Yeni Üyelik
4.
Bölüm

FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİKLERDEN

@kahveyesilineasik

 

Suya o kadar sert bir dalış yapmıştık ki deniz bize beton etkisi yapmıştı sanki. Bir ara ayaklarımın denizin dibindeki sert ve keskin kayalıklara değdiğini hissettim. Soğuk ve bir o kadar da tuzlu su yüzünden gözlerimi açamıyordum, ama Celil'in belimden sıkıca tutan ellerini hala hissedebiliyorum.

 

Nefesimin git gide tükendiğini hissetmeye başladığımda, iki tarafımda serbest kalan kollarımı yumruk yapıp Celil'in göğüsüne doğru hafifçe vurdum. Şu anki durumumu ona anlatabilme şeklim en fazla buydu.

 

Anlamıştı.

 

Beni hemen belimden tutarak denizin yüzeyine çıkaracak şekilde havaya kaldırdı. Bütün bedenimi titretecek kadar soğuk eserek yüzüme çarpan rüzgarı hissettiğimde, öksürmeye ve rüzgarın getirdiği oksijeni derin derin içime çekmeye başladım.

 

Hemen ardından Celil çıkmıştı su yüzeyine. Alnı o gece benim kafasına vurduğum taşın açtığı yaradan kanıyordu. Başını o sert kayalıklara çarpmış olduğunu düşündüm. Kendimi bir anlığına suçlu hissetsem de bunu belli etmemeye çalışarak konuşmaya başladım:

 

- Alnın kanıyor... Kıyıya çıkmamız lazım.

 

Söylediklerim karşısında başını aşağı yukarı salladı ve gözlerini, siyahlığını gökyüzünden alan denizin ortasında gezdirdi. Bir süre sonra aradığını bulmuşçasına bir ifade vardı yüzünde. Gözlerini odaklandığı yerden çekti ve bana döndü:

 

- Omzumdan tutun. İkimizi de kıyıya çekeceğim.

 

Söylediklerine karşı hiçbir cevap vermeden omzundan tutup kıyıya kavuşmayı bekledim.

 

Karaya ulaşmamıza çok az kalmıştı Celil'in sesini duyduğumda:

 

- Var mı bir şeyin, yürüyebilecek misin yani?

 

Başımı bir sağa bir sola sallarken cevap verdim:

 

- Hayır. Ama sen iyi görünmüyorsun.

 

Aksine, alnındaki yaraya rağmen ikimizi de karaya çekilebilecek kadar fazla gücü vardı. Tabii canım, biz de laf olsun diye söylemiştik zaten, sen iyi görünmüyorsun diye.

 

Hırıltılı nefesler alıp verdiği sırada zorlandığını düşünmeye başlamıştım. Fakat saniyeler sonra kurduğu cümle yanılmama neden olmuştu:

 

- Oradan bakıldığında nasılım bilmiyorum ama ben gayet iyiyim ve şu an sırf sen daha fazla üşüme diye nefes nefese kıyıya ilerlemek için uğraşıyorum.

 

Bizi düşünüyor... Belki de böyle iyi niyetli bir adamın kafasına taşı vurmakla hata etmiş olmalısın Melek...

 

Kısa süre sonra sanki İçsesimin söylediklerini duymuş gibi tekrar söz aldı:

 

- Bu arada, evet seni düşünüyorum, çünkü hasta olduğunda seninle uğraşacak kadar bol zamanım yok.

 

Hayır hayır, kafasına taş vurmanı bayağı hak etmiş...

 

Biraz sonra önce o keskin kayalıklara tırmanmış ve sonra beni yanına çekmişti. Ayaklarımızın artık toprağa basmanın verdiği mutluluğu yaşarken dudaklarımı araladım:

 

- Burası atladığımız yere çıkacak gibi duruyor. Adamlar gitmiş midir?

 

Gözleri sağa sola bakınıyorken bir noktada takılı kalışının dördüncü saniyesinde, bileğimden tutup çekiştirmeye başlamıştı. Bir yandan da sorumla alakası olmayan iki kelimlelik bir cümle kurdu:

 

- Gel benimle.

 

Emrine uyup, hâlâ bileğimden tutarken gittiği yere beni de götürmesine izin verdim.

 

Mart ayının en soğuk gecesiydi belki de. Denizin soğuğunun yanında esen rüzgar tenimi delip geçiyordu adeta.

 

Ormanın içinde yavaşça ilerliyorduk. Ayağımızı yere her bastığımızda çıkan hışırtıya, türünü henüz bilmediğim kuşların ürkütücü ötüşleri eşlik ediyordu.

 

Ötüşünü kargaya benzettiğim bu kuşlardan biri uçarken aniden önümüze konmuştu. Celil'in sessizce fısıldadığını duydum:

 

- Kuzgun...

 

Kuzgunların oldukça akıllı bir kuş türü olduklarını duymuştum, ama ilk defa görüyordum. Yanlış hatırlamıyorsam uğursuzluğu simgeleyen hayvanlar olduklarını da duymuştum. Fiziksel benzerlik olarak kargayı andırıyorlardı.

 

Yolumuzun hemen ortasına konan bu kuş bulunduğu yerden kanatlandı ve hemen birkaç metre ilerledikten sonra tekrar yere kondu. Bize birşeyler anlatmak istediğini düşünmeye başladığım sırada Celil'in bileğimi tutan eliyle birlikte kuzguna doğru birkaç adım attık. Kuş yine kanatlanıp birkaç metre uzağımıza konmuştu.

 

Kuzgun önden, biz arkadan bu takibi bir süre sürdürdük ve yolun sonunda görünen bir kulübe şaşırmama neden olmuştu

 

Bir de kuzgunlara uğursuz derlermiş!

 

Kulübeye iyice yaklaştığımız sırada kuzgunun yerden kanatlanarak bir çam ağacının dalına konuşunu izlemiştim.

 

Kulübenin girişindeki tahta kapı kilitli olduğu için Celil tekmeleyerek açmak zorunda kalmıştı.

 

İçeri girdiğimde, üzerime yapışan ıslak kıyafetlerden kurtulmak tek isteğimdi. Ancak bu tek göz odada bulacağım bir kıyafet olmadığını düşünmeye başlamışken, giriş kapısının arkasındaki askılığı gördüm. Askılıktaki kıyafetleri tek tek incelerken aradığımı bulmuştum. Elime aldığım kahverengi ve yeşil çiçek desenli, yarım kollu basma elbiseyi üzerime geçirecek bir yer bulma çabasındaydım. Celil'in yanında üstümü değiştirecek değildim herhalde.

 

Celil'e baktım, sedire benzeyen koltukta, ıslak kıyafetleriyle oturuyordu. Kafasındaki yaradan akan kanın kurumuş olduğunu anladığımda ona seslendim:

 

- Bir süreliğine dışarı çıkabilir misin?

 

Sorduğum soru karşısında gözleri sorguyla gözlerimi buldu ve ekledi:

 

- Neden?

 

Elimdeki elbiseyi ona gösterirken cevap verdim:

 

- Bunu buldum. Hasta olup başına dert olmamam için üzerimdeki ıslak kıyafetlerden dolayı üşümemen gerek mâlum. Üzerimi değiştireceğim.

 

Koltuktan kalkıp konuşurken hâlâ gözleri gözlerimdeydi:

 

- Tamam. Bana da uygun birşeyler bulursan söyle, ben de üzerimi değiştireyim.

 

Kapıya doğru attığı birkaç adım sonrasında arkasından seslendim:

 

- Tamam, bakacağım.

 

Kırık kapıyı tekrar açmakta zorluk çekse de açmayı başarıp dışarı çıktı.

 

Bir süre sonra kulübenin kapısının önüne bakan küçük camdan, Celil'i bir taşa oturmuş, elindeki küçük ve yaş dal parçasıyla toprakla oynarken gördüm. Camı açıp seslendim:

 

- Biraz daha uzaklaşsana!

 

Başını yerden kaldırıp göz devirerek bana bakarken konuşmaya başladı:

 

- Bak, hava soğuk zaten. Hemen giyin üzerini de sıra bana gelsin.

 

İnat etmekte kararlıydım. Mahremiyet önemliydi nasıl olsa:

 

- İyi, sen en az iki metre uzaklaşmadığın sürece ben de giyinmeyeceğim üzerimi. Sonra hasta olur başına kalırım.

 

Kafasını geriye atıp hırıltılı bir nefes verdiğinde öfke saçan gözleri yine üzerimde hüküm sürmeye başlamışken, dudakları aralandı:

 

- Kapat o camı. Sadece iki metre. Fazlasını bekleme benden.

 

Yüzüme zafer mutluluğunun verdiği gülümseme yerleşmişti.

 

Ben camı kapatırken, o da bana ters ters bakıp söylediği gibi iki metre uzağa geçmişti.

 

Islak kıyafetlerimi çıkarıp bulduğum dizkapağı hizasından biraz kısa olan elbiseyi ve kapının arkasındaki askılıktan aldığım uzun hırkayı üzerime geçirdim.

 

Celil'e kıyafet aramaya başladığımda uzun uğraşlar sonucu bulduğum bol, kahverengi ve kadife kumaşlı pantolonu, ardından krem rengi temiz gömleği de elime alıp kulübenin kapısını açtım ve Celil'e seslendim:

 

- Hadi, sıra sende!

 

Oturduğu taştan kalkıp kulübenin kapısına doğru yürüdürken küçümser bir tavırla konuşmaya başladı:

 

- Umarım iyi birşeyler bulmuşsundur.

 

Yüzümde oluşan alaylı gülümsemeyle cevap verdim:

 

- Yaa, dedeme benzeyeceksin bunları giyince.

 

Çoktan yanıma, kulübenin içine gelmişti. Kıyafetleri elimden alırken emir veren sesini duydum:

 

- İki metre uzağa.

 

Aynı şekilde ben de ona ters ters bakarken kulübeden çıkmış ve iki metre olup olmadığını hesaplayamadığım uzaklıkta beklemeye başladım.

 

 

𓆩𓆪

 

Az sonra verdiği 'Gel!' emri ile tekrar kulübenin içindeydim. Kapı kırık olduğu için kapatmakta zorluk çeksem de halletmiştim.

 

Celil oturduğu koltukta içine fazlasıyla su kaçtığını tahmin ettiğim telefonu elinde, kara kara düşünüyordu.

 

Alnındaki kurumuş kanın çevrelediği yara tekrar odağıma girmişti.

 

Kulübenin küçük mutfağında bulduğum çaydanlığın üst kısmındaki hazneye biraz su doldurdum ve Celil'in üzerini giydikten sonra yaktığını düşündüğüm küçük şöminenin bitişiğine koydum. Amacım suyun biraz ısınmasıydı.

 

Suyun ısınmasını beklediğim sırada mutfakta temiz bir bez arayışına girmiştim. Kısa süre sonra bulduğum bezi ve biraz ısındığını tahmin ettiğim çaydanlık haznesini şöminenin yanından alıp Celil'in tam yanına oturdum.

 

Nihayet gözlerini yerden ayırıp, ne yapacağımı sorar gibi bakış attığında açıklama yapma gereği duydum:

 

- Temizlememiz gerek. Enfeksiyon kapacak yoksa.

 

Yüzünün tamamını bana dönerken, elime aldığım bezin ucunu önce sıcak suya batırdım, ardından Celil'in alnındaki yaranın kenarlarındaki kanları temizlemeye başladım.

 

Yüzüme çarpan nefesini hissediyor ve aynı zamanda daha yeni tanımaya başladığım bu adama bu kadar yakın olmanın verdiği tedirginliği yaşıyordum.

 

Mide kısmında bir kelebeklenme de hissediyor musun Melek? Ne alakası var İçses?

 

İçsesimle girdiğim sözlü atışmadan çıkıp asıl tehlike konusun odaklandım. Uçurumdan atlarken ardımızda bizi hedef alan bir silah sürüsünü es geçmememiz gerekirdi. Gözlerimi temizlediğim yaradan çekmeden Celil'e sordum:

 

- Atlarken arkamızda patlayan silahlar neyin nesiydi?

 

Her ne kadar gözlerinin beni izlediği gerçeğini düşünmemeye çalışsam da tuhaf hissediyordum. Bana cevap verdiği sırada gözlerine bakmamak için direniyordum:

 

- Korhan'ın en güçlü adamını ve aynı zamanda sağ kolunu öldürdüğün için olabilir mi?

 

Sanki boşuna öldürmüştüm. Katil olduğumu yüzüme vurması hiç hoşuma gitmemişti. Anlık bir sinirle bezi yaranın tam ortasına sertçe bastırmamla Celil tekrar sesini yükseltti:

 

- Yavaş!

 

Sesimi yükseltme sırası bendeydi:

 

- İyi oldu sana! Her defasında katil olduğumu yüzüme vurmaya yemin mi ettin?

 

- Yüzüne vurmadım zaten, yaptığın eylemi söyledim. Tabii bunu anlamayacak kadar aptalsan orası başka.

 

Elimdeki bezi alnından çekerken sesimin yükseklik seviyesini koruyarak ekledim:

 

- Temizlemiyorum yaranı falan!

 

Bezi hınçla çaydanlık haznesinin içindeki sıcak suyun içine bırakıp dışarı çıkmak için kapının kolunu elimle kavradım. Ne kadar çekersem çekeyim açmayı başaramamıştım. Bozulmuş veya takılmış olmalıydı. Harika! Şimdi de bana her defasında katil olduğumu hatırlatacak bir adamla bu lanet olası kulübede sıkışıp kalmıştım! İyi tarafından bak Melek, adam oldukça yakışıklı.

 

Başımı iki elim arasına alıp yüzümü ovuşturdum birkaç saniye. Ardından koltukta bıraktığım bez ve çaydanlık haznesi ile, ne ara mutfağa gittiğini anlayamadığım Celil'in yanına ilerledim. Yanına geldiğimde beni fark etmemişti. Yapmacık bir şekilde boğazımı temizlerken beni duyduğuna emindim. Ama o istifini bozmadan yanına eğildiği mutfak çekmecelerini karıştırmaya devam ediyordu.

 

En sonunda elimdekileri tezgaha bırakırken merakıma yenik düşüp ne yaptığını sordum:

 

- Ne yapıyorsun?

 

Yüzüme bakmamaya kararlıydı anlaşılan. Çekmeceyi karıştırmaya devam ederken cevap verdi:

 

- Savunma için birşeyler arıyorum.

 

- Tamam, gel hadi. Sabah bakarız ona.

 

- Ben şimdi bakacağım.

 

İnadı karşısında göz devirmek ve merhametli bir sesle konuşmakla yetindim:

 

- Allah'tan iyi bir katilim, ki başındaki yarayı temizlemeden gözüme uyku girmeyecek.

 

Eğildiği yerden alayla bana birkaç saniye. Sonra tekrardan sesini duydum:

 

- Gerek yok, istemiyorum.

 

İnatçıyız demek..

 

İçsesimin imalı laflarını dinlemeyerek tekrar araladım dudaklarımı:

 

- Hani inat etmesen diyorum, içim rahat etmiyor böyle olunca.

 

Son sözlerimi dinlemeyip ayağa kalktı ve bulduğu bıçağı yanına alarak önümden geçti. İlerideki büyük koltuğa yerleşene kadar gözlerimle takip ettim onu. Dudaklarıma neden yayıldığını bilmediğim bir tebessüm ile sıcak su dolu hazneyi ve bezi tekrardan elime alıp yanına geldim.

 

Bezi suyun içinden çıkarıp sıktım, ardından yarasının olduğu yere hafifçe değdirmeye başladım. Madem onun yanında kalmaya mecburdum, onunla iyi geçinmek zorundaydım. Çünkü her ne kadar moralimi bozsa da şu bir gerçekti; onun, kendi için feda edeceği çok adamı vardı.

 

Bunları düşünürken az önceki hırçınlığımdan eser kalmamış bir şekilde konuşmaya başladım:

 

- İyi geçinsek ya seninle. Neden kavga ediyoruz ki? Sonuçta senin bende, benim sende ortak olarak bildiğimiz şeyler var.

 

Amacım onunla uzlaşmaktı. Belki iyi geçinirsek beni de rahat bırakırdı. Ben de o da hayatlarımıza kaldığımız yerden devam ederdik.

 

Saniyeler sonra verdiği cevapla sinir katsayım tekrardan artmaya başlamıştı:

 

- Biz seninle asla iyi geçinemeyiz. Hem şunu unutma senin benim hakkımda bildiğin bir şey olsa bile bu senin açından etkisiz. İnanmazlar sana. Ancak benim senin hakkında bildiklerim geçerli, bana inanmaya dünden razıları var.

 

Sinirlenme Melek... Sakin olmaya çalış... Biraz tatlı dilli ol...

 

Sanırım ilk kez İçsesimi dinleyecek ve daha tatlı dilli şekilde konuşacaktım.

 

- Peki, ama iyi geçinme mevzusunu bir düşün istersen. Sonuçta yanında ne zamana kadar kalacağımı da söylemedin. Belki de canına tak etmeye başlayınca öldürüp atarsın. Ama ben senin canına tak edene kadar kötü bir şey düşünmek istemiyorum.

 

Son sözlerimi söyledikten sonra ayağa kalktım ve şömineye daha yakın olan karşı kanepeye kıvrıldım. Şömineden çıkan çıtırtılara ise uykuya dalana kadar aşina oldum.

 

 

𓆩𓆪

 

- Melek. Uyan artık.

 

Celil'in sesini duyduğumda içeri sızan gün ışıkları gözlerimi açmam konusunda epey zorluyordu beni.

 

Başımda ısrarla dikilmeye devam edince dayanamayıp söylemeye başladım:

 

- Ne dikiliyorsun başımda Azrail gibi ya.

 

Başımda dikilme eylemine hâlâ devam ederken cevap verdi:

 

- Kaç dakikadır uyanman için dil döktüm ama uyanmadın. Şimdi kalk ve mızmızlanma. Seninle iyi geçinmeye karar verdim, bu yoldan geri dönmemi istemeyeceğini umuyorum.

 

Uzandığım yerde gerildiğim sırada ister istemez yüksek çıkmıştı sesim:

 

- Beş dakika daha!

 

- Olmaz. Kıyafetlerin kurumuştur. Ben dışarıdayım. Üzerindekileri değiştir, dışarı çık.

 

Cevabını verir vermez kulübenin büyük bir gürültüyle açılan kapısını duymam geç olmadı. Dışarı çıktığını anladıktan sonra koltukta oturur pozisyona geldim ve boynumu ovalamaya başladım.

 

Sononlo oyo goçonmoyo koror vordom. İyi geçinmeye karar vermişmiş! Geçinecek de zaten bey efendi!

 

Şöminenin yanındaki kıyafetlerimi hızla üzerime geçirdim. Tam kapıya yönelmişken gözüm istemsizce mutfağa kaymıştı.

 

Savunma için, demişti dün gece. Haklıydı da. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk çünkü.

 

Aniden hızlı adımlarla mutfak tezgahının üzerindeki uzun bıçağı elime aldım ve pantolonumun kemer bölgesine dikkatlice yerleştirdim.

 

Dışarı çıktığımda yan yana nereye gittiğimizi bilmeden yürümeye başladık.

 

Kısa süre sonra üzerinde bulunduğumuz toprak yolun anayola ne kadar uzak olduğunu düşünmeye başladım.

 

- Celil?

 

Bana dönmeden seslenişime cevap verdi:

 

- Söyle.

 

Emri ile tekrar konuştum:

 

- Sence geri nasıl döneceğiz?

 

Yüzünü bu sefer bana döndüğünde, umutla ve sorarcasına bakıyordum gözlerine. Sesini duymam pek zaman almadı:

 

- Senin yönteminle.

 

Benim yöntemimle mi?

 

- Benin yöntemim mi? Nasıl olacak o?

 

Cevabı gecikmedi:

 

- Otostop çekeceğiz.

 

 

𓆩𓆪

 

Herşey yarım saat önce bu ıssız ormanın taşlı yollarında otostop çekecek bir araba arayışımızla başlamıştı. Önümüze siyah ve büyük bir araba durunca, kendi adıma konuşayım; sevinmiştim. Ancak içinden Korhan ve adamları ellerinde silahla çıkınca anladım, sevinmemem gerekti.

 

Şimdi ise ellerimiz, ayaklarımız bağlı, ağızlarımız bantlı, ilerleyen arabanın içinde oturuyorduk. Omuzlarımız birbirine değdiği için Celil'in sinirden titrediğini hissedebiliyorum.

 

Şoför koltuğunun yanındaki koltukta oturan Korhan arkasını dönüp bana uzun uzun bakarak konuşmaya başladı:

 

- Eee gazeteci, daha daha nasılsın?

 

Gözlerimi devirdim. Bu adam ağzım bantlıyken nasıl konuşacağımı düşünüyordu acaba?

 

Cevap veremediğim için Korhan önden bana doğru eğilip ağızımdaki bantı hızlıca çekip çıkardı. Buna karşılık acıyla bağırdım:

 

- Senin ağzına sı-

 

Kelimelerimin ilerlediği yolun sonu küfürdü ve ben küfrederek hata yapacağımı düşündüğüm için ağzımı kapamaya karar vermiştim.

 

Ancak Korhan bayağı eğleniyor gibi duruyordu:

 

- Senin gibi güzel bir kıza küfür yakışıyor mu hiç?

 

Yüzüne bakmamaya çalıştığım sırada Celil'in histerik ve sinir dolu gülümsemesini dudaklarındaki bant engelliyordu. Korhan buna sinirlenmiş olacaktı ki ağzındaki bandı sertçe çektiğinde Celil'in hâlâ gülümserken hırıltılı bir nefes aldığını duydum. Hemen sonra da Korhan'ın sesini:

 

- Neye gülüyorsun sen?

 

Celil yüzündeki gülümsemeyi soldurmuşken memnuniyetsiz bir sesle konuşmaya başladı:

 

- Yapma şöyle şeyler. Herkes biliyor ne mal olduğunu. Hayırdır kız küfredince on numaralı adam mı kesildin?

 

Bunun üzerine Korhan alaylı bir şekilde tekrar söz aldı:

 

- Yoksa sevgiline kötü örnek olurum diye mi tereddüt ediyorsun? Merak etme, kadınlar akıllıdırlar. Yeri ve zamanı geldiğinde neyin ne olacağına iyi karar verirler.

 

Korhan'ın kullandığı 'sevgili' kelimesi soğan ve sarımsağa, ıspanakla yoğurda, kavun ve karpuza yakışırken 'Celil ve Melek' 'e çok absürt duruyordu.

 

Korhan'ın son sözlerinden sonda bir sessizlik hâkim olmuştu ortama. Ta ki o sessizliği Celil bozana kadar:

 

- Evime geldin, paranı aldın, neden anlaşmayı bozdun orospu çocuğu?

 

Korhan mavi gözlerini rahatsız edici bir şekilde benim üzerimde gezdirmeye başladığında niyetinin oldukça pis olduğunu düşünmeye başlamıştım ister istemez. Celil de benimle aynı şeyi düşünmüş olacaktı ki Korhan'ın benim üzerimde gezen gözlerine hırsla parçalayacakmış gibi bakarak konuşmaya başladı.

 

- Söyle artık lan! Niyetin ne?

 

Uzun süreli sessizliğini bozmadan önce, gözlerini üzerimden çekmesiyle rahatlamıştım. Ancak biraz sonra kurduğu cümle ile daha da rahatsız olmuştum:

 

- Hep bir gazeteci ile olmak istemiştim. Aslına bakılırsa fırsat ayağıma geldi.

 

Celil'in sinirli sesi arabayı gürletmişti adeta:

 

- Şakanı da, belanı da sikerim senin!

 

Korhan alayla güldüğü sırada ekledi:

 

- Şaka olarak algılamak istersen, buyur devam et. Ama benim şaka yaptığım pek söylenemez.

 

Bu adamın tek niyeti Celil'i kışkırtmak, o kadardı. Aksine ise bana dokunmasına asla izin vermeyecektim.

 

Arkamda bağlanmış ellerimle Celil'in kolunu zar zor çaktırmadan tutmamla ela gözleri benimkileri buldu. Ona gözlerimle sakin kalmasını anlatmaya çalıştım.

 

Anladı.

 

Önce titremesi bitti, sonra kolunu tutan elimi sıkıca tuttu.

 

 

Loading...
0%