamın aniden yükselen sesiyle "Ne diyorsun oğlum sen, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin!" diye haklı çıkmaya çalıştığı sıra bütün şeytanlarım başıma üşümüştü. Her biri kavga çıkarmam konusunda beni dürtülüyor, aklıma gitiyordu. "Benim duyuyor da onun duymuyor galiba!" diye diklenince herkes ablamdan taraf çıkmıştı. Kafamdaki seslere bir kulak versem bu odadan sağ çıkamayacaktım. Küfür etmekten başka hiçbir şey yapmak istemiyordum. Düşündüklerim başkaydı. Söyleyeceklerim çok daha başka... İşte bu yüzden, sadece susmak geliyordu içimden. Sinirimden daha fazla hastanede kalamadım. Temiz havayı ciğerlerime çekmek, sanki beni bu karanlıktan kurtaracakmış gibi kendimi dışarı attım. Söylediklerim hiç hoş olmamıştı. Bahçeye adım attığım an, rahatlayacağımı düşünürken yüzüme esen rüzgara aldırmayıp banka oturdum. Nihal'in merdivenlerden düştüğü o sahne gözümün önünden gitmiyordu. Bir kadın gelip yanıma oturunca görüntü kaybolmuştu. Şimdi bu densizin kim olduğunu düşünmekle, düşüncelerim bölünmüştü. Başımı çevirip bakınca bir ânda sessiz sedasız yanımda oturan Sare'yle göz göze gelmiştim. “Merhaba,” dedi sanki kendisi çok seviyormuşum gibi. Bir ân önce gitmesi için cevap vermek yerine aceleyle başımı sallayıp gözlerimi kaçırdım. "Ne yapıyorsun burada, yalnız mı oturuyorsun?" diye sorunca tam azarlamaya hazırlanıyordum ki yapma dedi içimden bir ses. Onu da kırmak istemiyordum. Azarlanacak bir şey yoktu ortada. "Yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil." diyince gülümsedi. "Kendiyle yetinebilen biri için evet... ama insan insanda şifa bulur." Kıza inat gibi tam aksini iddia ettim: "Belada bulabilir!" "Kimlerle takıldığına ve senin kim olduğuna bağlı olarak değişebilir tabii!" Sesindeki ima beni sinirlendirmişti. "Sen buraya benimle kavga etmeye mi geldin?" diye sorunca kavga etmekten hoşlanmadığını, sadece konuşmak için yanıma geldiğini söyledi. İçimden bu kızın gerçekten iyi bir insan olduğunu düşünürken şeytanlardan biri aklımı çeldi. Üstüme çamur sıçrattığı o günden beri bu kızda bana karşı bir kinin olduğunu hissediyordum. Geçmiş olsun dilekleriyle ağzımdan laf almaya çalışıyordu. "Kendini suçlu mu hissediyorsun?" diye sorunca gözlerindeki merak, içimdeki öfkeyi daha da körüklemişti. "Kendimi suçlu değil iftiraya uğramış gibi hissediyorum!" diyince inanmamıştı. "Gerçekten ablanı merdivenlerden attın mı?" sorusuyla gülesim gelmişti. Daha önce iki tane kızı mutfak kapısından attım diye böyle bir deliliği yapacağımı zannetmesi beni çileden çıkarıyordu. “Merdivenlerden mi atmışım?” diye hayretle tekrar ederken Sare, zarif bir şekilde başını eğip gülümsemesini bastırdı. "Evet ablanı gördüm az önce, senin onu merdivenlerden attığını söyledi. Daha önceki yaptıkların göz önüme gelince bir ân gerçekten bu kadar delirmiş olabilir misin diye tereddüt ettim!" İçimden geçen şeytani düşünceleri baskılamaya çalışarak kızı azarlamak isterken susup dinledim. Sare'nin beni bu şekilde yargıladığını düşünmek, içimdeki kini daha da harlıyordu. Bir süre sessiz kaldık. Sare’nin yüzündeki o alaycı gülümsemenin ardında yatan gerçekleri anlamaya çalışıyordum. Yanında oturmasının garip bir huzuru vardı. Sessizlikten sıkılmıştım. Onun da canı sıkılmıştı. "Niye buradasın?" diye sorunca yanlış anlamıştı. Gözünü uzaklara dikerek "Halam yüzünden!" dedi. Kıza dönüp sana onu mu sordum, der gibi bakarken göz göze geldik. Devamını merak edip sormamıştım. O da zaten anlatmamıştı. Sonra kollarını göğsünde birleştirip yabancı klasiklerinden fırlamış kontesler gibi biraz yürümeyi teklif etmiş, birlikte hastanenin bahçesinden çıkarak petrole kadar gitmiştik. Adımlarımız uyum içinde ilerlerken gözüm, dünkü yağmurdan kalan çamurlu suya takılmıştı. Adımlarımı yavaşlatıp kızı da kendimle beraber durdurdum. O da benim baktığım yere bakıyordu. Duruşunu bozmayarak "Gelsene!" dedi nazikçe. İçimdeki intikam arzusunu bastıramıyordum. Birazdan, onu öğle yemeğini yemiş su aygırısı gibi çamura bulayacağımdan habersizdi. Ani bir hareketle yanına yaklaşıp onu çamurlu suya atmıştım. Kız dengesini kaybederek suya düşerken nefesi kesilir gibi kalakalmıştı. "Biraz çamurla oyna, belki bu sana daha iyi hissettirir," dedim, kışkırtıcı bir ses tonuyla. Şeytanlarım, aferin aferin doğru yoldasın, diyordu. Kizım, çamura yuvarlanmasıyla yüzündeki o şaşkınlık yerini hızla öfkeye bırakmıştı. "Allah senin belanı versin!" dedi. Ağlamaklı bir ses tonuyla ekledi. "Şu hâlime bak sırılsıklam oldum!" Karanlıkta birazdan beni parçalayacakmış gibi bakan gözlerini yüzüme dikerek düştüğü yerden söylendi: "Ulan deli, hani beni affetmiştin!" Söylediğine gülesim gelmişti. "Affettim dedim unuttum demedim!" Verdiğim cevapla apışıp kalmıştı. Gözlerinde parlayan irili ufaklı kıvılcımlar, tam yanımda oturan o zarif kontesi andıran kızdan eser bırakmamıştı. Sinirle yerden kalkıp üzerime gelince yüzümdeki alaycı ifadeden eser yoktu artık; onun öfkesi, bana bid kabus gibi çökmüştü. "Sen gerçekten iyi değilsin. Bu ne biçim adalet, bu ne biçim bir kafa... Üstüne çamur sıçrattım diye bu kadar çirkinleşmene gerek yoktu!" diyerek pişman olacağımı zanneden birtakım sözler gevelemeye başladı. O an sadece onun değil, içimdeki intikam arzusunun da yükseldiğini hissediyordum. “Eğer gerçekten bir adalet arıyorsan, benimle oynamaya devam etme!” dedim. Bendeki adalet anlayışı, keyfine düşkündü çünkü. Kız, çamurdan sırılsıklam olmuş kıyafetlerine aldırış etmeden, "Öyle mi?" dedi. Bir anda kolumdan tutup beni çamura atmayı planlarken az daha üstüne düşüp yere kapaklanacaktım. Hâlâ kolumdan çekiştiriyordu. "Ne yapıyorsun lan?" dedim haklı olarak. Yere çivilenmiş gibi hiç kıpırdamadım. Beni çamura atamayacağını anlayınca düştüğü yerden bir avuç çamur alıp bana doğru geldi. Sanki çok durduracakmış gibi "Dur yapma," dedim. Durdu. O çamuru bana atacağından adım kadar emindim alayla "Başkasına çamur atan ilk önce kendi elini kirletir!" derken eli havada kalmıştı. Çamur parmaklarının arasından kayıp gittiğinde söylediğim sözün etkisinden çıkamamış, öfkesini yüzünden silerek boşta kalan eline bakmıştı. "Doğru söylüyorsun!" dedi. Çamura bulanmış elini göstererek. "Bak elim kirlendi!" Beni dinlemeyip çamuru direkt üstüme de atabilirdi ama iki kuru sözle hemen kanıvermişti. Kızdaki saflığa hayret bile edememiştim. Burnunu çekip "Evet, sana çamur atarken önce benim elim kirlendi. Bana bu gece hayatımın dersini verdin. Sen gerçekten çok iyi bir dostsun... İki dakika bekler misin; şu suda ellerimi yıkayıp geri geleceğim!" diyerek arkasını döndü. O an, boynumu uzatıp ne yaptığını görmek istemekle beraber, içinde bir tuhaflık hissediyordum. "Sen ellerini pis suda mı yıkıyorsun?" dedim, çocuksu bir sesle şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak. Rolünü o kadar iyi oynuyordu ki omzunu silkip bir çocuk saflığıyla cevap verdi: "Yok canım iki kirini alsın diye... Su pis değil." Ancak ardından sesi birden ciddileşmişti. "Ellerim böyle mi kalsın!" diyince içimde bir ürperti hissettim. Kız aniden yerden kalkıp pis suyun dibindeki çamuru, iki avucuna doldurup üstüme atarak kanını yerde koymamıştı. Melek zannettiğim kızın içinden şeytan çıkmıştı. Elindeki bütün pislik, her yerimi batırırken onun bu hareketi, kafamdaki tüm düşünceleri alt üst etmişti. "Al sana oyun, al sana adalet!" diye bağırdı, böyle bir şey yapacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Bütün öfkesini sarf ettikten sonra bana doğru koşarak beni çamura attı. Bir anlık boşluğuma denk gelince dizlerimin üstüne düşüp çamura bulanmıştım. İçimdeki kızgınlıkla, ona karşılık vermek için hızlıca ayağa kalkarken kızdaki bu deli gücüne şaşırmıştım. Sinirle üstüne yürüyüp gözünü korkutmak isterken "Tamam yeter bu kadar ben seni çamura attım sen beni çamura attın ödeştik!" dedi. Tam cevap verecektik ki başka biri, sinirle yanımıza yaklaşıp, "Gençler, ne yapıyorsunuz? Kendinize gelin!" diye aramaıza girince, ulan sen bi' s*ktir git işine diyecektim ki bizim melek yüzü şarlatan, adama dönüp ikna edici birtakım sözlerle herifi göndermişti. İşaret parmağımı yüzüne sallayıp "Bu yaptığını unutmadım, yetmiş sekiz yıl sonra bile olsa bunu sana mutlaka ödeteceğim!" diyerek bir gün intikamımı mutlaka alacağımı söyledim. Sırılsıklam olan gömleğini sıkıp "Bulabilirsen neden olmasın!" dedi ama bu kez sesi bir korkak gibi değildi. Umursamadan söylemişti. Hem bu kadar korkak olup hem de bu kadar cesur olmasına bir mana verememekle beraber oradan ayrılmıştım. Üç gündür bozuk hava damlalar hâlinde yağmaya başladığı sırada, üstümdeki bütün kiri pisliği atarak beni yıkarken, esen soğuk rüzgârla içim ürpermişti. Peşimden adım adım takip eden Sare duraksadığımı görünce omuzlarını içine çekip söylendi: "Neyi bekliyorsun?" sanki az önce birbirimize girmemişiz gibiydi. Ben en ufak bir şeyi bile unutmazken onun kendisini çamura atan adamla konuşması beni kendimden tiksindirmişti. Tabii az önceki yaptığı sinsilikten sonra bir art niyet de taşıyor olabilirdi. Yağmur hızlanırken "Amacın ne kız senin!" diye terslememek için zor tutuyordum kendimi. O sıra Fırat yağmur çamur demeden yanımıza gelip en sinir olduğum şeyi yaparak kollarını açıp kuru bedenini ıslatmaya çalışıyordu. Bu şair ruhlu dedikleri entel dantel kesimden bozma yağmurda ıslanma merakı Fırat'ı da fenâ halde sarmıştı. Saçlarımdan omzuma akan buz gibi damlalarla dişlerimi birbirine vurarak Fırat'a seslendim: "Ne yapıyorsun lan ruh hastası!" Sanırım Nihal'in durumunu öğrenmişlerdi. Gökyüzüne bakıp gözümü alan ışıklarla şimşekler çakmaya başlamıştı. Sare korkuyla "İskeletimiz çıkacak!" diye söylenirken bense hem korkuyor hem de bundan aşırı zevk alıyordum. Az ileride şemsiyeyle imdadımıza yetişen Kübra, bize doğru gelerek bir şemsiye de bana verdi. Yağmurda ne dediğini anlamadığım bir sesle arkadaşını da alıp gitmişti. Sanırım Fırat'ı da alıp içeri girmemizi söylemişti. Bende meraklısı değildim, üstümdeki pisliği temizlemesi benim için yeterdi. Şemsiyeyi açıp Fırat'ın yanına gittim. Sırılsıklam olmuş üstüyle bağırarak daha çok yağmasını dilerken, şair ruhlu dedikleri deli birden bağırarak söyledi: "Çokça yağsa yağmur, dünyadaki bütün kötülükleri de siler mi?" "Bok siler!" dedim, sesim yağmurun altında cılız çıkmıştı. Şemsiyeyi kapatıp bu hâlde bile edebiyat yaptığı için birkaç tane kuvvetlice yapıştırıp zorla şemsiyenin altına sokarak içeri aldım. Çocukken yağmurda oynamamıza izin vermeyen yengem bu hâlini görseydi bir tarafına inerdi. Yağmurun yağışıyla çocukluğumuza inerken gömleğimin yanlarından tutup suyunu sıktım. "Seninki de buradaymış niye haber vermiyorsun!" dedim alayla. "Benimki kim?" diyince yağmurda Hızır gibi imdadımıza yetişen Kübra'yı görmediği için Fırat'a çıkışıp bağırmıştım: "Kim olacak lan Kübra!" O sıra, gıcık bir karı kınarcasına suratıma bakmıştı. Şimdi, ne baktın, kavgalarının niçin çıktığı daha iyi anlıyordum. Şeytan diyor ki: Git oy o gözlerini! Fırat, eliyle yüzümü kendine taraf çevirince "Ben buradayım!" dedi, sanki ben görmüyormuşum gibi. Çenemi ellerinden kurtarıp Nihal'in yanına, ikinci kata çıktık. Kübra ve Sare'de oradaydı. Üçümüz de sırılsıklam olmuştuk. Babam niye yaş olduğumuzu sorarken Sare, halasına bakmak bahanesiyle yanımızdan ayrılmıştı. "Siz üçünüz niye ıslaksınız!?" diye tekrar edince, bu fesatların aklına bin türlü şey gelmesin, diye dışarıda yağmura yakalandığımızı söyledim. Susacağını zannederken bu sefer de amcam başlamıştı. Sare'nin geçtiği koridoru işaret ederek "O niye ıslak?" dedi. Zaman kazanmak için kızın geçtiği yola başımı çevirirken, bu kısa süre zarfı içinde hiçbir yalan bulamadığımdan 'bilmediğimi' söyledim. "Kızı çamura atmışsın," dedi annem. "Deli misin sen oğlum!" Ulan kimse benim neyi niye yaptığını sorgulamıyordu da, her hareketim gözlerine batıyordu. |
0% |