@kahverengiajanda
|
Telefondan bangır bangır bir müzik çalıyordu ve adamın ne dediğini anlamıyordum ama ritim çok hoş ve bir yerlerden tanıdıktı. Şarkıyı ezbere biliyor oluşum beni kısa bir an şaşkınlığa uğratsa da çok üzerinde durmak istememiştim. Zihnimin dipsiz kuyularında bu şarkının bir yeri vardı ancak tam çıkaramamış ve odada kimse yokken dans etmeye başlamıştım. Dans etmeyi bilmezdim ve ritimlerle aram kötüydü ancak bu şarkı öyle hareketli ve neşeliydi ki bana her şeyi unutturmuştu. Sanki çok eski bir dostumla karşılaşmışım ve sıcacık bir sarılma yaşamışız gibi bir histi bende uyandırdığı hisler. Oğuz boyalarla eve geldiğimizde duvarları yarın boyamayı teklif etmişti ama kabul etmemiştim. Yorulmuştum ama kendimi odaya kapatmak istemiyordum ya da uyumak, ilaç alıp aptallaşmak istemiyordum. Biraz vakit geçirmek iyi gelecekti bana. Üstelik bu ilacı sürekli alırsam asla kurtulamazdım o yüzden ilaçsız yaşamaya çabalamalıydım. Oğuz hiç içine sinmese de beni kendi seçimlerimle odada baş başa bıraktığında masada duran tarağı alıp mikrofon gibi dudaklarıma yaklaştırdım ve neyce olduğunu bilmediğim şarkıya eşlik ettim. Kalbim nefes nefese kalmaktan daha çok kasılırken bir anda önüme döndüm ve kapıda beni izleyen Oğuz’u görünce utançla kalakaldım. Şarkı tüm enerjisi ile devam ederken tarağı bırakıp hemen toparlandım. Bu olmasaydı iyiydi. Gerçekten utanmıştım ve kendimi yatak başlığının arkasına attığımda gülüşünü duymuştum. Yok olmak istiyordum ve maksimum yatak başlığının arkasına kadar yok olabiliyordum. “Şarkıyı biliyor muydun?” dedi içeriye girerken. Sesi bana daha çok yaklaşınca hafifçe kafamı çıkarıp baktım. Elinde fırçalarla bana doğru yaklaşınca iç çekerek dilimi ısırdım. Vücudum utançtan ibaretti sadece. “Tanıdık geldi sadece. Çok hatırlamıyorum,” diye yanıtladım onu iyice köşeye sinerken ama Oğuz geldi ve yine teklifsiz bir şekilde elimden tutup beni saklandığım yerden tek çekişte çıkardı. Odanın ortasında yabancı gibi kalırken Oğuz bıyık altından gülmeye devam ediyordu. “Portekizce bir şarkı. Çok eski. 2008 yılında çıktı. Çocukluğumun şarkısıdır,” derken aynı zamanda boya kutularını açıp boyaları ayarlamaya başladı. Ona cevap vermek yerine sessizce yatağa muşamba geçirdim ve doğruldum. O sırada Oğuz boyalarla oyalanmak yerine yatağın üstüne kirli bir tulum attı. Ona döndüm yüzümü. Şortunun üzerinden bu kirli tulumu giyiyordu. “Giysen iyi edersin. Boya bulaşırsa çıkmaz lekesi. Tinerle uğraşmayalım bir de,” diyerek ayağı ile bir kutu gösterdi. Sanırım tiner onun içindeydi. Söylediklerini dikkate alarak dolaba yöneldim ve eteğimi, Oğuz arkasını dönünce bir çırpıda çıkarıp altına giydiğim şortun üzerinden tulumu giymeye başladım. Dantel işlemeli ceketin içinden giymek istedim ama Oğuz bana dönüp eliyle yeniden uyardı. “Ceketi de çıkar. Kıyafetten çıkması zor olur. Hem sıcak değil mi öyle?” diyerek birkaç adımda yanımda bitti. Ustalıkla tulumun düğmelerini takınca içinde yüzdüğüm tulumla cekete baktım. Kapatıcı ile kapatmıştım ama terlediysem görünüyor olabilirdi morluklar. “İyi böyle,” dedim sessiz bir mırıltı ile. Oğuz başını kaldırıp bunu neden yaptığımı sorgularcasına bana baktığında aksine gülümsemişti. Tulum o kadar bol olmuştu ki içinde yüzüyordum adeta. Omuzları da sürekli düşüyordu haliyle. “Elimde de bir tek bu beden var. Gel buraya,” diyerek dolaba gitti ve kapağını açarak benden daha iyi bildiği dolabın içinden kemer buldu. Düşündüğüm gibi onu belime sardığında ceketime baktı ve durdu. “Ter içindesin Küçük Hanım, çıkarmayacak mısın gerçekten?” diye sordu bir kere daha. İsteksiz bir şekilde omuz silktiğimde Oğuz kemerimi bağlayıp beni süzdü. “Oldu da…” diyerek çenesindeki kısa sakalları kaşıdı. “Terleyerek hastalanmazsın inşallah.” “Bir şey olmaz, nereden başlayacağız onu söyle sen,” dedim birkaç adım ondan uzaklaşarak. Oğuz boştaki duvara gitti ve eliyle kitaplığı gösterdi. “Buralar ince işçilik ister. Zaten önce astar boya atacağız. Ben kitaplığı alırım sen de yatak başlığını bu renge boyarsın olur mu?” diyerek önüme sarı boyayı sürüklediğinde pastel renklerindeki sarı boyaya bakıp kafamı salladım. Yatağı birlikte ortaya çekip yatağın olduğu yeri tamamen boşaltınca muşamba aldım ve yere serdim güzelce. Odaya ucu kapalı terliklerle girmiştik. Fırçamı boyaya batırıp fazla olanını kutuya geri bıraktım ve fırçayı önce perdeliklerden başlayarak duvarın dibine sürmeye başladım. Sessizdik ve sadece Oğuz’un telefonundan yabancı şarkılar çalıyordu. Bildiğim tek şarkı da değişince daha çok sessizleşmiş ve boyaya odaklanmıştım tamamen. Boya yapmanın vücudumdaki gerginliği aldığını hissederken perdelikleri bitirip büyük fırçaya uzandım. Onu toy bir şekilde kutuya batırıp çıkardım ve muşambaya sıçramasına aldırış etmeden duvara sürdüm. Biraz dengeyi koruyamasam da neyse ki sonlara doğru toparlamıştım. İleri geri tüm duvarı birkaç saniyede boyadım. Şarkılar çaldı ve zaman üzerimizden su gibi geçti gitti. “Gençler!” İçeriye pat diye İpek’in dalmasıyla bütün konsantrem alabora oldu ve kocaman rulo fırçayı korkudan yere atıverdim. “Sakin girsene İpek!” diye yükseldi Oğuz, ben elimi kalbime koyunca. Hemen toparlanıp fırçayı yerden aldım ve muşamba serdiğimize binlerce kez şükrettim. Oğuz yanıma gelecekken son anda duruvermişti. “Ay özür dilerim ya, korkacağınızı düşünemedim. Dakikalardır sizi izliyorum ama çıtınız çıkmıyor. Beni fark etmediniz bile. İyi misiniz?” diyerek muşamba serili yatağa uzandı hiç rahatsız olmadan. “İş yapıyoruz ya, sen bilmezsin tabii böyle şeyleri…” diye laf soktu Oğuz kız kardeşine. Bu beni sadece gülümsetirken İpek homurdanmayı ihmal etmedi. “Bunu bana sen mi söylüyorsun Oğuz Demirel? Güleyim de boşa gitmesin bari. Hah!” diyerek sahte bir kahkaha savurdu. “Samyeli sen nasılsın? Kasabanın çarşısını nasıl buldun? Kalabalık değil mi?” dediğinde ürperdim saniyelik olarak. Kalabalık denmezdi ona. Bence burayı turistler ele geçirmişti de haberleri yoktu. “Biraz…” diye geveledim sadece. İşime odaklandım. “Bir gün de birlikte sahile gidelim ya. Yazın ders çalışmaktan nefret ediyorum, hem bana da iyi gelir.” Ona cevap verecek kişi olmadığımı bildiğimden sessiz kalıp devam ettim boya işine ve duvarlar bitince elimi belime koyup boynumu kütlettim. Anlık bir rahatlama ile rulo fırçayı duvara dayadım ve o esnada odaya Serpil teyze girdi. Elinde bir tepsi ve tepside de iki kocaman bardak vardı. “Mola zamanı gençler! Size taze limonata getirdim, için bakalım buz gibi.” Serpil teyzenin kelimeleriyle bile ağzım sulanmıştı limonataya. En sevdiğim içecekti herhalde. Yaylada ne zaman ağlasam, kötü bir şeyler olsa Alpay abi yapardı getirirdi. Sanki beni mutlu etmenin, yüzümü güldürmenin biletiydi. “Hani bana anniş?” dedi İpek, bozularak. Serpil teyze, kızına ters ters bakıp gözlerini benimle buluşturdu ve gülümsedi. “Samyeli?” diyerek tepsiyi bana uzatınca bardağı aldım hemen. Enfes görünüyordu limonata. Bardak da zaten havaya tezat buz gibiydi ve terliyordu. “Teşekkürler Serpil teyze,” diyerek aceleci bir şekilde yudum alınca öyle iyi gelmişti ki buzlu limonata yorgunluktan olsa gerek bir anda ellerim titremeye başlamıştı ve limonata biraz üzerime dökülmüştü. Limonata damlaları tenimde serinletici bir etki oluştururken İpek’le göz göze gelip halime güldük. Aynı anda gülmek garipti doğrusu ama nedense göz göze gelince gülmüştük. “Rahatladın sonunda,” dedi İpek yataktan kalkarken. “Sıcaklamıyor musun ceketle? Terlemişsin zaten,” diyerek yanıma diz çöktüğünde ben kolumu çekmeye fırsat bulamadan İpek kolumu sıyırdı ve damarlarımdaki morluklarla tanıştı. O kapatıcıyı bu sıcak havada boşuna sürdüğümü biliyordum. Tahmin ettiğim gibi terlediğimden dolayı boyası dantele bulaşıp akmıştı. Nefesimi tutup ona bakarken İpek donakalmıştı. Elleri dantelli cekette öylece kalakalırken ben bardağı hızla bir kenara bırakıp kolumu indirdim ancak olan olmuştu. Odadaki herkes görmüştü göstermek istemediğim bu şeyi. Sesi titreyen kadın, “Kolay gelsin canlarım benim,” diyerek odadan çıktı. Sanki görmemiş gibi yaptığında Oğuz’a baktım çekinerek. Başımda öylece dikilmiş elindeki bardakla koluma odaklanmıştı. Yüzünde bariz bir şekilde acı geçişleri olurken sertçe yutkunup limonatayı tek nefeste bitirdim ve bardağı yere koydum sertçe. Elimle ensemi yokladığım esnada sıcak yüzüme öyle basmıştı ki zaten su gibi terliyordum bir de utanç bedenimi ele geçirince karşılarında küçülüyordum iyice. “Tenin ne kadar da beyaz!” diyerek doğruldu İpek, konuyu değiştirmek istediğini belli ederken. Ben çaresizce ensemi ovarken İpek sözlerine devam etti. “Vampirlerin teni bile bu kadar beyazlamıyor abi!” dedi abartılı bir sesle. Ağlayacaktım galiba. İpek’in iyimserliği karşısında minnetle gözlerimi yumarken odada olmayan sert bir ses işittim. “İkiniz de çıkın!” Bu kesin ses Alpay abiye aitti. Derin bir nefes aldım ve nefesimi tuttum. Bir yıldırım çarpmıştı sanki odaya. Herkes öyle sessizleşmişti işte. Kimse onun lafını ikiletmeden odada bizi baş başa bıraktığında tuttuğum nefesi verip başımı kaldırdım. Kapıyı kapatıp bana doğru geldi ve karşıma geçip oturdu. Üzerimdeki ceketi beni incitmeden çıkarınca askılı beyaz bluzumla kaldım. Omzumda daha geçen aydan kalan iğne izleri göz kırptı. Geçmemişlerdi bunlar çünkü geçen ay yaşadığım en kötüleriydi. “İyi misin?” dedi sessizce. Başımı sallamakla yetindim ve gözümden akan yaşı sildim hemen. “Doktor ilaçların dozunu azalta azalta bırakacağını söyledi. Merak etme, bir gün bunların hiçbiri kalmayacak teninde Küçük Hanım.” Başımı salladım yeniden yeniden ve yeniden. Alpay abi neler hissettiğimi bilir gibi omuzlarımdan tutup başını bana eğdi. Gözlerimin en içine bakarken dudaklarımı kemire kemire baktım yüzüne. Gözlerim akıtmadığım yaşlarla şişmişti. “Ağlama artık. Üzülme de. Hiçbir şey için geç değil bunu biliyorsun. Ümitsizliğe düşmeyeceğine söz vermiştin bana,” diyerek gözlerime bakmaya devam edince patlamak üzere olan bir bombadan farksız yüzümü kaldırdım. Hıçkırmak istemiyordum ama hıçkırıklarım firar etmek için ağzımı açmamı bekliyordu. “Sa-sadece…” İlki şiddetle kaçtığında elimin tersiyle gözyaşımı yok edip hırsla soludum. “Özgürce nefes alabileceğim de-değil mi Alpay abi? Gü-günün birinde…” Alpay abi gözlerimin içine bu kadar şefkatli bakarken gözlerimi ayıramıyordum ondan çünkü ilaç gibiydi bakışları. Bütün bedenim uyuşuyor ve sakinleşiyordu. Yuvamda gibi hissediyordum. Güvenli alanımı onunla keşfediyordum. “Sen zaten özgürsün Küçük Hanım. Zehra denen kadın artık yok. Doktor yok, rehabilitasyon yok, seanslar yok. Seni üzen kimse yok burada. Burası senin evin. Anlıyor musun beni? Buradaki insanlar senin en yakının artık. Burası senin evin Küçük Hanım.” Kaşlarımı kızgınca çatıp surat astım. “Bana bir kere adımla seslensen ölür müsün ya?” dedim hıçkırarak. Alpay abi beklemediğim bir anda gülerken doğruldu ve yüzünü ekşitti. “Adın çok çirkin. Bunu söylemiştim sana. Adınla seslenmeyeceğim sana hiçbir zaman. Bunu benden bekleme.” Bu beni de tıpkı onun gibi güldürürken artık üzgün müyüm mutlu muyum ayırt edemiyordum. Kısacık gelip giden ağlama krizimden sonra gözyaşlarımın kontrolünü nihayet ele geçirip ağlamaya bir son verdim. Derin derin nefes alıp sakinleştim. “Çok güzel burası,” dedim kafamı kaldırıp. Tırnaklarımla oynamaya başladım strersle. İçimdekileri söylemekten hiçbir zaman çekinmiyordum ve aksi gibi bu beni rahatlattığından Alpay abi beni zaman zaman dinlerdi. “Oğuz çok iyi, İpek çok tatlı. Anneni de Serpil teyzeyi de çok sevdim. Çok ailemsi…” dediğimde Alpay abi kendini tutamayıp burun kemiğini sıkarak güldü. Kaşlarımı çatıp burnumu çektim. Bunun nesi komikti? “Ailemsi…” diye sayıkladı. Gözlerimi devirdim hızla. Fazla garip bir kelime olmuştu, kabul ama başka ne diyebilirdim ki? Ailemsilerdi onlar. Benim hiç bilmediğim şeylerdi bunlar. “Evet ve bu çok güzel. O kadar güzel ki,” deyip dışarı taşırdım gözlerimi. Akşamüzeri oluyordu ve gün nasıl geçti anlayamamıştım bile. Hâlbuki eskiden zaman denen o şey bana geçmezdi. Ölüm gibiydi. Yavaş yavaş gelirdi ve acı vere vere yok olup giderdi. Ertesi gün ise her şey birer tekerrürden ibaret olurdu benim için. “Bir rüya olmasından korkuyorum her şeyin. Öte yandan bir boşluk hissi var içimde. Nasıl dolduracağımı bilmiyorum ama bu eksiklikle yaşamak çok zor olacak gibi.” “Merak etme dolduracağım ben o eksikliği,” dedi Alpay abi ciddiyetsiz bir sesle. Ters ters baktım ona. Böyle konuşuyorsa kesinlikle dalga geçiyordu benimle. “Dalga geçeceksen git artık.” Kaşlarını kaşımaya bir son verip ciddileşti. “Tamam tamam. Ama yalan yok, dolduracağım ben o boşluğu. Aktiviteler yapacağız, burada birlikte yaşayacağız artık. Biliyorum rahatlamak şimdi sana garip ve zor geliyor ama zamanla buna da alışacaksın. Önce sağlığını toparlarsak gerisi çorap söküğü gibi gelecek zaten. O yüzden kısa zamanda dil derslerine başlayacaksın.” Gözlerim iri iri açıldı birdenbire. Ders demek sınıf demekti ve sınıf demek kalabalık demekti. “Olmaz!” diye itiraz edince ellerini teslim olurcasına kaldırdı. “Oğuzlar yardımcı olacaklar sana merak etme. Öyle ders değil. Kişisel, sana özel. Anlaştık mı? İspanyolcayı öğreneceksin önce,” dediğinde bugün çalan şarkı geldi aklıma birdenbire. “Alpay abi ben daha önce hiç duymadığım bir yabancı şarkıyı bugün ezbere söyledim ve Oğuz o şarkının Portekizce olduğunu söyledi. Böyle bir şey nasıl mümkün olur?” diye sorduğumda Alpay abinin yüzüme bakan bakışlarını yakaladım. Az önce alayla bakan, beni neşelendirmek için gülümseyen gözleri şimdi durgun bir deniz kıyısından farksızdı. Dalgın dalgın bakarken aslında yüzüme dalmadığını bilerek öyle leyla gibi baktığını anladım. “Belki de unuttuğun çocukluğundan bir şarkıdır Küçük Hanım. Yaşadığın travmatik olayın sonuçlarını ve getirilerini kimse ön göremiyor. Bu da beyninin bir köşesindeki bir ışıktır belki. Belki de o karanlığın son bulması gerekiyordur artık. Bu seni ürkütüyor mu? Yani geçmişini hatırlamak,” diye sorunca kaşlarımı çattım huzursuz bir şekilde. Daha önce de ekim kelimesi ile böyle hissetmiştim. Aslında o bir kelime de değildi. O bir isimdi sanırım ama kimin ismiydi bilmiyordum. Tek bildiğim geçmişimde bir yerinin olduğuydu. Bir çocuk sesi zihnimde her seferinde yankılanıp durmuştu ancak asla ipin ucunu bulamamıştım ve boş vermeyi seçmiştim. Geçmişim… Onu hatırlasam ne olacaktı ki? Bu beni ürkütmüyordu ama canımı sıkıyordu. “Geçmişimi hatırlamam mümkün değildi ama,” diye mırıldandım düşünceli bir sesle. Alpay abi dudaklarını büzdü ve omuz silkti. “Beyin bu,” dedi işaret parmağını şakağına vurarak. “Bilemezsin ki nasıl bir yapıda olduğunu. Belki de geçmişini hatırlamanın vakti gelmiştir Küçük Hanım. Kendini zorlamadan deneyebilirsin bunu ama ilk ve tek kural, kendini zorlamak yok. Anladın mı? Hatırlamak istemezsen de anlarım seni,” dedi anlayışla. Yutkunarak başımı salladım. “Neyse,” dedim keyifsiz bir şekilde. Hatırlamak en berbat olduğum konulardan birisiydi. “Gerek yok, ben hiçbir şey hatırlamak istemiyorum. Biraz hava alsam iyi olacak bu arada. Boyaların içinde ciğerlerim öldü,” diyerek dikildiğim yerden hareketlendim ve üzerimdeki tulumu çıkarıp eteğimi yeniden giydim. Askılı bluzum ve morumsu damarlarımla bu odadan çıktım. Düşünmemek için merdivenlerden aşağıya indim ve arka bahçeye çıktım sakin adımlarla. Akşamüstü olduğunda evin içinde tatlı bir esinti kol geziyordu ve bu içimi gıdıklıyordu. Acaba kış geldiğinde nasıl bir hava olacağını merak ederek bahçede biraz gezindim. Epey geniş bir alandı ve her kim ilgileniyorsa çok güzel ilgilenmişti bahçeyle. Bol bol yeşillik, meyve ağaçları ve çiçeklerle bezeliydi her yer. İçimi sıcak bir hisle kaplayan bu bahçe sanırım bana terapi gibi gelecekti hep. İlerideki üç kişilik salıncağa gittim. Kimse yokken oturdum ve ucu kapalı terliklerimi çıkarıp terleyen ayaklarımı serinliğe bıraktım. Sadece birkaç dakika sürdü yalnızlığım. Güneş, semalara tatlı bir veda öpücüğü bırakıp etrafta silinip giderken çimenlerden gelen hışırtı seslerini duydum. “Gelebilir miyim?” Bu ürkütmekten korkan, çekimser, ince ses Nilüfer teyzeye aitti. Arkama döndüğümde elinde bir tepsiyle geliyordu ve o tepside az önce kana kana içtiğim leziz limonatalardan vardı. “Elbette. Hoş geldiniz,” diyerek yana kaydım ve salıncağı durdurdum. Nilüfer teyze tepsiyi dikkatlice bana verip salıncağa oturdu ve benim gibi terliklerini çıkarıp melteme bıraktı kendini. Tepsiyi ikimizin arasına koyup bardağın birisini alarak pipetle bir yudum çektim. “Limonatayı çok seviyorum,” dedim doyulmaz buz gibi tadıyla. Tatlı ekşi tadı midemde çalkalansa da içmeye devam ettim. Bu havaya çok iyi gidiyordu. “Biliyordum…” diye bir mırıltı işitince dudaklarımı yalayarak Nilüfer teyzeye döndüm. “Anlamadım, neyi biliyordunuz?” Nilüfer teyze bardağa parmağıyla tıklatarak bana döndü ve dudaklarını birbirine bastırdı minicik bir tebessümle. Yüzüne yerleşen hüznü görmemek elde değildi. Geldiğimden bu yana hüznün ördüğü duvarların üzerinden gülümsüyordu hep. “Limonatayı sevmeseydin bu kadar içmezdin diye tahmin ettim. Seviyormuşsun,” deyince kafamı sallayarak önüme döndüm. Manzarada gezdirdim gözlerimi ve pipetten koca bir yudum daha aldım. Ayaklarımı öne arkaya doğru salladım çocuklar gibi. Basit bir limonatanın beni bu kadar mutlu etmesi garipti işte. “Bana neden senli benli hitap etmiyorsun güzelim?” Nilüfer teyzenin sorusuyla birlikte birkaç saniye durup düşündüm. Senli benli hitap etmekten çekiniyordum sadece. Özel bir şeyim yoktu lakin henüz bir haftam bile dolmamıştı, buradaki herkese biraz çekimser yaklaşıyor olmam normal değil miydi? “Bilmem. Biraz çekiniyorum sadece,” dediğimde Nilüfer teyze samimiyetle çıplak omzumu sıvazladı ve o esnada kolumdaki morlukları fark etti. Onun da yüzünü az önceki gibi bir şok kapladı, sonra gözlerine bir perde indi. Hüzün perdeleri. Garip bir şekilde kendimi kadından uzaklaşırken buldum. “Canım benim,” dedi gözlerini ayırmadan, yumuşacık bir sesle. İğnelerin yapıldığı yeri tüy kadar hafif bir dokunuşla okşadığında içim ürpermişti. Bir titreme sarmıştı bedenimi. Limonata bardağını tepsiye bırakıp derin bir nefesle dikleştim. Nilüfer teyze elini nihayet bedenimden çekince yüzüme baktığını hissediyordum. Bense ondan gözlerimi çoktan ayırıp bu kapana kısıldığım andan sıyrılmak maksadıyla denize bakıyordum. “Çekinme hiçbirimizden güzel kızım. Ben seni daha fazla rahatsız etmeyeyim. Dinlen burada,” diyerek kalktı salıncaktan ve kendi içeceğini alıp uzaklaştı. Hiç beklenmedik bir anda yalnız bırakılmamla kadının arkasından baktım. Uçuş uçuş olan çiçekli elbisesi akşam meltemiyle savrulurken bir manken edasıyla taşlı yoldan ön bahçeye ilerledi. Hemen önüme dönüp farkında olmadan tuttuğum nefesi bıraktım. Gözlerimin nemlendiğini hissedince başparmağımla nemini aldım ve burnumu çekerek arkama yaslandım. Yarım kalan limonatamı içmeye çalıştığımda boğazımdaki yumrularla kalakaldım. Tadı da kaçmıştı limonatanın zaten. Onu geri yerine bırakıp bacaklarımı karnıma çektim ve çenemi dizlerime gömerek dik dik manzaraya baktım. O anda hissettiğim tek duygu yoğun bir öfkeydi. Kime öfkelendin, neye öfkelendin diye sorarsanız annemeydi bütün öfkem. Kalbim kırılmıştı ama anneme karşı kırılmıştı. Gözlerimi açtığımdan beri, annemle ilk göz göze geldiğim andan beri bana bir kerecik bile güzel kızım dememişti. Bana bir kere bile canım dememişti ve şimdi bu hiç tanımadığım yabancı kadın benimle öz kızı gibi konuşuyordu. Hayatın şaşmaz adaleti bu muydu şimdi? Onca fakirliğin içinde ben anne olanına düşmüştüm. Var olanın yokluğuyla kalbim burkuluyor, yara alıyordu. Reva mıydı bu hayat? Söylesene? Ben bunu hak edecek ne yapmıştım? Annemin beni sevmemesi için, annemin beni bir dağ başına kapatması için ne hata günah işlemiştim de senelerce hem fiziksel hem de duygusal anlamda böyle yaralar almıştım? Anneme bu zamana kadar öfkelenmemiştim ben hiç. Hep geçerli bir sebebi var demiştim ama sanırım yanılıyordum. Geçerli bir sebebi olsa da ben onun özbeöz kızıydım. Benden sevgisini esirgememesi gerekirdi. Tıpkı beni hiç tanımayan Serpil teyzenin, Nilüfer teyzenin esirgemediği gibi. İpek ve Oğuz ne şanslıydı. Hele Alpay abi… Üçü de çok şanslıydı böyle anneleri olduğu için. Kendi düşüncelerim bir katil soğukluğu ile boğazıma binlerce bıçağı dayamıştı. Zorla yutkunurken gözlerimin yanması işten değildi. Hava iyice karanlığa hapsolduğunda salıncak durmuştu artık. Zaman su gibi akmıştı bir gün daha ve İspanya’daki bir günüm daha bitmeye yüz tutmuştu. Hemen yanımdaki limonatayı ve tepsiyi dikkatlice yere bırakıp salıncağın köşesinde duran kırlenti başımın altına alarak cenin pozisyonu aldım. Uyursam geçerdi bu bıçakların keskin hissi de. *** “Ahahahah! Palyaço Oz, palyaço Oz!” Küçük kız, Oğuz’un ismi kendince daha kolay telaffuz etmenin bir yolunu bulmuştu. Ona sadece Oz diyordu ve bu en kolayıydı. Şimdi de burnunun ortasındaki ufacık kahverengi bene takmıştı kafayı ve arsızca o bene kahkahalar atıyordu. “Sinirimi bozma Ekim…” diye mırıldandı Oğuz, başını kaldırmış ağaca sinir bozucu bakışlar fırlatırken. Alpay ile birlikte sahada maç yaparken topları ağaca kaçmıştı ve ne şanstır ki ağaçta tehlikeli işlere yelken açan küçük kızın gazabından kaçamamışlardı. “Asıl sen benim sinirlerimi bozma! Patlatırım topunu!” dedi tehditkâr olduğunu düşündüğü peltek sesiyle. Oğuz zerre etkilenmeyerek bıkkın bir şekilde alnındaki teri sildi ve ağacın kalın gövdesine giderek sallamaya çalıştı lakin imkânsız bir girişimdi. Başarısız olmuştu. “Kızım! Seni ağaçta da kovalarım bak! Atsana topu!” diye bağırınca topu dört gözle bekleyen Alpay en büyükleri olarak ağacın altına gelmişti. Küçük kız inatçı bir tavırla pis futbol topuna daha sıkı sarılarak dudaklarını büzüştürmüştü. “Alsana, vermiyorum işte. Benimle oynamıyorsan kimseyle oynama o zaman! Bu topu benden çok sevemezsin! Gel de kovala,” diyerek dikkatlice ağacın kalın dalında ayaklanınca Oğuz, iki elini birden suratına yapıştırmıştı. “Abicim derdin ne? Versene topumuzu bak akşam ezanına kadar izin verdi annemler zaten, hadi ya!” Alpay, elinden geldiğince kız kardeşinin gönlünü kırmadan topu vermeye ikna etme çabalarına girişse de küçük kız inatla daha yükseğe çıkmıştı ve topu canından bir parçaymış gibi sarmaya başlamıştı. “Ver-mi-yo-rum!” diye bağırdı küçük kız inatçı bir tavırla. Oğuz çaresizce Alpay’a döndü ve bir şey yapmasını umdu zira bu kızın inadını çok iyi biliyordu iki oğlan da. Bir şeyi istemiyorsa asla yapmazdı. “Alpay abi…” diye sızlandı Oğuz. Ağacın diğer tarafına doğru sağlam adımlarla ilerleyen kız dalın incelip güçsüzleşmesiyle birlikte dengesini kaybedeceğini anlamış ve sabit durmaya karar vermişti. Aşağıda ne döndüğünü an itibariyle unutmuş ve sanki kendisini bu sallantıdan kurtaracak şey bir topmuş gibi sımsıkı sarılmıştı. Tehlikeyle birlikte nefes alışları da değişince bacakları titremeye başlamıştı. “Ekim! Abicim topu atarsan balerin oyununu oynayacağım seninle! Yemin ediyorum bak!” Küçük kız abisinin teklifiyle heyecana kapılınca yüzünde tatlı bir tebessüm oluşmuştu. Dala bakmayı kesip aşağıya baktığında ne kadar yükseğe çıktığını fark etti ve heyecanla yutkundu. “Abi al!” diye haykırıp topu aşağıya fırlattı bir anda. Oğuz topu havada yakalayınca küçük kızın bu kadar hızlı vermesine şaşırarak ağacın iyice dibine gitti ve kafasını kaldırdı. “Hadi Oğuz, oyuna koş!” Alpay’ın bağırmasına karşılık Oğuz topu sahaya doğru fırlattı hızlıca zira küçük kızın ağaçtan düşmek üzere olduğunu fark etmişti. “Alpay abi Ekim düşecek koş!” diye bağırdığında küçük kız geri inmek için arkasına dönmüştü ki dengesini kaybetmesi kaçınılmaz olmuştu. Bir anda küçük bedeni dalların darbesiyle aşağıya uçarken Oğuz’un üzerine düşmüştü ve bu acılarını hafifletmişti. “Ekim!” Alpay, olayın şokuyla ağaca doğru koşarken Oğuz, küçük kızı üzerinden dikkatlice kaldırıp omuzlarından tuttu ve her yerine baktı. “İyi misin Ekim? Neren acıyor? Ağlama, söyle bana!” diye bağırdı Oğuz, göremediği bir yerinde ciddi yarası olmasından korkarak. “Bu-buram…” Kız ağlayarak kolunu uzattığında Oğuz dirseğinden akan kanı görmüştü. Aynı şekilde beyaz külotlu çorabı da yırtılmış ve dizleri kanamıştı. Üstü başı yeşil yaprak olmuştu hep. Alpay kız kardeşini gördüğünde yere diz çöktü ve Oğuz’un kafasını okşadı. “Aferin şövalye,” diyerek güldü ve kız kardeşini kucağına aldı. Sırtını sıvazlayarak sakinleştirmeye çalıştı bir süre. “Tamam prenses, sen de ağlama bu kadar. Ağaçların tepesi tehlikeliymiş öyle değil mi?” “Canım acıyor abi!” Küçük kız çenesini abisinin omzuna yaslayarak arkasından gelen Oğuz’a bakıyordu ve bir yandan da ağlamaya devam ediyordu. Sicim sicim akan yaşları küçük yanağının her bir köşesini kaplamıştı. “Sonsuza dek acımayacak ya! Ağlama işte!” diye homurdandı Oğuz peşlerinden yürümeye devam ederken. Kızgın gözlerini devirip kollarını bağladığında kısacık bir an arkasına dönmüştü. Arkadaşları top oynamaya devam ediyordu ama Oğuz, Alpay olmadan o oyunda olmak istemiyordu. “Acıyor işte!” diyerek bağırdı küçük kız ciyak ciyak. Oğuz yüzünü haddinden fazla buruşturarak kendi kendine söylenirken küçük kız abisinin boynuna daha sıkı sarılarak içli içli ağlamaya devam etti. “Susarsan sana limonata alırım!” Oğuz’un sesiyle birlikte küçük kız burnunu çekerek ağlamaya bir son verdiğinde Oğuz zafer edasıyla gülümsüyordu artık çünkü küçük kız limonataya bayılırdı. |
0% |