Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm: Ait Oluş Hikayesi

@kahverengiajanda

20 Aralık 2014

Gökyüzü, aralık ayının en sakin gecesine şahitlik ediyordu. Bulutlar tiyatro oyunundaki perdeler gibi açılmış, sema deniz kenarındaki yazlık evlerin önünde diz çökmüştü. Saat akşamın ilerleyen sularında usulca akıyordu ama bu sakinlik Şah ailesi için pek geçerli değildi. Evde ufak bir kıyamet kopuyordu. Bir dönüm noktasıydı belki de bu küçük kıyamet...

Dışarıya taşan sesler evin duvarlarını inim inim inletirken evin genç delikanlısı o gece için evde değildi. Evin en küçük kızı ise yatağında yumulmuş annesinin ve babasının kulakları sağır eden tartışmasını dinliyordu. Oysa yanılıyordu, anne de baba da. Küçük kızlarının odasında huzurla uyuduğunu düşünüyorlardı; fakat küçük kız her şeye şahit oluyordu sessiz sessiz.

"Bıktım ben Asaf!” diye haykırdı kadın gözyaşları içerisinde. “Bıktım ya! Sen neden anlamak istemiyorsun beni? Yorulmak ne bilir misin sen Asaf?” Dudaklarından kaçan hıçkırık ile elini göğsüne bastırdı ve başını iki yana salladı titreyerek. Kabullenemiyordu bir türlü. Kalbi o kadar kırıktı ki her yerine batarken bu kırıklar, kabullenemiyordu.

“Annenden babandan ayrı düşmek ne bilir misin?” diye sordu sessizce. “Ben senin yüzünden memleketimi terk edip buraya geldim, sana iki tane evlat verdim, büyüttüm, kendimden ödün verdim, ben kendimden vazgeçtim be…” İçindeki yara kanaya kanaya baktı adama. “Ama sen bir kadını ailemizden uzak tutamıyorsun öyle mi?"

Nilüfer Hanım kıpkırmızı bir suratla eşinin üstüne yürürken tüm okların isabet ettiği adam, titrek bir dal gibi geriye sendeliyordu her defasında. Engellemiyordu eşini. Asaf Bey, Nilüfer Hanım’a karşı kuvvet uygulamadan ve bıkkın bir hissiyatla onu dinlerken kadının çikolatadan yoğun göz bebeklerinden okunan koca bir hayal kırıklığından başka bir şey değildi. Uykusuz bakıyordu gözleri. Saçı başı dağılmış, yorgun gözleri kısılmıştı artık. Ağlamaktan, üzülmekten bitap düşmüştü ve en çok da yılmıştı her seferinde aynı olayları başa sarıp sarıp yaşamaktan. Çok yorulmuştu kadın. Yüzünde saatlerdir süren tartışmanın yüreğe kazınan yorgunluğu vardı.

"Bir şey söylesene Asaf!" diye inim inim inledi Nilüfer Hanım, salonun ortasında. Sesi artık boğazından geliyordu boğuk boğuk. Hıçkırıkları evin kasvetiyle buluşurken az sonra kopacak olan kıyametten farksızdı her şey.

"Yazıklar olsun sana..." dedi kadın en sonunda bin bir pişmanlıkla. Sesi tükenmişti. Benliğiyle birlikte tükendiğini hissediyordu neredeyse. Hayatında ilk defa bu kadar bıkmıştı her şeyden ama kalbinde hala hissettiği tek bir şey vardı. Asaf Bey'e olan sonsuz aşkı ve yitiremediği o saygısı...

Eliyle gözlerinden sicim sicim akan gözyaşlarını sildikten sonra dişlerini sıkarak on sekiz yıllık eşine baktı uzun uzun.

"Yazıklar olsun Asaf. Sana da verdiğim emeklere de ama en çok da bana yazıklar olsun. Değmezmiş. Ailemi arkamda bırakmama, ülkemi terk etmeme, kendimi senin uğrunda harcamama gram değmezmiş. Madem o kadını sokacaktın hayatımıza, neden iki çocuğumuzun da günahına girdin, neden? Neden bana bunu yaptın?"

Sesi gitgide kısılmış, sonlarda ise kaybolmuştu. Sarf ettiği cümleler kadının artık ömrünü çürütmüştü. Kadının içinde yaşama dair en ufak bir istek dahi kalmamıştı.

Asaf Bey, göğsüne aldığı kin ve nefret dolu darbelerden sonra eşini güçsüz düşen kollarından tutmuştu ama bu sadece birkaç saniye sürmüştü. Nilüfer Hanım öfkeden gözü dönmüş bir halde kollarını eşinden kurtardıktan sonra arkasına dönmüştü ki aniden kesilen elektrikler ile evin yakınlarına düşen yıldırım bütün siteyi saniyelik olarak aydınlatmış ve korkunç bir gürültüye maruz bırakmıştı.

Yüreği ağzına gelen kadın, korkuyla yerinden sıçradığında cama çarpan yağmur damlaları şiddetini saniyeler içinde artırmıştı. Adeta bir kurşun gibi yağıyorlardı. Eş zamanlı olarak çarpan ikinci yıldırımla birlikte üst kattan gelen minik kızın çığlığı bütün evi kaplamıştı. Asaf Bey, bunca yorgunluğun içinde eşinin kollarını sıvazlayıp az önceki şiddetli tartışmaya tezat büyük bir sakinlikle fısıldamıştı:

"Kızımıza bakıp geliyorum. Allah için sen de otur biraz, sakinleş meleğim. Sakince konuşalım. Şu an iyi değilsin ama sana açıklayacağım şeyler var. Lütfen..." dedikten sonra artan ağlama seslerine karşılık Asaf Bey merdivenleri ikişer ikişer tırmanmaya başlamıştı ki Nilüfer Hanım'ın sorusuyla durmak zorunda kalmıştı.

"Oğlan nerede?" diye sormuştu kısık sesle. Dışarıda kopan fırtınaya rağmen Asaf Bey bu sesi duyup eşine dönmüştü usulca. Sakinleştiğini ummuştu sorduğu bu soruyla.

"Servetlerde. Oğuz'la bilgisayar oyunu oynuyorlardır. Merak etme, otur içeride geliyorum ben tamam mı? İkimizin de sakinleşmeye ihtiyacı var," dedikten sonra kızının ağlama seslerine dayanamayıp arkasına bir daha bakmamak suretiyle yukarı çıkmıştı. Şiddetli çığlıkların bir an olsun kesilmediği odaya girdiğinde küçük kız, battaniyesinin altında tir tir titriyordu. Hıçkırıkları kesilmiyordu ve korkusunu nasıl bastıracağını şaşırmış haldeydi.

Asaf Bey telaşla kızının ufak bir tepecik oluşturduğu battaniyeye yaklaştı ve az önceki tartışmanın izlerini siliverdi çehresinden. "Ben geldim bir tanem. Korktun mu sen bakayım, gel bana. Gel sarılalım benim dünya güzeli kızım!" diyerek kızının küçük bedenini kucağına almıştı. Henüz on bir yaşına yeni girmişti ufaklık. Aklı çoğu şeye eriyordu ve az önce neler yaşandığının da farkındaydı.

Yanaklarını kaplayan taze gözyaşlarını babasının gömleğine silerek küçük elleriyle bu heybetli bedene sıkıca sarıldı küçük kız. Korkudan dudakları bile titriyor, kelimeleri kesik kesik telaffuz ediyordu.

"Ba-ba, annem neden bağırıyor sana? Be-ben çok korkuyorum! Çok karanlık! Çok gürültülü!" diye sızlanırken boğazından nükseden öksürük sesi artmıştı.

Asaf Bey, kızını battaniye ile kucaklayıp odasından çıkarmıştı. Sırtını sıvazlarken bir umut Nilüfer Hanım'ı sakinleştirir diye aşağı kata iniyordu sessizce. En azından küçük kızları varken tartışma daha da büyümezdi. Bir umut...

"Annene yanlış biberlerden almışım. O benden yeşil renkli biber istemiş ama ben kırmızı renkli biber almışım. Çok sinirlendi bana bebeğim. Gel ona bir bardak sıcak çikolata yapıp sakinleştirelim. Hem biliyorsun annen çok yüksek sesli birisi, aynı senin gibi değil mi?" dedikten sonra sahte bir keyifle güldüğünde minik kız az da olsa babasının keyiflenen haline aldanıp tebessüm etmişti.

"Özür dilemelisin annemden. Nasıl renkleri ayırt edemezsin ki?" diye sorduğunda Asaf Bey omuz silkerek kızını tek koluyla sarmalamış, boşalan eline de telefonunu alıp onun yansıttığı güçlü ışıkla salona bakmıştı ama kimsecikler yoktu. Sezdiği bu gariplikle birlikte kızına daha çok sarılırken telefonuna gelen mesajla birlikte yüreğine bir kor düşmüştü adamın. Ekranı kendine çevirip parıl parıl parlayan ekrana baktı. Mesaj Nilüfer Hanım'dandı.

Başımın Tacı: Biraz kafa dinlemem gerekiyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna ben karar vereceğim Asaf. Çocuklarımız sana emanet. Geri geleceğim. Bana biraz zaman ver. İkimizin de sakinleşmesi için bir süre uzak kalmalıyız.

Koca bir hayal kırıklığı kuyusuna düşmüştü adam. Hayat ağacı en derin yerinden sarsılmıştı adeta. Kucağında kızı ile okuduğu mesaj bütün dünyasında büyük bir doğal afete sebep olmuştu. Yorgun gözleri biraz daha kısıldığında kollarındaki kızına daha sıkı sarılmıştı. Kalbine sayısız bıçak darbesi almıştı sanki. Kadın gitmişti adam bitmişti… Kollarındaki kızıyla birlikte. Nilüfer Hanım, bunu yapacak birisi değildi ki? Asaf Bey’i çocuklarla bırakıp öylece çekip gidemezdi. Asaf Bey bundan saçma bir şekilde emindi ve buna tutunuyordu. Mutlaka bu işin içinde başka bir iş de olmalıydı. Nilüfer Hanım’ı evi terk ettirecek kadar ciddi bir şey olmalıydı fakat adam bunu bilmiyordu.

Aklına gelen ilk şey yapmıştı o esnada. İçini kaplayan sükûnet kocaman bir fırtınaya karşı savaş verirken Asaf Bey dışarı çıkmıştı. Nilüfer Hanım'ın bu kadar ileriye gideceği aklına gelmemişti. Mesele daha da büyümeden buna bir dur demeliydi ama işler onun açısında öyle karmaşıktı ki eşinden yardım istese de artık o yardım bir daha asla gelmeyecekti.

Asaf Bey, boynuna sarılan kızı ile dışarı çıkmak üzereyken durdu ve kızını vestiyere oturtup telefonun ışığını birbirlerini görecekleri bir açıda ayarladı. Hava oldukça kötüydü ve kızı endişeli gözlerle pür dikkat kendisini seyrederken onu bu evde bırakamazdı.

"Bebeğim, şimdi bir yere gitmem gerekiyor benim. Oğuzların evinde kalır mısın bu gece? Abin de orada hem," dedi, ondan ayrılmayı kabullenmesini ümit ederek. Zira küçük kızının huyunu ezbere biliyordu. Korktuğunda yanında ya annesini ya da babasını istiyordu hep.

Baba ve kızın aralarında sadece telefonun ışığı vardı. Kumral saçları birbirine giren küçük kız iri kahverengi gözleriyle babasına baktı isteksizce. Asaf Bey o esnada anladı ki küçük kız, babasını bırakma taraftarı değildi. Yıldırımlar art arda çarpıyordu. Evin denize yakın olması da bambaşka bir felaketti. Denizin hırçın dalgalarının sesini dahi net bir şekilde işitebiliyorlardı ve olası bir taşma da evi de su basabilirdi. Bunu zamanında yaşamışlardı. Rüzgâr adeta sokakları birbirine katacak bir kuvvette esiyordu. Bu ses ise küçük kızı daha da korkutuyordu.

"Oğuz'a gitmem ben. O beni istemiyor artık. Küsüm ben ona. Abimi benden daha çok seviyor. Seninle gelmek istiyorum baba. Ne olursun geleyim. Çok uslu dururum," diyerek Asaf Bey'in sakallarını minik eliyle okşamaya başladığında adamın yüzünde garip bir tebessüm oluşmuştu. Kalbinin ortasına düşen korlara serin sular serpen kızı her şeyden habersizdi.

Kızının omzuna gelen saçlarını okşayıp hemen arkasında duran montunu giydirmişti. Küçük kız buna hazırlıklı gibi babasına zorluk çıkarmadan hemen üzerini giyerken Asaf Bey kendi kabanını almadan kızını yeniden battaniyeye sarıp kucaklamıştı. Bu soğuk havada onu sadece montu koruyamazdı.

"Dışarıda çok yağmur yağıyor, korkmak yok anlaştık mı? Baban yanında güzel kızım. Gel bakalım," diyerek evden çıkmıştı ikisi de.

Koşarak otoparktaki arabasına gitmiş, kızını arka koltuktaki çocuk koltuğuna oturtmuştu Asaf Bey. Aceleyle kemere bile bakmadan arka kapıyı kapatınca tir tir titreyen küçük kız kemerini takmamış ve meraklı gözlerini camdan dışarıya dayamıştı. Yağmuru çok seviyordu. Yağmurlu havalarda yolculuk yapmayı ise daha çok seviyordu. Minik parmakları soğuk cama sıcak dokunuşlar bırakırken arabadaki tüm camlar saniyeler içinde buğulanmıştı.

Asaf Bey’in buz kesen eller kontağı çevirdiğinde bu korkunç havaya rağmen araba hareket etmeye başlamıştı. Yağmur çoktu, silecekler durmadan çalışıyordu ve arabada sadece tek bir ses mevcuttu. Sinyal sesi. Açılmayan bir telefona ulaşma çabasının en net kanıtıydı bu ses ve küçük kızın beynine işliyordu her saniyesinde.

Yolda geçen birkaç dakikanın ardından arkada sesi çıkmadan oturan ve yağmurlu geceyi büyük bir hayranlıkla seyreden küçük kız sinyal sesinin kesilip Servet Bey'in sesini duymaya başlamıştı. O esnada sıkılgan gözleri aydınlanmıştı birdenbire ve konuşmaya dikkat kesilmişti.

"Alo," diyordu tanıdık ses. Arkasına yaslanmış camda süzülen yağmur damlalarına ve dolunaya uykulu bakışlar atan küçük kız, büyük bir kuvvetle esnemişti.

"Ekim benim yanımda Servet. Alpay da sana emanet…” Dişlerini sıktığı gibi direksiyonu da parçalamak istercesine sıktı Asaf Bey. “Basıp gitti evden. Şimdi dağ evine çıkıyorum. Oraya gitti muhtemelen. Oğlana bir şey çaktırma olur mu?"

Arka koltukta her şeyden azar azar uzaklaşan küçük kızından dolayı olabildiğince üstü kapalı konuşuyordu. Servet Bey de bunu çok iyi anlamıştı.

"Bu meselenin buraya kadar geleceği belliydi de işte... Haris amca... Neyse ne, siz kendinize dikkat edin tamam mı? Bir sorun olursa ara beni." Asaf Bey minnet dolu bakışlarla bir şeyler mırıldanırken telefonu düşmüştü yere. Küçük kız irkilerek öne doğru eğildiğinde Asaf Bey o anda fark etmişti kemerinin bağlı olmadığının.

“Kızım kemerini bağlamamışsın?” Uyarı dolu sesiyle bir lahza arkasına döndüğünde gözleri kızının kahverengi harelerini bulmuştu. Sonrasında her şey saliseler içinde gerçekleşmişti. Son defa bakmıştı o sevmelere doyamadığı kızının gözlerine. Son defa onun gülümseyen suretiyle bakışmıştı farkında olmadan. Son defa olduğunu bilmeden son defa yaşamıştı her şeyi.

Bir korna sesi kulağını sağır edecek kadar uzun geldiğinde korkuyla doğruldu ve bir ışık huzmesi aynı zamanda gözünü kör edecek kadar harelerine dolduğunda direksiyon kontrolünü yitirmiş, arka koltukta kemerini bağlamadan oturan küçük kızın canhıraş çığlıkları Servet Bey'in ve Asaf Bey’in kulağında yankı yapmıştı. Asaf Bey’in son duyduğu ses olmuştu o acı dolu çığlıklar. Servet Bey’inse arkadaşıyla olan son telefon konuşması olmuştu.

Korna sesleri, fren sesleri hep birbirine karışırken kopan gürültü bir anda durmuştu. Uçurumdan feci bir şekilde yuvarlanan ve art arda taklalar atan araba iyice ezilmiş ve paramparça olmuştu. Kemer takmayan küçük kız camdan dışarı fırlamıştı ve uzak bir köşeye savrulmuştu. Küçük kızın eli yüzü kan içindeydi. Çalılar ve cam kesikleri yüzünün her bir ayrıntısını kana bulamıştı. Başındaki yaradan sızan kan, ıslak otları koyu bir göle çevirmişti. Yüzüne yağan şiddetli yağmursa canının acısını katbekat artırırken küçük kız şoktan hiçbir şey hissedemez hale gelmişti.

Annesinden aldığı gözleri açıktı ve bir boşluğa bakar gibi bakıyordu. Tek görebildiği uçurumdan aşağıya yuvarlanan aracın yanı başına siyah yağmurluklarına sığınan iki heybetli bedendi. Yüzlerini asla göremiyordu ama oldukça uzun ve hatta siyah saçların bukleli ucunu görebiliyordu. Kısıktı badem gözleri. Canı her an çıkacakmış gibi kesik kesik nefes alıyordu dudaklarının arasından. Babasını görebiliyordu zorla. Net değildi ama bir beden daha görebiliyordu arabanın içine sıkışmış. Minik yüreğindeki korku usulca yerini hiçliğe bırakırken ölümün soğuk varlığı ayakuçlarından kendini hissettirmeye başlamıştı bile. Canı çıkıyordu artık, soluğu kesiliyor, Azrail onun için gökyüzünü yarıp yanına geliyordu... Aynı şey babası için de geçerliydi belki de. Belki de o siyahlı iki kişi Azrail’di ve birisinin kendisine doğru geliyor oluşu hiç olmadığı kadar gerçekti.

***

DOKUZ YIL SONRA

İspanya / Lastres

Yaşamak denen şey kesinlikle doyasıya nefes almaktır ve doyasıya nefes almak ise kesinlikle özgürlüktür.

Özgürlük arayışım gözlerimi açtığım ilk günden bu yana hep devam etti. Şu anda yabancısı olduğum, oldukça sıcak olan bu kentteyken bile devam ediyordu. Beyza, Alpay abi ve ben... Başka hiç kimse yoktu tanıdığım. Herkes farklı dilde bir şeyler konuşuyor, çiftler el ele tutuşmuş sokaklarda geziyor, turistler buldukları her yerde fotoğraf çekiyorlar, yaşlılar kol kola girmiş vakur tavırlarla yürüyorlar ve gençlerin çoğu ellerine içecek kutularını almış coşkuyla geziyordu. Aslında sıradan bir Avrupa ülkesiydi işte geldiğim bu ülke. Ne bekliyordum ki?

Sekiz yıldır kutu gibi, oldukça bakımsız bir evde geçen hayatım işte tam da şu vakitlerde değişmeye başlamıştı ve hayat hikâyem İspanya'nın bilmediğim bir kentine yolculuk yapmamla zorlu bir dönemece girmişti. Çok zor günlerin beni beklediğinden habersiz etrafıma bakıyordum ve her fırsatta görebildiğim kadar yer görüp elimden geldiğince o yerlerin fotoğrafını çekiyordum. Bu pek hoş karşılanmasa da Alpay abi bu halime anlayış gösteriyordu. Zira sekiz yıldır bir dağın başından dışarı çıkamamak ne demek, kimse bilemezdi.

Sağ tarafımda bu zamana kadar güvendiğim tek adam Alpay abi duruyordu. Sol yanımda ise üç aylık karnıyla, benim gibi hayatından kaçan Beyza duruyordu. Kaderlerimiz mi ortak olduğundan birlikteydik yoksa kader mi bizi bir araya getirmişti bilmiyordum. Tek bildiğim üçümüzün de ortak noktası ait olmadığımız yerlerden ait olacağımız bir yere kaçıyor oluşumuzdu. İşte bu yüzden benim hikâyemin adı, ait oluş hikâyesi idi.

Nereye aitsem artık orada yaşamalıydım. Annemin beni hapsettiği dağ evinde değil.

Beyza ile tanışalı henüz üç gün olmuştu. Hamile haliyle benim evimin önündeyken onu perişan bir halde bulmuştuk. Sonrasındaysa onu hiçliğe bırakmamış ve bizimle kaçması için ikna etmiştik. İspanya'ya kaçması için ikna etmiştik daha doğrusu. Üç gündür tanıdığım hamile bir kadın ve gözlerimi açtığım ilk andan beri yanımdan asla ayrılmayan Alpay abiyle burada nasıl bir yaşantım olacaktı bilmiyorum. Korkuyordum ve hiç olmadığım kadar endişeliydim ama bir yanım da özgürlüğünün tadına doyasıya varıyordu. Zira uzun zamandır kalabalık yerlerde bulunamıyor olmak, farklı insanlar göremiyor olmak ve sürekli dört duvar arasında yaşamak beni delirmenin eşiğine getirmişti ama şimdi o delilik hissi bedenimden kalkıp gitmişti.

Kuş kadar hafif ve özgürdüm…

"Küçük Hanım, bizi birazdan almaya gelecekler. İsterseniz şu tarafta oturarak bekleyelim. Yorulmayın."

Alpay abi, kolunu kafamın üzerinden uzatarak ilerideki boş bankları gösterdiğinde tereddüt yüklü harelerimi onun kahverengi gözlerine çevirdim. Bana bakmak yerine yine her zamanki gibi çatık kaşlarının altında gölgelenen koyu gözleri hedefine bakıyordu. Sert bir mizacı vardı doğrusunu söylemek gerekirse. Alışıktım bu duruma. Bana bakmaz ama beni canından çok severdi. Onun da sevgisi olmasa, o da beni korumasa kim bilir şimdi ne halde olurdum?

"Bizi almaya kim gelecek?" dedim, başımı kaldırıp yüzüne bakmaya çalışarak.

Alpay abi sıkıntı yüklü nefesini verdiğinde ne ara yine sigara içtiğini çözemedim. O bilindik kokusu yine buram buram burnuma dolmuştu. Bakışlarımı devirerek ondan cevap alma umudumu silip attım ve minik adımlarla yürümeye koyuldum. Beyza ise yanımızda, bizden tamamen soyutlanmış halde bizi takip ediyordu. Göz ucuyla ona baktım. Yüzünde renk yoktu, uzun kıvırcık saçları yüzünü örtüyordu ama o saçının bir tarafını kulağının arkasına sıkıştırmıştı. Hasta ve halsiz olduğu her halinden belliyken yaşadığımız aksiyon dolu son üç güne daha fazla katlanamayacak gibiydi. Benden birkaç santim uzun olan boyu eğilmekten neredeyse benimle eşitlenmişti. Sürekli karnını tuttuğundan sanırım bu yabancı sokaktaki herkes onun hamile olduğunu anlamıştı.

"Tanıdığım birisi gelecek Küçük Hanım,” diye yanıt verdi Alpay abi, ben Beyza’yı süzerken. “Siz kafanızı yormayın bundan sonra. Buraya kadar geldik. Artık hiçbir sıkıntı yok," dediğindeyse sesindeki güven iliklerime kadar sirayet etti lakin bir hakikat varsa, o da Alpay abinin kati suretle rahat olmadığıydı. Ben ve Beyza rahat olabilirdik ama Alpay abiye rahatlık batardı. Her koşulda.

Ona bakmaya son verdim hemen. Sessizliğime kapılıp Alpay abinin gösterdiği yere otururken Beyza'ya döndüm usulca. Omuzlarına dökülen kıvırcık bukle bukle saçları akşam meltemiyle hafifçe hareket ediyordu ve gözleri düşüncelerle boğuşuyordu. Üzerinde benim verdiğim bir eşofman altı ve geniş bir ceket vardı. Bir hastane kıyafeti dışında hiçbir elbisesi yoktu Beyza'nın ve karnındaki bebeği dışında da hiç kimsesi yoktu.

"İyi misin Beyza?" diye sordum elimi elinin üstüne bırakarak. İrkilir gibi olsa da çok belli etmemeye çaba gösterdi ve bana çevirdi tanıştığım andan beri keder yüklü olan gözlerini. Kehribar rengindeydi iri badem gözleri ve teni kusursuz sayılacak bir pürüzsüzlükte esmerdi.

"İyiyim," dedi solgun bir sesle. Hemen sonra öksürerek kuruyan boğazını temizlerken Alpay abi nereden bulduğunu bilmediğim ufacık su şişelerini gözlerimizin önünde salladı. Elinden hemen aldım ve açtığım suyun birini Beyza'ya uzattım. Küçük yudumlarla suyu içerken ben sırt çantama atmakla uğraşmıştım.

Suskunluk aramıza sinsice sokulduğunda bizleri sarmaşık misali sarıp birbirimizi göremeyeceğimiz kadar sıkı sarmıştı. Bir boşluğa dalmıştı gözlerim saniyeler içinde. Son zamanlarda bulduğum her fırsatta düşünür olmuştum. Durmadan bir hiç olan hayatımı düşünüyordum. Bu zamana kadar yaşadıklarım gözlerimin önüne geliyordu ara ara. Durmadan, kesintisiz bir şekilde düşünüyordum her şeyi.

Annem peşimi bırakır mıydı acaba? Beni evde bulamadığında keser miydi aramayı? Beni gözden çıkardığını zaten biliyordum ama annem peşimi bu defa tamamen bırakır mıydı?

Bir çocuk annesinden kaçar mıydı böyle? Anlayamıyorum... Bunları neden yaşadığımı, annemin beni neden sevmediğini anlamıyordum bir türlü.

"Küçük Hanım..." diye bir mırıltı işittiğimde bir uykudan uyanır gibi sakince sağıma döndüm. Alpay abi çatık kaşlarıyla, hiç değişmeyen bakışlarını bana dikmişti. Yutkundum ve kendimi toparladım hemen.

"Efendim?" dediğimde eliyle bir noktayı gösterdi bana. Kafamı hemen o tarafa çevirdiğimde bir tane siyah renkli Range Rover ve iki tane adam bize bakıyordu. Gözlerimi kırptım art arda. Tanımıyordum bu iki insanı ama sanırım bizi almaya gelecek olanlar gelmişti nihayet.

"Kim onlar?" diyerek başımı yeniden Alpay abiye çevirdiğimde gözlerindeki o aşılmaz hayal kırıklığı bir anlık afallamama sebep oldu. Sanki benden bir atak ya da başka bir cevap bekliyordu da istediği cevabı alamamıştı.

En nihayetinde, "Aylarca yanında kalacağımız kişiler," dedi Alpay abi. Bu cümleyi öyle bir tonlamayla kurmuştu ki bir gariplik olduğunu, onların sadece aylarca yanında kalacağımız kişiler değil Alpay abi için daha fazla olduklarını anlamıştım.

Beyza'nın elinden tutup onunla ayağa kalktığımda elimizde var olan ufak çantayla birlikte o iki adama doğru yürüdük. Adımlarım küçüktü ama her adımımda tanımadığım o iki adama daha da yaklaşıyordum. Tanımadığım insanlar ve yeni tanışmalar beni hep geriyordu bu sebeple avuç içlerim terlemeye çoktan başlamıştı.

Bir tanesinin saçları yer yer beyazlamış, sırtı biraz kamburlaşmış ama hâlâ dimdik ayakta durabilen orta yaşlarının sonuna gelmiş göbekli bir adamdı. Yuvarlak gözlüklerinin arkasından gözlerini bana dikmiş yutkunarak bakıyordu. Onun da gözlerinde beklentiyi görebiliyordum ama neyi beklediğini bilmiyordum. Fazla dikkatli bakıyorlardı ve bu beni ürkütmeye yetiyordu. Kaşlarım çatıldı bu huzursuz ortamla. Alpay abi durduğunda onun arkasında durdum ben de. Bu insanların bize bu kadar ilgili ve meraklı bakması beni rahatsız etmişti.

Gözlerim diğer adama kaydığında onun daha genç olduğu su götürmez bir gerçekti. Yirmilerindeydi muhtemelen. Gür saçları dalgalıydı ve kirli sakalları vardı. Boyu benden on beş santim kadar uzundu sanırım ve iri yapılıydı biraz. Keskin gözlerinde sevimli ışıltılar cirit atarken gözlerim burnunda durdu. İnce bir burnu vardı ve burnunun tam ucunda bir ben duruyordu. Tıpkı bir palyaçonun kırmızı burnu gibi sevimli, ufacık kahverengi bir bendi. İstemsizce o bene tebessüm ederken o adam da bir ayna gibi tebessümümü yansıttı bana.

Tebessümüm soluverdi.

Genç olan adam kalın sesiyle, "Neye gülümsüyorsun?" diye sorduğunda kalın sesine tezat ne kadar sıcakkanlı olduğunu hissetmiştim. Alpay abinin koluna girip biraz daha arkasına yerleştim hemen. Benimle Türkçe konuşmasına şaşırsam da sosyal ilişkilerde pekiyi olduğum söylenemezdi. İnsanlarla böyle rahatça ve birdenbire konuşmak çoğu zaman eziyet gibi gelirdi bana.

Oldukça kısık bir sesle, "Hiç..." diyerek Beyza'yı da yanıma çekiştirdiğimde Alpay abi sarıldığım kolunu kaldırıp beni hemen kolunun altına aldı. Refleksle direkt kollarımı beline dolayıp kafamı sırtına yasladım. Anlık da olsa kalbim pır pır etmişti. Çok garip hissetmiştim o genç benimle konuştuğunda. Nefes almakta zorlanmıştım ve bu belirtilerden de sıkılmıştım.

Alpay abi sıcak bir sesle, "Korkmayın Küçük Hanım. Korkmanız gereken yeri geçtik. Lütfen geçin, korkmayın," dedi, olağan tüm sakinliğiyle. Alpay abide az önceki gergin hal yok olmuş gibiydi ve hatta yüzünde nadiren beliren o tebessümü belirmişti. Kafamı kaldırıp baktığımda gözlerinde daha önce eşine benzerine rastlamadığım bir güvenle bana göz kırpıyordu.

"Evde konuşuruz gençler. Arabaya binin dikkat çekmeden," dedi diğer adam otoriter bir sesle.

Alpay abi, belimden beni itekleyerek arabanın arka koltuğuna oturttuğunda bir yanımda o, öteki yanımda Beyza oturuyordu. Ön tarafa ise yaşlı adam ve genç olan adam binmişti. Camlara baktığımda filmlerle kaplı olduğunu anlamıştım. Kimseden çıt çıkmazken nefes alış veriş sesleri git gide derinleşiyordu. Beyza başını benim omzuma yaslamıştı. Ben de başımı ona yaslamıştım. Nedensizce ellerimiz birbirine kenetlenmiş halde duruyorduk arabada. Yolu izliyordum ben, akıp giden yolu. Acaba kaç saat sürecekti bu yol?

***

Yolculuk sessizliğin hükmünü yitirmediği bir kuvvetle bittiğinde ertesi günün akşamındaydık ve uzun bir yolun sonunda yine hiç bilmediğim bir yere gelmiştik. Bir yol nasıl yirmi dört saatten fazla sürebilmişti bilmiyordum ama mahvolmuştum. Etraf olabildiğince yeşil ve araziydi. Hava kararmak üzereydi fakat saat 22.04'ü gösteriyordu. Araba daracık sokağın tam sonunda konuşlanan iki katlı bir evin beton bahçesinde durunca uykulu ruh halime yenik düşerek esnedim ve gözlerimi ovalayarak başımı kaldırdım.

"Burası da bizim evimiz gençler," dedi arabayı süren orta yaşlardaki adam. Sanki yirmi dört saat boyunca araba kullanmamış gibiydi adam.

Arabadan inen herkes esnerken ya da gerinirken bu garip gökyüzünü arkasına alan, esintili büyük eve baktım. Daha iyi görebilmek adına arabadan indim ve tam karşısında durdum evin. İki katlı, taştan yapılmış bir evdi. Terası vardı ve her yeri çiçek doluydu. Evi ören taşlar oldukça eski duruyordu ve bana sadece üşüdüğümü hissettiriyordu.

İç çekerek gözlerimi ayırdım evden ve belimi, boynumu, dirseklerimi ve hatta kasıklarımı kütürdetip rahatladım. Tüm kemiklerim sızlıyordu ve acıyordu. Gerinme seansım biter bitmez kapıda bizi bekleyen iki tane kadın gördüğümde Alpay abiye döndüm yüzümü. Şimdi ne yapacaktık bilmiyordum ve en kötüsü de bu iki kadını da tanımıyor oluşumdu. Ev kalabalıktı sanırım…

Albay abi, benim baktığım gibi o iki kadına bakıyordu ama bakışlarımız asla aynı değildi. Alpay abi de bir hal vardı asla çözemediğim. Geldiğimiz bu yere onun daha öncelerde geldiğine artık emindim. Anıları vardı onun buralarda bir yerlerde ve sanırım anılarıyla mutluydu ki gülümsüyordu dudağının kıyısıyla.

Alpay abi beklenmedik bir şekilde, "Gel benimle..." dedi içten, gerçek anlamda içten gelen bir sesle. İlk kez sizli konuşmamıştı benimle ve bu sanki bir basamak çıkmışım gibi gurur verici bir hisle doldurmuştu kalbimi.

Gözlerimi Beyza'ya çevirdiğimde gerginliğini her şekilde hissediyordum. Burada olmak istemiyordu ama burada güvende olduğunu da biliyordu.

Alpay abiye yanaşarak adımlarımı onun arkasında kalacak şekilde ayarladıktan sonra o iki kadının önünde durduk. Bir tanesinin saçları sapsarıydı ve dalgalanarak omuzlarına düşüyordu. Diğer kadınsa uzun ve dümdüz saçlara sahipti. Üzerine ferah bir elbise giymişti ve akşam meltemi koyu kahverengi saçlarını savururken sadece bana bakıyordu. Gözleri sıcak bir çikolatanın rengindeydi ve çok dikkat çekiciydi. İkisi de orta yaşlarının sonunda olduğu belli olan insanlardı.

Onları incelemeyi kesip iç çektiğim sırada Alpay abi nihayet söze girdi.

"Size takdim edeyim Küçük Hanım ve Beyza,” diyerek nihayet ikimize döndü. “Servet amca. Öz amcamdan bir farkı yoktur," diyerek gözlük takan adamı tanıttı. Bizi buraya getiren demek ki Servet idi. Ufak bir baş hareketiyle başımı sallamakla yetindim. Adam bundan memnun değil gibiydi ama daha fazlası olmazdı. Beyza bu esnada benim aksime nazikçe gülümseyince Servet amca ona karşılığını sıcak bir tebessümle vermişti.

"Serpil teyze ve Serpil teyzemin oğlu Oğuz," dediğinde hızlı bir geçiş yaptım. Genç adamın adı Oğuz'du.

Adı Serpil olan ve oldukça güzel duran kadın, beklemediğim bir anda bana yaklaşmaya başlayınca ne olduğunu anlamadan beni kolları arasına aldı. Kollarım onun sımsıkı saran kolları altında ezilirken nefes alamadım sanki. Telaşla kollarından sıyrılmak isterken en olmadık anda bir yerden hıçkırık sesi duyduğumda henüz adını öğrenemediğim kadın alelacele içeriye geçti ve çok geçmeden arkasından Alpay abi de gitti. Panik bütün vücudumu sararken hiç tanımadığım, bilmediğim insanların ortasında kalakaldım ve Serpil teyze bana sarılmaya devam etti.

"Ne oluyor? Bi-bir saniye, izin verir misiniz?" Biraz daha sert davranarak Serpil teyzeyi kollarımla ittirmeye ve ondan kurtulmaya çabalarken kadın nihayet anlayarak benden uzaklaştı hemen.

"Ah, özür dilerim canım. Ben bir anda…" diyerek benden ayrıldı. Cümlesinin devamını merak bile etmedim. Gözlerine biriken yaşı o esnada gördüm ama anlamlandıramadığım bu gözyaşları iyiden iyiye sinirimi bozmaya başlamıştı. Birkaç adım geriye çıktığımda yanımda Beyza ve karşımda bana bakan üç çift göz vardı. Endişemi yansıtmaktan geri duramadım.

"Özre gerek yok. Ba-bana yaklaşmayın lütfen. Temas sevmiyorum ben," dedim utana sıkıla omuzlarımı sararken. Her yerimi acıtmıştı sıkmaktan, zaten hasarlıydım ben…

Adımlarım biraz daha geriye gittiğinde Serpil teyze refleks gereği kolunu uzattı. Bu eve tek başıma girmek istemiyordum. Üstelik Alpay abi neden beni bırakıp gitmişti anlayamamıştım. Hiç yapmazdı böyle.

Uzlaşmacı bir tavırla, "Tamam, tamam…” dedi Serpil teyze kısık bir sesle. Beni ürküttüklerini anlamışlardı sanırım. “Kusura bakma canım. Bir anda sen de şaşırdın tabii. Haklısın. Geç içeriye hadi. Beklemeyelim burada," diyerek kapıyı gösterdiğinde Beyza'ya döndüm hemen. Badem gözlerini kırptı bana. Sonra sessizce mırıldandı.

"Girelim Samyeli. Alpay da orada hem."

Başımı sallamakla yetindim. Beyza çok yorgundu ve daha fazla ayakta kalırsa bir yere bayılacağı kesindi. Burada olmayı isteyip istemediğimden emin olamadan küçük küçük adımlar attım. Herkesin gözü üzerimdeydi. Neden herkesin pür dikkat bana baktığını düşünürken iki katlı evden içeriye girdim. Tam o esnada üst kattan inen Alpay abiyi gördüm. Onu gördüğümde yaşadığım rahatlama hissini asla tarif edemezdim. Beyza'nın elini sımsıkı tutmaya bir son verip Alpay abiye koştuğumda bir koluyla sardı belimi. Bu evde kalacaksak beni pek de iyi günler beklemiyordu sanırım. Ben böylesine kalabalık ve yabancısı olduğum bir yerde nasıl hayata tutunacaktım?

Kaçmakla iyi mi yapmıştım ben?

"Lütfen aniden ortadan kaybolma Alpay abi. Ben geriliyorum..." diye mırıldandım sessizce. Karşımda bana bakan o yabancı yüzlere yeniden tek tek bakarken Alpay abi benimle indi merdivenin son basamağını.

"Burası yeni eviniz artık Küçük Hanım. Siz, ait olduğunuz yerdesiniz. Sizin ait olduğunuz yer, bu insanların yüreği,” diyerek çenemi sıvazladı gülümseyerek. Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım.

Gözlerim hayretle aralandığında Alpay abi bana sıkı sıkı sarıldı. Kollarım havada kaldı çünkü ilk defa normal şartlar altında bana sıkıca sarılıyordu.

Ait olduğum o yeri aradığım ve nereye ait olduğumu bir türlü bilemediğim hayatımda ilk defa birisi ait olduğum yeri söylemişti…

Peki, gerçekten bu insanların kalbi miydi benim ait olduğum yer?

.

.

.

Tekrardan merhaba güz yaprakları!!!! Birinci bölümden merhabalar efendim. Dördüncü bölüme kadar atacağım, oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Sizi seviyorum, görüşürüz, sağlıcakla kalın. ^^

Loading...
0%