@kahverengiajanda
|
Geçmişimin bir parçası silik anılarla doluydu. Bir sandığa kilitlemiştim her şeyimi ve anahtarı nereye koyduğumu bir türlü bulamıyordum. Daha doğrusu hatırlamıyordum. Gerçi bir önemi var mıydı ki geçmişimin? Bilmiyordum ki… Benim için önemsiz olan her şey gibi bu da sevgili annem için her zaman önemli olmuştu. Zorla aldığım tedaviler ve rehabilitasyon merkezlerinde geçirdiğim o haftalar şimdi canımdan öyle bir çıkıyordu ki Oğuz’un da dediği gibi kötü günlerim geçer miydi günün birinde emin olamıyordum. Annemin yıllardır ayağıma vurduğu prangalardan kurtulmak hiç de kolay olmayacaktı ancak yirmi yıllık bu içi boş hayatımda ilk defa bir şey hissediyorsam onun da adı umuttu. “Alpay abi çok acı çekti kız kardeşini kaybettiğinde,” dedi Oğuz, bu güzel akşamı yararcasına. Onun cümleleri birer ok gibi kalbime saplanırken gözümden süzülen yaşları yok edip sessizliğime sıkı sıkı sarıldım. Soru sormak ya da lafını bölmek istemiyordum çünkü onun da içinde bir yerde önünü alamadığı bir yara vardı. Bunu görmekten ziyade kalbimde hissedebiliyordum ve ben ilk defa böyle insanlar tanıyordum. Onları daha çok tanımak istiyordum. “Onu çok seviyordu,” dedi gözlerimin içine bakarak. Öyle derinden gelmişti ki sesi dudaklarım büzüldü istemsizce. Bu duyduklarıma inanmak zor geliyordu. Alpay abinin böyle bir kaybının olduğunu öğrenmek kendi acılarımı bir anlığına unutturmuştu. “Alpay abi kaç yaşında?” dediğimde Oğuz kaşlarını çattı lakin yine de cevap verdi soruma. “Yirmi yedi yaşında.” Alpay abi kırk yaşındaki bir adam tavırları ile fazla genç bir bedene sahipti. Dudaklarım daha da büzüldü ve pencereye yaslanıp ışıltılı gökyüzüne baktım iç çekerek. Yirmi yedi yaşındaki birisi de henüz gençti ve yolun başında olması gerekirken, ailesini kurması gerekirken ailesinden vermişti. Hayatını kuramamıştı… “Bana bunları neden anlatıyorsun peki? Sabah sorduğumda hiç böyle değildin. Şimdi ne oldu da anlatmak istedin?” diye sorduğumda Oğuz’un gözlerini üzerimden çektiğini hissettim. “Ben…” dedi tereddütle. “Korktum sanırım… Alpay abinin özelini sana anlatmak saçma geldi ama şimdi anlatıyorum; çünkü Alpay abi seni çok başka seviyor. Sen onun yarasını sarabilecek tek kişisin Samyeli. Seni bu kadar benimsemese bu eve getirmezdi. Annesinin evine yani,” dediğinde gökyüzüne bakmayı kesip yaramın sızısı ile Oğuz’a döndüm. Mahcup bir hali vardı ve bana öyle uzun uzun bakmayı kesmişti. Sözleri acıtmıştı ama çok masum bir acıydı. “Bu evdeki herkes onun vefatıyla çok sarsıldı. Nilüfer teyze senelerce kendine gelemedi, kendini suçladı hep. İpek çocuktu henüz o zamanlar, çok hatırlamaz lakin annemler bile hayatlarına devam edemediler bir süre boyunca. O kızın ölümü hepimizin ruhuna yas biçti.” “Sen?” dedim bir anlık merakla. Oğuz ne yapmıştı bu süreçte? Onun da hayatında yer edinmişti bu kişi, peki o nasıl başa çıkmıştı bu ölümle? Ne yapmıştı bu yastan kurtulmak için? “Ben mi?” diye sordu şaşkın bir şekilde. Kafamı salladığımda omuz silkti boş boş. Ne söyleyeceğini şaşırmış gibi gözlerini dikti öyle bir boşluğa. “O benim için hala burada,” dedi eli kalbine giderken. Dudaklarıma buğulu bir tebessüm sindi. “Bir de ona bu odayı yaptım…” dediğinde yaslandığım yerden doğruldum ve ay ışığı ile aydınlanan karanlık odaya bakıp hızla Oğuz’a döndüm. Bu oda o kızın mıydı? “Bu oda Alpay abinin kız kardeşi için miydi? Ama o bana senin için dekor ettirdim demişti…” diye mırıldandığımda Oğuz kafasını salladı art arda. “Oda en başında böyle değildi zaten. Daha renkliydi. O renkleri çok severdi. Çok neşeliydi biliyor musun?” dedi yüzünde buruk bir gülümseme yeşerirken. O günlere gittiğini anlamak zor olmamıştı fakat bir kabulleniş tebessümü ile gitmişti eskilere. “Hep çok gülerdi, hep bir yaramazlık yapardı, koşardı eğlenirdi, öyle kolay kolay ağlamazdı. Neşe saçardı etrafına. Dedim ya, Alpay abi kaybettiği kız kardeşinin yerine seni koymuş. O yüzden bu odayı istemesine şaşırmadım hiç. Tarzlarınız çok farklı. Sen çok durgun bir denizsin ama o gürül gürül akan bir şelaleydi.” Odaya baktığımda yüreğimde hissettiğim hüzünle Oğuz’a döndüm usulca. Bu oda o kızın ruhunu yaşatmalıydı. Benim ruhumu değil. Ve benim için hayatını hiçe sayan bu adam için en azından bunu yapmalıydım. Yaralarına merhem olabildiğim kadar merhem olmalıydım çünkü o benim yaralarımı ısrarla sarmaya devam ediyordu. “Hangi rengi severdi en çok? Ya da eskiden ne renkti burası?” “Pembeyi çok severdi,” dedi o anıları kafasında canlandırır gibi. Başını kaldırıp tek tek duvarları gösterdi bu defa bana. “Pudra pembesiydi şu üç duvar. Yatak başlığında soft bir sarı renk vardı çünkü asla sarı mı pembe mi seçemezdi,” diyerek gülünce sadece tebessüm edebildim. İçim acıyordu Oğuz bahsettikçe. “Bu kitaplığı sonradan ekledik buraya. Bu kitaplık yoktu ve kitap okumaktan nefret ederdi ama penceresi en geniş odayı ayırmıştım. Pencereleri çok severdi.” Başımı salladım hisli hisli pencereye dokunurken. Bu odada o kızın ruhunu yaşatmayı öyle çok istemiştim ki kendi hayatım zaten gözümde yoktu. Bu saatten sonra da olmasını istediğim bir şey değildi. Umutlarım çok azdı kendime dair ama yaşamak denen şeyi beceriyordum bir şekilde. Kendim için yaşadığımdansa şüphelerim vardı. “Tamam,” dedim odayı süzmeyi kesip. Oğuz’a döndüğümde onun zaten bana baktığını fark ettim. “O zaman eski haline geri getirebilir miyiz bu odayı? Duvarlar soft sarı olsun geri kalan yerleri de pudra pembesine boyarız. Yapabilir miyiz yani?” Büyük bir istekle ışıldayan gözlerine baktım. Oğuz dili tutulmuş gibi yüzüme bakarken yüzündeki ifadeye ister istemez güldüm. Öyle kahkaha atamadım ama sanırım çok ağlamaktan artık halim kalmamıştı üzülmeye. “Öyle bakma bana. Alpay abiden başka kimsem yok benim. O beni kardeşi gibi görüyor uzun zamandır ama ben ezelden beridir onu abim biliyorum. Onun için bir şeyler yapmak istiyordum zaten ne zamandır sayende yapmak istediğim şeyi buldum. Lütfen bu odayı eski haline çevirmeme yardım et. Yani, kolay kolay bir şey istemem ama en azından bunu yapar mısın?” dedim bütün berbat ikna yeteneklerimi ortaya dökerek. Oğuz tek kaşını kaldırıp yüzüme bakmayı sürdürdü. Neyse ki o duygusal hava ortadan dağılıp gitmişti ve bu beni sevindirmişti. Aynı zamanda Oğuz’la eskisinden daha yakın olduğumu hissetmiştim. En azından kötü birisi olmadığına ikna olmuştum ve sadece Alpay abinin kardeşini bir zamanlar çok sevdiğini, onu çocuk yaşında kaybettiğini anlamıştım. Bu Oğuz için eminim en az Alpay abininki kadar yaralayıcı olmuş olmalıydı. “Allah Allah?” dedi alaycı bir sesle. “Ben öcü değilim Küçük Hanım, benden her zaman bir şey isteyebilirsiniz,” dedikten sonra parmakları ile saymaya başladı tek tek. “Sahile götürebilirim, sohbet edebilirim, bisiklet turu yaptırabilirim, seni buradan başkente bile götürebilirim ama o biraz sıkar zira Alpay abi azıcık durumunu anlatmıştı. Evden çıkman ve ortalarda görünmen şimdilik tehlikeli olabilirmiş,” dedi eliyle bir de miktar belirterek. Başımı dik tutmaktan yorularak karnıma çektiğim dizlerime yaslanıp durgun bir şekilde tebessüm ettim. Alpay abi evhamlı bir adamdır. Bir durum varsa onu abartmaktan çekinmezdi ve Oğuz’a da abartmaktan çekinmemişti sanırım. “Kim bilir ne anlattı sana? Benim durumumda dışarı çıkmamı engelleyecek bir şey yok. Sadece dışarıya çıkıp gezmek çoğu zaman yorucu geliyor ve ben de tercih etmiyorum. Kalabalıktan hoşlanmam da,” dedim ayak bileğimi ovarak. Tabii bu yalana kim inanır orası muammaydı ama dışarı çıkamayan birisi olarak görülmek istemiyordum. Madem özgür bir hayata kocaman bir adım atmıştım, bunun elbette devamını da getirecektim. Dört elle sarılacaktım ikinci hayatıma. “Çok değerli biri olduğundan bahsetti bana,” dedi Oğuz. Baygın baygın bakan gözlerim bir anda hayretle açıldığında Oğuz çarpık bir şekilde gülümsedi. “Tabii, sen ne sandın? Çok değerli birisini buraya getireceğini ve artık bizimle yaşayacağını söyledi. Artık ne kadar değerliysen senin kaçırılmandan korkuyor adam.” Dudaklarını büzüp ellerini kaldırdığında içli içli gülüp saçlarımı gayriihtiyari kulağımın arkasına sıkıştırdım. Durumu çok güzel kurtarıyordu ve kalp kırmaktan sakınıyordu. Kötü hissetmemi istemiyordu. Acaba Alpay abinin kardeşiyle araları nasıldı? Bana böyleyse kim bilir ona nasıldı? Oğuz’un çok merhametli olduğunu az da olsa anlayabilmiştim. Ruhumun aldığı balyoz darbelerini hafif bir dürtmeden ibaret kılmıştı az önce. Ama bu bana balyozun acısını unutturmamıştı. “Dalga geçme benimle. Ben kendi hayatımın maalesef acı yönlerinin farkındayım. Benim peşimde silahlı adamlar dolanıyor da o yüzden çıkamıyorum. Annem beni arıyordur her yerde. Eminim ki elindeki bütün gücü beni aramakta kullanıyordur şimdi. Delirmiştir belki de. Hiç tahmin edemezsin.” Bir an durup bunları neden anlattığımı düşündüm ve daha fazla sınırlarımı aşmamak adına sustum. Buradan sonra dağıttığım şeyleri toparlamalıydım. “Havalıymış…” diye mırıldandı Oğuz, başını sallayarak. “Ama yine de benim dediğime çıkmıyor mu laf? Değerli olmasan peşinde silahlı bir ordu olmazdı. Değerlisin işte. Kabul et. En azından bizim için değerli birisisin,” dediğinde bir süre sessizce yüzüne baktım. Nasıl değerli olduğumu düşünebilirdi ki? Beni ne kadar tanıyordu da bana karşı bu sözleri sarf edebiliyordu anlamıyordum. Elimle gayriihtiyari perçemlerimi kaşımın üzerinden çektim ve başımı kaldırarak gözlerimi dışarıya çevirdim. Uykum geliyordu usul usul ve o kadar ağladığım için halim hiç kalmamıştı. “Yarın boya almaya gidelim seninle,” dedi Oğuz, sanırım konuşmak istemediğimi sonunda anlamıştı. İsteksiz bir şekilde kafamı salladım ona bakmadan. “Sen alıp gelsen?” “Yok öyle yağma Küçük Hanım. Yardım edeceksin bana. Birlikte yapacağız,” deyince yüzümü ona çevirip tam itiraz edecektim ki Oğuz ellerini kaldırıp sözümü kesti. “Tamam, merak etme maske takacağız ikimiz de. Korkma bir şey olmayacak. Yarın sabah dokuz, dokuz buçuk gibi çıkarız olur mu?” diyerek ayaklandığında kafamı kaldırıp yüzüne baktım. “Tamam…” diye mırıldandığımda dudaklarını geniş bir tebessüm sahiplendi ve saçlarıma dokundu. “Burada bizimleyken sana hiçbir şey olmaz. Güven duygunu sarsmışlar ama ben onu nasıl yerine getireceğimi biliyorum. İyi geceler.” Saçlarımı çok rahat bir şekilde dağıtıp giderken ona donakalmış bir şekilde gözlerimi diktim. “Sana da…” Arkasından sessiz bir veda ettim ve gidişini izledim. Sanki birkaç saat önce ağlama krizine ben girmemişim gibi dudaklarıma sinen ufacık tebessümle bağdaş kurduğum yerden kalkıp odayı süzdüm. Yarın eğlenmeyi ümit ederek pencereyi açtım ve içeriye temiz havayı doldururken hemen yan tarafta kalan yatağıma girdim. Daha doğrusu o kızın yatağına… Yastığa sarılıp gözlerimi yumduğumda temiz bir uyku istemiştim ancak pek mümkün olmamıştı… *** Dolaptaki kıyafetlerin o kıza ait olmadığını bilsem de sanki onunmuş gibi dolabın kapaklarını sonuna kadar açmış keyifsiz bir şekilde kıyafetlere bakıyordum. Çoğu yırtmaçlı yazlık elbiselerdi. Mayo bile vardı içlerinde ancak hiçbirini giymek istemiyordum. Vücudumu sarıp sarmalayan kıyafetleri tercih ederdim genelde ancak hava da çok sıcak olduğundan hiç o kadar kapalı kıyafetler de giyemeyecektim. Birkaç dakikadır dolabın önünde dikilmeye bir son verdim ve kararımı dizimden aşağıya kadar inen uzun etekten yana ve üzeri için de beyaz renkli, askılı bir bluzdan yana kullandım. Soft yeşil ve soft pembe renkleri tenimle uyum içinde olsa da çok masum, bir yandan da neşeli bir rengi vardı ve rahatsız ediyordu beni. “Başka çaren mi var sanki?” Kendi kendime mırıldanıp üzerimdeki bornozu çıkardım ve iç çamaşırlarımı giydim önce. Vücudumdaki yara izleri için yaralarıma merhem sürdükten sonra kolumdaki iğne yerlerindeki morluklara baktım. Bunların görünmemesi gerekiyordu. Rahatsız edici duruyorlardı ve neredeyse her yerimde vardı bunlardan. Dolaba tekrar gittim ve üst raflardan dantel işlemeleri olan salaş bir ceket çıkardım. Bu çok terletmezdi muhtemelen. Bir de hasır şapka bulup üzerimi giyindim. Beyaz ceketi de en son askılı bluzun üzerinden giyinip ıslak saçlarımı kremleyip kuruttum ve taradım. Saçlarımı ensemde düşük bir ev topuzu yaptım. Tanınmak istemiyorsam her zamanki gibi açık bırakmamalıydım. Başıma hasır şapkayı ve yine komodinden bulduğum güneş gözlüğünü alıp yanımda getirdiğim ufak çantayla yatağa oturdum. Ne olur ne olmaz, kapatıcıyı buldum ve kollarımdaki morluklara sürüp makyaj süngeri ile yaydım. Morluklarımı da kapatınca hazırdım artık. Saat sekiz buçuğu geçerken Serpil teyzenin telaşlı sesleri geliyordu mutfaktan. Sessizce merdivenleri indim ve dünkü yere çıktım. Arka bahçeye geniş bir kahvaltı sofrası kurulmuştu ve Nilüfer teyze ile Beyza kahvaltıya çoktan başlamıştı. Servet amca ortalarda görünmüyordu ve Serpil teyze de her zamanki gibi kızı ile didişiyordu. “İpek akşama erkenden evdesin ona göre! Bak telaşlandırma bizi geçen seferki gibi.” “Geç kaldım anne okula!” İpek, bıkkın bağırışlarıyla annesinden kurtuldu ve kapıya koştururken beni görüp durdu. “Samyeli…” dedi alımlı bir sesle. “Mükemmel olmuşsun ama bu ceketle sıcaklarsın. Demedi deme. Hadi öptüm ben!” diyerek omuzlarımdan tutup yanaklarımdan öptü. Ben heykel gibi kalakalırken o bunu yadırgamadan bana el sallayarak çantası ve kaykayı ile kapıdan çıkıp gitti. Arkasından Serpil teyze geldiğinde kızının çoktan çıktığını görünce oflayarak bana döndü. Yüzündeki mutsuz ifade beni görünce darmaduman olmuştu ve ışıltılı bir gülümsemeyle beni baştan aşağıya süzmüştü. “Samyeli! Günaydın kuşum. Ne güzel olmuşsun böyle sen. Çok yakışmış bu renk. Kaç gündür gri giyiniyordun ya, açıkçası senin için seçtiğim renkler sana nasıl olur merak ediyordum. Üzerindeki takımı da Nilüfer ile seçtik. Çok yakışmış.” Koluma girip beni arka bahçeye çıkardığında gergin bir şekilde gülümseyerek masadakilere baktım. Alpay abi arkasına dönüp beni gördüğünde herkes gibi baştan aşağıya süzülmüştüm ve bu his çok rahatsızlık vermişti bana. Kendimi çıplak gibi hissederek masadaki yerimi aldığımda Nilüfer teyze neşeli bir şekilde gülümsedi. O kadar abartılacak bir şey yoktu hâlbuki. Mecburen giydiğim şeylerdi bunlar. “Enfes olmuşsun güzelim,” deyince kaşlarım hayretle kavislendi. Bu kadar beğenilmeye alışık değildim doğrusu. “Teşekkürler…” diye sessizce mırıldanıp masadaki kahvaltılıklardan azar azar tabağıma koyarken Oğuz’un sesi karıştı dünyama. “Alpay abi tabağını doldur onun. Bugün çarşıda biraz işimiz var Samyeli ile. Biraz daha yesin. Enerji lazım,” deyince dikenlere oturmuş gibi kafamı kaldırıp ona baktım. Ne gerek vardı Alpay abiye söylemeye? İtiraz edecekti ya da en iyi ihtimalle sorguya çekecekti. Beklediğim gibi Alpay abi asabi bir sesle, “Ne işi bu Oğuz? Daha şuraya geleli üç gün olmuş, hemen dışarı planı mı yaptın lan?” diyerek tabağıma biraz daha zeytin ve salam doldurunca Oğuz başını salladı umursamaz bir şekilde. Ne kadar da rahattı Alpay abinin karşısında, inanılır gibi değildi. “Ufak bir iş abi, merak etme tedbirli kıyafetlerle gezeceğiz. Çok yormam da. İki saate geliriz. Hemen, şipşak!” dedi göz ucuyla bana göz kırparak. Gözlerim irileşti gördüğüm şeyle. Manyak mıydı bu adam? Bana niye göz kırpıyordu? Alpay abi olup bitenden habersiz, “Küçük Hanım istiyor mu?” diyerek bana döndüğünde kaskatı kesilen gözlerimi kırpıştırarak Alpay abiye baktım. Bir saniye, ben bu hıza yetişemem ki! “Ben istedim zaten. Merak etme beni. Hemen geri döneceğiz,” dedim alelacele. Bu cevabı verebildiğim için içimde sevinç nidaları atarken Alpay abi düşündüğüm gibi fevri bir tepki vermek yerine arkasına yaslandı ve bir kolunu boynuma attı. “Oğuz çok dikkatli oluyor-“ Oğuz, “Biliyorum abi biliyorum,” diyerek sözünü kesti Alpay abinin. Sonra tek tek saydı parmaklarını kullanarak. “Çok dikkatli oluyorum, aşırı kalabalığa girmiyorum, insanlarla uzun konuşmayacağım ve sadece işimizi halledip asla oyalanmadan eve tekrar döneceğiz ve maske! Maskeler bende,” diyerek cebinden iki siyah maske çıkardığında Alpay abi memnuniyetle bana döndü. “Canını sıkarsa bana gel. Al bakalım bunu da,” diyerek bana bir telefon uzatınca Alpay abiye baktım şapkamın altından. Bu telefon ne içindi? “Gerek yok ki,” deyip telefonu geri çevirdiğimde Alpay abi telefonu kucağıma bıraktı. “Gerek var. Artık telefonsuz bir yere gitmek yok Küçük Hanım. İçinde gerekli numaralar mevcut. Dilediğin gibi kullan olur mu? O senin şahsi eşyan bundan sonra.” Bu zamana kadar hiç şahsi eşyam olmadığından kucağımdaki telefona boş bakışlar gönderip omuz silktim. Evde hapis hayatı sürerken böyle şeylere elbette ihtiyacım olmuyordu ama yine de yayla evindeyken Alpay abi bana akıllı telefon nasıl kullanılır öğretmişti. Ondan daha birçok şey öğrenmiştim ve bu sadece bir tanesiydi. Kahvaltımız bittiğinde mideme aşırı yüklenmiş olmanın sindirimsel zorlukları ile bahçede Oğuz’u bekliyordum. Buraya ilk geldiklerinde İpek’i gezdirdikleri o bisikleti kömürlükte aramaya gittiğini söylediğinden beri on beş dakika geçmişti ve hava öyle sıcaktı ki bahçeyi süsleyen taşlardan birine oturmuş yaz sıcağında nasıl açtığını bilmediğim çiçekleri seviyordum. Bu zamana kadar genellikle ilaçların yan etkisinden yediğim her şeyi istifra ettiğimden şimdi yediklerimi midemin kabullenmesi biraz zor oluyordu sanırım. “Baksana şu harikulade şeye!” Oğuz’un bağırtısı ile başımı çevirdiğimde üç tekerlekli, üzerinde bir gölgeliği olan, yeşil renkli bir bisiklet gördüm. Gülümsedim yorgun argın. Yan yana gidecektik sanırım ve bu harikulade olmanın yanı sıra komik duruyordu. Uyurdum ben bu bisiklette tıngır mıngır. “Yıkadım az önce. Baya bir tozlanmıştı ama hala işimizi görür. Zincirleri sağlam, frenleri de tabii.” Bisiklete yön verip yanıma geldiğinde iç çekerek oturduğum yerden kalktım ve sağ tarafa geçtim. Oğuz da hemen yanımdaki yerini aldığında ayaklarımı pedala yerleştirdim ancak benim süreceğim bir direksiyonu bulunmuyordu. “Maskemizi takalım,” diyerek bana siyah bir maske uzatınca sessizce elime alıp kulaklarımdan geçirdim ve güneş gözlüğümü de gözlerime takıp şapkamla yüzümü örttüm. Oğuz sadece maske takarak bana döndüğünde gözlerinden gülümsediğini görebiliyordum. Gülümseyince kısılan koyu kestane gözlerine bakıp ben de gülümsediğimde Oğuz homurdanmıştı. “Çok korkunç görünüyorsun şu an,” diyerek direksiyonu kavradı ve arkasına yaslanarak uzun bacaklarını pedallara yerleştirip profesyonelce sürmeye başladı. Korkunç olduğumu söylediğinde daha da gülümseyip önüme döndüm ve üç günün sonunda bu kasabadaki yolculuğum ilk defa Oğuz ile başladı. Önce yokuş aşağıya kasabaya inen yoldan dikkatle indik. Yollar taşlıydı, ormanla çevrelenmişti ama ağaçlar gür ya da uzun değildi. Oğuz ben varım diye mi yoksa acemilikten mi bilinmez frenleri tutarak sürüyordu bisikleti ama rahattı. Bense haberi olmasa bile yanında rahatça yüzüme esen rüzgârın tadını çıkartıyordum. Ilık esiyordu ve hava bir hayli sıcaktı ancak bisikletteyken esen meltem içimi ferahlatıyordu ve en çok da özgürlüğümü hatırlatıyordu bana. Özgürlük gerçekten bu muydu acaba? Böyle dilediğin zamanda, dilediğin yerde, dilediğin kişilerle veya tek başına gezebilmek miydi? Özgürlük tam anlamıyla ne demek hala çözememiş olsam da artık birkaç kelime ile özetleyebiliyordum bu şeyi ve öylece kaybetmeye hiç niyetim yoktu. Elimi uzatıp havayı avuçlarıma doldururken maskenin altındaki dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı ve kalbim göğüs kafesimde gümbürdemeye başladı. Bu muhteşem bir şeydi. Rüzgârı hissetmek doyulmaz bir şeydi. Gözlerimi yumdum ve anın tadını yakalamak istedim. Bu o kadar güzel bir histi ki kalbim bu heyecanla kasılıp duruyordu. Ciğerlerime temiz havayı çektim ve Oğuz’a döndüm. Ara ara bana baksa da yüz ifademi anlayamadığından neler hissettiğimi de anlayamıyordu. Bu yüzden güneş gözlüğünü çıkarıp gözlerine baktığımda kısılan gözlerimden o da anlamıştı ki gülüyordum. Tekrar önüme döndüm ve ciğerlerimi İspanya’nın nemli havası ile doldurdum. “Çok güzel bir şey bu! Daha hızlı git!” diye haykırdığımda Oğuz da aynı tonla bağırdı. “Düşeriz olmaz!” Fısıldayarak, “Korkak…” deyip gözlerimi devirdiğimde yüzüme baktığını hissediyordum ve nedense onunla didişmek bana inanılmaz bir keyif veriyordu. “Korkak mı? Seni düşünüyorum ben be! Tamam, sen istedin…” dediğinde direksiyonu daha sıkı kavradı ve yokuş aşağıya biraz daha hızlandı. O sırada atabildiğim kadar çığlık atmıştım. Kasabaya ve daha dar sokaklara gelince mecburen yavaşlamak zorunda kalmıştı. İkimiz de nedensiz bir şekilde nefes nefese birbirimize dönünce gülüşlerimiz gözlerimizden belliydi. Bu hayatımdaki en güzel andı. Oğuz alnındaki teri silip saçlarını düzeltirken, “Çok deli bir yanın var senin Küçük Hanım,” diyerek arkasına yaslandığında nefesimi düzene sokmaya çalışıyordum. “Herkesin vardır. Bu bisiklet hoşuma gitti. İlk durağımız neresi peki?” dediğimde Oğuz artık daha yavaş bir şekilde bisikleti sarı demirlerin olduğu bir yere sürüp bisikletten indi. “Kasabanın içinde bisikletle gezmek zor olur. O yüzden bisikletimizi buraya park edeceğiz ve ilk durağımız olan Samuel’in dükkânına uğrayacağız. Boya satın aldığımız yer. Sadece boya da satmaz. Eşi Valeria ile çiçekçi dükkânları da var. Birçok şey satarlar iki yan dükkânda,” diyerek bana elini uzattı. Eline alık alık bakarken güneş gözlüğümü taktım ve ben de bisikletten indim ancak elini tutmadım. Temas pek sevmezdim. Yani çekinirdim, eğer yabancı biriyse… Ve Oğuz benim için yabancı bir adamdı. Arkamdan, “Elimden tut,” diye uyarınca dönüp başımı salladım iki yana. “Temas sevmem…” Oğuz sözlerimi sallamadı bile. “Kaybolmaman için Samyeli. Burası biraz kalabalık,” diyerek elimi teklifsiz tuttu ve yüzüme yaklaştı. Oğuz’un gözlerini güneş gözlüğümün arkasından en net haliyle görürken kendimi geriye çeksem de o bana yaklaşmaya devam etti. Bu yakınlık içimi gıdıklarken ne diyeceğimi bilememiştim. “Eğer rahatsız olursan direkt bana söylüyorsun ya da aramızda bir şifre yapıyoruz. Mesela rahatsız olursan elimi iki kere çok sert sıkıyorsun anlaştık mı? O zaman birkaç saniyede seni buradan çıkarırım Küçük Hanım,” diyerek gözlerini sevimli bir şekilde kıstı ve şapkama vurup elimden tuttuğu gibi beni yabancı onca insanın içine soktu. Bense peşinden ilerledim ancak kalbim öyle bir gümbürdüyordu ki durduramıyordum. Çok… Heyecanlanmıştım… Onca insanın arasından sıyrılıp geçerken Oğuz’un avuçlarında terleyen parmaklarımı rahatsız bir şekilde kıpırdatıp duruyordum. Nereye gideceğini bilir gibi daracık sokaklardan ve insanlardan sıyrılarak ilerliyorduk. Fırsat buldukça sağıma soluma bakınırken bu dağlık yere kurulan kasabanın denizini nihayet daha yakından görebilmiştim. “Sahili gerçekten de güzel duruyor…” diye mırıldandığımda bu kalabalıkta nasıl oluyorsa Oğuz beni duymuştu. “Bir de yakından gör sen. Gün batımında muhteşem bir manzarası var limanın. Bir gün götürürüm seni. Açılırız belki.” Dudaklarıma benden izinsiz yerleşen sırıtışla önüme döndüm. Daha önce hiç denize açılmamıştım ve merak da etmiyor değildim. Hızlı hızlı yürümeye devam ederken Oğuz bir anda durdu ve otomatikman ben de durup geldiğimiz yere baktım. “Burası mı?” “Evet. Çok seveceksin onları.” Sade ve kuytu köşedeki bir dükkâna girdiğimizde hemen yanındaki çiçekçiyi son anda fark etmiştim. Valeria dediği kadının dükkânı oradaydı sanırım. Dükkan ağzına kadar çiçeklerle doluydu ve dışarı taşmıştı. “Ben geldim Samuel!” Oğuz bir anda dil değiştirip İspanyolcaya geçtiğinde elini bırakıp gözümdeki gözlüğü çıkardım ve dükkânı incelemeye başladım. Biraz bakımsız gibi duran dükkânda sadece hurda eşyalar ve bir rafta da sırayla boyalar vardı lakin dükkân beklediğimden genişti. İçeride vantilatör çalışıyordu yalnızca. O yüzden sıcağı burada da hala tenimde hissedebiliyordum. “Hoş geldin Oguz. Bu hanımefendi de kim?” Oğuz bana döndüğünde adamın kötü Türkçesi ile Oğuz’un adını zikretmesi garibime gitmişti. “Arkadaşım, Samuel. Senden yeniden boya alacağım ben.” Oğuz boyalara yaklaşınca isteğimizi söylediğini düşünüp ben de kovalara yaklaştım. O sırada esmer yaşlı adam da bize yaklaştı. “Dilimizi bilmiyor galiba. Ürkek duruyor…” Oğuz aniden aksileşti ve bu biraz gerilmeme sebep oldu. İkisi arasında gidip geliyordu bakışlarım. “Biraz hasta sadece. Seni anlıyor Samuel.” Oğuz her ne söylediyse yaşlı adam bana bakıp gülümsediğinde ben de gülümsedim ve şapkamı biraz kaldırdım garip durmamak adına ama maskem hala yüzümdeydi. “Pekâlâ, hangi renkleri istiyorsunuz? Bu aralar çok sık gelmeye başladın. Taşınıyor musunuz yoksa?” Oğuz ilgisiz bir tavırla başını iki yana sallayıp boyalara bakmaya devam etti. “Hayır. Sadece oda boyuyoruz. Pudra pembesi ve sarı renk olacak. Şu kutular,” diyerek iki kutu gösterince Samuel çevik bir hareketle kutuları indirip tezgâha bıraktı. Ben de kutulara yaklaşıp renklerine baktığımda odayı daha neşeli ve cıvıl cıvıl bir hale getireceğinden emindim. Oğuz ve Samuel biraz daha sohbet ettikten sonra Oğuz adama bir miktar para uzattı ve para üstü almadan iki kovayı da kendisi taşımaya başladı. Ben istesem de taşıyamayacağımı bildiğimden Oğuz’un arkasından ilerlediğimden Oğuz bir anda durup kovaları yere indirdi ve elini beline yerleştirdi. “Ne oldu?” diye sorduğumda bana kovaları gösterdi. “Bekle burada, hemen geliyorum,” diyerek yandaki dükkâna girdiğinde arkasından bakakaldım. Şimdi birdenbire neden o çiçekçi dükkânına girdiğini anlamasam da etrafımı saran yabancı hisler ve deli düşüncelerle insanlara baktım. Bu çok ani bir yalnız kalış olmuştu ve başa çıkabileceğimden emin değildim. Sanki dört bir yanımı bir uçurum çevrelemişti de bir adım atsam düşecek konumdaydım. Vücudumu saniyeler içinde bir stres dalgası sarmıştı. Sanki herkesin gözleri üzerimdeymiş hissi ruhumu çepeçevre sardığında çaresizce gözlüğümü taktım ve boya kutularının üzerine çöktüm. Oturup sakinleşmeye çalıştım. Biraz sonra Oğuz’un gelmesini bekledim ama Oğuz o dükkândan dışarı çıkmadı. Güneş en tepeden başımı ağrıtmaya başladığında kalabalık bir grubun üzerime doğru geldiğini fark ettim. Dudaklarım seğirdi ve bu sıcak maske yüzünden nefes alamaz oldum. Can havliyle maskeyi çıkarıp kenara fırlattım ve elimle göğsüme bastırdım. Ayağa kalkıp geri geri gittim ve sırtım duvara denk gelince durdum. Dilimde kuruluklar oluşmaya başladığı sırada kalabalık git gide bana daha fazla yaklaşıyordu sanki. Herkes bana bakıp saçma sapan gülüşlerle üzerime üzerime geliyordu. Zihnimde bazı insanların kahkahaları patlamaya başlayınca daha sık nefes almaya başladım. Zihnimin bir oyunuydu her şey. “Garip birisi doğrusu…” “Garip…” Annemin sesleri yankılandı insanların bakışlarında. Garip biri gibi duruyordu onların gözünde. Garip, yabancı, ucube belki de… “Ahh… Başım…” Şapkanın altından şakaklarıma baskı yaptığımda duvardan tutundum. Boya kutularından ne zaman uzaklaştığımı anlayamadan geriye doğru sendelerken gözümün önü kamaştı bir anda. Gözlerimi kırpsam da o kadar ışıklı ve aydınlıktı ki gökyüzü hiçbir şey göremiyordum. Kurumuş dudaklarımı dilimle ıslattığımda hemen bana doğru koşan bedeni gördüm uzaktan. Derin bir nefes alıp yere çökeceğim esnada belimden yakaladı ve bütün gölgesini üzerime denk getirdi. Tek görebildiğim birinin buğday rengi köprücük kemikleri iken bir de o deniz gibi olan kokusunu duyabiliyordum. “İyi misin?” diye sordu nefesini hemen tenimde hissederken. Başımı salladım belli belirsiz. Belimi öyle sıkı kavrıyordu ki Oğuz, istesem de düşemezdim artık. Nefesim daha da sıklaştı sırf bu yüzden. “Çok…” dedim nefes nefese. “Kalabalıklaştı birden…” Sıkıntıyla Oğuz’un kolundan tutundum. O anda beni daha sıkı kavradı. “Tamam tamam… Sakin ol önce. Geçip gidecekler şimdi. Bekleyelim mi?” Başımı olumsuz bir şekilde salladım. Beklersem daha kötü olabilirdim. Bir an önce bu cehennem sıcaklarından kurtulmak istiyordum. Sanırım ilaç almam gerekiyordu yine. Bu zamansız ataklar ne kadar devam edecekti bilmiyordum ama hayatımı daha da zorlaştırmasından çok korkuyordum. “Yok yok…” dedim telaşla. Onun etkisinden kurtulmaya çabaladım ama bu imkansızdı. Bedeni benimle bütünleşmiş gibiydi. “Beklemeyelim. Gidelim hemen. Boyalar?” “Düşünme boyaları. Ben alırım onları. Yürüyebilecek misin?” diye sorduğunda neredeyse bana sarılıyordu Oğuz ve bu his kalbimde değişik hisleri de beraberinde uyandırıyordu. Daha sık nefes alıyordum böyle. İyi miydim sahiden? “Evet, yürürüm…” diyerek gözlerimi yumduğumda Oğuz belimi bırakmadı ama üzerimdeki etkisi azaldı ve güneş yine tenimi yakmaya başladı. Beni destekleyerek götürmeye çalıştığında arkama dönüp boyalara baktım. Orada unutmak ya da bırakmak istemiyordum. “Boyaları al lütfen, ben yürürüm. Bekliyorum hadi,” diyerek duvardan tutunduğumda artık üzerime üzerime gelmeyen ve uzaklaşan gruba baktım. Nasıl yaşayacaktım böyle bilmiyorum. Kalabalıklar en büyük kâbusum olmaktan ne zaman çıkacaktı? Oğuz lafımı ikiletmeden boyaları aldığında onun peşinden küçük adımlarla ilerledim ve kısa sürede bu dar sokaklardan çıktık. Boyaları benim ayaklarımın dibinde üst üste koydu ve ben de ayaklarımı onların üstüne koyup dizlerimi kendime çektim. Gölgelik az da olsa nefes almama yardımcı olurken yokuş yukarı geldiğimiz yolu sessiz ve sakin bir şekilde geri çıktık. Oğuz hiç konuşmadı, bense ilk defa tatlı bir hisle kalbimin sıkıştığına şahit oldum. . .
Veee son bölümle geldim, bugünlük bu kadar tanıtım için attım bölümleri arka arkaya. Lütfen yorumlarda görüşlerinizi bildirin güz yaprakları. Her cuma yeni bölüm atmaya çalışacağım. Bir dahaki görüşeceğimiz tarih 25 Ekim gibi duruyor. İki bölüm atmayı düşünüyorum cuma günü. O zamana kadar beklemede kalın ve kendinize çok ama çok dikkat edin. Saygılarımla efendim :)) |
0% |