Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm: Kocaman Bir Boşluk

@kahverengiajanda

Uykunun en yoğun ve tatlı olduğu anda kapıdan gelen tıkırtılarla birlikte kapalı haldeki gözlerimi yavaşça araladım ve odanın içine baktım anlamsızca. Biraz daha bekledim seslerden emin olabilmek için. Belki de hayal görüyordum, emin değildim lakin o sesler tekrar etti ve bu defa endişeyle yatağımdan kalkmak zorunda kaldım. Üzerimdeki ince örtüyü sıyırıp attım bir kenara ve soğuk fayansa bastım çıplak ayaklarımla. Minik adımlarla kapıma kadar gidip kolunu tuttum sıkıca. Sola doğru çevirip kapıyı kendime çektiğimde sanki üzerimde hiçbir şey yokmuş gibi sadece kafamı uzatıp dışarı baktım. Tam o esnada Oğuz’un lüle lüle olan saçları ile burun buruna geliverdim. Ne istediğini bilmiyordum ama saatin erken olduğunu biliyordum. Yüzümü buruşturdum onu görür görmez. Ne işi vardı bunun kapımda?

“Oğuz?” dedim tarazlı bir sesle. Yutkunarak gözlerimi kırpıştırdım ve birini ovaladım. Öyle çok uykum vardı ki gözlerimi tam anlamıyla açmam mümkün değildi. Zaten daha gün aymamıştı bile.

Oğuz’un dudaklarını saran heyecanlı gülümsemesine kaşlarımı çatarak bakarken elini havaya kaldırdı birden. Battaniye ve bir poşet vardı bana gösterdiklerinde. Poşetin içindeyse ne olduğunu bilmiyordum. Aslında bu karanlık ve loş ışıkta göremiyordum pek.

“Hadi hazırlan. Güneş birazdan doğacak. Bu manzarayı kaçırmak istemezsin. Kapıda bekliyorum,” diyerek kapıyı çekince boş boş kapanan kapıya baktım. Anlayamamıştım. Tekrar kapıyı açtığımda yere bağdaş kurup oturduğunu fark ettim.

“Ben bir yere çıkmayacağım. Uyuyacağım,” diyerek kapıyı suratına kapattığımda kapım tekrar açıldı ve bu defa Oğuz izinsiz bir şekilde içeriye girdi. Arkama dönüp çattığım kaşlarımın altından en huysuz bakışlarımı atarken Oğuz benim aksime rahat ve gülümsüyordu. Gülümsemesi artık iyiden iyiye sinirimi bozmaya başlamıştı.

“Dışarı çıkarmayacağım seni, korkma. Aslında dışarı çıkacağız ama merak etme sadece birkaç merdiven. Hadi çıkar şu pijamaları.”

Oğuz’un havanın aydınlanmamış vaktindeki bu inanılmaz enerjisi ile yüzümü buruştururken yatağın karşısındaki cam kapaklı dolaba yönelişini izledim. Yabancılık çekmeden içinden bana ait olduğundan bile şüphe duyduğum kıyafetlerden çıkardı. Elbise üstelik. Ben elbise giymekten nefret ediyordum. Ayağıma dolanıyordu hep ve bacaklarım terliyordu.

“Bu çok güzel. Giy hadi, bekliyorum bak kapıda,” dedi ve odadan çıktı. Bakışlarımla onu takip edip yatağın üstüne attığı elbiseyi dolabın içine tıktım ve çantamdaki tarakla saçlarımı tarayıp kendi haline bırakarak odadan çıktım. Oğuz sesimle birlikte oturduğu yerden doğrulunca beni baştan aşağıya süzüp tepki vermeden daha önce hiç gitmediğim koridoru gösterdi. Kıyafet için zorlamayacaktı sanırım. Güzel…

“Üst kata çıkacağız. Takip et beni,” dedi ve merdivenin üçüncü kata yükseldiği basamakları çıktık seri bir şekilde. Onun bu hızına yetişemiyordum doğrusu ve dakika başında üç dört kere esnemekten başka hiçbir şey yapmıyordum. Üçüncü katta bir teras olabileceğini düşünüp Oğuz’un arkasından adeta uyuklayarak çıkarken bir çıkmaz sokağa girmiştik sanırım. Aniden durunca ben de durup gözlerimi araladım. Kapkaranlık bir yerde durduğumuzda kalbimi saran zayıf bir endişeyle Oğuz’un tişörtünü sıktım. Beni buraya sürükleyerek ne planlıyordu?

“Neredeyiz?” dediğimde Oğuz hiç ses vermeden saniyeler içinde kapıyı açmıştı ve şafak sökmek üzereyken bizi cezbedici bir aydınlık karşılamıştı. Gözlerim karanlığa alıştığından merdivenin devamını çıkarken gözlerimi kısarak devam ettim. Sonunda ılık bir esinti vücudumu sarıp sarmalarken etrafıma bakındım. Tahmin ettiğim gibi teras kat gibi bir yerdeydik ancak üzerimizde üzümler vardı. Sarmaşıklarla dolanan beyaz demirlerin arasından geçti gitti Oğuz ve bana döndü.

“Sahilde izlemek daha güzel ama buradan da izlemek ayrı keyif verici bir şey. Gel bak çok seveceksin.” Eliyle çocuksu bir hevesle gelmemi işaret ederken terasın güzelliği karşısında büyülenmiş haldeydim. Sanırım uykumu bu güzel manzara açmıştı çünkü daha önce böyle bir şeyle karşılaşmadığıma emindim ve etrafı istemeden dikkatlice süzüyordum. Dudaklarımdaki sakin tebessümle Oğuz’un arkasından ilerledim. Üşümüştüm biraz ama o da güneş doğduğunda geçecekti sanırım zira bu kasaba temmuzun ortasında oldukça sıcaktı.

“Hoş geldin Samyeli,” dedi İpek, gülümseyerek. Oğuz’un kız kardeşiydi ve evin haylazı sayılırdı.

Onu gördüğümde yerdeki hazırlığı da gördüm otomatikman. Oğuz sanırım herkesi uyandırmıştı çünkü Beyza da burada salıncakta oturuyordu İpek’le ve önlerinde kırık dökük bir masada tabaklar vardı. Sanırım içi abur cubur doluydu ve Alpay abi burada olmaktan pek memnun değildi. Kollarını birbirine bağlamış berjerde kös kös oturuyordu. Onu daha önce böyle sıkılmış ve uykulu görmemiştim.

Uykunun zirvesinden seslenen sesimle, “Günaydın…” diye mırıldanıp Oğuz’un gösterdiği yere oturdum. Salıncakta Beyza ile İpek sallanırken bize kalan yer iki kişilik olan bambu bir kanepeydi ve oraya oturmuştuk. Ellerimi bu güzel manzaranın bedenimdeki ürpertisi ile birbirine sürttüm. Demirlerle çevrelenen terasın manzarası tüm kasabayı önüme seriyordu. Körfezin sonsuzluğundan bahsedebilir miydim ondan emin bile değildim.

Gökyüzü garip renklere boyanmıştı. Güneşin tatlı sarısı henüz sadece ufku ve sivri uçlu uzak dağları boyarken bulutlar bir bir köşeye çekilmiş de güneşin rengini gökyüzüne boyamasına izin veriyorlardı. Maviliğin içerisinde pembe ve turuncu renkleri ahenk içindeydi. Yıldızlar kaybolmaya yüz tutuyordu ama parlaklıkları hala birer inci kadar ışıltılıydı. Kasabanın küçük küçük sokakları ve sahilin bir ucunu buradan görebiliyordum. Arkamda devasa dağlar sıra sıra dizilmişti. Sessizliği huzur verici bir şekilde zihnime sirayet ederken gözlerimi kapatıp temiz havayı soludum ve gözlerimi tekrar aralayıp Alpay abiye döndüm. Onun uyuklayarak koltuğa yayılmış haline daha derinden bir tebessüm edip ben de tıpkı onun gibi biraz rahatlamaya çalıştım. Bu an, çok güzel gelmişti…

Bakımsız bir yer değildi bu teras. Her yeri çiçekler ve başımızı da asmalar süslemişti. Çok iyi bakıldığı o kadar belliydi ki üzümlerden koparıp yemek istemiştim ama sanırım henüz olmamışlardı.

“Samyeli dememde bir sıkıntı var mı Samyeli? Böyle abi abla kalıplarına ben pek alışık değilim ama abim ısrar-“

“İpek sussana biraz. Anın tadını kaçırıyorsun,” diyerek kızın sözünü kesti Oğuz pervasızca. Ona kısık gözlerimi devirip İpek’e döndüm yüzümü. Abisine surat yapsa da Oğuz pek oralı değildi. Onun yerine poşetin içindeki içecekleri çıkarmakla meşguldü.

“Bana fark etmez yani. Nasıl rahatsan öyle seslenebilirsin,” dedim ılımlı bir sesle. Birisinin bana abla demesi oldukça garibime giderdi doğrusu.

Dün sabah saatlerinde zikrettiği kelime aklıma gelince İpek’in zaferle harmanlanan gülümsemesine daldım bir an. Ekimin ne olduğunu deli gibi sormak istesem de öte yandan da korkuyordum. Ya beklemediğim ve duymak istemediğim bir şeyse, o zaman hiçbir şeyin geri dönüşü olmazdı. Zihnimin bana oynadığı oyunlardan şimdilik uzak durmak en iyisiydi. Bu yüzden boş vermeyi seçerek rahatlamaya çalıştım.

Oğuz herkesin içeceğini önüne bırakıp arkasına yaslandı ve gözleri yine gökyüzünü buldu. Hemen arkasında kalıyordum ve o, gökyüzünü izlerken ben onun sol profilini izleyebiliyordum. Az önce neşeli ve enerjik olan adam şimdi bir durgunluğa yakalanmış ve güneş yavaş yavaş bu kasabayı güzelliği ve ihtişamıyla aydınlatırken ondan gözümü ayıramaz olmuştum. Onun baktığı yere ben de baktım ve arkamdaki yastıklara gömüldüm tabiri caizse.

“Çok güzelmiş burası. Evin dışından üst katta böyle bir yerinizin olduğu belli olmuyor doğrusu,” dedi Beyza. Onu haklı bularak başımı salladım.

“Evet… Ben de çok beğendim burayı.”

“İstediğiniz her zaman gelin. Sormayın, çekinmeyin…” dedi Oğuz fısıldar gibi. Sözlerinde anlamlar vardı sanki ancak anlamak güçtü. Ona bakmayı kesip Alpay abiye döndüm. Az önce uyukluyordu fakat şimdi sadece Oğuz’a bakıyordu. Oğuz hayata küsmüş gibi yastığın birine sıkı sıkı sarılmış arkasını ise bana dönmüştü ama aldırış edecek kadar ayık değildim henüz.

“Kız mı erkek mi bebiş?” İpek’in sessiz sorusuna Oğuz yüzünü dönmeden aksi bir sesle cevapladı.

“Sana ne bundan. Sadece sessizce anı seyretsen olmaz mı?” diye homurdandığında Beyza’ya döndüm merakla.

“Ben de merak ediyorum ama açıkçası sormaya çekindim. Üçüncü ayda belli olmaz mı bebeklerin cinsiyeti?” deyince Oğuz usul usul bana döndü ama onunla ilgilenmeyip Beyza’nın vereceği cevabı bekledim.

“Evet, tabii ama öğrenemedim henüz. En kısa zamanda öğreniriz ama bence erkek olacak. İçimden bir ses hep öyle diyor,” derken aynı zamanda karnını okşuyordu. Bu hali ona o kadar yakışıyordu ki içimi ısıtan bu an ile gülümseyerek masada duran meyvelerden dilimlenmiş elmaya uzandım ve ekşi tadın ağzıma yayılmasını bekledim.

“Pekâlâ, bir itirafta bulunmak istiyorum ben!” dedi İpek içeceğini havaya kaldırıp. Kıkırdayarak izledim onu. Oğuz bu defa yalnız değildi. Alpay abi ile birlikte aynı anda ve aynı ifadelerle İpek’e döndüklerinde İpek kendisine baygın baygın bakan iki adama da fırsat vermeden itirafını yaptı. “Buraya gelmenize çok sevindim sayın güzeller güzeli hanımefendiler. Umarım hiç gitmezsiniz,” diyerek içeceğinden kocaman bir yudum alıp utangaç bir tavırla dizlerini kendine doğru çekti. Gözlerinin dolduğunu gördüğümde kaşlarım hayretle kalktı ancak sormadım, neden ağlayacak gibi olduğu soramadım hiç. Samimiyetine karşılık sadece gözlerimi yumdum. İyiden iyiye uyku bastırsa da gözlerimi tekrar açtığımda Oğuz’un sesini işittim bu kez.

“Ben de…” Bir ninniden farksız huzurlu sesine karşılık bu defa gözlerimi tamamen yumdum ve derin bir nefes aldım. Hiçbir şey demedim. Herkes bu andan sonra sustu ve sadece ara ara gökyüzünü seyrettik.

Gözlerimi araladığımda içimin geçmiş olduğunu fark ettim. Güneş artık tamamen doğmuştu ve sıcak basmıştı ama gölgelik olan asmaların altı serin ve denizden esen meltemle huzurluydu. Saçlarım yüzüme yüzüme gelip açıkta kalan boynumu gıdıklarken karşıya baktım. Alpay abi yoktu. Soluma baktığımda İpek’i ve Beyza’yı da görememiştim. Yerimden doğrulup uykuyla harmanlanan gözlerimi ovaladığımda dizimdeki sıcaklıkla kollarımı kaldırıp Oğuz’un kafasını gördüm.

Bağıracak gibi olsam da dilim tutulmuştu sanki o an. Yüzüne gelen saçları arkaya düşmüştü yattığından ötürü. Kaşları öyle kendi halinde duruyordu ki dertsiz tasasızdı uyurken. Burnundaki komik beni dikkatimi çekince yeniden gülümsedim ve daracık koltukta aşağıya düşen uzun bacaklarına baktım. Sere serpe uyuyabiliyordu anlaşılan. Ben böyle uyuyamazdım. Hele ki birinin kucağında…

“Kalkar mısın?” dedim, işaret parmağımla alnından sertçe dürterek. Bacaklarım uyuşmuştu böyle durmaktan ve biraz hareket etmem gerekiyordu. Üstelik diğerleri bizi bırakıp neden gitmişlerdi ki? Alpay abi hiç böyle yapmazdı normalde. Beni yalnız bırakmazdı bilmediğim yerde.

Bu kez biraz daha sert bir şekilde şakağını ittirirken “Oğuz!” diyerek bağırdım. Oğuz huysuzlanarak gözlerini açıp beni gördüğünde bağırarak kalktı ve onun bağırması ile ben de bağırarak kanepeden fırladım.

“Neden bağırıyorsun, sadece uyandırmak istedim!” diye yükseldim kendimde olmayarak. Elimi kalbime götürüp nefeslenirken Oğuz sersem bir şekilde saçlarını karıştırıp tekrar kanepeye oturdu. Böyle uyanmaktan pek hoşlanmamıştı anlaşılan ama haklı olduğunu düşünmüyordum.

“Tamam, kusura bakma. Saçların biraz şey…” dedi bana bakmadan. Elim derhal saçlarıma gitti ve tutamlarını okşadım. Ne? Saçlarım ne?

“Neymiş saçlarım? Ne var saçlarımda?” diyerek birkaç tutamını havaya tuttuğumda tel tel ayrılıp omuzlarıma döküldüler. Oğuz gözünü kısarak bana baktı. Gerçekten korkmuştu.

“Ödümü kopardı saçların tamam mı? Uyanır uyanmaz yüzüme eğilmiş halini görünce korktum işte, ne bileyim…” deyince kahkaha atmadım belki ama sessizce güldüm ona bakarak. Saçlarımı önüme daha çok getirip salıncağa oturdum ve hafifçe salladım kendimi.

“Tamam… Özür dilerim, ben düşünemedim korkacağını. Haklısın, senin açından biraz korkunçlar,” diyerek parmağımı uçlarına doladım. Bunu düşünememiştim gerçekten.

Oğuz omuzlarını sıvazlayarak masaya bir bakış attı ve açıkta kalan tabaktan umursamadan bir meyve alıp ağzına attı. Ben de ellerimi salıncağa yaslayıp bu defa parıl parıl parıldayan denize ve insanların sokaklardaki hallerine baktım. Her yer dolmuştu ve neşeli çocuk seslerini duyabiliyordum. Kasaba biraz hareketli idi sanırım. Sahilin bir kısmında bile doluluk söz konusuydu ve güneş ışıl ışıldı.

“Eski evin nasıl bir yerdi? Yani buraya gelmeden önce nasıl bir yerde yaşıyordun?” dedi Oğuz dikkatimi dağıtarak. Gözlerimi sokaklardan alarak Oğuz’a çevirdim. Merakla vereceğim cevabı bekliyordu ve öte yandan gözlerini ovuşturuyordu.

“Güzel bir yerdi. Kimse yoktu orada. Kışın sessiz yazın sessiz sadece kuş sesleri vardı. Çok sakindi.”

“Tek sen mi yaşıyordun?”

Nereye varmak istediğini anlayamasam da yüzüne bakarak başımı iki yana salladım.

“Hayır, Alpay abi de vardı. Birkaç kişi daha olurdu ama onlar hep dışarıda evi korurlardı,” diye yanıt verdiğimde Oğuz başını salladı.

“Alpay abiyi çocukluğumdan beri tanıyorum ben. Aynı mahallede büyüdük, babalarımız ve annelerimiz tanışır. Kardeş gibiyizdir onunla. Uzun yıllardır onun işi yüzünden görüşemiyorduk ama şimdi burada olmasına çok mutlu oldum. Abimi özlemişim. İyi ki buraya geldin,” dedi içtenlikle ve o an kalbimde değişik bir sancı hissettim. Ağrıtan, huzursuz eden bir sancı...

Henüz üç gündür gördüğüm ve sadece adını bildiğim birinden böyle bir cevap beklemiyordum ama bir yanım da meraklanıyordu sürekli. Sanki Oğuz beni tanıyormuş gibiydi. Oysa ben birini tanımakta berbattım. Alpay abiye dair o kadar az şey biliyordum ki daha fazlasını öğrenmek istiyordum hep. Hâlbuki bunca yıl birlikteydik onunla.

“Doğum günü ne zaman Alpay abinin?” diye sordum merakla. Oğuz sorduğum soruya gülümsedi ve önüne döndü sakince.

“13 Ağustos’ta. Üç hafta sonra. Bilmiyor muydun bunu?” derken aynı zamanda bilmiyor oluşum onu pek de şaşırtmamıştı. Olumsuz bir şekilde başımı salladım ve ayaklarımla salıncağı ittirip biraz daha hızlandım. Salıncakları çok severdim ben. Yaylanın arkasına bakan ve annemin o hiç görmediği küçük balkonumda da Alpay abi halatlarla derme çatma bir salınca kurmuştu bana.

“Bilmiyordum. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bana biraz ondan bahseder misin? Mesela Alpay abi en çok neleri sever?” diye sordum bunları bilecek olmanın heyecanına kapılarak. Oğuz ise benim aksime durgun bir deniz gibi saymaya başladı bir şeyler.

“Mantının çok sevdiği yemek olduğunu biliyorum çünkü…” Duraksayarak gözlerimin içine baktı. Gözlerimiz aynı renkti. Koyu kestanenin en derin renklerine sahiptik ve Oğuz bana öyle dolu bakıyordu ki zihninden bana bakarken neler geçiyor, merak ediyordum. “Alpay abinin bir kardeşi vardı,” dedi bir anda. Bunu beklemiyordum.

“Kardeşi mi?” diye sordum şaşkınca. “Vardı derken? Ne oldu ona? Öldü mü yoksa?” dedim içimi saran acı bir hisle. Yüzüm iyice ekşirken Oğuz girdiği transtan çıkarcasına silkelendi ve bakışlarını kaçırdı yüzümden. Önündeki üzeri açık kalan abur cuburların kapaklarını kapatıp üst üste koydu.

“Boş ver sen bunları, kurcalama. Alpay abi anlatmak isterse anlatır. Kusura bakma, bir anda boş bulundum ben de. Söylemedim varsay.” Yüzüme bakmadan işine devam ederken salıncağı sallamayı kesip küçük bir çocuğun yaşadığı korkuyu hissettim kalbimde.

“Söylesene,” diye ısrar ettim. “O kardeşi vefat mı etti yoksa? Ona ne oldu?” dedim kuşkuyla. Oğuz masadaki içecek kutularını o anda toplamayı kesti ve birisi elinden düştü. Kafasını yavaş yavaş bana çevirdiğinde yanlış bir şey söylemiş olmanın korkusu ile dudaklarımı kapattım ve yutkundum. Keşke hiç söylemeseydim böyle bir şeyi zira Oğuz bana öyle kötü bakıyordu ki kıpırdayamıyordum.

“Boş ver dediysem… Boş ver.” O kadar net ve mesafeliydi ki sesi bunu söylediği için kendimi şanslı sayıp elimi enseme attım. Göğüs kafesimde sanki sessiz bir bomba patlamış gibi hissediyordum. Bir an önce odama kapansam ve belki de saatlerce kitap okusam fena olmazdı. O kardeşi düşünmek iyi değildi. Üzülüyordum.

“Gideyim ben,” diyerek kalan son gücümle ayaklandım ve teras katı terk ettim. Aceleci bir şekilde merdivenlerden inerken İpek’le çarpışınca sarsılarak durabildim. İpek de şok olmuştu ellerini havaya kaldırıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Pa-pardon! İpek özür dilerim. Bilerek olmadı.”

“Önemli-“ İpek arkamdan bir şeyler söylerken ben koşarak çoktan odama girmiş ve kapıyı kapatmıştım. Sanki Oğuz’un yanında nefes alamıyor gibi hissediyordum kendimi. Bakışlarında yatan acının tarifi yoktu. Alpay abinin bir kardeşi olmasını geçtim Oğuz’un da belli ki bu kardeşle bir ilgisi vardı ve içimden bir ses o öldü diyordu.

Derin bir nefes aldım ve elimle yüzümü sıvazlayıp ayağa kalktım. Uyusam geçerdi…

***

Ailenin ne demek olduğunu elbette biliyordum ancak daha öncesinde hiç yaşamamıştım bunu. Çok kitap okumamın bana tek faydası elbette yaşayamadıklarımı kitaplardan öğrenmek ve kısmen de olsa yaşamış olmaktı. En son okuduğum roman kötü sonla bittiğinden beri ailem ölmüş gibi hissediyordum ama içinde bulunduğum şu anı bilseydiniz ailemi tekrar kazandığımı düşünürdünüz.

Nilüfer teyze ve Serpil teyze etrafımızda dört dönüyordu. Servet amca gazetesini okuyordu ve İpek ile Beyza kıkır kıkır kendi aralarında konuşuyorlardı. Sofrada tek konuşmayansa bendim. Şaşılacak bir şey değildi bu. Alpay abi bile annesi ile öyle içten ve güzel sohbet ediyordu ki izlemek yetiyordu bana. Sabah yaşadığım olaydan ötürü Oğuz ile biraz soğuktuk aslında ve neyse ki bu durum kimse tarafından hissedilmese de Oğuz’un masada yüzü asıktı ve sürekli telefonuna bakıyordu. Benim açımdan, kalbimde patlayan sessiz bombanın hasarı dışında herhangi bir sorun yoktu. Oğuz’la veya başka biriyle kötü olup olmamak umurumda değildi.

“Samyeli, bak bu Nilüfer’in favori tarifidir. Denemelisin. Kendisi uydurdu bu böreği,” diyerek masanın ortasında duran böreği gösterdi bana. Ev yapımı sadece Alpay abinin elinden yemiştim bu zamana kadar. Annem daha önce bana hiç yemek yapmamıştı. Yemek yapmasını geçtim, annem aç olup olmadığımı kontrol bile etmemişti.

“Küçük Hanım masadaki her şeyden tadacak zaten. Çok seveceksin,” dedi Alpay abi gülümseyerek. Omzumu sıvazladığında ona yorgun bir şekilde gülümseyip çatalı elime aldım. Bahsettikleri yuvarlak sarmal böreği çatala taktım ve sadece bir ısırık almama rağmen sıcaklığı ile midemden duymaya alışık olmadığım gürültülü sesleri meydana getirdi. Alpay abi bu sesi duyunca ellerini birbirine vurup sıvazladı.

“Küçük Hanım’ın midesinden sesler geliyorsa demek ki yemekler şahane! Herkes yumulsun yemeklere!” diye bağırdı. Buna gerek yoktu! Utanıyordum!

Yüzümü astım börekten bir ısırık daha alıp yanaklarımın her iki yanını da doldurarak.

“Aşk olsun Alpay ama!” diye sitem etti Serpil teyze. Alpay abi, Serpil teyzenin uzanıp omzuna dokundu sitemini gidermek ister gibi.

“Sizin eliniz her zaman lezzetlidir teyzem, benim ne demek istediğimi biliyorsun. Küçük Hanım’ın midesinden ilk defa ses duyuyorum doğrusu,” diyerek yanağımdan bir makas aldığında sessizliğimi korudum yalnızca. Daha çok utanıyordum artık ama o mutluysa ben de mutluydum. İçim huzursuz olsa da…

“Kızım bak bu da bu bizim buralarda ünlü bir yemektir. Bunun da tadına bak,” dedi Nilüfer teyze bana bir tabak uzatırken. Tabaktaki meze tarzındaki adını bilmediğim yemeğe bakarken Nilüfer teyzenin bana her seferinde kızım demesi içimi burkuyordu. Yanaklarım dolu olduğundan cevap verememiştim.

“Alır annem,” dedi Alpay abi dolu dolu annem diyerek. Ağzımdaki lokmayı yutup buruk bir şekilde gülümsedim. Alpay abi tabağımı mezeyle doldurdu ve masadaki sohbet daha da koyulaştı. İzlemek öyle keyif veriyordu ki, tepemizde yanan kandil ışıkları ile kalbimde hiç gitmesini istemeyeceğim bir sıcaklık meydana geliyordu.

“Seni yarın doktora götüreceğim Beyzacığım. Çok geçe kalmadan bir kontrole gidelim olur mu? Yani sana da uygunsa,” dedi Nilüfer teyze yemeğini yerken. Beyza o sırada bu sözlere şaşırmıştı. Yemeğinden başını kaldırıp Alpay abinin yanında oturan Nilüfer teyzeye dönmüştü.

“Ben… Daha sonra kendim de gidebilirim aslında. Hem iyi hissediyorum kendimi. Zahmet etmeyin, böyle yük gibi hissederim…” diye geveledi cümleleri. Nilüfer teyzeyi göremesem de dudaklarımda sıcak bir gülümseme yeşerdi ve bir an için de olsa Beyza’ya bakmak için önüme döndüğümde Oğuz’un bana bakan dik bakışlarını fark ettim. Kaşlarımı çattığımda bakışları hiç değişmedi ve bakmayı sürdürdü. Dalmış gibiydi daha çok ama rahatsız oluyordum o bana böyle bakarken.

“Olur mu öyle şey? Hamilesin sen, karnında bir bebek taşıyorsun. Kendini sakın ikinci plana atma. Yarın ben randevu aldım bile. En yakın hastaneye götüreceğim seni. Merak etme tanıdıklarım var, kimlik işini hallettik. Korkulacak hiçbir şey yok.”

“Ya, teyze ben de gelebilir miyim?” dedi İpek çocuksu bir heyecanla. Oğuz’dan bakışlarımı çektim ve sinirle çatalımı böreğe batırıp bir ısırık daha aldım. Midem pek istemese de bu üçüncü ısırığı, yemeye zorladım kendimi. Sanki böylesi daha iyi olacakmış gibi…

“Yaz okulun yok mu kızım senin? Hem orada ne işin var? Otur oturduğun yerde,” dedi Serpil teyze hemen yanımdan. İpek memnuniyetsiz bir şekilde dalgalı saçlarını sırtına savurdu ve küstah bir edayla göz kırptı.

“Anneciğim geleceğin kadın doğum doktorusu duruyor karşında! Lütfen. Şimdiden antrenman olur bana da,” deyince bu konu Beyza’nın ilgisini çekmişti ve hastaneye gidip gitmeme davası kapanmıştı sanırım.

“Doktor mu olmak istiyorsun?”

İpek, Beyza’nın sorusuna gülümseyerek kafa salladı.

“Evet. Hem de kadın doğum. Bilmiyorum ama çok ilgimi çekiyor. Böyle bir insan bedeninde bir insan yetiştirebiliyor ya. Çok kutsal bir şey annelik. O kadar mucizevi bir şey ki, ben kadınlara bu konuda tam destek olacak bir doktor olmak istiyorum. Çok zor bir şey anne olmak ve o kadar kutsal ki. Bunu daha önce söylemiştim ama tekrar etmekten bıkmayacağım sanırım.”

İpek’in annelikten bahsederken kelimelerin kifayetsiz kalışı karşısında içimde kocaman bir yara açılmıştı adeta. İpek’i dinlerken kendi annem canlanmıştı gözümde. Yüzüme inen sayısız tokat, bir ucubeymişim gibi sergilediği tavırlar, beni sevmeyişi, geçmişimi hatırlamıyor oluşum, babamı kaybetmesi… Benim annem anne olmayı hak etmiyordu belki ya da ben gerçekten istemediği o çocuktum ama bana da bir zamanlar hamile kalmıştı öyle değil mi? Kalp atışlarımı ilk duyduğunda verdiği tepki neydi? Beni doğurduğunda kucağına alıp koklamış mıydı hiç? Benim annem bu düşüncelerden, bu hayallerden o kadar uzak bir kadındı ki kafam karmakarışık oluyordu, kalbim üzülüyordu.

İstenmeyen çocuk diye bir şey olabilir miydi hayatta? Ablamı ve abimi severken annemin bana zerre sevgi göstermeyişi ve her fırsatta beni hakir görüşü, itip kakması, bedenime sürekli bir ilaç enjekte etmesi sevgisizlikten miydi gerçekten?

Boğazım düğüm düğüm olmuştu düşüncelerim henüz birkaç gün evvel yaşadığım o esareti hatırlatınca. Annemi özlemiştim bir lanet gibi ama özlememem gerekirdi. Benim özlediğim belki de annemin benden her zaman esirgediği o sevgiydi. Yutkunamadım.

Gözlerimin dolduğunu hissettim ve ağzımdaki lokmayı bitiremedim. Çiğnedikçe daha da büyümüş ve beni boğacak bir yumruya dönüşmüştü. Kendimi o kadar yalnız hissetmiştim ki daha fazla bu masada kalabileceğimi sanmıyordum. Herkes gülerek, keyifle sohbet ederek akşam yemeğini yerken içimdeki bu ağlama isteğine dur diyemedim ve ayağa kalktım. Sandalyem geriye devrilirken Alpay abi kolumdan tuttu. Düşecektim neredeyse.

“İyi misin?” dedi, yine adımı zikretmeden ama değildim. Çok şiddetli bir ağlama atağı geçirdiğimi ve ağlamazsam geçmeyeceğini bildiğimden kimsenin yüzüne bakmadan kolumu kurtardım ve içeriye girdim.

Ah anne… Beni neden bu sevgisizliğe layık gördün?

Hayatımın bir anda karanlık ormanın içinden çıkıp çiçekli bir kasabaya dönüşmesi için sanırım daha çok zamana ihtiyacım vardı. Zira kabullenemediğim, içime bir türlü sığdıramadığım kocaman bir boşlukla savaşmak çok zor gelmişti bir an.

Lavaboya girip kapıyı kapattım ve midemde ne var ne yok çıkardıktan sonra sifonu çekip lavabodan tutundum. Artık kıyamet kopmuşçasına hıçkırıklarım peş peşe gelirken yüzümü defalarca ılık suyla yıkadım ama iyi gelmedi. İçimde kocaman bir yangın vardı. Sönmeyen bir öfke ve kocaman bir hüzün vardı. Ben o kadar üzgün ve karmaşıktım ki bunu hayatım boyunca çözemeyecekmiş gibi hissetmekten yorulmuştum. Bu savaştan çok yorulmuştum. Bu sönmek bilmeyen ateşi söndürmek için sürekli gözyaşı dökmekten çok ama çok yorulmuştum.

Banyodan çıktım ve duvardan tutuna tutuna odama girdim. Pencerenin kenarına zor gitmiştim doğrusu. Beyaz korumalıklardan tutup nemli havaya merhaba derken dinmek bilmeyen gözyaşlarımla pencereye dayandım ve yıldızlara baktım. Ağladım belki orada saatlerce ve o saatlerin sonunda kapımdan bir gıcırtı sesi işittiğimde başımı kaldırıp bakamadım bile. Alpay abinin geldiğine o kadar emindim ki gözyaşları içinde alnımı pencereye dayadım.

“İçimdeki boşluğu dolduramıyorum ben,” diye mırıldandım. Ne kadar denersem deneyeyim bu insanların yüreği olmayacaktı bana yuva, ev… Alpay abinin adım sesleri bana daha da yaklaşırken gözümden akan yaşı sildim ama yeri hemen doldu. “An-annemin bile… Hi-hiç sevmemesi… Çok kötü hissediyorum kendimi ve ben sanırım hiçbir zaman iyileşemeyeceğim Alpay abi. Özür dilerim.” Tüm çabaların, benim için öz annenden ailenden ayrı geçirdiğin dokuz sene bir hiçti Alpay abi, özür dilerim.

Bunu bilmek bir kere daha yüreğimi yaka yaka kül ederken beklemediğim bir ses işittim. Alpay abi değildi odama gelen. Oğuz’du…

“Alpay abi, kız kardeşini kaybetti Samyeli,” dedi bana genizden gelen soğuk bir sesle. Sonra ben ona döndüğümde gelip tam karşımda bağdaş kurdu ve bu gece gökyüzünü süsleyen dolunay, ikimize vurdu sadece. Kaşlarımı çatmış dediğini kafamda düşünürken Oğuz başını önüne eğmişti. Tedirginlik sarmıştı bedenimi. Bu adam şahit olmasın derken gün geçtikçe tüm aciz anlarıma, acılarıma, gözyaşlarıma birebir şahit oluyordu.

“Kardeşiyle ben çok yakındık. O öldüğünde bir daha toparlanamayacağımı sandım. İçim çok acıdı. Çok kötü olmak…” dedi düşünceli bir sesle ve başını kaldırıp en buruk tebessümüyle yüzüme baktı. “Çok kötü hissetmek ve öyle olmak ne demek çok iyi bilirim Samyeli. Sarılmak iyi gelir ama. Sarılabilirim istersen,” dedi gözlerime beklentiyle bakarken. Bana dokunulmasından haz etmediğimi ilk gün söylediğimden bu yana öyle pervasız yaklaşmıyordu. Bana saygı duyduğunu biliyordum.

Sanki az önce yemek masasında bana dik dik bakan o değilmişçesine şaşkındım. Yüzüne en boş ifademle bakarken Oğuz gülümsemekten vazgeçmedi.

“Ben bunu evet olarak kabul ediyorum,” diyerek bana yaklaştı ve kollarını boynuma sarıp garip bir şekilde sarıldı. Ne çok yakındık ne de çok uzaktık. Kalp atışlarını hissetmiyordum ama nefesi saçlarımın arasında fütursuzca geziyordu. Kalbim bir sessiz bombaya daha gebeydi.

“Şimdi istediğin kadar kendini kötü hisset ama unutma, kötü hisler geçmeye mahkûmdur Samyeli.”

Sanki bir milim de olsa hareket etsem her şey tuzla buz olacakmış gibi kalakalmıştım. Ağlamıyordum artık. İçim yine kocaman bir boşluk hissiyle kavruluyordu ama nefes alabildiğimi hissetmiştim. Oğuz’un boynuna sıktığı erkeksi ve biraz da limon kolonyası gibi kokan parfümünü soludukça yatıştığımı ve sakinleştiğimi hissettim. Biliyorum, sarılmak her zaman çok iyi gelirdi ama Oğuz bana sarılınca bu kadar iyi hissedeceğimi düşünmüyordum.

.

.

.

Loading...
0%