@kahverengiajanda
|
Limonata… Şövalye… Ağaç… Sabaha karşı uyandığımdan bu yana güneşin doğuşunu seyretmek için terasa çıkmıştım ve neyse ki tek başıma istediğim manzarayı yakalayabilmiştim. Buradaki birinci haftamı tamamlamak üzereydim ve birkaç gün sonra ağustos ayına merhaba diyecektik. Sıcaklar hiç değişmemişti ancak sabaha karşı olduğu zaman enfes bir serinlik oluyordu. Sanırım buranın en sevdiğim yanı sabaha karşı olan an olmuştu. Güneşi kucaklarcasına içime hapsedebiliyordum sanki. Sağ tarafım bir kasaba ve sol tarafımsa bir denizdi ucu bucağı olmayan. Bir de çok uzaklarda sislerle örtüşen sivri dağlar vardı. Birkaç gündür uyku düzenimi tutturmuş haldeydim ve güneş doğmadan yarım saat önce uyanıp terasa çıkıyordum. Lakin bugün diğer günlerden farklı olarak gördüğüm bir rüya ile uyanmıştım. Beni uyandıran ise telefonumun sevimli alarm sesiydi. Bu anı kaçırmamak için alarm kuruyordum tabii ki. Bahçedeki gibi salıncağın bir benzerini de terasa kurdukları için bir köşeye kıvrılmış gökyüzüne yayılan turunculuğa bakıyordum, aynı zamanda düşünüyordum. Gördüğüm rüyaya dair herhangi bir detay hatırlamıyordum ancak birkaç kelime sürekli zihnimde kendi kendine tekrar ediyordu. Sanki çok önemliydi bu üç kelime. Limonata, şövalye ve ağaç. Kesik kesik ışıltılı görüntüler rüyamda gündüz yaşadığımı işaret ediyordu ama bunun dışında hiçbir şey yoktu. Bir de gerçekçi oluşu vardı tabii. Rüyaya kendimi o kadar kaptırmış halde uyanmıştım ki uyandığım için sanırım biraz üzgündüm de ama bunun şimdilik bir önemi yoktu. Keskin gözlerim etrafa tehditkâr bakışlar savururken kelimeleri mırıldandım defalarca olduğu gibi. Mırıldandıkça anlam kazanacaklarına emindim. “Limonata, şövalye ve ağaç… Aferin şövalye.” “Susarsan sana limonata alırım!” Arkamdan gelen sesle irkilerek kalktığımda Oğuz görüş açıma girdi gülerek. “Hey, hey sakin ol! Korkutmak istemedim. Dalmış mıydın? Kusura bakma,” diyerek yanıma oturunca ona uykusundan yeni uyanmış huysuz bir kız bakışı gönderip göz devirdim. Bugün ne mutlu ne mutsuzdum ama huzursuz olduğuma emindim. Şu kelimeler kafamı çok kurcalıyordu ve hiçbir anlamları yoktu sanki. “Uzanıyordum yalnız, şuraya oturur musun?” diye iteklediğimde Oğuz omuz silkti gıcık gıcık. “Bana ne canım, buraya oturdum bir kere. Hem en sevdiğim yer burası. Çok istiyorsan yat,” diyerek eliyle dizine vurunca alt dudağımı sarkıtıp gözlerine ve vurduğu dizlerine dik dik baktım. Ne saçmalıyordu Allah aşkına? İyice vidaları gevşiyordu bu adamın da. “Ben niye senin dizine yatıyorum be? Kalk git şuradan, asabım bozuk bak zaten!” Başımın altındaki kırlenti alıp ona sert olduğunu düşündüğüm bir güçle vurduğumda Oğuz oflasa da gerçek bir sinir olmadığının farkındaydım. Ona vurduğum kırlent darbelerini eliyle engelleyerek bana bakmaya çalıştı. “Borcum vardı sana. Dizlerimde uyuma borcu. Hani hatırlarsan ben de senin dizlerinde uyumuştum ya. Ödeşirdik işte. Hem öcü değilim ben, yemem seni korkma.” “Hadsiz,” diyerek doğruldum ve bacaklarımı karnıma çekerek cenin pozisyonu aldım. Çenemi dizlerime yaslayıp öldürücü bakışlarımı karşı kasabaya ve maviliğiyle beni her gün hayran bırakan körfeze gönderdim. Liman çoktan dişli çarklarıyla işlemeye başlamıştı. Bense o limana tamamen zıt, durgun bir çarktım ve dönmüyordum… Paslanmıştım. “O kadar da demedik Küçük Hanım. Kızdın mı?” diye mırıldandı Oğuz, az önceki zevzekliği yarıda keserek. Ona bakmadan kaşlarımı daha çok çatarken zihnimde bir çocuk sesi yankılandı. Suratım iyice buruşunca Oğuz’a döndüm. Kafam çok karışıktı sadece. “Az önce bana ne dedin sen, söylesene bir daha?” dediğimde suratıma boş boş bakıp cevap verdi. “O kadar da demedik Küçük Hanım, dedim. Kızdın mı, diye sordum. Ne oldu? O kadar çok mu kızdın harbiden?” dedi gözlerini kısarak. Suratındaki sevimli soru işaretlerine gülmemek için alt dudağımı dişlerimle ezip önüme döndüm. “O değil. Ondan önce. Limonatayla ilgili bir şey demiştin,” dediğimde gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Gülmek istemiyordum. Kim derdi gülmemek için kendimi sıkacağımı. “Susarsan sana limonata alırım, dedim. O mu? Ne olmuş ona?” deyince kafamda çocuksu bir ses yankılandı. Susarsan sana limonata alırım! Allah’ım kimin sesiydi bu? Aferin şövalye vardı bir de sürekli tekrar tekrar işittiğim. Bu sesler birbirinden farklı çocukların seslerine aitti. Birkaç kelime ve iki üç tane çocuksu sesle zihnim tam bir karmaşaya kurban giderken daha fazla kendime eziyet etmeye katlanamadım ve ani bir çıkışla elimi saçlarıma daldırıp delirmiş gibi saçlarımı dağıttım. Bu kadar soru işaretine dayanamıyordum artık! Hiçbiri son bulmuyor ve sürekli kafamı kurcalıyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum gerçekten. “Bu ne ya, bu ne? Çıkın kafamdan be! Defolun garip sesler! Çıkın ya! Delireceğim valla, az kaldı delirmeme! Allah’ım!” Ortadaki sehpaya bile ulaşmayan çıplak ayaklarım havada öylece savrulurken yorgun bir şekilde durup hemen sağımda oturan adama döndüm. Ucube görmüş gibi bana bakıyordu ve kollarını göğsünde birleştirmiş ürkek bakışlar atıyordu. Haklı bakışlardı bunlar. Ucube gibiydim artık. Yüzüme gelen saçlarımı çekip sinirimi ondan çıkarmaya karar verdim ve ayağımla bir tekme atıp bağırdım. “Sen niye gelip bana öyle cümle kuruyorsun birden? Ne alaka limonata şimdi?” diye yükseldiğimde Oğuz gözlerini kırpıştırdı şaşkın bir vaziyette. Ona sıçramak mantıksızdı ve bunu anlamam birkaç saniyemi almıştı. “Limonata diye sayıklıyordun geldiğimde. Ne oldu ya? Bu iki tekmeyi hak edecek ne yaptım onu söyle sen? Neydi günahım!?” diye ajitasyon yapınca oflayarak yüzüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Bana ayak uydurması bir yandan hoşuma giderken bir yandan canımı sıkıyordu. Kafam mercimek çorbası gibi olmuşken bir de sabah sabah üstüne Oğuz çekilmiyordu pek. Üstelik anlamsız duygu geçişlerimi yalnız yaşamak ya da hiç yaşamamak en iyisiydi. “Sinirlerim bozuk, idare et işte,” dedim burun kıvırarak. “Düşünüyorum, düşünmek de başımı ağrıtıyor,” diye mırıldandım sonradan sakin bir sesle. Mutsuzluğun dibine vurmuş bir genç olarak iyice küçülerek salıncağın boş yerine kıvrılınca Oğuz kollarımdan tutup kafamı dizinin üstüne koydu ansızın. Bunu hiç beklemiyordum. Düz dönüp kızgın bir şekilde ona bakınca parmağıyla şakaklarımdan ittirdi ve yüzümü manzaraya çevirdi. Gözlerimi kırpıştırdım yalnızca. Şu an onun dizindeydim… “Salak salak itirazlarını içindeki sinir hastası kıza sakla Küçük Hanım. Hem bu arada bu halin hiç hoş değil. Tek gecede ruh mu değiştirdin de böyle sinirli birine dönüştün? Dün böyle değildin,” deyince gözlerimi kapattım ve nefes aldım sakince. Dün stabildi, evet. Dümdüz bir gündü ama yine de güzeldi. “Bir soru soracağım ama dürüstçe cevap vereceğine yemin et,” dediğimde Oğuz hiç düşünmeden, “Yemin ederim dürüst olacağım,” dedi. Yüzüme esen saç tellerini elimle çekerken Oğuz benim yerime saçlarımı zapt edince kaşlarım havalandı ve ağzım açık kaldı. “Şey…” dedim boş boş. Ne diyordum?.. “Ne?” dedi Oğuz da merakla. Dudağımı yalayarak gözlerimi kapatıp açtım. Hah! Hatırladım… “Bir rüya sana hiç böyle aşırı gerçekçi geldi mi? Yani uyandığında aslında uyandığın anın rüya olduğunu, gördüğün rüyayı da olman gereken yermiş gibi hissettin mi hiç?” diye sorduğumda Oğuz düşünceli bir şekilde mırıldandı. Ondan gelecek ufacık cevabı beklerken bu sırada neden saçlarımın arasında arsız parmakları geziniyor onu düşünüyordum. Kalbim an itibariyle at gibi dörtnala koşarken dudaklarımın arasından nefesimi verdim gergin bir bekleyiş içerisinde. Dokunduğu her yerimi uyuşturuyordu parmakları. Düz bir sesle, “Ara sıra ben de gerçekçi rüyalar görürüm ama seninkisi gibi olmadı. Ne gördün ki rüyanda?” deyince dudaklarımı büzerek ve sırtüstü dönerek ona baktım. “Pek hatırlamıyorum. Sabahtan beri limonata, şövalye ve ağaç kelimeleri dolanıyor zihnimde. Rüyam çok gerçekçiydi bir de. Uyandığımdan beri durmadan aklımda kalan kelimeleri düşünüyorum. Bir de şey var,” diyerek parmağımı salladım. “Susarsan sana limonata alacağım ve aferin şövalye. Bir çocuk sesi durmadan zihnimde bunları bağırıyor. Ne olabilir ki?” dediğimde Oğuz’un bana bakan gözleri donuklaştı ve kaşları çatıldı. Sanki bu andan kopup gitmişti sözlerimle. Yüzümü görmüyordu ama bana bakarken bambaşka anlara savrulmuştu ve ben onun zihninde yaşadıklarını merak ediyordum. Öylece durmuş suratıma delikler açacak kadar net bakarken utancın verdiği kırmızılığın ayak parmaklarımdan başlayarak yukarı doğru tırmandığını hissettim. Yüzümün de çok geçmeden kızaracağını hissedince hemen doğruldum ve büyük bir nefes aldım. Ellerim üşümüştü. Yanaklarımı şişirip nefesimi tuttum ve verdim. En iyisi odaya kapanmaktı. Bedenimin böyle kontrolden çıkmış gibi tepkiler vermesinden gına gelmişti artık. Arkama dönmeden, “Ben odamda biraz daha uyuyayım, rüyamın devamını görürüm belki,” diyerek salıncaktan indim ve koşar adımlarla merdivenlerden aşağıya ilerledim. Evin içine girince doğruca odama girip kapıyı kapattım ve sanki Oğuz gelip kapımı yumruklayacakmış gibi kilitledim. Kalbim çok hızlı atıyordu. Bana olan derin bakışları… Kafamı hızlıca iki yana salladım. O bakışlardı benim bedenimi, kalbimi bozan. Hatırlamak istemiyordum. “Ay kıpkırmızı oldum! Bittim bittim!” Aynamın karşısında durunca suratımın gerçekten kızardığını anladım. Sabah sabah yıkamadığım yüzümdeki çillerim donuk bir şekilde bana selam verirken kaşlarım da hep dağılmıştı. Burnumu kırıştırıp alnıma vurdum sertçe. “Geri zekâlı bu tip ne? Bari yüzünü yıkasaydın Samyeli, kızım adam… Ahh, daha fazla bakamayacağım kendime. Felaket felaket. Sıcaktan boğulup ölmek istiyorum Allah’ım.” Pikemin içine girip kafama kadar örttüğümde sıcaklamıştım gerçekten. Oğuz’un bana pür dikkat bakakaldığı an gözlerimi her kapattığımda tekrar tekrar canlanınca sıkıca yumduğum gözlerimi bir felakete açar gibi açtım ve dişlerimi gıcırdattım kendime olan sinirimden. “Utançtan ölen ilk insan olacaksın Samyeli. Ahahahaha…” Mızmızlanarak ve bacaklarımla yumuşacık yatağıma darbeler indirerek bir süre utancımın bedenimi terk etmesini bekledim. Uzun sürmüştü. İki saate yakın odada kendimi yiyip bitirdikten sonra aşağıdan gelen hareketlilikle çekinerek cama gittim. Serpil teyze ve Nilüfer teyze kahvaltı için masayı ayarlamaya başlamışlardı. Servet amca bahçedeki hamağa uzanmış keyif sürerken dudaklarımı büzerek demir korumalıklara dayandım. “Kafamın içinde neler dönüyor, gerçekten?” En bıkkın sesimle aşağıyı izlemeye bir son verip dolabın karşısına geçtim. Bir an önce giyinip aşağıdaki hayata karışmak en iyi seçenekti. Bugün de diğer günlerde yaptığım gibi muhtemelen kitap okuyarak geçirecektim. Bu yüzden salaş bir etek pantolon ve üzeri için de kalın askılı füme renginde bir atlet bulup komik pijamalarımı çıkardım. Üzerimi değiştirdikten sonra ince bir ceket giydim yine. Kollarımdaki morlukları gizlemek istiyordum hala. Dağınık uzun saçlarımı uçlardan tarayıp elektriklenmemesi için spreyle yatıştırdım ve salık bıraktım. Bütün gün Samara gibi gezerek utancımla savaşabilirdim. Son olarak da yatağımdaki dağınıklığı toparlayıp odadan çıktım. Lavaboya gidip ilk iş elimi yüzümü yıkayıp kuruyan cildime nemlendiricisini sürmek oldu. Aynada kendime bozuk bakışlar atmayı da ihmal etmiyordum. Banyodan çıkarken Oğuz’un sesi aşağıdan yukarıya kadar geliyordu. Dişlerimle dudaklarımı çiğ çiğ ezerek merdivenleri inerken arkamdan coşkuyla inen İpek korumalıklardan kayarak omzuma hafifçe vurdu ve bağırdı. “Günaydın Samyeliii! Yine mi ceket?” Hafif bir irkilme ile aşağıya indiğimde Oğuz’la göz göze geldik. Yine ceket, evet. Kafamı biraz daha eğerek yanından geçip gitmek istedim ama son anda kolumdan yakalayınca parmaklarım kasıldı sinirle. Çok uzatmadan kolumu bıraktı. “Bu ne kız? Beyza seni görse çocuğu düşürür maazallah. Topla saçlarını güzelce bakayım,” diyerek hızla arkama geçti ve ben daha ne olduğunu anlamadan saçlarımı elleri arasına alarak atkuyruğu haline getirdi ve elini uzattı. “Lastiğini ver,” deyince bileğimde her zaman taşıdığım siyah lastiği verdim ona. Hiç yadırgamadan saçlarımı acıtmadan atkuyruğu yaptı ve önüme gelip gülümseyerek burnumu sıktı. “Ne şirin!” dediğinde ağzım bir karış açık kalarak arkasından baktım. Bu adam iyi miydi harbiden? Bana neden bu kadar içten, samimi ve çocuk gibi davranıyordu? “Çüş abi!” diye inledi İpek, abisinin arkasından. Tam da söylemek istediğimi İpek sağ olsun benim yerime söylemişti. Onun bağırtısıyla irkilince Oğuz içeriden eline iki tabak alarak bahçeye çıktı. “Düzgün konuş kız benimle, almayayım ayağımın altına! Yardım et sofraya dikilme orada! Bir de kocaman kız olacaksın İpek! Senden daha hamaratım!” Oğuz, bir anne edasıyla kız kardeşine laf yetiştirince İpek gelip omzuma dokundu dostane bir tavırla. Abisinin sözleri umurunda bile değildi kızın. “Sen abimin kusuruna bakma Samyeli. O salak böyle dengesiz yaklaşıyor işte. Gel. Hamarat Oğuz halleder sofrayı, biz asiller olarak oturalım en iyisi.” Koluma girip benimle bahçeye çıktığında elimi nereye koyacağımı bilemeyerek boğazımı sıvazladım ve masada oturan Alpay abini yanındaki yerimi aldım. İpek de öteki yanıma geçince Oğuz’un gelgitleri artmıştı. Hamarat Oğuz… “Neyin var Küçük Hanım?” Alpay abinin sesiyle birlikte sağıma döndüm. Telefonuyla ilgilenmeyi kesip bana dönmüştü tamamen ve benim durgunluğum onun dikkatini çekmişti. “Yok bir şey… İyiyim. Sen nasılsın?” dediğimde omuz silkti ve telefonunu masaya bıraktı. Keyfi yok gibiydi sanki. Gözlerinden okunuyordu bu ifade ve ben bu ifadeyi çok iyi biliyordum. Kaşları bu denli sert çatılıyorsa kesinlikle tüm günü de böyle geçirirdi. “Bir şey mi oldu Alpay abi?” diye fısıldadım ona yaklaşarak. Zoraki bir tebessüm kondurdu çehresine. “Bugün Oğuzlarla seyirlik tepeye gideceksiniz. Hava o kadar sıcak değil. Hem İpek’inde boş vakti varken piknik yaparsınız. Tamam mı?” deyince kendimi geri çekerek garip bir ifadeyle suratına baktım. “Nereden çıktı bu Alpay abi? Ben bugün evde oturmayı istiyordum. Dışarısı için henüz erken hem. Ev daha güzel,” dediğimde dizlerimde gergince ritim tutan ellerimden tuttu ve ihtiyatla vurdu. Ona döndüğümde bana rica dolu bakışlar fırlatıyordu lakin gerçekten dışarı çıkmak istemiyordum. Buna bugünkü ruh halim hiç de uygun değildi. Odamda vakit geçirmek ve biraz dinlenmek istiyordum. Gördüğüm rüya beni ruhen çok yıpratmıştı zaten. Aklımdan hiç çıkmıyordu ki. “Kendini eve hapsetme Küçük Hanım. O seyirlik tepeye gideceksin ve biraz açık havada, farklı bir alanda vakit geçireceksin. Hem beklediğimden bile hızlı uyum sağladın onlara,” dedi son cümleyi kulağıma fısıldayarak. Uyum sağlama kısmına gülerek göz kırptım. “Başardım değil mi?” Alpay abi gülüşümü bir ayna gibi yansıtarak güldüğünde gururla göğsüm kabarmıştı. Böyle zamanlarda enerjimi bir nebze olsun toparlayabiliyordum işte. “Çok iyi başardın hem de. Şimdi sıra dışarısı için. Gerilme sakın tamam mı, kalabalık bir yer olmayacak. Oğuzların hep gittiği bir tepe orası. Bilindik yani. Arabayla gidip geleceksiniz.” İstemesem de bunun benim iyiliğime olduğunu bildiğim için başımı salladım. Sırf bu ısrar son bulsun diye şimdilik onaylamak kurtarıcı geliyordu. “Pekâlâ, gidelim bakalım. Peki sen? Sen de geleceksin değil mi?” dediğimde kaşlarını kaldırarak cıkladı. “Ben gelmeyeceğim çünkü şehir merkezine gitmem gerek. İşim var ufak bir halledip geleceğim. Kafanda kurma sakın,” diyerek kafamdan tuttu ve ona bakan endişeli gözlerimi masaya çevirdi. Gülerek sandalyeye sindim ve başımı salladım. Alpay abiye sonsuz güveniyordum o yüzden kurcalamayacaktım. “Tamam, çok ısrar etmeyeceğim. Sen en iyisini bilirsin zaten,” diyerek çatalı elime aldım. Çaylar doldurulmuştu lakin bana düşen meyve suyuydu. Çayın kansızlık yaptığına dair bir sürü bilimsel araştırma yapan İpek, doktorluğa erken adım atarak benim çay içmeme engel olmuştu ve Alpay abiyi de destekçisi olarak yanına çekmişti. “Aferin Küçük Hanım. Böyle itaatkâr bir şövalye olmanız beni mutlu eder ancak.” Alpay abiden duyduğum kelimeyle birlikte ortaya sunulan krep çatalımdan kaydı ve saniyeler içinde masaya düştü. Krebin düşmesiyle birlikte silkelenerek kendime geldim ve zorlama bir tebessümle krebi tabağıma aldım. “Şövalye, evet…” diye mırıldandım ancak aklımda bangır bangır yankı yapan ses yakama yapışmış bırakmıyordu. Ensemde ürperen tüylerim diken diken olurken sıcacık bir sohbet eşliğinde kahvaltıya yoğunlaştım zira sabahtan beri bu kelimeleri haddinden fazla düşünür olmuştum. Bu sağlıklı değildi. Kahvaltıda yine konuşmayan bir tek bendim. İpek, Beyza ile kurduğu yakın ilişkiyi kankalığa çevirme evresinde Beyza ile koyu bir sohbetteyken Nilüfer teyze ve Serpil teyze arada adımın geçtiği sohbetlerine devam ettiler. Alpay abi arada Servet amcaya laf yetiştiriyordu. Oğuz, babasının kendisinden istediği her ne ise karşı çıkıp surat asıyordu ve arada bana laf atıyordu ama ben masadan soyutlanmış halde önümdeki tabağa konan şeyleri didikliyordum. O masada değildim sanki. En azından ruhum bu masada değildi ve gördüğüm hiçbir şeyi duymuyordum. Düşünmeyeceğim dedikçe içine çekildiğim kelimeler bir büyü gibi gözlerimin önüne perde indirirken zaman yine acımasızlığını konuşturup aktı gitti. “Samyeli sen daha yiyecek misin harbiden? Salatalıklar ellerinde can verdi yeterince, bence bırak çatalla işkence etmeyi.” Oğuz’un nefesi tam ensemden kulağıma yayıldığında sanki bir şey beni tetiklemişti de çığlık atarak masadan kalkmama sebep olmuştu. Hala masada oturan Nilüfer teyze, Servet amca ve Serpil teyze aynı anda bana döndüğünde nefes nefese uzaklaştım Oğuz’dan. Şakaklarımdan terlediğimi yenice anlamıştım ve bu yakınlık artık beni rahatsız ediyordu. “Uzak dur benden! Yaklaşma artık!” diyerek ellerimi kaldırdım. Bu yakınlık artık boğucu geliyordu bana. Birisi bana zorla boğazlı bir kazak giydirmişti sanki bu sıcak havada. O kadar terlemiş ve sıkışmıştım görünmez bir şeyin içinde. Ve bunu kimse göremiyordu. Göremedikleri için beni anlayamıyorlardı. Kafam, kafamın içi, kalbim, vücudum, her yerim… Acı içinde kıvranıyordu. “Kızım sakin ol, tamam. Oğuz sen de amma cıvıttın oğlum!” Servet amcanın uyarısı ile titrek nefesimi üfledim ve elimle alnımı ovaladım bir süre. İyi değildim bugün. Hiç iyi hissetmiyordum. Çok stresliydim. Oğuz anın şokuyla, “Ben ne yaptım yahu? İyi misin sen? Özür dilerim,” diyerek koluma dokunacağı esnada kendimi geriye çekip başımı salladım. Sessiz bir kriz yaklaşıyordu bana doğru. Minik, sessiz adımlarla. “Çok iyiyim,” diyerek arkama bakmadan merdivenlere koştum. Doğruca odama gidip kapıyı arkamdan kapattım. Kapalı penceremi açtım ve önüne oturdum nefessiz kalmış gibi. Hemen aşağıdan gelen konuşmalarını işitebiliyordum ancak başım çatlıyordu düşüncelerimin amansız baskısı yüzünden. “Oğlum pervasızca davranma şu kıza. Hassas olduğunu kaç kere söyledi Alpay!” diyordu Servet amca azarlar bir tonda. Oğuz’un ise isyankâr sesini duydum çok geçmeden. “Ne pervasız davranması baba? Ben onunla konuşurken kırk kere düşünüyorum. Pervasız değilim Allah aşkına sen yapma bari!” Kaşlarımı çattım duyduklarımla. Kırk kere düşünüyor muydu benimle konuşurken? Bu cümle zihnimde defalarca yankı yaparken yorgun bir şekilde gözlerimi kapattım ve başımı demire yaslayıp yüzüme esen rüzgarın tadını çıkardım. Ben onunla konuşurken kırk kere düşünüyorum… Çok zorlamıştım kendimi sanırım. O kelimeleri düşünmek ya da rüyamı hatırlamak filan istemiyordum ama beynim bunu benden izinsiz yapıp son gücüne kadar zorluyordu zihnimin duvarlarını ama yok. Yoktu hiçbir şey. İşin ucunun karanlığa çıkması artık beni sinir krizine sokacak raddeye getirmişti. İlaçlar yüzünden miydi bunca çile bilemiyordum. İlaçları düzenli almadığımdan mıydı bu işkence Allah’ım? Birkaç dakika orada beynimi matkapla delecek kadar düşündükten sonra engel olamadığımı fark ederek ayağa kalktım. Hem başım ağrıyor hem stresten dolayı ellerim tir tir titriyordu. İlaç almam gerekiyordu sanırım. Ancak o zaman rahatlayabilirdim. Alpay abide o ilaçlardan olmalıydı mutlaka. Bir haftadır iğne olmadığım göz önüne alınırsa bence bir iğne beni toparlardı. En azından düşünmeme engel olurdu, stresimi azaltırdı bir morfin gibi. Hem o ilaçları almaktan bağımlı olduğumu söylemişti. Eğer bağımlı olduysam o ilaçtan illa ki düşük dozda da olsa almam gerekecekti yoksa yoksunluk çekerdim, bu beni nereye sürükler onu da hiç bilemezdim. Önü görünmez bir arabaydım sanki. Son gazla gittim yolun ölüme mi yoksa yaşama mı çıkacağını bilmiyordum. Bu düşüncelere tutunarak odamdan çıkıp Alpay abinin kaldığı odaya gittim hemen ve kapıya vurdum arka arkaya. Ellerim titriyordu. “Alpay abi benim!” diye bağırınca kapı aniden açıldı. Alpay abi başıma bir fenalık gelmiş gibi gözlerine inen perdeyle yüzüme bakıyordu. Belki de o fenalık gelmişti. “Ne oldu Küçük Hanım? İyi misin?” deyince kafamı salladım hızlı hızlı. İyi gibi mi görünüyordum oradan bakınca? “Pek sayılmaz. Bana… İğne… İğne yapsan daha iyi olacak gibi ben çok düşünüyorum, çok dalıyorum Alpay abi. Kafamdaki sesler susmuyor. İlaç alırsam geçer belki. Bana iğne vur! Hiç iyi hissetmiyorum!” dedim kollarından tutarak. Zaman geçtikçe daha da fenalaşıyordum ve çıldırmamak için zor tutuyordum kendimi. Alpay abi baştan aşağıya beni süzdü, sanki ihtiyacım olup olmadığını böyle anlayacaktı. Çok geçmeden yüzümde durdu gözleri ve anladım ki istediğimi alamayacaktım. Olumsuz bakıyordu bana ama ben can çekişiyordum. Çok terliyordum, içim sıkışıyordu, yerim dar geliyordu. “Küçük Hanım, kafana göre o ilaçlardan alamazsın. Doktor kontrolünde vermem gerekiyor sana bu ilaçları. Dişini sıkıp mücadele etmen gerekiyor. Geçen sefer kasabadaki yaptığın gibi. Her bu hale geldiğinde veremem,” dediğinde delirecektim ama delirmemiştim işte. Delirememiştim. Çarşıya indiğimde nasıl oldu bilmiyordum ama o anda ilaç almadan normale dönmüştüm. Şimdiyse o normale dönecek gücüm yoktu, ilacı bir su gibi istiyordum. Bir gülme almıştı o an. Delirmişçesine gülerken birkaç saniye beni izledi Alpay abi. Yüzüm bordoya dönerken derin bir nefes alıp son verdim abartılı kahkahalarıma. “Düşünmek istemiyorum,” dedim kısık bir sesle. İki elimi de şakaklarıma bastırdım sinirle. “Kafamda bir sürü ses var Alpay abi, düşünmek istemiyorum ama sürekli düşünürken buluyorum kendimi Allah aşkına sırası mı doktorun kontrolü! En son yaptığın gibi düşük dozda yap!” diye diretince Alpay abi yüzümü elleri arasına alıp gözlerime baktı. Temas istemiyordum. Temastan nefret ediyordum. “Sakinleş bak kendi kendini krize sürüklüyorsun Küçük Hanım,” dedi ciddi bir sesle. Kaşları çatık, hafif sinirli ama çoğunlukla endişeli gibi bakan gözlerinden normalde korkmam gerekirdi ama korkacak bile mecalim yoktu çünkü delirmenin eşiğindeydim. Çok telaşlıydım ve bu telaş beni öldürebilirdi. Canım bedenimden çıkarcasına, “Krizdeyim zaten anlamıyor musun? Baksana halime, kafayı yedim! Ellerini çek üzerimden!” dedim dayanamıyormuş gibi. Karada çırpınan bir balık gibi Alpay abinin bileklerine dokunduğumda çelik kadar sert olmaları beni daha da boğucu bir hisse sürükledi. Bacaklarım titriyordu engel olamadığım bir hızla ve o boğulma tam da yerinde beni bulmuştu. Ben daha önce hiç bu hale gelmemiştim, olmamıştı bana böyle bir şey. İlk defa bedenime sahip olamıyordum ve korkuyordum. Gözleri… Alpay abinin o gözleri bir çocuğun gözleriyle yer değiştirince delirdiğimi anladım. Rüyam beni ele geçiriyordu sanki sinsice. Daha çok çırpınmama sebep oluyordu bu manasız değişimler. Alpay abi değil miydi karşımdaki? Bu çocuk da kimdi? Durup dururken nereden gelip bulmuştu beni? “Samyeli?” Oğuz’un baş ağrıtıcı sesi zihnimde dalga dalga yayılınca gözlerimi sıktım. Alnımdan terler akıyordu sanırım. Tekrar gözlerimi açınca çocuk kayboldu. Gitti bir anda ve ben ana geri döndüm ama az önce yaşadığım o saçma şeyi hatırlıyordum. Tanımadığım bir çocukla Alpay abinin yüzü yer değiştirmişti. Bu mümkün olabilir miydi? Olağan tüm sakinliğiyle, “Yalnız bırak bizi koçum,” dedi Alpay abi gözlerini benden ayırmadan. Titreyerek ellerimi yeniden bileklerine koyup sımsıkı tuttum. Durum iyice ciddileşiyordu ve bu nefes almakla geçmeyecekti. “Çek işte, çek! Boğuluyorum! Çek ellerini! Çek dedim!” Çığlığım tüm ev halkını kısa sürede Alpay abinin odasının hemen önüne topladığında Nilüfer teyzenin sesini duydum. Zihnimdeki seslere karışınca korkunç bir hal aldı. “Oğlum, ne yapıyorsun? Kız kıpkırmızı!” diye bağırınca Alpay abi adeta kükredi. “Yahu toplanmayın buraya, yalnız bırakın bizi! Kriz geçiriyor sadece, kontrolüm altında!” Kontrol yoktu, kontrol çoktan zıvanadan çıkmıştı. Gözlerimden taşmak için sırada bekleyen yutamadığım dev yaşlar göz pınarlarımda kapıları yumruklarken Alpay abiye baktım dik dik. Onun beni sıkı sıkı tutuyor oluşu, bırak dememe rağmen bırakmaması tüm kanımı çekmişti. Suyun dibine daha çok gömülmüştüm. Nefes… Nefes artık benim için yoktu. Boğazımı tırmalayan yabancı ellerden kurtulmak için ne yapmam gerekiyorsa yapacaktım. “Bırak…” diye sayıkladım, artık dayanamıyordum. Altı üstü bir ilaçtı damarlarıma enjekte edeceği. Ben o ilacı on bir yaşımdan beri alıyordum zaten. Bu haldeysem de annem yüzünden değil miydi? Beni bu hale getiren, bir maddeye bağımlı yapan öz annem değil miydi? Keşke ölseydim o kazada… Hafızamı kaybetmek yerine ölseydim belki bir çocuk olarak daha mutlu olurdum. Babam gibi ben de huzura kavuşurdum. Bu kadar acı çekmek zorunda kalmazdım, annemin açtığı bambaşka yaraları çaresizce sarmak zorunda kalmazdım. Kalmazdım işte, niye bırakmıyordu şimdi beni? “Derin derin nefes al…” “Evet, şimdi derince bir nefes al bakalım. Çabucak bitecek Samyeli. Ufacık bir acı sadece.” Ufacık değil, devasa bir acıydı bu! Bana iğne yapan doktorumun sevimsiz yüz hatları Alpay abiyle yer değiştirince beklenmedik bir şekilde nefesim hızlandı. Sakinleşmek yerine daha da delirdim sanki. Sahiden o muydu karşımdaki? Devrim denen doktor müsveddesi miydi yanaklarımdan tutan? Nasıl oluyor da andan kopuveriyordum ben? Gözlerimi sımsıkı kapatıp açtım ama değişmedi. Bulanık bir yüz vardı gözümün önünde. Sımsıkı yanaklarımdan kavrayan ellerin sıcaklığını hissediyordum ama bu yüz… Ondan delicesine kaçmak isteyeceğim bu yüz, kâbuslarımın başköşesinde oturuyordu her zaman. “Yapma…” diye mırıldandım acınacak bir sesle. Bana gitgide yaklaştı ve o iğrenç hastane kokusunu buram buram hissettim. “Yapma, dur dur! Dur, dokunma! Çek… Çek şu ellerini çek işte!” Tiksinircesine bedenimi geriye savurduğumda nihayet o baskı yok olmuştu ancak ben yere düşmüştüm. Keskin bir ses o sırada dünyama dalmıştı. “Abi, dokunma diyor sana! Dokunma!” Oğuz’un bağırtısı ile gözlerimi kırpıştırdım. Alpay abinin kollarından tutuyordu ve bana gelmesini engelliyordu. Ondan kurtulduğumu anladığımda yerden kalkmaya çalıştım ama olmadı. Sendeleyerek sürünürken birisi kolumdan tutmaya çalıştı ve bu dokunuş son raddeye geldiğim andı. “Dokunma dedim! Dokunma!” Ateşin tenime dokunması kadar can acıtan bu hisle kolumu savurduğumda birsine vurmuştum kazara ama kime vurduğumu anlayamadan odama koşmuştum. Boğazımdan yükselen hırıltılarla odaya girip kapıyı örttüm. Ellerime baktığımda zangır zangır titremeleri beni korkutmaya yetti. Hiç iyi değildim… Elimi delicesine atan kalbimin üzerine koyup nefes almaya çalıştım ama olmadı. Devrim’in bana bakan kısık gözleri gözümün önünden gitmiyordu. Bir yandan şen çocuk çığlıkları diğer yanda burnuma çalınan o iğrenç sigara ve hastane kokusu… Hangisi gerçek hangisi rüya ayırt edemez olmuştum. “Karışmayın sakın!” diyerek odaya dalan Alpay abiyle kendimi pencerenin oraya sıkıştırdım. Korumalıklara tutunup elimi kaldırdım. Karşımdaki kasaba gidiyor yerine hastanenin o sık ağaçlık ana yola bakan baş ağrıtıcı sokağı geliyordu. Hangisi gerçekti, hangisi rüyaydı? “Yaklaşma… Yaklaşma atarım kendimi,” diye mırıldandım adeta. Başım o kadar feci hızda dönüyordu ki yere tutunamıyordum. “Küçük Hanım, iğneyi getirdim!” diye bağırdı Alpay abi. Kafamı iki yana salladım dermansız bir şekilde. Demirlere çıkıp oturdum son gücümle ve derin bir nefesten güç toplayarak işaret parmağımı kaldırdım. Kan ter içindeydim ve sırtıma vuran güneş tenimi yakıyordu. “Dokunma dedim dokundun!” Çığlığımla arka taraftan bir ağlama sesi duydum. Gerçek değildi herhalde. “Delirttiniz beni! Sen de onlar gibisin değil mi? Annem gibisin sen de, delirttiniz beni! Kafamın içindeki sesler susmuyor, susmuyor Allah kahretsin hepsini, susmuyorlar! Limonata, şövalye ve ağaç! Susmuyor hiçbiri!” Boğazımı yırtarak firar eden sesimle birlikte Alpay abinin arkasından yaklaşan bedenle kafayı yediğimi anladım. Annem vardı. Bana adım adım yaklaşıyordu, yine beyaz tenine tezat düşen bordo rujunu sürmüştü. Siyah saçları kıvırcıktı ve siyah farla süslediği keskin gözleri gözlerime saplanmıştı. Bir kaplan gibi avına odaklanmıştı ve o av bendim. Yavrusu. “Küçük Hanım, kriz geçiriyorsun. Nefes al, duyuyor musun beni?” Alpay abinin sesi artık çok uzaklardan geliyordu. Gözlerim yaşlarla bulanıklaşırken kırpıştırdım daha iyi görebilmek için. “Benden kaçabileceğini mi sandın Samyeli?” Kulak tırmalayıcı sesini duyunca huylanarak başımı omuzlarıma sakladım. Arkamdan işlek caddenin trafik sesi geliyordu. Hastanede miydim? Tüm yaşadıklarım annemin bana verdiği iğnenin etkisi miydi? Hayal miydi? “Sus…” Demir korkuluklardan biraz daha geriye gittiğimde annem hiç umursamaz adımlarla bana yaklaşıyordu. Topuklu ayakkabıları fayansta ince sesler çıkarıyordu. Bana yaklaşıyordu. “Küçük Hanım!” Alpay abi, annemin yanında böyle bağırmazdı bana. “Gel bana küçük kızım. Başın ağrıyor, biliyorum. İlacın bende. Gel başının ağrısını geçireceğim bu defa. Gel bebeğim… Annene gel…” “Sus…” Gözlerimi kapatıp anın yok olmasını umarken annemin kokusu doldu burnuma. Gözlerim beklenmedik bir hızla şak diye açıldığında annemle burun buruna gelmek çığlığımı tüm dünyaya yaydı ve hep kıyısında gezindiğim o uçurumdan aşağıya düştüm. Annem oradan bana gülümserken gördüğüm son yüzdü onun yüzü oldu. İstediği buydu sanki. Artık ölmemdi… Öldüğüm için mutlu muydu o halde? Anlamıyorum anne seni. Madem benden bu kadar nefret edecektin, neden doğurdun beni? Niçin bu dünyada nefes almama müsaade ettin bunca yıl? Ne istedin benden? Ne istedin hafızamdan, anılarımdan, aciz ruhumdan… |
0% |