Yeni Üyelik
18.
Bölüm
@kafautuluyoruz

Üniversitelerin açılmasıyla evdeki çilem sona ermişti. Ancak, bu sona erme, hayatımın en zor dönemlerinden birinin ardından gelmişti. Anneannemin vefatı, ailemde derin bir hüzün yaratmışken, onun ölmeden önceki son sözleri zihnime kazınmıştı. "Altınlar, oğlum... Asmalı Konağa gömülü!" İçimdeki güven duygusu ve umut, bu son sözlerle birlikte tazelenmişti. Şizofreni hastası bir adamın altın gömme ihtimalini sorgularken, anneannemin sözleri bir türlü aklımdan çıkmamıştı. Her gece rüyamda o konağın altını kazarak çil çil altın bulduğumu görüyordum. Bu iş bende hastalık gibi nüfus etmeye başladığında oraya gitmeye karar vermiştim. Nihayet anneannemin unutulduğu bir günde konaktaki altınlardan aileme bahsederek dedemin köyüne gideceğimi söylemiştim. Onların gözlerindeki endişe, beni durdurmak için bir çaba gibi görünse de, içimdeki arzu beni ateş gibi yakıyordu. Anneannemin de bunadığına dair birtakım sözler ederek benim fikrimden vazgeçirmeye çalışsalar da ben gitmekte kararlıydım.

Zihnimin bir köşesinde, dedemin gömdüğü altınların gerçek olduğuna inanıyor, hayallerimi yeşertmeye devam ediyordum. Dedemin mirası beni çağırıyordu. Asmalı konağın derinliklerinde gizli bir gömü vardı ve benim, bu yolculuğa beraber çıkabileceğim bir keriz bulmam şarttı.

Hakkında anlatılan türlü dedikodulardan sonra oraya tek başıma gitmek istemiyordum. Dedemin akıl sağlığının yerinde olmadığını bildikleri için kimse o evde altın olduğuna inanmıyordu. Bizden birisiyle bu yolculuğa çıkamayacağımı biliyordum. Bir süre için uygun birini bulmak isterken, Fırat'ın bize gelişiyle aradığım kişiyi sonunda bulmuştum. Konuyu ona açıp benimle beraber gelmesini söylediğimde hiç sorgulamadan kabul etmişti.

Köye doğru yola çıktığımız gün, Evliya Çelebi'nin mübalağalarını haklı çıkaran soğuk bir havayla şehre girmiştik. Bir türlü bitmek bilmeyen yollardan sonra Fırat'ın fikirleri değişmişti.

Köy yolu, sonbaharda yaprakları yere düşen ağaçlarıyla çok cılız, çorak ve bereketsiz kalmıştı. Sanki tabiat yavaş yavaş ölüyormuş gibi bir görüntü; hiçbir insan izine rastlamayışımız, ıssız araziler dikkatimi çekmişti.

Cinli olduğu söylenen bu köy, Fırat'ın cin korkusunu yenmesi için en ideal yerdi.

Kimseye bir şey söylemeden konağı kazıp altınları çıkarmalıydık ama ondan da önce aklımı kurcalayan, altınların olmama ihtimali beni yiyip bitiriyordu.

Köyün girişinde etrafı saran sessizlik, yalnızca lastiklerin altında çıtırdayan kurumuş yaprakların sesinden ibaretti. Yıkık dökük evler, çatlak duvarlarla kaplı zeminler ve hüsranla dolu bir geçmişe işaret eden her köşe, terk edilmiş ıssız bir arazi gibiydi. Fırat bu köy hakkında anlatılan efsaneleri bilmediğinden gayet sakin davranıyordu ama benim içimde garip bir huzursuzluk vardı. Bahsettikleri şeyler gerçek olabilir miydi? Altın bulma merakı, görünmeyen varlıkların korkusundan üstün gelmiş bizi konağın önüne kadar getirmişti. Diğer evlerden uzakta iki katlı eski bir evdi. Dedemin "konak" diye bahsettiği yer; eski püskü, sünepe bir evdi.

Kapının önündeki arabayla kaşlarım çatılmıştı. Bahçeden gelen sesler kulağa hiç de yabancı gelmiyordu.

"Keşke Batu bir ân evvel gelse de altın var mıymış yok muymuş bir görebilsek!" Aramızdaki sıvaları dökülmüş beyaz duvarın arkasında benden habersiz dönen dedikodular Fırat'ın da dikkatinden kaçmamıştı. Bir adım atarak az daha bu komedyayı bozacaktı. İçeri girmek için adım attığı sıra onu durdurup dinlemeye devam ettim. Nihal'in o şen şakrak sesi bütün köyde yankılanıyordu. Diğer tanıdık bir ses: "Akşam olmadan gelseler bari, bizim eve dönmemiz lazım, biliyorsun. Buraya sırf senin için geldik!" dedi. Fırat hayretten açılan gözleriyle bana dönüp fısıltıyla söyledi: "Kübra lan bu!" Burada olduğuna şaşırmamıştım. Yanında Sare'nin de bulunma ihtimalini göz önüne alarak sessiz olması için işaret parmağımla onu susturup bahçeye adımladım.

Nihal’in neşeli gülüşlerinin arasında, endişeli bir ifadeyle beliren Kübra’yı görünce, yanlarında Sare'nin olmamasına karşı anlamsız bir üzüntü hissetmiştim. “Nerede lan sizin üçüncünüz?” diye sordum, sinirle ablama doğru yönelerek. O’na aşık değildim elbette, fakat yanlarında Sare'yi görememek, alıştığım bir şeyden uzak kalmak gibi bir histen ibaretti.

Kübra imayla gülerek "Sare'yi mi soruyorsun? İçeri bıçak aramaya gitti." dedi. İmalarına aldırmadım. Cinli olduğu söylenen konağa kızı tek başına gönderen bu iki uyanık, bahçeye kurdukları masayla kahvaltı etmekteydi. Önlerindeki börek ve envaiçeşit yemekle sanki altın aramaya değil de piknik yapmaya gelmişlerdi.

Nihal'in benden habersiz başka birileriyle, altın aramaya gelmesine şaşırmamıştım. Gitmememiz için söylediği sözleri aynen hatırlatarak söyledim:

"Hani dedem ölmeden altınları aramak doğru değildi? Dedem öldü de benim mi haberim yok!"

"Ne desen haklısın kardeşim. Sana bunları söylemiş olabilirim ama altınları bensiz harcamana da gönlüm razı olmadı." diyerek saklama kabındaki böreklerden uzatıp oburluk alışverişiyle beni kandırmaya çalıştı. Tabii ben, onun gibi kafayı yemekle bozmadığım için uzattığı böreğe boş boş bakıp "İstemez," dedim, bugün nemrutluğum üzerimdeydi. "Ben buraya yemeye içmeye gelmedim!"

Fırat, ablamın elindeki böreklere uzandı. Düşman kesimden yiyecek alması sinirlerimi bozuyordu. Bir ân Fırat'la göz göze gelince elini hemen çekti. Be zaman geldiğini fark etmediğim Sare o sırada bizi izlemiş araya girmişti: "Ne biçim baktın öyle, adamın iştahı kesildi. Yapma böyle bırak yesin. Sana ne..." Bu kınayıcı sözlerin ardından bana karşı çatılan kaşlarıyla masaya oturup bıçağı ablama uzattı. Nihal'in elindeki saklama kabını olduğu gibi alıp Fırat'a verdiğimde kızın kaşları düzelmemişti. Bakışlarını çevirip sabır diler gibi bir nefes alıp verişi bana içinden saydırdığının en büyük alametlerinden biriydi. Fırat bir lütuf gibi önüne koyduğum böreği tavırla ablamın olduğu tarafa bırakıp gözlerini bana dikmeye başladı.

Bir ân bana mı kızdı diye düşünürken Kübra'ya baktığını görünce, kızın umursamaz tavırlarına karşılık olarak börekten yemediğini anladım. Kübra, Fırat'ı görmezden geliyordu. "Sağ ol sen de olmasan beni düşünen yok!" diye laf vursa da kız cevap verme lüzumda bile bulunmamıştı.

Lan taş olsa çatlar, diyordu iç sesim. Kızların yanında daha fazla çirkinleşmemek için, müsait bir günde maydanoz olmak üzere sineye çekip sesimi kestim.

Fırat yeme içmekten umudunu keserek kazma küreği aldığı gibi içeri girdiğinde ben de peşinden gidip bodrum kata inmiştik. Açık kapıdan içeri girdiğimizde geniş bir hol bizi karşılamıştı. Konağın geniş salonu, yüksek tavanı ve ahşap işlemeleri hep eskimişti.

Fırat kazma küreği toprak zemine atıp deminden beri tavır yaptığı Kübra'nın yokluğundan istifade ederek söylenirken, aşkına karşılık alamadığı için kızmasına bir mana verememiştim.

"Görüyorsun değil mi... Kızdaki havalara bak, anasını satayım. Beni umursamıyor bile... Cinnet geçireceğim!" diye söylendiği sırada Nihal, Kübra ve Sare sanki az önce söylenenleri duymamış gibi içeri girmişti.

Bir süre sonra, kazma sesleri evin içini doldurmaya başladığında, kendimi hayalperest gibi hissediyordum. Kazdığımız çukur derinleştikçe altınlara olan umudumu yitiriyordum. Bir türlü altın yüzü görememiştik. Kaç kez küt diye bir ses duyduk ama hepsi taş sesiydi. Sonunda Fırat, "Eğer burada gerçekten altın yoksa, ben de yokum!" diyerek kazma küreği çukura attı. Hemen ardından da abartılı bir kargaşa ile yere oturdu. "Şaka gibi, o kadar kazdık hiçbir şey bulamadık, bence burada altın falan yok, boşuna geldik!" diye söylenmeye başladı. diyen Fırat, altınlardan umudunu keserek

akşam olmadan kızları uğurlamaya gitmişti. Bodrumda yalnız başımaydım. Kollarımda mecal kalmamıştı. Kazmaya devam ederken gözüm topraktan çok uzaklara dalmıştı. Her yeri köstebek gibi kazmış ve hiçbir şey bulamamıştık. Altın bulacağız derken bulduğumuz tek şey "belamız" olmuştu.

O sıra, Fırat telaş içinde felaket haberi vermek üzere bodrum katının merdivenlerini inerek konuştu: "Biri lastiklerimizi patlatmışlar!"

Söylediği şeye şaşırmama vakit kalmadan, ardından Nihal ve gidemeyen kızlar ikinci felaket haberini verdi: "Dışarıda biri evi izliyor!"

Kızların yüzü bembeyazdı. "Ne yapacağız?" diye sordu Kübra. Herkesin kafasında aynı soru dolaşıyordu. Kimdi bu adam? Bizden ne istiyordu?

 

"Sakin olun belki de sadece bir tesadüftür!" dedi Fırat.

Felaket tellalı Nihal, her zaman en kötü ihtimali düşünerek tam tersini izah etti: “Neden burada olduğumuzu biliyor bence!” Yüzündeki endişe, belirsizlik içinde kaybolmuş gibiydi.

O sırada, dışarıdan bir ses geldi. Bir gölge avlunun karanlığında belirdi. Nihal ve kızlar dehşet içinde geriye çekilirken karanlıkta yüzünü göremediğim yabancı bizi bodruma kilitleyerek kaçmıştı. Koşup kapıyı açmaya çalışsam da bu eskimiş tahta yığınını kolay kolay açamayacağımı anladım. Fırat şimdi ne yapacağız der gibi suratıma baktığında, ne yapacağımız hakkında bir fikrim yoktu. O an, panik içinde düşünmeye çalıştım ama aklımda hiçbir şey yoktu; sadece karanlık, korkutucu bir belirsizlik vardı.

“Ne yapacağız?” diye sordu Nihal, ağlamaklı ses tonuyla Gözleri korkuyla dolmuştu. Bir şeyler arıyordum ama bodrumda hiçbir şey yoktu. Bir ân çukura atılmış kazmayı görünce hızla merdivenleri inip kazmayla kapıyı kırmayı denedim.

Dışarıdaki sesler yeniden yükselmeye başlamıştı. Adamın bizi kapının arkasında seyrettiğini biliyordum. Kapı kırılmaya yakın kilidin sesini duymuş ve “Kapı!” diyerek hepimiz geriye çekilmiştik. İçimi titreten bir sessizlik oluştu. Gölge yavaşça kapıyı aralıyordu.

Loading...
0%