Yeni Üyelik
7.
Bölüm

DÖNME DOLAP

@kahveyesilineasik

Canlarımm gözden kaçırmış olabileceğim hatalarımı fark ederseniz hoş görün lütfenn. Sizleri seviyorum!

 

Ben şaşkınlık dolu gözlerle burnundan akan kanı, elindeki peçeteye silen o siyah saçlı adamı izlerken, kafiledeki diğer insanlar da o adamın, Celil'den yediği dayağı konuşuyorlardı:

 

- N'olmuş buna?

 

- Otobüste sarkıntılık yaptığı kadının kocası dövmüş.

 

- İyi olmuş şerefsize.

 

- Benim karıma yapsaydı ben de aynısını yapardım.

 

Celil'in sayesinde yine kafilenin ilgi odağı olmuştuk.

 

Yanıma geldiğinde sessizce konuşmaya başladım:

 

- Sana inanmıyorum Celil.

 

Alayla cevap verdi:

 

- Yaptığı pislik yanına kalacak değildi herhalde.

 

Son sözleri ile ayakta beklemeye devam ederken tur rehberi bir dolmuş tutmuş, kafiledeki insanları dolmuşa bindiriyordu. Sıra bize gelince dolmuşa doğru attığım bir adım, Celil'in beni kolumdan tutmasıyla engellenirken rehbere seslendi:

 

- Bakar mısınız? Biz eşimle kafileden ayrı gezmek istiyoruz. Tabii mümkünse.

 

Kadın güler yüzle konuşmaya başladı:

 

- Elbette. Kalacağımız otelin bilgileri sosyal medya grubumuzda var. Bu arada sizin gibi çiftlerin ilgi odağı sahildeki Ali ve Nino heykelidir. İyi gezmeler!

 

Tur rehberinin de binmesiyle dolmuş yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı.

 

Celil ile baş başa kaldığımız bu sokakta uzun uğraşlar sonucu bulduğumuz Bursa Lokantası'nda karşılıklı oturarak tavuk dürüm yiyorduk. İnanamıyordum, bir mafya ile Batum'daki bir Türk lokantasında karşılıklı tavuk dürüm yiyorduk!

 

Yemeğimizi yedikten sonra Batum'un dar sokaklarında ilerlemeye başladık. Sanki buranın kokusu üzerime sinmişti.

 

Tur rehberinin bahsettiği Ali ile Nino heykelini aramaya başladık. Uzun süre sonra bulduğumuzda ise heykelin tam karşısındaki banklardan birine oturup, büyülenmiş şekilde heykellerin yavaşça hareketini izliyordum.

 

Gün batımı ile heykellerin ahenk dolu görselini izlerken Celil'in seslenişi ile tüm dikkatim ona kaymıştı:

 

- Kimsen yok muydu senin, akraban falan?

 

Bakışlarımı ona çevirirken cevap verdim:

 

- Annem ve babam tek çocuklarmış. Anneannem zaten annem küçükken vefat etmiş. Dedem tekrardan evlenince annem de yurda yerleşmiş. Babam da askerden dönüşte almış dedem ve babaannemin ölüm haberini. Yani anlayacağın kimsem yok.

 

Son cümlelerimden sonra başını sallayarak tekrar söz aldı:

 

- Ben, kız kardeşin için üzgünüm. Onun olayla ilgisi olmasa bile benim hatam sonucu ölümle cezalandırılması adil değildi.

 

Dolan gözlerimi sıkıca yumup tekrar açtığım sırada konuştum:

 

- Senin suçun değildi. Kasayı çalacaklarını bilemezdin sonuçta.

 

Başını hafifçe geriye attığında dudaklarını araladı:

 

- Tahmin edebilirdim... Ama etmedim işte. Bunun cezası da masum birine yüklendi.

 

Bunları konuşmak için çok geçti. Hiçbir üzgünlük Şeyma'yı geri getirmeyeceği gibi hiçbir şey de eskisi gibi olmayacaktı.

 

- Bunları daha sonra konuşmalıyız, ya da bir daha konuşmamak üzere susmalıyız. Çünkü ikimiz de biliyoruz ki, hiçbir pişmanlık gideni geri getirmiyor.

 

Son sözlerimle başını tekrar salladığı sırada beni tekrar etti:

 

- Hiçbir pişmanlık gideni geri getirmez, ben de biliyorum.

 

𓆩𓆪

 

Heykellerin yanından ayrılıp Batum'un sokaklarında, kalacağımız oteli aramaya koyulmuştuk. Bulduğumuzda ise herkes gibi odalarımıza çekilmeye karar vermiştik.

 

Lobideki koltukların önünde Celil'in oda kartlarını almasını beklerken o siyah saçlı adam ile göz göze gelmiştim bir kez daha. Bundan rahatsız olup asansöre yöneldiğimde Celil'in de arkamdan geldiğini ispatlayan ayak seslerini duymuştum.

 

Asansör dördüncü katta durduğunda, uzun koridorda sadece ayak seslerimiz hâkimdi. Karşı karşıya olan oda kapılarımıza göz attığımda düşünmeden konuşmaya başladım:

 

- Şey... İstersen kahve içmeye gelebilirsin. Yani istersen tabii.

 

Kaşlarını çatıp bana baktığında sanki yanlış bir şey söylemiştim gibi suçlu hissetmeye başlamıştım. Kafasını olumlu anlamda sallayıp cevap verdiğinde ise rahatlamıştım:

 

- Olabilir, ama önce duş almam lazım. Gelirim.

 

Saçımı kulağımın arkasına ittirdiğim sırada dudaklarımı araladım:

 

- Peki, o zaman. Ben kahveleri hazırlayayım.

 

Başını aşağı yukarı sallayarak onay verdiğinde odama girip önce üzerimdeki kapüşonludan kurtuldum. Valizimde bir kısa kollu ararken kıyafetlerin üzerinde kol çantamı, fotoğraf makinemi ve bir telefon kutusunu gördüm.

 

Bunu bana Celil almış olmalıydı. En azından öyle düşünüyordum.

 

Telefonu kutusundan çıkarıp içine kutudaki yeni hattı taktım. Telefonu açmadan mutfağa gidip Türk kahvesi aramaya başlamıştım. Alışkanlık ya işte Türkiye'de alışmışım Türk kahvesine, şimdi de Batum'daki bir otelde Türk kahvesi arıyordum. Cidden harikayım!

 

Mini buzdolabını açtığımda raflarda bir şişe bira ve iki paket Nescafe gördüğümde mutlu olmuştum. Çünkü, Türk kahvesinin olmadığı zamanlarda Nescafe ikinci en iyi seçenekti.

 

Su ısıtıcısına iki kupaya yakın ölçekte su koyup kaynamasını beklerken de yeni telefonumu açtım. Rehberde ise birden fazla seçeneğimin olduğu iki tane numara gördüm; Emre SOYLU ve Celil KAYALAR...Ne kadar fazla seçeneğim olduğu beni istemsizce güldürmüştü.

 

Aslına bakılırsa aramalara 155'i de eklemek isterdim ama iki insan katili olmanın verdiği bir rahatsızlıkla bu düşüncemden vazgeçmek zorunda kalmıştım.

 

Su kaynayınca kahveleri demledim. Celil hâlâ yoktu. Yeni telefonumdan onu aradığımda, telefonu dördüncü çalışında açtı:

 

- Efendim?

 

Sesi yorgun geliyordu. Merakımı gizlemeye gerek duymadan telefona seslendim:

 

- Celil, nerdesin?

 

Telefonun diğer ucundan derin bir nefes aldığını ve hemen sonra da sesini duydum:

 

- Odamdayım. Beş dakikaya geliyorum.

 

Telefonu kapatmadan önce son bir cümle kurdum:

 

- Tamam o zaman, görüşürüz.

 

Tam dört dakika... Dört dakika sonra odamın kapısı çalınmıştı. Koşar adımlarla kısa koridoru aştım ve kapıyı açtım. Karşımdaki kişi Celil değil, otobüste bana sarkıntılık yapan adamdı.

 

Kapıyı adamın yüzüne doğru hızla kapatacağım sırada, o ayağıyla teperek buna engel olmuştu. Odaya girip kapıyı kilitleme çabasına girince telefonuma sarılıp Celil'in numarasını tuşladım. Adamsa ben telefonumu kullanırken elindeki bira şişesini kafasına dikmişti. Aramam cevaplanınca telefona doğru bağırmaya başladım:

 

- Celil! Odadayım, yardım et!

 

Telefonu yüzüme kapatmıştı. Harika!

 

Adam bana doğru yaylana yaylana yürürken geri geri kaçıyordum. Ancak sırtım duvara yaslandığında kaçacak yerimin kalmadığını anlamıştım.

 

Birkaç saniye sonra odamın kapısının önünde birinin adımı sayıkladığını duydum. O kişinin Celil olduğunu anlamam yalnızca saniyelerimi alırken, üzerime yürüyen adamın bedenine aldırmadan kapıya doğru çığlık attım:

 

- Celil! Yardım et!

 

Adam beni duvar ve kendisinin arasına hapsederken bir eli boğazıma yapıştı. Diğer elini havaya kalktığında kapıdan gelen gürültülü sese Celil'in bana doğru koşan ayak sesleri eşlik etti.

 

Adamın havaya kalkan elini geriye doğru büktüğünde adam acıyla inlerken, boğazımı sıkan diğer elinin gevşeyişiyle kendimi kurtardım. Kafileden diğer insanlar benim odama toplanmış, adamı Celil'in elinden kurtarmaya çalışıyorlardı.

 

Ben mi? Ben donmuş bir şekilde duvarın dibine sinmiş Celil'i, bağışları ile izliyordum.

 

- Sabahtan yediğin dayak az geldi herhalde!

 

Söylediklerinin ardından ayırmaya çalışanlara aldırmadan bir yumruk daha geçirdi adamın suratına.

 

Saniyelerin ardından adamı zar zor elinden aldılar Celil'in. Adamı kendi odasına götürdüklerinde, kapısı açık kalan odamın içinde, duvarın kenarında öylece duruyordum. Celil ise bir metre ötemde bana doğru yaklaşırken konuşmaya başladı:

 

- İyi misin?

 

O cümlesini bitirir bitirmez koşup sarıldım bedenine. Başımı yasladığım göğsünden ağlaya ağlaya birşeyler söylüyordum olayın şokuyla:

 

-Neredeydin? Ya seni hiç arayamasaydım! Ya sen telefonu açmasaydın!

 

İki elini de sırtıma doladı ve ekledi:

 

- Tamam, düşünme bunları. Geldim, kurtuldun işte.

 

- Nasıl düşünmeyeyim? Tacizci mi, tecavüzcü mü, sapık mı?! Sarhoştu da zaten! Ya öldürseydi beni?!

 

Bu cümleleri kurarken başım göğüsünde, kalbinin atış hızını dinlemiştim.

 

- Tamam. Eşyalarını toplayıp odama geliyorsun o zaman.

 

Bu teklifine asla hayır deyip gurur yapamazdım, çünkü korkuyordum:

 

- Koltukta uyuyabileceksen gelebilirim.

 

- Merak etme, ilk kez koltukta uyumayacağım.

 

𓆩𓆪

 

Sabah uyandığımda Celil'i koltukta rahat bir pozisyonda yatarken bulmuştum. Komodinin üzerindeki yeni telefonumun saatine baktım. Türkiye'ye göre sabahın 10'u, buraya göre ise 11'iydi.

 

Celil koltukta kıpırdanmaya başlayınca başımı ona çevirdim. Uyandığını fark edince seslendim:

 

- Günaydın.

 

Gözlerini ovarken cevap verdi:

 

- Sana da. Rahat uyuyabildin mi bari? Beni de koltukta yatırdın zaten.

 

Ona göz devirerek karşılık verdim:

 

- Sorma, o kadar rahat uyudum ki gece ara ara kalkıp içeriyi kontröl ettim.

 

Gerçekten de yapmıştım bunu. Uyurgezer değildim ama bu saatten sonra ola da bilirdim.

 

Aradan geçen kısa zamanda ikimiz de hızlıca ve sırayla duş alıp üzerimizi giyindikten sonra otelden ayrıldık. Kahvaltıyı nerede yapacağımız hakkında herhangi bir fikrimiz olmadığı için dünki lokantaya gitmeye karar vermiştik. Lokanta buraya fazla uzak değildi, o yüzden yürüyerek gitmeyi tercih ettik.

 

Yolda giderken bir kadının bana omuz atması ile irkildim. Aslında tam omuz atmış da sayılmazdı, çarpmıştı. Batum'un dar ve kalabalık sokaklarında gezmek böyle bir şeyi gerektiriyordu.

 

İlerlerken ikinci bir kadının yine bana omuz atmasıyla Celil bana elini uzattı. Ben uzattığı eline saf gibi bakmaya devam ettiğimde açıklama yaptı:

 

- Bu kalabalıkta kaybolma diye.

 

Hiçbirşey söylemeden uzattığı elini tuttum.

 

Aradan geçen dakikaların ardından lokantanın önüne gelmiştik. İki kişilik bir masa bulup oturduktan sonra dünki tavuklu dürümden ve ayrandan sipariş vermiştik.

 

Dürümümden bir ısırık daha alınca Celil'e seslendim:

 

- Celil,

 

Bıkkın bir yüz ifadesiyle cevap verdi:

 

- Efendim Melek?

 

Masum bir sesle konuşmaya devam ettim:

 

- Dünki yere mi gitsek?

 

Kaşlarını çatıp konuştu:

 

- Dünki yer?

 

Elimdeki dürümü tabağa bırakıp ayrana uzanırken açıklama cümlelerimi ard arda sıraladım:

 

- Sahilde bir yerdi, heykeller vardı hani?

 

Birkaç saniye daha gözlerini kısıp hatırlamaya çalıştıktan sonra dudaklarını araladı:

 

- Orası... Bilmiyorum.

 

Israrcı ses tonumla tekrar söz aldım:

 

- Hadi ya, çok güzeldi orası.

 

- Melek tamam da akşama Rize'ye yolculuğa çıkılacak. O zamana kadar orada mı kalacağız?

 

- Saat bire geliyor zaten. Biraz da dönme dolaba bineriz. Akşama doğru da otele geçeriz.

 

Yarı gülümser bir şekilde cevap verdi:

 

- Değil mi ya, hazır para da benden çıkıyor.

 

- Üç dört ay idare edeceksin artık. Hem sen değil miydin evleneceğiz de evleneceğiz diye ısrar eden?

 

- Neyse. Şunun şurasında dört ay kaldı. Dört ay bedavaya hayat yaşayacaksın.

 

- Bu da benim şansım.

 

Dürümlerimizi yiyip, ayranlarımızı içtikten sonra hesabı ödeyip lokantadan çıkmıştık.

 

Tekrar Batum'un dar ve kalabalık sokaklarında gezinirken başka biri daha bana omuz atmasın diye elim Celil'in elini tutuvermişti birden.

 

Salak ben! Salak ben! Salak ben!

 

Celil ellerimize bakarken yutkunarak bir yalan arayışına girdim. Aradığımı bulduktan sonra tereddüt ile konuşmaya başladım:

 

- Ya...ni kaybolmayalım diye. Ben... Neyse!

 

Elimi elinden çekip iki yanıma serbest bıraktım. Ama bu sefer o elimi tuttu ve ekledi:

 

- Kaybolma diye.

 

Şu an beni ter basması veya yüzümün alev alev yanması normal miydi bilemiyordum ama kalbim yerinden çıkacak gibi, tıpkı ormandaki o ilk gece gibi hızla atmaya başlamıştı.

 

Heykellerin yanına gidene kadar el eleydik. Ama ne o ne de ben konuşmuştuk yol boyunca.

 

Dün oturduğumuz bank boştu. Sanki evren yine gidip aynı banka oturmamızı ve heykelleri öyle seyretmemizi istiyordu.

 

Ellerimizi aynı anda ayırıp oturduk banka. Celil'in gözleri yavaşça hareket eden heykellerdeyken sordu bana:

 

- Hayatında yaşadığın en ilginç şey neydi?

 

Başımı ondan tarafa çevirdim ve sorusunu cevapladım:

 

- Sanırım senin gibi bir adamla evlenmek... Bundan 2 ay önce bir falcı gelip seninle bir ormanda cinayet vasıtasıyla tanışıp, başıma bunların geleceğini söyleseydi kahkaha atardım herhalde.

 

En sonunda o da başını benimle göz teması kurunca konusmaya başladı:

 

- Anladım.

 

O sormuş, ben cevaplamıştım. Şimdi ise sıra ondaydı:

 

- Senin yok mu peki benimki gibi bir anın?

 

Derince bir iç çekti Celil. Sonra anlatmaya başladı:

 

- Seninki gibi değil belki ama... Ben 11. sınıftayken-

 

Bir anlığına kendimi tutamadım ve sözünü kestim:

 

- Yani sen liseliyken?

 

- İzin verirsen anlatacağım.

 

- Tamam, tamam. Sustum.

 

- Yani ben lise 11. sınıftayken Korhan'la Ferhan'ın babaları Bülent, babamın düşmanıydı. Bülent annemi kaçırınca babam da peşlerine düştü. Ben de gizlice babamın peşine düştüm ne olur ne olmaz diye. En son annemi gördüğümde bedeni yanmıştı. Cesaretimi toplayıp, yanmış elini tutmak istediğimde derisi elime yapıştı... Tiksinemedim bile, annemdi o benim... Babamı da annemin yanında yatarken buldum. Alnından yemişti kurşunu ve artık annem gibiydi... Ölü... İşte o an, o yerde ben de kendime yemin ettim; Bütün hayatımın intikamını alacaktım herkesten. Teker teker...

 

Cidden mi? O yaşlardaki bir gencin annesinin elini tutamaması ne kadar acı verici olabilirdi ki...

 

- Celil... Önemsenmediğini düşünme. Tabii bu olayı önemsedim ama... Bunu bana neden anlattın?

 

- Sen bir gece anne babanın ölümünden bahsettin ya, bence kendi anne babanın kaza geçirerek ölmesine dua etmelisin Melek... Annenin bedeni yanmamış, baban kurşun yememiş...

 

Sanırım bu kadar duygusallık bana fazla gelmişti.

 

Konuyu dağıtmak için araladım dudaklarımı:

 

-Celil,

 

Cevap vermeden sorgu ile gözlerime baktığında efendim diyordu sanki bakışları. Tekrar söz aldım:

 

-Bence sen de şükret.

 

Kıstığı gözlerinin ardından cevap verdi:

 

-Neye?

 

- E Korhan'dan kurtuldun. Tabii benim sayemde.

 

- Sen sadece kardeşinin intikamını aldın Melek.

 

- Hem de senin anne babanınkini.

 

- Annemle babamın intikamını alman için Bülent'i yok etmen gerek. Kendisi 1 haftadır oğlunun yasını tutuyordur, emin ol.

 

O sırada aklıma gelen bir soruya baş başa kaldım bir süre.

 

Korhan ile Ferhan'ın arkasında babaları Bülent varsa... Celil'in arkasında kim vardı? Ya da en doğru soru şu; Celil'in arkasında biri var mıydı?

 

Bu sorunun cevabını çok merak ettiğim için sordum:

 

- Senin arkanda biri var mı peki? Varsa kim var?

 

- Nasıl yani?

 

- Yanisi şu; Korhan'la Ferhan'ın arkasında babaları var ya, senin arkanda kimse yok mu?

 

Gülerek başını gökyüzüne kalırdı ve ekledi:

 

- Olmaz olur mu? Babaannem var.

 

Şok üzerine şok yaşıyordum resmen. Toprağı eşeledikçe bir şeyler daha çıkıyordu sanki:

 

- Senin babaannen mi var?

 

- Niye bu kadar şaşırdın?

 

- Ne bileyim, sen öyle tek falansın ya hep, ondan.

 

- Amcamla aram pek iyi sayılmaz. O yüzden babaannemle fazla görüşemiyoruz... Neyse, bu konuları kapatalım.

 

-Tamam. Kapandı.

 

Neden konu 'amca' lafına gelince kestirip atmıştı ki? Demek ki ciddi sıkıntıları vardı.

 

- Dönme dolaba binmeyecek misin?

 

Celil'in bu sorusuyla daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Önce onlarca metre yükseklikteki dönme dolaba baktım. Fazla yüksekti. Düşündüğümden de yüksek...

 

Sonra Celil'e cevap verdim:

 

- Bilmem. Fazla yüksek sanki?

 

- Niye, yükseklik korkun mu var yoksa?

 

- Gibi... Bu kadar yükseğe var olmalı.

 

- O zaman o korkunu yenmen lazım. Kalk hadi.

 

𓆩𓆪

 

Dönme dolabın kabinine attığım adımımı geri çekerken ekledim:

 

- Yok, olmaz Celil. Korkarım ben!

 

- Bir şey olmaz.

 

- Hayır Celil. Olmaz, binemem ben!

 

- Ya yok bir şey. Ben varım yanında.

 

Sonra beni omuzlarımdan ittirerek zorla dönme dolabın kabinindeki oturma yerlerine oturttu. O da tam karşıma geçmişti.

 

Bulunduğumuz kabin giderek yükselirken sağ elimi alnıma dayamış, aşağıya bakmamaya çalışırken bir süre sonra Celil'in kurduğu cümleyi duydum:

 

- Melek, elini alnından çek ve hemen yere bak.

 

Ani bir boş bulunmayla elimi alnımdan çektim önce. Gözlerim yere bakarken sordum:

 

- Ne var?

 

Celil sol elinin işaret parmağı ile gösterdiği, mavi-kırmızı ışıklı heykellerle bakıştım bir süre. O kadar yüksek de değildi fakat baş döndürücü bir hissiyat veriyordu.

 

Yaklaşık 10 dakika sonra dönme dolaptan indiğimizde Celil'in sorusunu duydum:

 

- Otele geçmeyecek miyiz artık?

 

Ona dönüp, çantamdan çıkardığım fotoğraf makinesini uzatırken sorusunu yanıtladım:

 

- Geçeceğiz, ama önce bir isteğim olacak senden.

 

𓆩𓆪

 

Koskocaman iki saatin sonunda otele gelmiştik. Celil'den istediğim gibi otele gelene kadar her tarihi anıtta, heykelde, müzede, caddede ve sokakta fotoğrafımı çekmişti. Ama fotoğraf makinem bana şarjı biterek ihanet edince mecburen Celil'in telefonuyla yetinmek zorunda kalmıştım.

 

Odaya çekildiğimizde valizimi düzelttim. Yarım saate kadar Rize'ye yola çıkacaktık çünkü. Celil ise bugün oldukça yorulmuş olacak ki otele gelir gelmez kendini yatağa bırakmıştı.

 

𓆩𓆪

 

Tur otobüsünde her zamanki yerimizdeydik. Otobüse binmeden önce cam kenarındaki koltuk hayalini kurmuştum ancak Celil hayallerimi tekrar suya düşürecek bir şey yapıp cam kenarına geçmişti.

 

Rize'ye varana kadar yolculuğum, Celil'inki gibi uyuyarak geçmişti. Gecenin yarısı, turun bir apartmandan tuttuğu iki daireden birine, kadınların kalacağı daireye yerleşmiştim. Erkekler ise üst kattaki diğer dairede kalacaklardı.

 

Biz kadınlar kendi dairemize geçince kim kiminle hangi odada kalacak muhabbeti sonucu Celil'i dikizleyen kadınla iki gece boyunca aynı odada kalacaktım!

 

Kadın, benim yatağımın karşısındaki tek kişilik yatakta ben ise kendi yatağımda, birbirimizle hiç konuşmadan hatta bakmaya bile tenezzül etmeden yorganın altında uyumaya çalışıyorduk.

 

Birbirimizi yok saymamızın üzerinden dakikalar geçtiğinde telefonuma bir mesaj geldi,

 

Günaydın.

 

Evet... Kocam bana gecenin ikisinde 'günaydın' mesajı atıyor...

 

İster istemez tebessüm ettirmişti bu mesaj bana. Daha fazla beklemeden klavyeyi tuşlamaya başladım,

 

Tabii yol boyu uyudun, benim sana günaydın demem lazım. Gerçi hava pek aymadı gibi ama...

 

Bu mesajları göndermemin ardından kısa bir süre sonra içtiği viski şişesinin fotoğrafını atmış, bir de altına not düşmüştü,

 

Tadı bir garip geldi bu gece.

 

İçimden sarhoş olmalı diye geçirdiğim sırada tekrar tuşladım klavyeyi,

 

Niye? Her gece farklı bir aroma mı veriyor?

 

Cevap gecikmedi,

 

Boş ver. İçmeden bilemezsin.

 

Yok. Almayayım ben. Afiyet olsun sana.

 

Sağ ol.

 

Esnemeye başladığımda parmaklarım tekrar klavyede dans etmeye başlamıştı,

 

Celil, benim çok uykum geldi. Yatıyorum ben.

 

 

İyi ki varsın prenses.

 

Sonra en son attığı o 'prensesli' mesajı silip yerine şunları yazdı:

 

*Bu mesaj silindi*

 

İyi geceler.

 

Attığı 'iyi ki varsın prenses' yazısı mı aklımı karıştırmalıydı, yoksa o mesajı silip yerine adam akıllı yazdığı 'İyi geceler' mesajı mı?

 

𓆩𓆪

 

(Yazarın Anlatımı İle)

 

Saat gecenin ikisinde, balkonda sigara içiyordu Celil Kayalar...

 

Yalnızdı...

 

İçkisini dakikalar önce şişeyi kafasına dikip bitirmiş, sigarasının küllerini de boş şişeye döküyordu.

 

Elindeki telefonunda ise bugün Melek'ten habersiz çektiği bir fotoğraf vardı... Meleğin dönme dolaptaki bir fotoğrafı...

 

Celil uzun uzun baktı fotoğrafa dudaklarının arasındaki sigarasından derin bir nefes çekerken.

 

Ardından biten sigarasının izmaritini diğer elindeki boş içki şişesine atarken ne yapıyorum ben diye düşünüp telefonunu kapattı.

 

Sonra bir sigara daha yaktı gecenin karanlığına ve derince çekti dumanını içine. Son aylarda doktorunun söylediklerini dikkate almayarak daha fazla sigara ve alkol tüketiyordu.

 

Akciğer kanseri her ne kadar ilk evrelerinde olsa da onu yok sayıyordu. Doktorun verdiği ilaçları içmiyor, çok ağrısı olursa ağrı kesici ilaç içip uyuyordu. Onun yaşamak için bağlı olduğu biri kalmamıştı nasıl olsa. Akrabalarıyla da arası bozuktu zaten. Bir destekleyen Mahizar Babaannesiydi. Ancak onunla da uzun zaman olmuştu görüşmeyeli.

 

Anlaşılacak şuydu ki; Celil'i tekrardan yaşama bağlayacak biri lazımdı. O kişi yemeyecek, içmeyecek, iyi ya da kötü Celil'e destek verecekti.

 

Düşündü Celil... Kim olabilirdi bu kişi?

 

 

Loading...
0%