@kafautuluyoruz
|
Kübra, getirdiği haberle hepimizi büyük bir çıkmaza sokmuştu. Telefonlarımızın ve birkaç değerli eşyamızın kaybolduğunu fark ettiğimizde, herkes Zekai’den şüphe etmeye başlamıştı. Konuşmalar bir fısıldamayla giderek yükseliyordu. Nihal: "Bir de acıyıp eve aldınız o pisliği. Kaçtı gitti işte, şerefsiz... Ben o telefonu daha yeni almıştım. Ah, o bir elime geçsin, ben ona yapacağımı bilirim!" diyince Fırat, gözleriyle bir şeyler söylemek istercesine bana bakıyor ve Zekai'nin hırsız olmadığını söylememi istiyordu. Onlardan böyle bir gerçeği saklamak doğru değildi. Kübra ve Sare, olan bitenin ağırlığı altında sarsılırken, gerçeği açıklamak için araya girdim: "Zekai dün gece bizim yanımızdan bir dakika bile ayrılmadı..." Ablam hemen lafı ağzıma tıkadı: "Nereden biliyorsun? Belki seni uyuttu, bizim odaya geldi?" Sözleri, her zamankinden daha keskin ve katıydı. Gerçeği itiraf ettiğimde herkes susmuş, söylediklerime inanamamışlardı. Birbirlerine bakıp ne söyleyeceklerini bilemeyen ifadelerle "Hadi canım!" diyordu. Nihal, babam gibi hiç olmadık şeylere takılarak sordu: "Bantı nereden buldun?" Kübra, yaptığım şeyin anormalliğini, altını çizer gibi vurgulayarak "Sorun bu mu Nihal? Adamı bantlamış!" dedi, sesinde bir miktar hayret ve korku vardı. Herkesin bakışları odanın dört bir yanına dağılmış ve sanki burada bir suç işlenmiş gibi duruyorlardı. Sare, yüzünü öte yana çevirip "Ne kıymetli uykun varmış!" diye mırıldandığında her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Hırsızın Zekai olmadığı anlaşılınca etrafta şüpheyle bakan bakışlar sadece bakmakla yetiniyor, kimseyi suçlayacak bir delil olmadığından konuşmuyorlardı. Herkes kendini aklamaya çalışırken Sare oturduğu yerden kalkıp fikrini söyledi. "Köydekilere sorsak ya belki onlar biliyordur!" Kübra itiraz etti: "İşe yaramaz, köye gidip kime soracağız?" dedi. Muhabbet birden değişmişti. Nihal, çaresizlikle "Telefonlar da gitti. Cüzdanım yok, lastikler de pert... Ne yapacağız biz? Bir gece daha burada kalırsam aklımı kaçırırım." diyerek içini dökerken Kübra da ona katılıyordu: "Al benden de o kadar, altın maltın yok işte!" Sare araya girdi: "Ben bir gece daha burada kalamam! Hava kararmadan eve gidelim yine burada maruz kalmak istemiyorum." "İki yüz seksen kilometre yürürsen neden olmasın!" dedim, sinirle karışık bir alayla. Dalga geçecek bir şey bulamasam muhakkak cinnet geçirecektim. Sanki biz burada kalmaya çok meraklıydık! Kimse cevap veremedi. Herkes çok gergindi. O ân içimde, kıza haksızlık ettiğimi düşündüren bir ses belirmişti ama bu fazla sürmedi. Başıma üşüşen şeytanlar, "Oh oh, iyi yaptın! Böyle devam et," diyerek pişmanlığımı unutturmak üzereydi. Fırat "Köye inip soralım!" diyince kimse ona katılmadı. "Köyde kime soracağız? Cinlere mi?" dedi Nihal ve evden çıktı. * Nihal'in katır inadını kırıp dışarı çıktık. Havadaki serinlik, köyün bozuk yollarında yürürken karşımıza çıkan fırtınanın henüz etkilerini hissettirmediğine dair bir işaretti. Yavaş adımlarla köyün içine doğru ilerlediğimizde, bahçesinin önünde oturan yaşlı bir adam, bakışlarını bize çevirdi. "Ne o gençler, hangi rüzgar attı sizi buraya?" İçimde beliren heyecan, bu fırsatı değerlendirmeye yönlendirdi beni. "Ne rüzgarı bey amca, fırtına demek istedin herhalde! Dünden beri bir fırtınadır ki kopuyor! Nedir bu köyün başına üşüşen kara bulutlar?" dedim, sesimdeki alaycı tonu gizlemeye çalışarak. Yaşlı adam kaşlarını çatarken, gözlerinde bir tuhaflık vardı. "Ne fırtınası?" dedi. "Dün fırtına mı vardı? E biz hiç duymadık?" "Ya dede bırak, bizimle dalga mı geçiyorsun!" dedim, sanki karşımdaki akranımmış gibi. "Sahi söylüyorum evladım. Ne fırtınası?" Dedenin bakışları öyle derin ve samimiydi ki, gerçekten de bir şeyin ters gittiğini düşünmeye başlamıştım. Ya çok iyi bir oyuncuydu ya da doğruyu söylüyordu. Nihal bu sırada araya girdi, merakı gözlerinden fışkırıyordu. "Bütün gece kurtlar ulayıp durdu. Bu köy gerçekten cinli mi?" diye sorunca dedeyi bir gülme tuttu. "İlahi kızım, bu köyde cin olsa ben hiç durur muyum?" Onlar konuşurken kimse araya girmiyordu. Nihal. "Siz de bana hiç şey gelmediniz ama... Cin olduğunuza dair şüphelerim var!" Dedenin gülüşü bir anda bıçak gibi kesildi. Kara kara gözleri Nihal’in yüzüne dikip, "Benim cine benzer bir hâlim mi var!" dedi ve cin olmadığını ispat etti (!) "Ben de etten kemikten bir insanım... Cinler çok hızlıdır. Sen onları çıplak gözle göremezsin. Ben şuradan şuraya iki günde gidiyorum. Hem bak ayaklarımda düz benim." Nihal hariç hepimiz dedenin insan olduğuna dair duyduğumuz bir memnuniyetle gülerken soğuk bir rüzgar içimizi ürpertti. İsminin Fazıl olduğunu öğrendiğimiz bu adam, ellerini ovuştarak bizi içeri davet etti. Asıl meseleyi konuşmak üzere güzel bir fırsattı. Dede önden giderek ağır ağır içeri girdiğinde, hepsi küçük bir odada yan yana koltuğa geçip oturdu. Belediye otobüsü gibi sıra sıra dizildikleri koltuğa oturmayıp soba borusunda buz tutmuş ellerimi ısıtıyordum. Fazıl Dede sesi yankılanan bir odanın soğuk duvarlarından, yaşlılığa dair derin bir hüzünle bizi karşıladı: "Kusura bakmayın misafirlerim, ayaklarım tutmuyor. Yaşlılık... Sobayı bile yakacak gücü çoğu zaman bulamıyorum kendimde. Çoğu zaman şu battaniyeyle geceyi koltukta geçiririm. Kimim kimsem yok. Zekai gelip sobayı yakmasa, aşımı vermese çoktan ölmüşüdüm! Size bir şeyler ikram etmek isterdim ama malum... Dizlerim..." Dizlerinin zayıflığı, onun bütün yaşamına hükmeden bir mahkûmiyet gibiydi. Dede ağır ağır sözlerine devam etti: "Uzun zaman sonra başka insanlara rastlamak ne güzel... Hayatın ve gençliğinizin kıymetini bilin!" nasihatlerinin derin vadilerine dalacakken, Nihal yerinden fırlayıp ayaklandı: "Açsanız size yemek yapabilirim." Krizi fırsata çevirmekte üstüne yoktu. Kızlar mutfakta yemek yapmak için yanımızdan ayrıldıklarında Fırat, dedeye olan biteni anlattı. Onlar, mütevazı sofrayı kurma telaşındayken, zamanda bir parantez açılmış gibiydi. Zekai'nin hırsız olabilir mi sorusuna karşılık dedenin kaşları çatıldı. “Zekai harama el uzatmaz.” derken gözleri derin düşünceler içinde kayboldu. “Delidir falan ama asla hırsız değildir!” Ardından gözlerini yere dikip söylendi: "Aklıma biri geliyor ama gözümle görmediğim için günahına da girmek istemem... Deli Tayfun... İki yıl önce hapisten çıkmışıdı. Hâlâ bu işi yapar mı bilmem! Dediğim gibi günahına da girmek istemem. Tayfun denen it, afedersin öyle bir hırsızdır ki kimsenin ruhu bile duymaz. Siz de eve hırsız girdiğini fark etmediğini söylüyorsunuz. Bu yönden ona benziyor ama..." "Ama ne?" dedi Fırat, merakla. "Aması bu adam öyle bildiğiniz hırsızlar gibi değildir. O fevkalade mahirdir. Gece olsun gündüz olsun fark etmez, gündüz gözüyle bile evlere sızabilir. Evde ne var ne yok hepsini yükler götürür. Değerli olsun değersiz olsun, onun için fark etmez. Siz gene şanslıymışsınız ki elbiselerinizi almamış! Bundan altı sene önce Mahmutgilerden Yusuf'un donunu gece uyurken çalmıştı da çocuk sabah donsuz uyanmıştı!" Bir anlık dalgınlıkla "Donunu ne yapacak?" dedim. Dede ciddi zannedip ona da cevap verdi. "Deli çünki... Delinin yaptığı sorgulanır mı hiç!" "Haklısın dede sorgulanmaz!" Desem de bu Deli Tayfun dedikleri adamın işine benzemiyordu. Madem evdeki her şeyi alıp götürüyorsa konaktaki birtakım eşyalara niçin kimse dokunmamıştı? Tayfun’un peşine düşmek, içimdeki bir keşif arzusunu kabarttı ama onu nerede bulacağımı bilmiyordum. Yemekten sonra, dedenin elini öptüm. Ayrılırken içimde bir hüzün vardı; sanki o yaşlı adamda kaybolan bir zamanın, belki de kaybolan bir hikayenin sesi yankılanıyordu. Kimi zaman bir hırsızın bile gizemli bir dünyası olabilir, değil mi? Deli Tayfun, köyün mezarlığa ayrılan kısmında çaldıklarını saklarmış. Fırat mezarlığa girmek istemedi. Onu, ne kadar ikna etmeye, zorbalamaya hatta manipüle etmeye çalışsam da dinlemedi. "Lan bir de doktor olacaksın, hiç ölüden korkulur mu, ölmüş gitmiş zaten, mezarlığın nesinden korkuyorsun?" dedim. Sare araya girdi: "Belki mezarlık travması olabilir. Zorlama çocuğu!" İkisi aşağıda beklerken ablam, ben ve Kübra dik bir yamacı çıktık. Mezarlığa geldiğimizde gözlerim Deli Tayfun'u arıyordu. Bir insan çaldıklarını nasıl mezarlıkta saklayabilirdi onu düşünüyordum. Ablam, Kübra'ya sokulmuş bizi mezarlıktan çıkarmaya çalışıyordu: "Kimse yok işte, boşuna geldik buraya! Hem yer mi var... Nereye saklayabilir? Şuraya bak, her taşın altı mezar taşı..." Nihal'in söylenmelerine karşın onu dinlemeyip her yere baktım. İkisi arkamda, nerede olduklarını unutmuş gibi dedikodu yapıyordu. Ablam dalgınlıkla önünden geçen yılanla göz göze geldiğinde bayır aşağı koşarak beni mezarlıkta tek başıma bırakmıştı. Çünkü Kübra'da ne olduğunu sormadan ablamın peşinden kaçmıştı. Aşağıda bizi izleyen Fırat ve Sare, Nihal ve Kübra'nın kendisine taraf geldiğini görünce onlarda kaçmaya başladı. Otların arasında ne görüş olabilirdi ki? Ablamın gezindiği yöne doğru yavaş adımlarla ilerledim. Yerde yatan bir hayvan cesedini yılanlar sarmıştı. Usulca oradan uzaklaşıp aşağıya indim. Beni beklemeden mezarlıktan çıkan pek fedakar yol arkadaşlarım (!) gitmek için zaten bahane arıyorlardı. Tek başıma, mezarlıkta, kim olduğunu bilmediğim bir adamla karşı karşıya gelmemek için onlara yetişerek aralarına girdim. Köyde dikkatimi çeken korkunç bir sessizlik ve bu sessizliği bozan çeşitli hayvan sesleriyle, köyde yaşamış insanların hayaletleriyle dolu gibiydi. Sare, umutsuzca geriye dönmemizi istedi. “Şehre gittiğimizde ilk iş polise gideceğim,” dedi. Diğerleri de ona katılarak önden gitti. O an, bu maceranın bir karanlığa doğru gittiğini hissetmeye başladım. Beş parasız, telefonsuz, herkesten bihaber çıkılan bu yolda başımıza kötü şeylerin geleceğini düşünüyor ve bekliyordum. Kızlar, köyün çıkışına doğru yürürken Fırat tedirgin bir sesle, “Yanlış yapıyoruz, arabaları burada mı bırakacağız?” diyordu. Uzun bir yolu nasıl katedecektik? * Ağaçlar sonbaharın etkisiyle sarı, turuncu ve kızıl yapraklarını yere atmış ve korkunç bir şekilde duruyordu. Kızlar, bu “uğursuz köyde” bir dakika bile durmak istemiyor, bir insan izine rastlamak ümidiyle köyden çıkıyordu. Kendilerinden çok emin bir şekilde yürümekte olan kızlara seslenerek "Köyde birinden yardım alabilirdik!" diye bağırınca Nihal durdu. "Kimden yardım alacakmışız? Lastiklerimizi patlatan, bizi soyup soğana çeviren hırsızlardan mı? Yoksa nereye gittiğini dahi bilmediğimiz delilerden mi?" diyerek yardım isteyecek hiçkimsemizin olmadığını söylüyordu. "Fazıl dededen yardım alabiliriz!" dedi Fırat, ama sesi güme gitmişti. Kızlar dinlemiyordu ki! Onlar, bizimle aynı düşünceleri paylaşmasa da bir çeşit kararsızlık içinde yürüyüşlerine devam ediyorlardı. Saatin kaç olduğu bilmeden bilinmeze doğru gidiyorduk... Ardımızda koca koca bulutlar yağmuru başımıza indirmek için peşimizden geliyordu. Damlalar üzerimize düştüğünde Fırat yüzünü gökyüzüne dikip "Sizin aklınıza... Yağmur yağıyor!" dedi. Kızların ümidini kırmaya çalışıyordu. Kübra omzunu silkip "İki serpiştirir bırakır!" dedi, kendinden çok emin bir şekilde. Ve önden gidip Nihal'e yetişti. Sare, Fırat ve ben arkada onları takip etmekteydik. Bu dikbaşlılığın sonu nereye varacaktı merak ediyorduk? Elbet bir yere toslayacaktı zaten tepemizde bizi takip eden kara bulutlardan belli oluyordu. Nihal yağmurun yağacağını düşünerek önden gidiyordu. Damlalar önce hafif bir serinlik gibi üzerimize düşerken gökyüzü birden bütün suyu üstümüze boşaltmaya başladı. Gökyüzünden düşen her damla, hızla büyüyordu. Sadece birkaç saniye içinde hepimiz sırıl sıklam olmuştuk. Fırat’ın “Geri dönelim!” çağrısı bile gürleyen göklerden duyulmuyordu. Kübra'nın "iki serpiştirir bırakır!" dediği yağmur hepimizi korkutmuştu. Birkaç metre uzağımızdaki yere yıldırım düşünce hepimiz kaçacak delik aradık. Acilen sığınacak bir yer bulmalıydık. Ağaçlık yerlere yıldırım düşüceğini bilerek ormana girmiyorduk. Nihal, yağmurun altında bağıra çağıra bir yeri işaret ediyordu. Bizi beklemeden yoldan çıkıp küçük bir tepeye tırmandı. Herkes koşarak Nihal'in işaret ettiği mağaraya saklandı. Yağmur dinene kadar, bu sıcak ve tuhaf kokulu mağaraya sığındık. "Biz buradan çıkamayacağız!" dedi Sare, mırıltıyla. Dışarıda kıyamet kopuyor... Kızların yüzünde bunlara sebep olduğu için bir endişe. Bir şey söyleyeceğimizi zannetmişlerdi ama ikimizde ağzımızı açıp hiçbir şey dememiştik. Aslında neyi başardığının ya da başaramadığının çok da farkında değillerdi; tek düşündükleri yaşanan bu sürpriz olaydan nasıl kurtulacağımızdı. Ne kadar bekledik bilmiyorum. Kübra durmadan mağaranın karanlıkta kalan kısmına bakıyor, bir şey bulamayınca korkulu gözlerle bize dönüyordu. "Sakın bu mağarada ayı olmasın!" dedi. Havayı kokladı. Hepimizin içine kurt düştü. "Yok canım ayı olsaydı şimdiye hepimizin postunu boğazına sermişti!" diyen Nihal çok geçmeden kısmende olsa haklı çıkmıştı. Ayakta kalmaktan yorulmuş olanlar dizlerinin üstünde otururken Fırat karanlıkta ilerledi. Gidip bir şeyin üstüne oturduğunda, bir hayvan sesi duyduk. Hepimiz ayı olduğunu düşünerek mağaradan kaçarken Fırat "Lan burada yumuşak bir şey var!" dedi ve ayının saldırısına uğradı. Herkes arkasına bakmadan koşarken mağarada acıyla bir ses yankılandı. Fırat'ın sesi... Arkamı dönüp bakınca onu almadan kaçtığım için kendimden nefret ediyordum. Nefes nefese geri dönüp mağaraya uzaktan baktım. Her şey derin bir sessizliğe gömülmüştü şimdi, ölüm sessizliği... Fırat'ın acıyla bağırışını duyduktan sonra ses bütünüyle kesilmişti. Öldüğünü düşünmek bile istemiyordum. Bir daha asla yanımda olamayacağından korkuyordum. Kalbim hem heyecan hem de korku doluydu. “Fırat!” diye bağırdım ama cevap alamadım. Çaresizlik içinde tekrar "Fırat!" diye bağırdım. Nereden geldiğini kestiremediğim bir ses acıyla "Buradayım!" dedi. Kurumuş uzun otların arasında Fırat’ın uzandığını görünce yaşıyor olduğuna sevindim fakat bilinci pek yerinde değildi. Otlar, omzu kan içinde kalmıştı. Fırat bayıldı. Yarası o kadar büyük ve tehlikeli görünüyordu ki, Fırat'ı mağaradan uzaklaştırmaya çalıştım. Ayı pençesinin açtığı iz omzunu kana bulamıştı. Kanama durmuyordu. Gömleğimi çıkarıp yarasına bastım. Işığı sönmüş gözlerini açarak acıyla inledi. Cinnet geçirecek gibi oluyordum. "Sen de başka yer bulamadın mı gidip ayının üstüne oturdun!" diye mırıldanırken öksürükler içinde gülmeye başladı. Ancak çok sürmedi tekrar acıyla bağırdı. Kanamayı durdurmak için bastırmak gerekiyordu, çünkü. "Lan bağırma şimdi bütün hayvanatı başımıza toplayacaksın!" dedim, alayla. Fırat dişlerinin arasından bir inilti kopardı. Bu kez gülmüyordu. Hızla inip kalkan göğsü bir şeyler söylemek istiyordu ama zorlanıyordu. Zorla konuşarak "Donacaksın!" diye fısıldadı. "Kendini yorma, üşümüyorum ben!" dedim. Hakikaten de Fırat'ı öyle görünce duyularım yitirmiş gibi soğuğu hissetmiyordum. Tek derdim kanamayı durdurmaktı. Onu da nasıl yapacağımı bilmiyordum. Bant olsaydı... Fırat'ın acıyla bağırışını duyan Kübra koşarak yanımıza geldi ve korkuyla elini ağzını kapattı. Yağmur yağmıyordu artık. Güneş açmıştı ama neye yarar! Biraz olsun kendine gelen Kübda “Burada fazla kalamayız,” dedi. “Ayının nerede olduğunu bilmiyoruz." Sanki tüm bunlara ayı sebep olmuş o gibi yumruğumu sıkıp içimden ayının bütün ecdadını anmaya başladım. Kanama durmuştu ama Fırat ayağa kalkacak gibi değildi. Sersemliyordu. Titriyordu. Bin bir güçlükle Fırat'ı ayağa kaldırabildim. Belki bir insan izine rastlarız umuduyla asfalt yola kadar yürüyecektik ancak bir karartı gözüme çarpınca yönümüzü değiştirdik. Hızla barakaya doğru giden Kübra kapıyı tıklattı. Ses çıkmadı. İçeride kimsenin olmadığını görünce hemen Fırat'ı sedire yatırıp üstünü örttüm. Fırat üstüne atılmış koyun postuna fersiz gözleriyle göz ucuyla bakıp "Ulan kaldırın şunu burnumun ucundan, öldüm burada kokudan..." diye söylenince iyi olduğunu anlamak çok vaktimizi almadı. Kübra ne söylediğini anlamamış gibi yüzüme bakıp battaniyeyi Fırat'a iyice sardı. "Yok yok donarsın!" diyordu. Daha fazla direnmedi. Yorgun bir şekilde gözlerini yumup acıyla inledi. Onu böyle görmek yüreğimi burkuyordu. Anlamsız bir nefret içinde "Ulan o ayıyı bir elime geçirirsem derisini yüzeceğim!" diye mırıldanırken Fırat öksürükler arasında saldırı anını anlattı: "Ayının ne suçu var... Garibim benden daha çok korktu!" Sonra da kıçına bir tekme vurup mağaradan attığını söyleyince Kübra dudaklarını birbirine bastırıp gülmemeye çalıştı ancak kendini tutamayıp bir kahkaha attı. *
|
0% |