@kahveyesilineasik
|
BÖLÜM UZUN, İYİ OKUMLAR.
Aradan geçen kısa bir zamandan sonra babaanne bana döndü:
- Ee kızım, bu kerata nasıl çaldı kalbini?
Sorunun aniden gelmesinden midir nedir salakça konuşmaya başladım:
- Valla babaanneciğim, benim bir suçum yok. Ormanda fotoğraf çeke-
Celil kurduğum cümlenin sonunun hiç iyi olmayacağını anladığı için sözümü kesip durumu ele aldı:
- Ormanda fotoğraf çekerken oldu birden babaanne.
'Oldu birden' mi? Celil'ciğim kadın birbirimize sözde nasıl aşık olduğumuzu soruyor, 'Değerli bir bardağı nasıl kırdınız!' diye azarlamıyor kocacığım(!) 'Oldu birden' ne!?
Babaanne birkaç saniye şüpheli gözlerle baktıktan sonra konuşmaya başladı:
- Peki ya nişan, kına, düğün?
İlk atılan ben oldum:
- Şey biz kendi aramızda nişanlandık. Kına, düğün yapmaya gerek duymadan direkt nikah yaptık.
-Aaa! Olur mu öyle? Ben iki gelinimin kınasını da yaptım, telli duvaklı düğününü de. Hem madem nişanlandınız, nerede yüzüleriniz?
Evet... Nerede yüzüklerimiz?
Bu soruyu kendime de sormamın üzerinden 4 saniye geçtikten sonra Celil durumu kurtardı:
- Şey kuyumcu parmak ölçülerini karıştırmış. Değiştirmeyi erteleyince ikimiz de kaybettik. Ama yakın zamanda alacağız zaten.
Babaanne tekrardan konuşmaya başladı:
- Vallahi ben bilmem.
Sonra hizmetlilerine seslendi:
- Seher! Mehtap! Serap!
Kadınlar koştur koştur geldikten sonra babaanne onlara öndü:
- Diğerlerine de söyleyin. Yarın öğlen kınamız, akşama düğünümüz var. Hazırlıklar derhal başlatılsın.
𓆩𓆪
Celil ile birlikte her ne kadar babaanneye dil döksek de kadını sözünden döndüremedik. İlla 'Torunumun düğününü ben yapacağım.' diye tutturmuştu.
Şimdi de bizi gelinlik ve bindallı almaya gönderiyor. Ha bir de Celil kendine yeni takım elbise alacakmış.
Hay o gece ormanda o fotoğrafı çekenin de, Celil'e esir olanın da, Korhan'ı öldürenin de, Yurt dışına kaçanın da, beynine tüküreyim! Sağ ol iç ses. Cidden çok iyi anlaşıyoruz seninle. Ama unuttuğun birşey var, az önce saydırdıklarının hepsini ikimiz yaptık. Kapa çeneni icraate geçiren sensin! Asıl sen kapa çeneni. Beden hareketlerim olmasa, mesela yemek yemezsem, tuvalet ihtiyacımı karşılamazsam, içimde yaşayamazsın.
İç sesimle biraz daha kavga ederken, içinde bulunduğum araba bir gelinlik mağazasının önünde durunca geldiğimizi anladım.
Arabadan inip Celil'le mağazaya girerken gözüme ilk çarpan şey mor bir bindallıydı. Ona o kadar beğenerek baktım ki gelinlikler fazla dikkatimi çekmedi.
Geldiğimizi gören çalışan kadınlardan biri yanımıza gelip yardımcı oldu:
- Hoş geldiniz. Size nasıl yardım edebilirim?
Gözlerim Celil'e kaydığında onun da gözlerinin mağazadaki gelinlikleri süzdüğünü gördüm. Kadına döndüm ve az önce çarpıldığım mor bindallıyı göstererek konuşmaya başladım:
- Şuradaki mor bindallıyı deneyebilir miyim?
Çalışan kadın tebessüm etti ve ekledi:
- Tabii ki. Hemen getiriyorum.
- Sağ olun.
Aynı şekilde kadına tebessüm ettikten sonra Celil'e bakmak için ona döndüm. Elbise tarzı, kabarık olmayan, sade bir gelinliğe bakıyordu. Onu izlediğimi anlayınca bana döndü ve incelediği gelinliği kafasıyla işaret ederek konuşmaya başladı:
- O mor şeyden sonra bir de bunu denesene.
'Mor' kelimesi biraz tiksinti ile çıkmıştı dudaklarının arasından. Bunu göz önünde bulundurarak konuşmaya başladım:
- Tamam denerim de, mora ne garezin var?
- O rengi sevmiyorum.
- Niye? Anısı falan mı var?
- Merak ediyorsan, annemi en son yanmış şekilde görmüştüm ya hani. Üzerinde en son giydiği mor kazağının parçaları vardı.
Konuşmak için dudaklarımı araladığım sırada, mağaza çalışanı elinde o mor bindallıyla gelip bana seslendi:
- Buyurun efendim. Kabinlerimiz müsait.
Biraz da olsa tereddüt ederek aldım bindallıyı kadının elinden. Sonuçta bu renk, Celil'in hafızasındaki bir olayı ona tekrardan hatırlatıyordu.
Ben kabine doğru ilerlerken Celil'de bekleme koltuğuna oturmuştu.
Yaklaşık 4 buçuk dakikada bindallıyı geçirmiştim üzerime. Şu an kabindeki boy aynasında kendimi inceliyordum. Bindallı tahmin ettiğimden de güzel oturmuştu bedenime. Ama işte yine de tereddüt ediyordum.
Derin bir nefes alıp kabinden çıktım. Doğrudan Celil'in karşısına çıkarken ağzımda birşeyler geveliyordum. Ancak bunu yaparken Celil'in büyülenmiş şekilde bana bakan gözlerini fark edememiştim:
- Celil, eğer şeyse şey olmasın diye şey yapabili-
Cümlemi bitirmeme izin vermedi. İşaret parmağını dudaklarına götürerek 'şşşş' diye bir ses çıkararak susmamı sağladı. Sessizliğimin farkına vardıktan sonra kendisi konuştu:
- Birşey söyleyeyim mi? Mor senin üzerindeyken daha güzelmiş.
Upss! Bu bir iltifat mıydı kızım?
Celil, kurduğu bu cümlenin sonradan farkına varmış olacak ki gözleri şaşkınlıkla açıldı. Sonra da düzeltmek için ağzından birşeyler geveledi:
- Yani ben moru sevmem ya. Yani yakışmış. Ondan öyle dedim. Yoksa öyle demezd-
Şimdi sözünü kesme sırası bendeydi. Onun da daha demin yaptığı gibi ben de işaret parmağımı dudaklarıma bastırdım ve 'şşşş' dedim aynı onun gibi. Susunca sözü ben aldım:
- Birşey söyleyeyim mi? Bazen ağzından böyle şeyler kaçırman hoşuma gitmiyor değil.
Celil'in gözleri bu sefer anlamsız bir ifadeyle çatılırken büyük bir kahkaha attım ben de. Ardından ekledim:
- Celil şaka yapıyorum ya! Sen de var ya!
Gözleri tekrardan normale dönüp sıkılmış bir edayla bana bakarken konuştu:
- Bana böyle şakalar yapma Melek. Beğeniysen gelinliği de dene, alalım, gidelim.
- İyi tamam. Sen beğenmişsin zaten o kesin. Ben de sevdim alalım.
O sırada mağaza görevlisi elinde Celil'in seçtiği gelinlikle yanıma geldi:
- Efendim, gelinliğiniz.
- Teşekkürler.
Kadının elinden gelinliği alıp tekrardan kabine ilerledim.
Bindallıyı büyük bir özenle çıkarıp üzerime gelinliği giymeye başladım.
Gelinliğin resmen yakası yoktu! Omuzlarımdan el bileğime kadar uzanan tüller kollarımı sarıyordu. Gövdemden ayakuçlarıma doğru ise beyaz bir kumaş üzerinde yine sade desensiz tül vardı.
Kabinden çıkıp bekleme koltuğunda bir ayak bileğini diğer bacağının diz kapağına yerleştirip kollarını koltuğun arka kısmına koyup oturan Celil'in tam karşısına dikildim.
O ise yine büyülenmiş gözleriyle beni baştan aşağıya süzüyorken konuştu:
- Melek... Adın Melek'ti zaten, şimdi bi' kanatların eksik.
Sanırım yine ağzından kaçırdı. Ya da kalbinden geçeni ağzıyla buluşturdu. İçses, ne alaka ya? Sen sus ben Celil'le konuşacağım şimdi: Eee yiğidim sen böyle bi' gelinlik giydirirsen bize, biz de büyüleriz seni. Sanki seni duyabiliyor da konuşuyorsun. Aptal İçses! Sen karışmasana bi' ya! Bakarsın ben de onun içsesiyle- Bunu aklından bile geçirme! Şimdi kes sesini. Celil'le konuşacağım:
- Neyse, artık beşibiryerde yerine kanat takarsın bana. İşte o zaman tam 'melek' olurum.
- Onu babaannem halleder. Hadi artık parasını ödeyip çıkalım.
𓆩𓆪
- Yok. Bununla da çok yakışıklı oldun. Çıkar o yüzden.
- İyi duruyorsa neden çıkarttırıyorsun Melek?
- Ya, gelenlerden biri bir şey falan der asabım bozulur.
- Şuna bak! Sen bayağı kıskanıyorsun beni.
- Celil ne kıskanacağım seni? Eğer olur da bir çıtır sana 'Çok yakışıklı.' falan derse ben takmayacağım. Takmadığım anlaşılırsa 'Ne biçim gelin bu? İnsan kocasını kıskanmaz mı?' falan derler. Ne herhangi birini ne de o Kızılcık Müezza'yı çekesim var.
- Kızılcık Müezza mı? Melek Hanım, Küçük Elti olmuş.
- Sorma ya... Neyse sen şu siyahı da bir dene belki orta derece yakışıklı olursan alır, gideriz.
Nerede miyiz? Nerede olacağız canım? Takım elbise ve damatlık mağazasında Celil'e takım elbise beğeniyoruz. Beğeniyorum mu demeliydin Melek? Çünkü adamın beğendiği şeyleri sen beğenmiyorsun da. İç ses eğer biraz daha konuşursan kafama sıkıp kurtulacağım senden. Aman be! N'apıyorsan yap! Hah şöyle! Yola gel biraz.
Celil birkaç dakika sonra siyah takım elbisesiyle tam karşıma dikilip bıkkınlıkla söylenmeye başladı:
- Melek, bu ideal sanki ha? Hadi gidelim. Bedenim 11. takım elbiseyi kaldıramaz.
Gözlerimi yanımdaki askılıkta asılı bordo renkli takım elbisede gezdirirken Celil'e cevap verdim:
- Aslında, şunu da mı bi' denesen?
- Melek saçmalama istersen. Hayatta bordo giyinmem ben.
- Hmm. Tamam. Zaten üzerindeki iyi. Ne çok yakışıklısın, ne çok çirkin. Hadi o zaman hesabı öde de çıkalım.
𓆩𓆪
Akşam Mahizar babaannenin köşküne gelir gelmez bizi kapıda karşılayan hizmetliler üzerimizdekileri aldılar.
Yan yana yavaş adımlarla salona doğru ilerledik. Herkes buradaydı. Hatta bir kişi fazlaydı bile. Tekli koltukta oturan babaanne, yanındaki diğer tekli koltukta oturan Celil'in amcası, hemen yanındaki üçlü koltukta oturan Müezza ve yanındaki Fırat, onların tam karşısındaki diğer bir üçlü koltukta oturan Fahriye ve yanındaki kız.
Ben Fahriye'nin yanındaki uzun açık kahve saçlı ve saçlarının rengindeki gözleriyle Celil'e bakan kıza uzun uzun bakarken, Celil kızın ona baktığından habersiz babaannesi ile konuşuyordu:
- Babaanne, biz Melek'le misafir odasına kalsak?
- Aaa! Olur mu öyle canım? O oda milat oldu artık. Ben bizim kızlara en üst kattaki çift kişilik odayı hazırlattım. Hani sesin şu çok sevdiğin oda. Terasın tam karşısındaki. Küçükken o odada kalmak isterdin ya hep.
- Sağol babaanne.
- Ne demek kuzum. Kızlar sizi yemeğe çağırır.
- Tamam.
Celil son tek kelimelik cümlesini tebessüm ederek kurmuştu. Sonra yüzündeki tebessüm yerini soğukkanlılığa bırakıp salondakilerin yüzünde gezdirdi ve ekledi:
- Yemekte görüşürüz.
Ardından yukarı kata çıkan merdivenleri tırmandık.
En üst kata geldiğimizde burada sadece o bahsedilen çift kişilik oda ve terasın kapılarını gördüm. Terasın kapısı kalacağımız odanın hemen karşısındaydı.
Odaya girer girmez Celil ve benim valizimdeki kıyafetleri tekrardan katlayıp dolabın raflarına ve askılıklara yerleştirmeye başladım. Celil de yemeğe kadar uyuyacağını söyleyerek yattı.
Birden bire aklıma geldi Fahriye'nin yanındaki kız. Kendisini tanımıyordum ve selam vermeyip mesafeli davrandığından Celil'de tanımıyor olsa gerekti. Peki o kız neden Celil'e öyle bakmıştı?
𓆩𓆪
(Yazarın Anlatımıyla)
Dicle'nin ona attığı 'sıkıldım' bakışlarını dikkate alarak Müezza'ya döndü Fahriye:
- Annecim biz Dicle ile benim odama geçelim. Yemeğe geliriz zaten.
- Tabii kuzum. Birşey olursa hizmetlilere seslenirsiniz.
- Tamamdır. Yemekte görüşürüz.
Dicle, Fahriye'nin ayağa kalkmasıyla, o da aynı hamleyi yapıp ayağa kalktı. Salondakilere gülümseyerek ayrıldılar oradan.
Odaya gidene kadar gözleri dolan Dicle, odaya gelip Fahriye'nin kapıyı örtmesiyle gözyaşlarını serbest bıraktı.
Fahriye arkadaşına dönüp ona neden ağladığını sordu:
- Dicle! N'oldu?
- Fahriye sevgilisi yok demiştin telefonda.
- Dicle, yanındaki sevgilisi değilmiş ki.
Dicle burnunu çekerek sordu arkadaşına:
- Kimmiş peki?
Fahriye gözlerini kısa bir süre kapatıp açtıktan sonra cevap verdi:
- Karısı.
Dicle'nin gözyaşları akmaya devam ederken bir yandan da Fahriye'ye kızıyordu:
- Bir de dalga geçme Fahriye! Söz verdin, yapacaktın aramızı.
Fahriye sıkıntılı bir nefes verirken ekledi:
- Kızım bi'dur yapmayacağım demiyorum. Yapacağım.
- Nasıl olacak o? Adam evli!
- Kızım illa ki buluruz birşeyler. Söz kavuşturacağı seni Ela Gözlü'ne.
Dicle yalvarırcasına bakarken söz aldı:
- Fahriye, yemin et.
- Yemin ederim. Ama gel bundan önce bizim çocukları arayalım.
Dicle burnunu çektiğinde tek bir cümle kurdu:
- Ben Engin'den ayrıldım.
Fahriye şok içinde açtığı gözleriyle konuştu:
- Dicle! Salak mısın? Ne zaman ayrıldın?
- Senin bana Celil'in fotoğrafını attığın gün...
(Melek'in Anlatımı İle)
Kıyafetleri dolaba yerleştirme işini yeni bitirmiştim. Valizleri gardolabının üzerine yerleştiriyorken kapı tıklatıldı üç kere.
Kapıyı açtım, gelen hizmetliydi. Güler yüzle konuşmaya başladı:
- Melek Hanım, yemek hazır.
Aynı şekilde gülümseyerek cevap verdim:
- Tamam. Hemen geliyoruz.
Kadın başını sallayıp uzun koridorda kaybolurken kapıyı kapattım. Önümü odanın girişine doğru hızla dönünce Celil'le burun buruna geldik.
Benim gözlerim şaşkınlık ve korkudan fincan misali açılırken, Celil'in gözleri benimkilerin aksine duygusuzca gözlerime değiyordu.
Yanaklarım tekrardan alev almaya başlayınca durumumu kurtarmak için konuşmaya başladım:
- Ş-şey... Az önce şey geldi de...Şeye çağırdı...Yemeğe...
Sonunda Melek! Kes sesini İçses şu durumda seninle atışamam. Çünkü etkilenmeye başladığın adamla burun burunasın. İçses! Az kaldı sıkıcam kafama! Ay tamam sen böyle utançtan şekilden şekle gir, ben de anın keyfini çıkartayım.
Celil hala bana bakarken konuştu:
- Tamam.
Konuşmayı mı unuttun kızım? Ne söylenir ki bu 'tamam'a? Ya, de işte birşeyler, durumumuzu kurtar yeter.
İçsesimin gazıyla çok ama çok salakça birşey çıktı dudaklarımın arasından:
- Ha?
De işte birşeyler derken bunu kastetmemiştim seni aptal! Her şey senin varoluşun yüzünden İçses! Unuttun mu Melek? Küçükken sıkıldığın bir zamanda beni sen yarattın. O zamana lanet olsun o zaman İçses! Çok ayıp Melek! Konuşma benimle! Seni isteyen kimdi zaten hayatımın yanlışı! Aaa cidden gitmiş, ses gelmiyor.
Celil, dudaklarında minicik ama minicik bir tebessümle yanımdan geçip arkamdaki kapıyı açarken tekrardan bana döndü ve ekledi:
- Aşağı inerken yüzünü yıka, bi' kendine gel. Leyla olmuşsun iyice.
Sonra kapıyı örtüp çıktı.
Ne dedi bana o ya? Şşştt! İçses! Neden devreye girmiyorsun? Beni isteyen kimdi zaten, konuşma benimle Melek. Yoksa yemin ederim saçma sapan şeyler yapıp ruh halinin ayarlarıyla oynarım. Bir ağlar bir gülersin deli gibi.
Ben, Sayın Gerizekalı(!) Celil'in başını koyduğu yastığı yumruklayarak ve hatta dişleyerek sinirimi çıkartırken, Celil'in ansızın odaya tekrardan girmesiyle elimdeki yastığı düzeltiyormuş gibi yaptım. Ama o zaten göreceğini görmüştü.
Aynalığın üzerinden telefonunu alıp tekrar kapıya yönelirken bana döndü:
- Yastığımı dişlerken dikkat et. Porselen dişlerinin kırılmasını istemem.
Dakika: 1, Gol: 2 Melek! Cidden aferin! Aaa İçses! yaşıyor muydun sen yaa! Sen yaşadığın sürece maalesef geri zekalı.
𓆩𓆪
Akşam yemeğinde Celil'le sabah kahvaltıda oturduğumuz sandalyelerde yan yanaydık yine. Adını, masadakilerin ona 'Dicle' diye hitap etmesinden anladığım, Fahriye'nin yanında oturan kız yemekte ara ara kaçamak bakışlar atıyordu Celil'e.
Bir süre sonra Dicle, Celil'e bakarken dudaklarını araladı ve şöyle dedi:
- Şey, gözlerinizin rengi ela. Değil mi?
Neden böyle bir soru sormuştu ki şimdi bu kız? Sen beklemeye al Melek! Adam elden gidiyor!
Celil, Dicle'nin ona seslendiğini birkaç saniye sonra anladı ve ona cevap verdi:
- Evet, ela.
Dicle, aldığı iki kelimelik cevaptan sonra yemeğine geri dönmüştü.
Bense aklıma Celil'in gözlerini getirmiştim. Ela mı? Bence 'ela' olarak tanımlanan bir renk ama ela değil. Farklı bir renk. İsmi henüz keşfedilmemiş bir renk... İçses edebiyat yapmayı keser miyiz lütfen? Ela işte adamın gözünün rengi. Ne diye saçmalıyoruz ki? Sen öyle san. Öyle sanmıyorum İçses, öyle zaten. Tamam, bunu sen istedin!
Sanırım o an tüm vücudumu kontrolü altına almıştı İçses. Sanki şimdi o beden hareketlerini yapıyordu da ben de içeriden onunla konuşuyordum.
Başı hala Dicle'den tarafa dönük olan Celil'in çenesinden tutup yüzünü yüzüme çevirdim. Elim hala çenesini tutarken, gözlerim, gözlerime değen gözlerindeki renk harelerini inceliyordu. Ve o an iç sesimi dışarıdan duymaya başladı ben dahil herkes:
- Annenin gözleri yeşil, babanınkiler kahverengiymiş salondaki aile fotoğrafında gördüğüme göre. Bence senin göz renginin genleri, kahverengi ve yeşil arasında kararsız kalmış. Sen de iki renge de sahip olmak istemişsin ve bu renk oluşmuş. Kahveyeşili.
İç sesim susunca ortamda oluşan birkaç saniyelik sessizliği, Celil'in diğer tarafında oturan Fırat bozdu:
- Yenge de şair çıktı.
Ha yok Fırat'cığım o ben değildim. İçimdeki şahsiyetin sesiydi o. İçses! Beğendin mi yaptığını! Çok beğendim şaheserimi. Ama artık adamın çenesini sal Melek. Yoksa bir daha tüm vücudunu kontrolüm altına alır ve bu sefer şu an çenesini tuttuğun adamı öperim. Nefret ediyorum senden İçses! Böyle adamı solladığın için ben de senden Melek.
Celil'in çenesini tutan elimi yavaşça kendime çekip boğazımı temizledim. Çenesini bırakmamla başını önündeki çorba tabağına çevirdi.
Gözüm, karşımızdaki sandalyelerde yan yana oturan Müezza'ya ve Akif Amca'ya takıldı. Müezza kocasına döndü ve sessizce söylenmeye başladı:
- Bak ne kadar mutlular Akif! Bir kere de sen şaşırt beni!
- Ne diyeyim Müezza? Ellimden sonra sana aşk sözcükleri mi söyleyeyim? Tövbe Tövbe.
Müezza ağzından çıkardığı 'Hıhh!' sesiyle saçını savurup yemeğe dönerken ben de çorbamı içmeye başlamıştım.
𓆩𓆪
Yemekler yenildi, tatlılar bitirildi, çaylar içildi. Saat 22.00'a gelirken Dicle evine gitmeye karar verdi. Ve her nedense Dicle'de hiç hoşlanmadığım enerjiler alıyordum.
Evin büyük salonunda otururken Celil, benim ve kendi adına müsaade isteyip koltuktan kalktı:
- Biz artık müsaade isteyelim. İyi geceler.
Ben de aynı şekilde iyi geceler diledikten sonra Celil'le odanın olduğu katın merdivenlerini tırmanmaya başladık. Kata gelince odaya gideceğimizi sanmıştım ama Celil odanın karşısında yer alan terasın kapısına yöneldi. Terasın kapısını açtı. O önde ben arkasında terasa çıkarken cebinden telefonunu çıkarıp Fırat'ı aradı. Arama cevaplanınca konuşmalarına şahit oldum:
- Alo... Odana mı geçtin?... Tamam. Terastayız... Hayır oğlum Fahriye'yi çağırma... Tamam. Bekliyoruz. Hadi kapat... Lan sevgilin miyim ben senin 'önce sen kapat' muhabbetlerini açıyorsun?... Fırat siktir git, gelme!
Telefonu kapattıktan sonra iki adım ilerideki masanın sandalyelerinden birine oturdum. Celil'de tam karşıma oturup bana baktı bir süre, ardından konuşmaya başladı:
- Fırat'ın da dediği gibi. Şair çıktı içinden.
- Yoo, aklıma gelenleri söyledim sadece.
- Kahveyeşili nerden geldi aklına?
- Kahverengiden türettim.
Ona verdiğim cevaptan sonra terasın kapısı açıldı. Fırat tam yanımıza gelip pir sandalye çekti ve aramıza otururken konuşmaya başladı:
- Eee çifte kumrular! Nasılsınız bakalım? Yarın kınanız ve düğününüz var, heyecanlı mısınız?
Fırat'a gözlerimi devirip Celil'e baktım. O da bana 'Ne var?' der gibi bakış atınca Fırat'ın esi duyuldu tekrardan:
- Yenge! Niye göz devirdin?
Dişlerimi sıkarak Fırat'a döndüm:
- Fırat, bana yenge deme.
- Niye ya?!
Mızmız bir ses efekti kullandı son sözlerinde. Sonra ciddi bir ses tonuna bürünüp tekrardan konuşmaya başladı:
- Lan yoksa siz evli değil misiniz?!
Bu sefer Celil cevap verdi Fırat'a:
- Bağırmasana lan gerizekalı! Biri duyacak!
- Nasıl lan? Siz şimdi karı-koca değilseniz nesiniz? Ne haltlar yediniz baştan anlatsanıza!
Cevap verme sırası bendeydi:
- Biz birbirimizin görgü tanığıyız. Ama yaklaşık 4 gün önce karı-koca olduk.
Ve sonra başımızdan gelen geçen tüm şeyleri kaba taslak anlattık Fırat'a. Konuşmamızın ortasında şaşkın bir ses tınısıyla ekledi:
- Bir dakika, şimdi yenge senin işlediğin cinayetin görgü tanığı oldu. Sonra bu Korhan piçinin adamı sana saldırırken yenge adamı öldürüp seni kurtardı. Sonra Korhan yengenin kızkardeşini öldürdü. Bir hafta sonra da yenge Korhan'ı öldürdü. Korhan'ın abisi Ferhan, intikam için peşinize düştü. Siz yurt dışına kaçtınız. Ferhan sizin köşkü yakınca da buraya geldiniz. Öyle mi?
- Aynen öyle!
Bu onayı Celil'le ikimiz aynı anda vermiştik.
- Peki... Bu durumda ben Melek Yenge'nin kayınbiraderi oluyor muyum, olmuyor muyum?
Fırat ciddi misin? Onca şey anlattı bu iki şahıs sana, sen gelmiş ne soruyorsun! İçses... Sana katılıyorum, ilk defa. Ne demek Melek'ciğim? Sonuçta sen bensin, ben de senim. Sen benim tırnağım olamazsın İçses. Bak bak bak! Hemen de kavga çıkartıyorsun!
Fırat'ın bu sorusuna karşın Celil'e döndüm:
- Ne günah işledin de Allah başına böyle bir kuzen verdi diyeceğim ama... Ne günah işlemedin ki sen?
- Birinin ahını aldım sanırım.
- Almışsındır.
- Lan iz beni bırakın da.... Yenge sen neymişsin be!
Fırat'ın neden bahsettiğini anlamamıştım. Anlamadığımı belli etmek için kaşlarımı çattığımda Fırat açıklama yapmaya başladı:
- Yemekte diyorum ya. 40 yıldır evli anne babamı kıskandırdın... Peki rol mü yaptın? Hani Celil senle seni korumak için evlendi ya, 4 ay sonra anlaşmalı boşanacaksınız ya... E şimdi benim kafam karıştı. Senin kurduğun o övmeli cümleleri platoniğime kurmadım ben, sen şimdi Celil'e aşık mısın değil misin?
Fırat... Bu nasıl bir vizyonsuzluktur? Melek ses versene. Melek. Aloo! Lan kız şoka girdi resmen!
Oturduğum sandalyeden öne atılarak konuşmaya başladığımda İçsesimin seslenişlerini duymazcadan gelmiştim:
- Değilim! Asla ve asla aşık değilim! Herşey rol icabı!
Evet... Paniklemem onların şüphe dolu bakışlarına maruz bırakmıştı beni. İçinde bulunduğum durumu kurtarmak için kaçmayı tercih ettim:
-Neyse, size iyi geceler.
Tam terasın kapısını açacakken aklıma Celil'in Fırat'tan sigara isteyebileceği düşüncesinin gelmesiyle arkamı dönüp Fırat'a seslendim:
- Fırat! Yanındaki senden sigara isterse sakın verme. Kendisi akciğer kanseri! Yok illa zorlarsa yanıma gel, cezasını veririm ben ona.
Bu sözlerim Fırat'ı şoka sokarken arkama bile bakmadan odaya geçtim ve kendimi uykunun kollarına bıraktım.
(Celil'in Anlatımıyla)
Yine yapmıştı yapacağını bu kız. Bazen düşünüyorum da, onu korumakla hata mı ettim?
Melek terastan çıkar çıkmaz Fırat bana dönerek konuşmaya başladı:
- Lan! Yenge doğru mu söylüyor?
Başımı aşağı yukarı sallayıp cevap verdim ona:
- Doğru Fırat.
Fırat şaşkın ve korku dolu bakıyordu şimdi bana:
- Abi nasıl? Ne zamandan beri?
- 2 ay oldu. Melek'le Rize'deyken biraz fazla belirti gösterdi bünyem. Otobüste öksürürken ciğerden kan gelince Melek şüphelenip internetten falan bakmış. Akciğerimle ilgili bir sorunum olduğunu anlayınca da zorla hastaneye götürdü beni. Doktor da şak diye kanser deyince...
- Anladım... Ama tedavisini olacaksın değil mi?
- Bilmiyorum Fırat. Kafam o kadar karışık ki.
- Ne demek bilmiyorum? Celil şart olsun sıkarım kafana! Belanı siktirme bana gece gece!
Fırat'ın bu öfkeli cümlesine göz devirdim. Ama o bunu görünce daha da sinirlendi:
- Ne göz deviriyorsun oğlum? Vallahi söylerim babaanneme yediğin bokları!
Son sözcükleri beynimde şimşek gibi çakmıştı:
- Ulan Fırat, eğer öyle birşey yap var ya, şerefsizim ben sıkarım senin kafana!
Bu tehditime cevap vermeden bambaşka bir soru sordu:
- Babaannemin, yengenin Korhan'ı öldürdüğünden de, Ferhan'ın peşinizde olduğundan da haberi yok, değil mi?
Suskunluğumu 'evet' olarak anlamasını beklediğim sırada maalesef anlamadı beim kalın kafalı kuzenim, ve sorusunu tekrarladı:
- Yok, değil mi?!
Bir anlık patlamayla sesimi yükselttim:
-YOK ULAN YOK!
Sonra tehditkar bir edayla tekrar konuştu:
- Bak Celil, eğer o tedaviyi olmazsan babaanneme anlatırım, herşeyi...
- Tamam ulan! Lanet olsun, olacağım siktiğimin tedavisini.
- Söz mü?
- Söz Fırat.
Mayıs akşamının rüzgarı yüzümüze vurmasına aldırmadan bir süre ikimiz de susup denizin ortasında ışıklarla aydınlatılan Kız Kalesini izledik.
Suskunluğu Fırat bozdu:
- Şştt!
'Ne var?' anlamında başımı iki yana salladım.
Yüzündeki imalı ifade dudaklarına gülümseme olarak yayılırken devam etti:
- Seninki nasıl da panikledi.
- Seninki kim?
- Ya, yenge işte... Kuzi, sana birşey diyeyim mi, sizden olur.
- Fırat ne diyorsun oğlum ya.
- Valla abi benden söylemesi. Boş değilsiniz.
- Fırat ne alaka. Altı üstü 4 ay sürecek FORMALİTE EVLİLİK!
- Sus lan! Deme öyle. Hem... Hem bundan iyisini mi bulacaksın? Kız sigara içme diye başına nöbetçi tutacak seviyede. Ulan herkesin 'ela' dediği gözlerine o 'Kahveyeşili' dedi.
- Eee Fırat? Etkilemek için mi söyledi yani?
- Yanisi şu abicim, ben oraları bilmem ama olursa şans ver derim.
- Olursa bakarız.
Kurduğum son cümleyle ayağa kalkıp terasın kapısına yöneldim:
- Neyse uykum geldi benim Fırat. Sen de daha fazla kalma burada.
- Tamam. İyi geceler.
- İyi geceler.
Yorgun adımlarla odaya girdiğimde Melek'i yatakta uyurken buldum. Üzerindeki ince pikenin yarısını yere düşürmüş olmalıydı uyurken.
Hızlı adımlarla yatağın diğer ucundan sarkan pikeyi Melek'in üzerine örttüm. Uyuyan bedeninin yanından ayrılmadan Fırat'ın söyledikleri geldi aklıma. O an içimden bir sesin Melek'e fısıldadığına şahit oldum:
𓆩𓆪
(Melek'in Anlatımı İle)
Güneş ışığının yüzüme vurmasıyla kamaştı açmaya çalıştığım gözlerim. Saat sabahın- yok yok öğlenin 12'siydi. Yatakta genleştiğim birkaç saniyenin sonunda ayaklarımı yataktan sarkıtıp doğrulmamla, yerde, başının altına koyduğu yastığa kafasını gömüp uyuyan Celil'i gördüm.
Üzerine hiçbirşey almamış, siyah kısa kollu tişörtü ve yine siyah eşofman altı ile uyuyordu.
Yatağın üzerindeki pikeyi üzerine örttüm usulca. Dolaptan siyah kotumu ve yarım kollu beyaz gömleğimi alıp ebeveyn banyosunda üzerimi değiştirdikten sonra aynada kendime çekidüzen verdim.
Odadan çıkmadan önce yerde uyuyan Celil'e bir süre baktıktan sonra aşağıya, büyük salona indim. Herkes koştur koştur hazırlık yapıyordu.
Salonun bahçeye çıkan kapısını açınca Mahizar Babaanne'yi gördüm. Organizasyon şirketinden gelen çalışanlara emir veriyordu.
Küçük adımlarla yanına gelip en tatlı ses tonumla konuşmaya başladım:
- Günaydın Mahizar Babaanne.
Yüzünü bana çevirdi. Suratında hiç eksik olmayan gülümsemesi ile o da bana cevap verdi:
- Günaydın benim küçük gelinim. Eeee rahat uyudunuz mu?
Aklıma bir an Celil'in yerde yatması gelince duraksadım. Sonra konuşmaya devam ettim:
- Çok rahat uyuduk. Teşekkür ederiz.
Bir süre bahçedeki büyük organizasyonda göz gezdirdikten sonra tekrar konuştum:
- Şey... Bunlar?...
Mahizar Babaanne sözümü bitirmeme izin vermeden cevap verdi:
- Öğlenki kınan ve akşamki düğününüz için kızım.
- Babaanne ne gerek vardı ki bu kadar hazırlığa?
- Aaa! Olur mu öyle? İlk torunum bulmuş böyle prensesi, kırk gün kırk gece düğün yapmamız lazımdı aslında.
- Teşekkür ederiz...
- Elini omzuma koydu ve ekledi:
- Ne demek kızım, sen yeter ki Celil'ime iyi gel.
Birbirimize karşılıkla tebessüm etmemizin üzerinden iki saniye sonra bir bayan geldi yanımıza. Mahizar Babaanne'ye döndü ve şöyle söyledi:
- Efendim, kuaför geldi. Melek Hanım'ı alabiliriz.
Kadının bu cümlesinin üzerine Mahizar Babaanne bana dönüp konuştu:
- Hadi kızım... Öğlene ancak hazırlanırsın. Celil'e de söyle o da hazırlanmaya başlasın.
- Tamam babaanne. Odada işim var, beş dakikaya gelirim.
Kadın ve babaanne'yi aşağıda bırakıp koşar adımlarla odaya gittim.
Celil ortalıkta görünmüyordu. Odanın içinde bir yandan yatağı topluyor, bir yandan da Celil'e sesleniyordum:
- Celil! Hazırlanmaya başla! Babaannen söyledi!
Yatağı topladıktan sonra seslenişlerime hâlâ cevap vermeyen Celil'i ararken ebeveyn banyosuna doğru ilerledim. Tam kapıyı tıklatıp Celil'e seslenecekken banyonun kapısı açıldı ve beline sardığı havlu ile karnındaki baklava kaslarını gördüğüm Celil'le ikinci defa burun buruna geldik.
Şaka mıydı bu?! Şaka değil Melekciğim gerçek. Hatta anın keyfini çıkarsan iyi edersin bence. Ne keyfi İçses! Ayıp bir kere!
Beline sardığı havluyu saymazsak çırılçıplak olan Celil'i gördükten birkaç saniye sonra, bir elimi alnıma dayayıp gözümü kapatırken Celil'e bakmamaya çalışıyordum. Hayır, hayır, hayır! Karın ve göğüs kaslarına bakmayacağım. Ayıp olur. Ne ayıbı Melek? Nikahlı kocan o senin! İçses! Keyfimizden nikahlanmadık değil mi! Boşanacağım adamın neden orasına burasına bakayım! Salak mıyım? Ehe biraz... Kapa çeneni!
Celil yine duygusuzca bakıyorken bana, konuşmaya başladı:
- Melek, izin verirsen babaannemin emrine uyup hazırlanacağım.
Panikle, Celil'e bakmamaya özen göstererek konuştum:
- Burada olmaz!
Dalga geçercesine alaylı bir sesle konuştu:
- Niye? İlk defa mı bir erkeği böyle görüyorsun?
İlk defa böyle iyi bir erkeği böyle iyi bir durumda görüyor Celil'ciğim. Hatasını hoş gör. Alışır belki zamanla. İçseeees! Birazdan kendimi duvardan duvara vurup içimdeki sene zarar vermeme az kaldı! Ay tamam be! Sustum!
İçsesimle kavga etmeyi bırakıp Celil'e cevap vermek üzere araladım dudaklarımı:
- Evet Celil! Banyoya git, orada giyin hemen! Sonra çık ve ne yapıyorsan yap!
Eliyle burnumdan makas aldı ve ekledi:
- Öyle olsun prenses!
O tekrardan banyoya girerken, nemli elinden dolayı ıslanmış burnumu gömleğimin koluna sildim.
Ay çen makaş aymaya da mı başyadın çennn! İçses... Sana o kadar sinirliyim ki şu an... Defolup gider misin içimden, susar mısın, yoksa intihar mı edeyim? Şimdi... Defolup gidemem, intihar edersen ikimiz de ölürüz... Sanırım susmayı tercih ediyorum. Aferin, ŞİMDİ SUS O ZAMAN!
𓆩𓆪
Şu an karşımdaki boy aynasına yansıyan yansımamı inceliyorum.
Mor kına kıyafetim, kahverengi bukle bukle saçlarım, başımdaki mor taşlı kına tacı ve hafif kahverengi tonlarındaki makyajım... Altın alyansını da unutma Melek.
Celil dün iki tane alyans sipariş vermişti oynadığımız oyun yüzünden. Sabah duştan çıktıktan sonra takmamı söylemişti. O da takmıştı kendininkini.
Herşeyim birbirini tamamlayarak bir bütün oluşturuyordu.
Celil, Fırat'la terasta benim hazırlanmamı bekliyor.
Amcası Akif, karısı Müezza ve kızları Fahriye aşağıda, babaannenin yanındalar.
Ben de odada, kendimi hazır hissedeceğim zamanın gelmesini bekliyorum.
Nihayet kendimi hazır hissedince terasta çıktım ilk önce.
Kapıdan girer girmez biri kahveyeşili, diğeri kahverengi iki çift göz beni baştan aşağı süzmeye başlamışken Fırat sessizliğini nutku tutulmuş bir ses tonuna bıraktı:
- Celil... Bu kim lan?
Fırat'ın kurduğu bu cümle kaşlarımın çatılmasına neden olurken Celil hâlâ sessizliğini koruyordu.
- Sana diyorum lan! Celil! Bu yenge mi?
Fırat'ın bu sefer Celil'in dürterek farklı ama aynı anlama gelen bir soru sormasıyla Celil hiç kıpırdamadan beni süzen gözlerini kırptı ve kendine gelip Fırat'a cevap verdi:
- He lan. Yengenmiş.
Araya girdim:
- Evet Fırat'cığım, Celil'den yengen olduğuma dair onayını da aldığına göre yavaştan aşağı inelim. Herkes bizi bekliyor da.
Aşağı inerken yine rol icabı Celil'le el ele tutuşmuştuk.
Bahçeye çıktıktan bir süre sonra beni kalabalığın ortasındaki tekli sandalyeye oturttular. Müezza başıma kırmızı duvağı örtünce kına türküsünün melodisi duyulmaya başladı.
Garip bir his vardı içimde. Ağlamak istesem de ağlayamadım hiç.
Türkü bitince etrafımda kına tepsisiyle dönen tanımadığım kadınlar da durdu. İçlerinden biri duvağımı araladı. Ağlamadığımı görünce sordu:
- Ayol gelinsin sen! Niye ağlamadın?
- Ben böyle şeylerden fazla etkilenmem ki...
Kadın, ona verdiğim cevaptan sonra kucağımdaki ellerime baktı. İşaret parmağına sürdüğü bir miktar kınayı avuç içime sürmeye yeltenince ellerimi ona uzattım. Ama o, suratındaki memnuniyetsizlikle tekrardan konuştu:
- Kızım, bizim buralarda adettir; gelin elini yumruk yapar ve kayınvalidesi gelene kadar açmaz.
- Peki...
Kadına verdiğim cevaptan sonra iki elimi de yumruk yapıp iyice sıktım.
Bu hareketimin üzerine kadın kalabalığa doğru seslendi:
- Gelin elini açmıyor! Kayınvalidesi!
Sonra kalabalığın ortasından Mahizar Babaanne geldi yanıma. Bir elimi eline alıp açtı ve içine bir tane tam altın yerleştirdi.
Böyle olacağını bilseydim, o kadının dediğini yapmazdım. Milletin gözünde çok paragöz biri olacağım!
Babaanne aynı şeyi diğer elime de yapınca diğer kadın da altınlı ellerime kına sürmeye başladı.
Bu olaydan sonra oyun havaları çalınmaya başladı. Oynamaktan pek hoşlanmadığım için bize ayrılan büyük masada Celil'in yanına oturdum.
Oturur oturmaz Celil kulağıma eğilip bu yüksek sesli ortam nedeniyle bağırarak konuşmaya başladı:
- Altına bu kadar düşkün müsün?
Kaşlarım çatık bir şekilde kulağına doğru bağırarak cevap verdim:
- O ne alaka?
- Kına yakılırken elini açmadın ya altın istedin yani.
- Ya valla o kadın dedi. Ellerini yumruk yap falan diye. Bizim adetimizdir falan dedi. Yoksa be-
Sözümün bitmesini beklemeden o konuşmaya başladı:
- Şaka yapıyorum. Ellerini açıp saf gibi kadına uzatmanı da sonra kadın seni uyarınca nasıl elini yumruk yaptığını da gördüm.
- Şakan da o kadar komikmiş ki gülmeyi unutturdu bana.
Son cümlemi kurduktan sonra ortada halay çeken tanımadığım insanları izlemeye başladım.
Halay grubu buralı olmasa gerekti üzerindeki kıyafetlere dikkat edince her birinin de aynı giyindiğini gördüm.
- Neden üzerlerinde aynı kıyafet var hepsinin?
Kulağına eğilip sorduğum bu soruyu o da benim kulağıma eğilerek cevapladı:
- Biz pek halk oyunları işini beceremeyiz. Saatlik para karşılığı ekip kiralattık sırf ortam boş kalmasın diye.
Nasıl yani, ta başka memleketten sırf halk oyunları oynansın diye insan mı tutmuşlardı?
Gerçekten çok garip insanların içine düşmüştüm.
𓆩𓆪
Saat 13:30'da başlayıp saat 17:30'a kadar süren kınamda sadece iki defa kalkıp lavaboya gitmek dışında bir şey yapmadım. Arda bir masamıza gelen ziyaretçilerin tebriklerimi tebessümle karşılaşmıştık.
Kına bitmişti ama iki saat sonraki düğünümüz için gelenler gitmemişlerdi. Hatta biraz daha kalabalıklaşmıştı bahçe.
Gelenlerin arasında Dicle de vardı. Önce Celil'i, sonra yanındaki beni süzdü baştan aşağı kahverengi gözleriyle.
İki saat neydi ki? Su gibi akıp geçmişti. Gelinliğim, tekrardan yapılmış aşağıdan topuz saçlarım, kulağımdaki inci küpelerim ve yine tekrardan yapılan kahverenginin tonlarındaki makyajımla aynadaki halime bakıyordum.
Yanıma da zorla Fahriye'yi göndermişlerdi olur da yardıma ihtiyacım olursa diye.
Şimdi de yanımda oflayarak Dicle ile mesajlaşıyor.
Tam 4 dakika sonra kapısı çalındı içinde bulunduğumuz odanın.
Ufak adımlarla çalan kapıya ilerledim. Gelen Celil'di ve yine beni baştan aşağı süzüyordu. Gerçi benim de ondan eksik kalır yanım yoktu. Takım elbisesinin en koyu tonu, kahveyeşili gözleriyle çok hoş bir ahenk oluşturmuştu.
Aradan geçen saniyelerin ardından Fahriye'nin sesi duyuldu:
- Celil Abi, düğüne ne kadar kaldı?
Celil nihayet gözlerini benden ayırmayı akıl edip Fahriye'ye cevap verdi:
- 15 dakika.
Bunun üzerine Fahriye tekrardan konuştu:
- Yalnız düğünden 5 dakika önce damadın gelini görmesi uğursuzluk getirirmiş. Ben annemin yalancısıyım.
- Batıl inanç derler ona Fahriye'ciğim.
Celil memnuniyetsiz bir sesle kurduğu son cümlesinden sonra bana döndü tekrar:
- Ben Fırat'la salondayım. Gelirsin 15 dakika sonra.
- Tamam Celil.
Celil'le 'tamam' kelimesini kullanalı 10 dakika oluyordu. 5 dakika içerisinde parfüm sıkıp, rujumu tazeleyip, merdivenlerden indim.
Celil salondaki koltuklardan birine oturmuş telefonuna bakıyordu. Yanında oturan Fırat beni görür görmez Celil'i dürttü yine. Celil, elindeki telefonundan ayırdığı gözleriyle birkaç saniye baktı bana.
Karşılıklı bakışırken bir ses duyuldu bahçeden:
- Gelin ve damadı ilk dansları için piste alalım!
Celil duyduğu bu sesle ayağa kalkıp telefonunu cebine koydu.
Birkaç adımla yanıma gelip elimi tuttuktan sonra kalabalığın alkışları eşliğinde piste geçip çalan şarkıyla dans etmeye başladık. Ben ellerimi Celil'in omzuna, o da belime yerleştirirken kulağıma eğildi ve fısıldadı:
- Üç adım gerile.
Dediğini yapıp üç adım açıldım. Sonra beni kolları ile dolayıp kendine çekti. Bir çeşit tango figürleri mi yapıyorduk acaba? İki saniye sonra dönerek tekrardan üç adım geriledim.
Tam o sırada bir ses yankılandı. Tek el silah sesi...
Sonra bir sızı... Tam göğsümün altında...
Gözlerimin Celil'in şaşkınlık ve korku ile açılan gözlerinde kalışı... Bembeyaz gelinliğimin kırmızıya boyamaya başlayışı... Bacaklarımın ağırlaşan bedenimi taşıyamayışı... Düşerken Celil'in beni belimden yakalayışı... Onun kucağında birlikte yere düşüşümüz... Bahçeden gelen çığlık sesleri...
Çektiğim acı ve ağrıya rağmen kapanmamıştı gözlerim. Celil'in gözlerine bakıyordum. Konuşamıyordum. Bedenime saplanan kurşun vücudumun kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. Kıpırdayamıyordum.
Celil çıkardığı ceketiyle kanayan yere tampon yaparken Fırat'a sesleniyordu:
- Fırat! Arabayı getir!
Fırat şok içinde koşmaya başladı.
Zar zor kesik kesik Celil'in bana bakan gözlerine bakmaya devam ederken konuşmaya çalıştım:
- Celil... sıra benim mi?
- Hayır! Sıranın sana gelmesine bir ömür var daha! Bende kal! Melek! Bende kal!
Bilincimi kaybetmeden önce en son sözüm 'üşüyorum' oldu.
(Yazarın Anlatımıyla)
Melek, Celil'in kucağında kapatmıştı gözlerini. Göğüs kafesindeki kuş hâlâ inatla çırpınsa bile çok yorulmuştu artık.
Fırat, Celil'in dediğini yapmış, arabayı getirmişti hemen.
Kucağında bir porselen misali taşıdığı Melek'i, arabanın arka koltuğuna yatırdı. O da başucuna oturdu ve Melek'in başını dizlerine koyup saçlarını okşamaya başladı. Bu sırada Fırat, arabanın rotasını hastaneye çevirmişti bile.
Hastaneye doğru hızla yol alan arabanın içinde bir ara açtı Melek gözlerini. Gördüğü ilk şey Celil'in suratıydı. Onun kahveyeşili gözlerinde takılı kaldı gözleri. Vücuduna saplanan kurşun konuşmasına, hatta ağlamasına bile engel olurken Melek'in, bir gözyaşı düştü gözünün kenarına.
Bu gözyaşı Celil'e aitti. Tek bir damlalıktı o ağlama. Çünkü Celil Kayalar ağlayamazdı. Celil Kayalar hüznünü öfkesi ile belirtirdi hep... Ama şimdi bir cinayet vasıtası ile görgü tanığım dediği kız için, zoraki bir evlilikle karısı için Celil Kayalar, hüznünü tek bir gözyaşı ile anlatıyordu.
Bütün acısını, öfkesini, hüznünü tek bir gözyaşı damlasına sığdırmıştı...
Hastanenin acil kapısına vardıklarında ilk önce Fırat indi arabadan. Sedye istedi.
Hemşireler apar topar sedyeyi getirirken, Celil önce gözyaşının aktığı gözünü sildi, sonra dizlerindeki kadının gözünün kenarına akan gözyaşı damlasını. Bu sırada Melek, hâlâ Celil'in gözlerine bakarken sedyeyle alındı.
Celil, sedyenin yanında hızla ameliyathane kapısına doğru ilerlerken gözleri hâlâ Meleğin ona bakan gözlerindeydi.
Hemşire Celil'i uyarırken ameliyathane kapısından sedyeyle giren Melek'e bakıyordu Celil:
- Beyefendi, buradan sonra ilerlemeye devam edemezsiniz!
Bu uyarıya rağmen adımlarını daha da hızlandırdı ameliyathane kapısına Celil. Bu sırada Melek'e sesleniyordu:
- Melek!
Hemşirenin Celil'i tutmaya gücü yetmeyince Fırat yetişip tuttu kollarından.
Öfkesi ve hüznü ağır gelmişti Celil'e. Fırat'ın kollarından kurtulup arkasındaki duvarı yumruklayarak çıkarmaya çalıştı öfkesini.
Durmadı Celil. Her vurup da eli acıdığında daha sert vurdu duvara, yine eli acıdı. Sonra daha da sert vurdu duvara. Ve yine eli acıdı.
Bu döngüyü hâlâ sürdürürken Fırat'ın gücü bile yetmedi Celil'e. Başka bir hemşirenin gelmesini, hatta boynuna sapladığı şırınganın içindeki sakinleştiricinin vücuduna enjekte edilmesini bile fark edemeden, yumrukladığı ellerinden akan kanın bulaştığı duvarın önüne otururcasına yığıldı. Yanı başına gelip elini omzuna koyan Fırat'a baktı bir süre. Sonra kelimeler teker teker dökülmeye başladı dudaklarından:
- Alışmıştım Fırat... Ona alışmıştım...
Ve sonra sakinleştiricinin verdiği etkiyle kapandı bir çift kahveyeşili...
𓆩𓆪
Yaklaşık iki saat sonra içinde bulunduğu hastane odasında açtı Celil gözlerini. Lambanın yarım yamalak aydınlattığı loş odada gezdi o gözler. Ellerinin sarılı olduğunu hissediyordu. Tam yan koltukta tanıdık bir yüz gördü. Gözleri biraz kızarmıştı o yüzün. O gözlere bakarak hayatının ona en zor gelen sorusunu sordu:
- Fırat... O... Yaşıyor mu?
Fırat başını aşağı yukarı sallarken Celil'e cevap verdi:
- Yaşıyor...
Hani bazı anlar vardır ya... O anda size verilen cevapları duyduğunuzda ya ölürsünüz, ya yeniden doğarsınız. Alacağınız tek bir yanıta bakar herşey.
İşte o an yeniden doğdu Celil Kayalar...
- İyi mi?
O bu soruyu sorarken belli belirsiz bir damla gözyaşının tuzlu tadı yayılmıştı dudaklarına.
- Şu anlık iyi. Ameliyattan çıktı. Yoğun bakımda.
Fırat'ın kurduğu bu cümleden sonra doğruldu ve bileğindeki serumu çıkardı Celil.
- Abi n'apıyorsun!
Celil tavrını hiç bozmadan Fırat'ın bağırışını yok sayarak başka bir soru sordu:
- Evdekiler nerede?
Fırat cevap verdi:
- Babaannem fenalaşmış. En yakın nöbetçi sağlık ocağına götürmüşler. Ama gelecekler.
Fırat cümlesini bitirir bitirmez Celil ani bir hareketle ayağa kalkıp sendelerken Fırat tuttu onu ve ekledi:
- Abi!
- Fırat, Meleği görmem lazım.
- Gör abi! Gör. Ama şimdi değil, sabah olunca.
Dişlerini sıkarak konuştu Celil:
- Fırat. Ben şimdi göreceğim!
- Abi, istesen de hasta yakınlarını almazlar.
Fırat'ın bu sözlerini üzerine bir süre sustu Celil. Aklında bir plan vardı. Sonra konuştu:
- Doğru. Hasta yakınlarını şimdi almazlar.
- Evet abi! Hadi gel yat, biraz daha dinlen.
Celil, Fırat'ın son söylediklerine kulak asmazken hemen sonra konuştu:
- Hemşireler girebiliyor değil mi yoğun bakıma?
Fırat, Celil'e şüpheli bakışlar atarken cevap verdi:
- Evet abi de... Neden sordun ki?
|
0% |