@kahverengiajanda
|
Kara bir delik tüm ruhumu kaplamıştı. Birisi eline pastel boya alıp siyaha boyamıştı tüm sayfamı ve ben biçare elimdeki renkli boyalarla o siyah sayfayı gökkuşağına boyuyordum. Elimdeki boyalara da sayfadaki siyah boyalar sirayet ederken inadım neyeydi, niyeydi hiç bilmiyordum? Uçurumdan itildikten sonra yaşama tutunma çabasının manasızlığı kadar manasızdı bu çaba da. İtmişlerdi beni işte. Ölmemi istemişti birileri. Yaşamam, nefes alıyor olmam hep o birilerini rahatsız etmişti. Zararsızım desem de ne fayda? Ölmeliydim işte. Onlara göre nefes almamam gerekiyordu ve kime göre yaşamlıydım hayatımı? Bu hayat bana verilmemiş miydi? Neden benden başka herkes hayatımı bir uçurumun kıyısına sürüklüyordu? Ben o uçurumda değil, kır bahçelerinde olmak istiyordum. Çiçeklerin arasında durmadan koşturmak, etekler giyip etrafımda dört dönmek ve hayata sımsıkı sarılmak istiyordum. Buna neden izin veriyordum ki? Mantıklı bir açıklaması bile yoktu. Kendi sorumlarımda boğuluyordum işte. Cevap yoktu hiçbirine. Gözlerim müthiş bir baş ağrısı ile aralanınca hiç uyanmamayı diledim. Tatsız bir tat ağzımın dört bir yanını kaplamıştı ve boğazım kurumuştu. Acıyordu biraz da. Neden acıdığını bilmiyordum. Enseme yapışan saç tellerimin verdiği müthiş rahatsızlık hissiyle aniden doğrulunca başıma saplanan ağrı bir balyoz darbesine dönüştü. Elim saçlarımı bulurken kısık gözlerle etrafa bakıyordum. Sanki uzun bir süre tuzlu denizde boğulmuşum gibi boğazımdaki tahriş edici histen de rahatsız olmuştum. Odadaydım ve uzanıyordum. İspanya’daydım. Hastanede olduğumu düşünürken bu odadaki gerçeklik rahatlamama sebep olmuştu birdenbire. Üzerimde bir pike vardı, sağımda kalan pencere açıktı ve sırtım ağrıyordu. Kolumdaki iğneyi fark ettiğimde yüzümü kısacık bir süre buruşturup çıplak ayaklarımı sarkıttım yataktan. Kemiklerimdeki manasız ağrıya anlam veremeyip serum askısına tutunarak kapıya ilerledim. Dışarıda hava aydınlanmak üzereydi ve kuş cıvıltıları odama doluyordu. Odadan çıkmadan önce dışarıya baktığımda tam da terasa çıkma vaktinin geldiğini düşünüp kapıya tutundum. Kolu çevirip dışarı çıktığımda aşağıdan gelen adım seslerine karşı bir an durdum. Birisi ayaktaydı sanırım. Sessiz olmaya çaba göstererek terasa çıkan merdivenlere gitmiştim ki hiç tanımadığım bir kadının sesiyle ilginç bir şey keşfetmiş gibi oldum. Evde bir yabancı vardı. “Hala uyuyor, az önce kontrol ettim Alpay. Biraz relax ol.” “Relax olmanın hiç sırası değil. Ne zaman uyanacak onu söyle? Dört gündür aralıksız uyur mu birisi?” diye sordu Alpay abi sabırsız bir sesle. Fena halde huysuzdu sesi anladığım kadarıyla ve ben dört gündür uyuyordum demek… Sanki on dakika uyumuş kadar yorgun ve yetersizdim. “Uyuması daha iyi olur Alpay, sabırsız davranma lütfen. Bu tür vakalarda zamana çok ihtiyacınız olacağını daha önce de söyledim sana. Hazırlıklı olmalıydın böyle şeylere. Üstelik kız kendini camdan aşağıya atmışken bu tavırların için çok erken. Sen parmağımı şaklatayım da küçük hanımın iyileşsin istiyorsun ama o işler öyle değil. Kızın kafasıyla oynamışlar diyorum sana, sence bu basit mi?” Benden bahsedildiğini anladığım anda yüzüm bembeyaz kesildi. Kafamla mı oynuyorlardı? Kim? Elim belime gittiğinde feci sızısı dişlerimi sıkmama sebep oldu. Pencereden aşağıya atladığımı hatırlamıyordum. En son hatırladığım hastane kokusuydu sadece. Ondan sonra hiçbir şey yaşamamış gibiydim. “Ben de kafayı yiyeceğim artık Melike. Nasıl ne zaman tamamen iyileşecek Allah aşkına? Ne zaman kurtulacağız bu lanetten söylesene? Ben de kafayı yiyeceğim artık.” Alpay abi, ne yapacağını ilk defa bilmiyordu… “Alpay, yapma gözünü seveyim,” dedi kadın, üzüntülü kısık bir sesle. Duymak için birkaç basamak indim sadece. “Kıza verdikleri ilaç çok ağır oğlum. Mahvetmişler kızı. Onun durumu kliniğe yatırılacak kadar ciddi ama sen yanından ayırmak istemiyorsun diye ben ta İspanya’ya kadar geldim peşinizden. Kızın hafızasıyla oynamışlar ya, basit mi bu? Allak bullak o kızın kafası şimdi. Delirmenin eşiğinde bir ipin üzerinde yürüyor anlatabiliyor muyum? O sebeple sakin olup ben ne dersem onu yapacaksın ki kızın hayatını kurtaralım.” Melike denen kadının sözleri ile kalbime kaldıramayacağım bir ağırlık oturmuştu. Huzursuz bir şekilde serum askısını kaldırıp çıplak ayaklarımla terasa çıktım. Kendimi terasa attığımda elim boğazıma gitti direkt. Gözlerim yanarcasına dolmuştu ve gözyaşlarım canımı o kadar yakmıştı ki direnişim boğazımda bir patlamaya sebep olmuştu. Patır patır yanaklarıma dökülen yaşlarla temiz havayı soludum. Dört gündür uyuduğumu bile hesap edemiyordum. İyice kafam kendinden geçmişti ve yıllardır başkalarının kontrolü altındaydı. Şimdi nasıl kendi kontrolüme alacağımı bilmiyordum. Salıncağa oturup güneşin inatçı doğuşuna diktim bakışlarımı. Yanaklarım sıcak gözyaşlarımla sırılsıklam olurken azar azar rahatladığımı biliyordum ama ruhen o kadar kederliydim ki bu keder ne zaman geçecekti, nasıl geçecekti kim bilir? Artık şefkatli sarılmalar da beni avutamazdı. Ailem bana sırt dönmüştü, ailem beni istemiyordu ve iki tane yabancı olduğum ailenin ortasında şefkatle sarılıyordum. Onlar beni seviyordu, beni kabullenmişlerdi ama bu yetmiyordu işte hiçbir şeye. Alpay abi yıllardır koruyucumdu. Benden sıcaklığını esirgememişti. Hep yanımda olmuştu. Bu evde Oğuz tıpkı bir dost gibi yanımdan ayrılmıyordu. Benimle sohbet ediyor, bana arkadaşlık ediyordu. İlgileniyordu benimle. İpek ise kız kardeşim gibi şirinlikler yapıyordu. Beyza tıpkı abla gibi ağır başlılıkla bana yoldaşlık ediyordu. Ama bunlar beni iyi etmeye yetmiyordu işte. Öz ablam Süeda ve abim Taylan bana sırtını döndükten sonra. Annem beni istemedikten sonra bu keder bende kalıcıydı. Babam rahmetli nasıl biriydi acaba? O yaşasaydı sever miydi beni? Arkamdan bir uğultu gelince irkilerek arkama döndüm. Oğuz’u gördüğümde dudaklarım titredi aniden. Kalbime bir duygu seli akıp giderken büyük adımlarla yanıma geldi. Benden bir tepki beklemiş olmalıydı ama ben hiçbir şey dememiştim. Adımları yanımda durunca oturmasını bekledim ama oturmak yerine diz çökünce elimle gözlerimi kapattım. En acınası halimi görmesini istemiyordum onun da. Kimse görmemeliydi artık. Ailesinin çöp poşetine koyup attığı bu kız çocuğunu görmemeliydi kimse. Bile bile beni öldürmeye çalışan anneme karşı hissettiğim o sevgi açlığını görmemeliydiler. “Ağlamanın bu kadar canımı sıkacağını düşünmemiştim ama fena halde moralim bozuldu. Hâlbuki uyandığın için mutluydum. Seni burada gördüğüme bu kadar sevineceğim aklıma gelmezdi ama sonuç olarak moralim bozuldu.” Duyduklarımla birlikte elimi gözlerime siper etmeyi kestim. Gözlerimden akan yaşı silip iç çekerek Oğuz’un tatlı dalgalı saçlarına baktım. Yeni uyanmış gibiydi. Gözleri şiş şişti, burnundaki beni hala komik duruyordu ve saçları da dağınıktı. Birbirine girip karmakarışık olmuştu tıpkı benim hayatım gibi. Sözlerinin bende bıraktığı mayhoş hissi sadece kendime saklayıp, “Böyle basit şeylere moralini bozuyor musun gerçekten?” dediğimde cevap vermem onu umutlandırmış gibi gözlerinin içi ışıldamıştı. Dudağımın kenarına bir tebessüm yerleşti benden habersiz. “Basit mi? Şu anda yüzünü göremediğinden böyle konuşuyorsun herhalde. Berbat haldesin. Gören evden cenaze çıktı sanır ama öyle bir şey de olmadı. Gayet herkes yaşıyor, bir hevesle uyanmanı bekliyordu ve nihayet uyandın. Bugün mutlu olmalıyız ama sen ağlıyorsun hem de felaket yaşamış gibi.” “Felaket yaşıyorum çünkü,” dedim anında. Oğuz önümde diz çökmekten keyif alır gibi yerine biraz daha yerleşti ve çocuklar gibi dudaklarını büzdü. Kaşlarını çattığında gözlerimi ondan ayırıp manzaraya baktım. Güneş çok hızlı doğmuştu ama neyse ki asmalar bizi kurtarıyordu. “Karamsarlığa sarılmış uyuyorsun bence ama yer değiştirebilirsin. Sıkıcı değil mi?” deyince anlamayarak kafamı eğdim. “Ben sarılmadım kimseye.” Burnumu çektim hızlıca. “O gelip beni buluyor bir kere.” Sonra bir hıçkırık fırladı ağzımdan. “Ayrıca sıkıcıysa bana sıkıcı sana ne oluyor? Sanki siz yaşıyorsunuz,” diye mırıldandım son cümlemde. Gözlerimin altındaki nemi de ellerimle yok edip burnumu bir kere daha çektim. O sırada Oğuz bana bir çocuk edasıyla işaret parmağını uzattığında anlamsız bakışlarım yüzüyle parmağı arasında gidip geldi. “Bir teklifim var. Eğer kabul edersen bundan sonra en iyi arkadaşın olmak istiyorum. Olur mu?” diye sorunca kaşlarım havalandı. Arkadaşlık… Bir de en iyisi. Oğuz’un ne yapmak istediğine o anda anlam veremedim. “Tanışıyoruz zaten. İlla en iyisi mi lazım sana?” diye sordum naza çeker gibi. Duygu durumum o kadar berbat durumdaydı ki parmağına bakıp ağlamak ve bu zamana kadar hiç arkadaşım olmadı demek istiyordum. Bu teklif kalbimin kırık bir yerinden içeriye sızıp o kırığı onarmaya başlamıştı sanki zira Oğuz koşulsuz şartsız ve en önemlisi de çıkarsız bir arkadaş teklifinde bulunmuştu. “Aynen! Biliyor musun burada bir tane bile arkadaşım yok. Eh sonuçta yabancıyız, memleketimiz değil ki burası. Burada tanıdıklarımla bir yere kadar ama ana dilimizi bilen, memleketimden birisi olsa… En iyisi lazım bana Küçük Hanım. Olmaz mı? Sen arkadaş olmak istemez misin benimle yani?” dediğinde parmağına bakıp ağzımın içinde yuvarladım dilimi. Bu normalliğe alışmam ne zaman son bulacaktı acaba? Ne zaman tamamen adapte olabilecektim kendi hayatıma ve içine alacağım insanları artık kendim seçeceğime? Kalbim tüm bu düşüncelerle heyecanla dolup, hüzünle kasılırken Oğuz’un gözlerindeki o isteği ve ısrarcı bakışları gördüm. Kitap okurken binlerce karakterle tanışıp onlarla arkadaş olmuştum ve ülkelere şehirlere bedava yolculuk yapmıştım ama şimdi bu kitapta ana karakter olmak bambaşka hissettiriyordu. Oğuz’u hayatımda isteyip istememek bana bağlıydı. Onu seçmem için bana bakıyordu öylece. Bekliyordu önümde sessizce. Bir de saçma sapan diz çökmüştü ki görenler evlilik teklifi filan ediyor sanırdı. Bu düşünceyle gülüp parmağımı parmağına doladım. “Tamam, en iyisi nasıl bir şey bilmiyorum ama tamam. Şimdi kalk yerden artık. Saçma bir pozisyon,” dediğimde Oğuz zafer gülüşünü kademe kademe yüzüne yayarak kalktı ve sıkı sıkı parmağımı tuttu. Kuvvetle parmağımı sallayınca oflayarak başımı arkaya yatırdım. “İşte bu be! Sonunda arkadaşım oldu! Hem de Türk. Bak sana yemin ediyorum buradaki tanıdıklarımı görsen bir sıkıcı bir sıkıcı… İçi bayılır insanın ama sen öyle değilsin.” Çocuk avuturcasına eğilip bükülünce istemsizce güldüm. “Yemezler Oğuz, ben mi sıkıcı değilim? Sıkıcılığı dünyaya yayan kişi benim. Salak salak konuşma,” diyerek manzaraya daldığım sırada Oğuz parmağımı özgürlüğüne kavuşturup benim gibi arkasına yaslandı. “Bak gör, haklı olduğumu anlayacaksın. Bu İspanyolların arkadaşlık anlayışı çok değişik asla bizim gibi değiller.” “Biz Türkler nasılız ki? Ben nereden bileyim arkadaşlığı? Hayatımda hiç arkadaşım olmadı benim farkındaysan. Buraya tatile gelmedim ya, Türkiye’de esirdim ve kaçtım.” “Sonra da ben kimseye sarılmadım uyumadım diyorsun. Bu laflar ne o halde? Neşeli halin mi bu senin?” dediğinde kaşlarımı çatarak ona çevirdim başımı. Gözlerini kırpıştırarak bana bakarken diyecek laf bulamamıştım. Karamsardım, evet. Sarılıp uyumuştum hatta. Tamam. Kabul. Önüme döndüm ve kollarımı birbirine bağladım. “Bir çeşit kabulleniş miydi bu?” diye sordu kurnaz bir sessizlikle. Omuz silktim sinirle. “Kesinlikle kabullenişti. De acuerdo… O halde bunu bırakıyoruz. Anlaştık mı?” diyerek bu defa da kuş parmağını çıkarıp gözüme sokunca eline vurup ona döndüm. “Gözümü çıkar Oğuz!” diye bağırınca kahkaha atarak kuş parmağını salladı. “Söz verme vakti. Hadi. Bak,” diyerek elimi tuttu. Kuş parmağımı zorla alıp parmağına doladı ve başparmağımızı bastırdı. Yüzümü olabildiğince asıp suratına baktım. “Parmaklarla alıp veremediğin ne senin böyle?” dediğimde elimizi gözlerimizin hizasına kaldırdı. “Kore’de söz veriliyor böyle. İpek öğretmişti. Mühürlüyormuşuz böyle,” diyerek başparmağıma başparmağını bastırınca elimi kurtarıp önüme döndüm hemen. “Bir Kore eksikti…” “Asi Küçük Hanım.” Oğuz beklemediğim bir anda yanağımdan makas alınca elini havada yakalayıp ona döndüm. “Temastır, dokunmaktır hiçbiri yok anladın mı? Hiç haz etmem bak,” diye uyardığımda Oğuz teslim olurcasına ellerini kaldırdı. Parmağımı daha sık salladım. Uyarımı baştan verirsem başım ağrımazdı hem. “De acuerdo princesa,” dedi gülerek. İspanyolca konuştuğunda yüklendiği karizmayı görmezden gelerek önüme döndüm ve serumuma baktım. Bitmişti çoktan. Onun bittiğini görünce daha fazla burada oyalanmak istemediğimden ayağa kalktım. Hayata karışıp bir şekilde yolumu bulmalıydım yine. “Serum bitmiş, gideyim en iyisi. Sen de kal burada, konuş İspanyolca filan, anlamıyorum da zaten,” deyip onu beklemeden serum askımı da aldığım gibi terastan indim. Oğuz ilginç bir şekilde peşimden gelmezken ben çoktan eve girdim. Ev hareketlenmişti bile. Aşağıdan sesler geliyordu uğultu halinde ama uykum gelmişti eve girince. Odama da girdiğimde uykum iyice bastırmıştı. Bu sebeple yatağıma girip pikeyle sadece belimi örttüm. Damar yolunu kanatacağımı bildiğimden serumu ben çıkarmamalıydım. Yatağımda sadece biraz uzanmak niyetinde olsam da sonunda uyku beni yeniden ele geçirmiş ve kuş gibi bir uykuya dalmıştım. *** “Uyuyan güzele oradan boylu poslu bir prens…” Omzumda hissettiğim dokunuşlarla ve kulağıma ilişen sesle uykumdan sıyrıldığımda gözlerimi açıp kırpıştırdım. Alpay abi diz çökmüş yüzüme bakıyordu, Oğuz sanmıştım. Bir parmağı omzumu dürterken öte yandan beni bekliyordu. Gözlerimiz kesişince anında doğruldu ve üstten bakmaya başladı. “Bu aralar çok uyumaya başladın sen. Hadi aşağıya in bakalım, güzelce kahvaltı etmeliyiz. Bekliyorum dışarıda. Üzerini değiştirip gel,” diyerek odadan çıktığında uyku mahmuru düz dönüp koluma baktım. İğne çıkmıştı yerine de ufacık bir yara bandı yapıştırmışlardı. Barbie’li. Yara bandına dokunup tebessüm ettim. Bu çocuksu şeyi kim yapıştırmıştı bilmiyorum ama sanki hayatımdaki tek renkli şeymiş gibi bana gülümsüyordu. Alpay abinin sözlerini dikkate alarak yatağımdan aniden doğruldum lakin belimdeki ağrılar kendini hemen hatırlattı. Pencereden atlamış olmam deliliğine inanamayarak pencereye kısa bir bakış attım ama çok sürmedi. Ani hareket etmemeye özen göstererek dolabın önünde durdum. Bir duş alsam iyi geleceği için dolabın içinden bornozumu ve saç havlumu alıp odadan çıktım. Doğrudan banyoya girip kapıyı kilitledim. Bornozumu ve havlumu uygun bir yere asıp küvete baktım. Pek küvet âdetim olmadığı için sıcak suyu ayarlayıp musluğu açtım. Duş başlığından başta soğuk su fışkırınca hemen duşa kabini örtüp üzerimdeki kirlileri çıkardım ve kirli sepetine gönderdim. Ayna karşısına geçip tenimdeki yara bandını söktüm. Sıcak su akmaya başladığından buhar küçük banyodaki camı hemen buğulu hale getirmişti. Elimle camı silip yüzüme baktım. Çırılçıplak, bütün benliğimi gördüm aynada. Yüzümde bir maske yoktu ve ben artık ümitsizdim. Bu yolculuğa çıktığımda özgürlüğüme adım adım yaklaştığımın umudu vardı içimde lakin nedense artık umudum kalmamıştı. İspanya’daydım, özgürdüm, artık doktorlar hastaneler yoktu fakat ben umutsuzdum. Yani yarı ölü… Sıcak buhar bedenimi gevşetirken duşa kabini açıp kendimi sıcak suyun altına bıraktım. Belimi geçen uzun düz saçlarımı büyük uğraşlar sonucu şampuanladım, kremledim, maske yapıp beklettim derken banyodan çıktığımda parmaklarım buruş buruştu. Bornozuma sarılıp banyodan çıktım ve üşüyerek odama gittim. Kapımı kilitledikten sonra penceremi kapattım ve perdeyi çekerek dolabımın önüne geçtim. Sıkıcı bir rutini yerine getirerek askıda gözüme çarpan gipeli, uzun salaş elbiseyi çıkardım. Kafamdan geçirip eteklerini saldığımda dizimin birkaç parmak aşağısında bitmişti. Balon kollarını düzeltip ıslak saçlarımı odadaki saç kurutma makinasıyla kurutmaya başladım. Saatler geçti belki de. Aşağıya inmedim. Sesler ara sıra zihnimi yoklasa da saçlarımı kurutmaya odaklandım. Uzun saçlarımı kurutmak öyle kolay olmadığından beni epey uğraştırmışlardı. Yaylada hapis hayatı yaşarken uzatmıştım saçlarımı. Yıllarca kesmemiştim. Onlara o kadar iyi bakmıştım ki hayatımda en değer verdiğim tek şeydi bu saç tutamları. Belki annem gün gelir çekmekten bıkar ve aklına sevmek gelirdi, kim bilir? Ama olmadı ya o da… Hep bir hayaldi işte. Saçlarımı kurutup yağ sürdüm ve son defa tarayıp yüzüme gelen kısımları çiçekli tokalarla tutturdum. Çıplak ayağıma terliklerimi de giyerek perdeleri açtım. İçeriye hava dolarken odamdan çıkıp aşağıya indim. Sesler daha da artınca ellerimi birbirine sürterek stresimi azalttım. En son neler yaşadığımızı pek hatırlamadığım için beni nasıl karşılayacaklarını da bilmiyordum. Aslında garip karşılamayacaklarına emindim. Bu yüzden bir cesaret başımı kaldırıp yürüdüm ve bahçeye çıktığımda herkes bana baktı. Çok kısa bir an kaçmak istesem de Alpay abinin ayağa kalkmasıyla herkesin kaldığı yerden sohbetlerine devam etmesi kaçınılmaz oldu. “Gel bakalım,” dedi Alpay abi beni her zamanki yerime alırken. Boş yere oturdum. Bir tek İpek ve Beyza yoktu masada. Geriye kalan herkes tamdı lakin gözlerim birisini daha arıyordu. Melike… Sabah Alpay abiyle konuşan kadın yoktu. Kuşkuyla Alpay abiye baktığımda her zamanki gibi tabağımı doldurmakla meşguldü. “Çiçek gibisin canımın içi,” dedi Nilüfer teyze birdenbire. Bana olan sevimli bakışlarını fark ettiğimde gülümsedim direkt. “Teşekkürler.” Ne kuru bir teşekkür olmuştu bu böyle? Cana yakın değildim ve bu durum beni bu kadar rahatsız ederken kim bilir Nilüfer teyze ne düşünmüştü? “Bunlar bitecek Küçük Hanım.” Alpay abiye bakmadan tabağıma döndüm. Doldurmuştu yine ağzına kadar. Midem aldığı kadar yemeye başladım. Ne Beyza’yı sordum ne de İpek’i. Nedensiz bir gerginlik vücudumu esir etmişken konuşamayacaktım. Zeytin, peynir, salata, meze derken birkaç dakika öylece sadece yiyerek geçmişti ki Oğuz annesigilin sohbetinden epey sıkılmış olmalı ki araya bodoslama daldı. “Bugün pikniğe gidiyoruz anne gelecek misiniz?” deyince kafamı kaldırmadan yemeye devam ettim. Piknik mi? O nereden çıkmıştı şimdi? İçimdeki sesle sesli sesli ofladım. Benim dışarı çıkmam sanırım onların kurtuluşu olacaktı o sebeple susmaya devam ettim. “Nilüfer? Ne dersin, gidip bir dağ havası almamız yok mu?” dedi Serpil teyze. Nilüfer teyzeden cevap gecikmedi. “Küçük Hanım da gelirse neden olmasın. Ona da gezdirelim memleketimin güzel yerlerini. Ama gelmek istemezse…” Çatalımı kaldırıp, “Gelirim,” dedim aniden. Bu belayı başımdan ne kadar çabuk savarsam o kadar iyi olurdu benim için. Nilüfer teyze inanamayarak, “Gerçekten gelir misin?” dediğinde başımla onayladım. Masadaki herkes bir anda bana bakmaya başlayınca tuttuğum çatalı daha sıkı tuttum. “Gelirim neden olmasın? Hem hazırım bile. Bir an önce kahvaltımızı yapıp gidelim. Kusura bakmayın, sizi biraz da ben beklettim sanırım,” dediğimde Servet amca girdi lafa. “Estağfurullah kızım. Biz yavaş kahvaltı ediyoruz zaten tadını çıkara çıkara. Hem bugün pazar. Bilirsin, Türkler pazar kahvaltılarını sakız gibi sündürür de sündürür. O halde hanımlar kalkın hazırlanın bir an önce,” diyerek ayaklandı Servet amca. Serpil teyze ve Nilüfer teyze de peşi sıra gülüşerek masadan kalkınca ben midemin bana gönderdiği sinyallerle çatalı bıraktım. “Bitir tabağını,” diye uyardı Alpay abi. Omuz silktim yalnızca. Kurtulamayacak mıydım ben bu tabaktan? Hem nerede görülmüş benim bu kadar şeyi yediğim? “Bu kadar yiyebildim. Daha fazla yiyemem,” diyerek ayağa kalktım. Alpay abi bir şey söylemeyince ben de doğrudan üst kata çıkıp odama girdim. Kendime ufak bir çanta ayarladım. İçine telefonumu koydum, kablolu kulaklığımı koydum ve ayna karşısında yüzüme biraz renk vermek için masama oturdum. Daha önce makyaj yapmamıştım doğrusunu söylemek gerekirse ama bu odada makyaj ürünleri bile vardı. Masaya oturup aynayı kendime göre ayarladım ve malzemelere baktım. Çillerimi sevdiğimden kapatmadım ancak gözlerimin altına bir krem sürüp şişliği yok ettim. Zira gerçek bir bağımlı gibi duruyordum. Sonrasında kaşlarımı düzene soktum, çatlak dudaklarıma önce nemlendirici sürdüm sonra parlatıcı. En son da kirpiklerime biraz rimel sürerek tamamladım. Yeterince canlı görünmek için biraz da allık sürdükten sonra çantamı ve dolaptan seçtiğim dışarı terliğimi alarak odamdan çıktım. Antreye geldiğimde Oğuz’u telefonuyla oynarken buldum. Geldiğimi anladığında kafasını kaldırıp bir an donakaldı ancak bu çok kısa sürdü. Beni hızlıca süzüp ayağa kalktı. “Saçlarını toplamayı neden reddediyorsun Küçük Hanım?” diyerek yine arkama geçince sanki elim kolum bağlanmış gibi kaldım. Saçlarıma teklifsiz dokundu ve onları hemen atkuyruğu yaptı. Mecburen bileğimdeki lastik tokayı çıkarıp arkadan ona uzattım ve söylenerek aldı. “Saçların çok uzun ve bu sıcakta yanarsın. Bak şimdi yine çok güzel oldun,” diyerek lastiğin üzerine bir şey daha takınca elim hemen oraya gitti. Sert bir şeydi ve muhtemelen yuvarlak kıskaçlı bir tokaydı. “Ne bu?” diyerek tokayı çıkardığımda ışıldayan bir şey beklemiyordum. Küçücük dişleri vardı ve yuvarlaktı. Birkaç defa aç kapa yaparken Oğuz elimden alıp tekrar taktı. “Lastiği gizlemek içinmiş. İpek’te görmüştüm. Güzel değil mi?” deyince kaşlarımı çatarak gözlerimi etrafta gezdirdim. O sırada Oğuz eski yerine geçip bana bakmayı sürdürmüştü. O bakınca ruhumu saran utanç dalgasıyla kafamı salladım. “Güzelmiş, aynen,” diyerek geçiştirdim ve etrafıma bakındım. “Yoklar mı?” diye sorunca Oğuz suratını dağıtmama neden olacak sırıtışı ile dalgalı saçlarına daldırdı ellerini. “Gelirler birazdan. Gel bahçeye çıkalım biz. Arabayı serinletelim,” dedi. Benden önde ilerleyince ben de çıktım. Peşinden avluya gittiğimde bizi alıp getirdikleri arabanın kapısını açtı. Eliyle geçmemi işaret edince sinirle güldüm. “Oğuz kendine gel. Saçma sapan davranıyorsun,” dediğimde gözlerini devirip ayağını isyankâr bir şekilde yere vurdu. “Haksızlık bu ama ya! Oyunuma ayak uydurman gerekirdi. Prenses, lütfen…” diyerek ısrarla elini uzatınca etrafıma bakındım bir gören var mı diye. Saçma geliyordu ama Oğuz küçük bir çocuk gibi ayağını yere vurup duruyordu. Onun bu dağ gibi uzun bedenine, kirli sakallarına, boş bakan gözlerine aldanmamak gerekiyordu herhalde. Yanağımı kaşımaya bir son verip elini tuttum ve bu yüksek araca bindim. “Tek başıma da binebilirim…” diye mırıldanırken kapıyı üstüme çat diye kapatıp şoför koltuğuna geçti. Prenses olduğuma dair şüphelerim vardı artık. Ona baktığımda gözleriyle bir şeyi işaret ediyordu. Başta anlamadım ama gözleri ısrarla bir şeyi işaret edince kaşlarım çatıldı. Bağırarak, “Ne var, söylesene?” diye sorduğumda gülerek kemeri işaret etti. “Kemer ya, ne bağırıyorsun bana?” derken pek de sitem etmiyor gibiydi. Alık alık elimi arkaya attım ve kemeri taktım hemen. “Haaa… Pardon ya ben kemeri unuttum. Annenler ne zaman gelecek?” dedim tekrardan. Oğuz kontağı çevirdiğinde araba oldukça sessiz çalışmıştı. Meraklı bakışlarımı ona çevirdiğimde bana güldü, göz kırptı ve önüne döndü. Güldü, göz kırptı ve önüne döndü. Kalbimdeki amansız hızlanmayla baş başa kalırken Oğuz direksiyonu ustaca çevirip evden ayrıldı. |
0% |