Yeni Üyelik
12.
Bölüm

PRENSES

@kahveyesilineasik

Herkese selamlar! Bu bölüme yorumlarınızı bekliyorumm.

 

- Abi sana inanamıyorum! Cidden giyiyor musun bunları?

 

Celil'in inadı tutmuştu bir kere. 'Göreceğim' diyorsa mutlaka, iki eli kanda olsa bile görecektir Meleği.

 

Dakikalardır Fırat'ın 'Sana inanmıyorum' laflarını dinleye dinleye bir hemşireden rüşvet karşılığı aldığı üniformaları giymiş, suratına tıbbi maskelerden takmıştı.

 

- Ya yakalnırsan?

 

Fırat'ın bu mantıklı sorusunu zihnindeki bir mahkemeyle kararladı ve sonucu Fırat'a söyledi:

 

- Yakalanırsam, eylem olarak da yakalanacağım. En kötü ihtimal -ki bu kesin ihtimal odadan atılırım.

 

- Ha o en kötü ihtimali göze alıyorsun yani?

 

- Fırat, seni dörde katlar, kat yerlerinden tavana asarım.

 

- Tamam çakma hemşire! Sustum.

 

 

𓆩𓆪

 

Tenha yoğun bakım koridorunda ilerlerken Melek'in yattığı bölüme gelmişti Celil. Titreyen elleriyle kapıyı açıp içeri girdi. Melek'i ikinci defa hastane yatağında görüyordu. Ama bu sefer yoğun bakımdaki bir yataktaydı.

 

Yanı başına gelip tuttu Meleğin serumlu elini ve konuşmaya başladı:

 

- Seni burada, bu halde görmek... İnan inan çok acı veriyor bana...

 

Biraz sonra kuracağı cümlenin ağırlığını yutkunarak azaltmaya çalıştı Celil. Ve sonra ekledi:

 

- Melek... beni sakın duyma. İlk defa bu kadar aptal olup itiraf edeceğim... Ben-

 

Celil daha itirafını yapamadan Meleğin bağlı olduğu makinelerin hepsi çığırından çıkmış gibi sesler çıkarmaya başladı.

 

Celil ne olduğunu anlamamıştı ama kötü birşeyler seziyordu içten içe. O anki makinelerin sesi kulaklarında çınlarken Celil'in, doktor ve hemşire girdi odaya apar topar.

 

Doktor, hemşire sandığı Celil'i teğet geçerken cebinden çıkardığı minik feneri Meleğin gözlerine tutuyordu. Yanındaki bayan hemşireye söyledikleri buz gibi etti Celil'i:

 

- Kalbi durmuş! Elektroşok cihazını getir!

 

Ardından üniformaları yüzünden hemşire sandığı Celil'e döndü:

 

- Sen ne duruyorsun orada? Yardım etsene.

 

Celil hâlâ donuk bakışlarla doktora bakarken deminki hemşirenin sesi duyuldu:

 

- Getirdim Hocam!

 

Kalbi daha fazla dayanamadı Celil'in. Doktor Meleğe müdahale ederken koşar adımlarla çıktı odadan. Daha yeni sevmeye başladığı kadının ölümüne şahitlik etmek istemiyordu.

 

Fırat'a bile haber vermeden çıktı hastanenin kapısından. Arabaya biner binmez çıkardı gömleğinin üzerine giydiği üniformayı. Meleğin kanının boyadığı bir bölümüne baktı beyaz gömleğinin. Sonra da çalmaya başlayan telefonunun ekranına baktı.

 

*GİZLİ NUMARA* yazıyordu isim bölümünde.

 

Aramayı onaylayıp kulağına götürdü telefonu. Karşı tarafın konuşmasını bekledi bir süre. Aradan geçen birkaç saniyenin ardından karşı tarafın sesini duydu:

 

- Birazdan telefonuna bir konum mesajı gelecek. O konuma gel.

 

Bu kişinin kim olduğunu anlamıştı Celil. Ferhan'dı bu. Karısının, kardeşini öldürdüğü adam...

 

Telefonu karşı tarafın suratına kapattı Celil. Anında telefonuna gelen konum mesajına tıkladı ve arabayı konuma doğru sürmeye başladı.

 

Giderken Tekel Bayii'ye uğrayıp bir şişe Tuborg aldı. Tekrardan arabaya binip konum noktasına dogru ilerlemeye başladı içkisinden koca bir yudum alırken.

 

Konum, onu bir uçurum kenarına getirmişti. İndi arabadan ve birkaç metre ilerideki uçurumun tam önünde durdu. Büyük bir yudum aldı içkisinden, bir yudum daha, ve bir yudum daha...

 

Ferhan'ın istediği yere gelmişti işte. Meleğin öldüğünü düşünüp o da kendi ölümüne gelmişti.

 

'Belki de artık acı çekmiyordur.' dedi kendi kendine gözünden akan bir damla yaş sakallarının arasında kaybolurken. Onun yapmaya yeltendiği bir itiraf bile Meleğin kalbini durdururken nasıl sevmeye devam edebilirdi ki onu?

 

O bunları düşünürken tekrardan çalmaya başladı telefonu. Fırat 29. aramasını yapıyordu. Önceki 28 arayışını reddeden Celil, düşündüğü ölüm haberini almamak için açmıyordu telefonu. Ve en sonunda telefonu tamamen kapattı.

 

İşte tam o sırada bir ses duydu Celil arkasından. Bir adam sesi:

 

- Silahını yere bırak, ve bana dön.

 

Bu ses azrailinin sesiydi. Meleği ondan alan azrailin sesi... Ve şimdi ise Celil o azraile teslim oluyordu. Çünkü Melek bu oyunu oynayamamışsa o da çıkıyordu oyundan.

 

Adamın dediğini yaptı Celil. Silahını uçurumdan aşağı atıp adama döndü ve ekledi:

 

- Ferhan'ı beklerken Cep Köpeği gelmiş. Şöylesene Cep Köpeği, tetiği çekmeye patilerinin gücü yetiyor mu?

 

- Deneyelim mi?

 

Adam soruyu sorarken belindeki silahını Celil'e doğrultmuştu. Silahını namlusu Celil'in tam alnına hizalanmıştı dört metre öteden.

 

Celil, gözlerini kapamış, ölmeyi beklerken farklı bir noktadan gelen silah sesini duydu önce. Sonra da bir inleme.

 

Yaralanan kişinin kendisi olmadığını anlayınca merakla açtı gözlerini. Tam karşısındaki Ferhan'ın adamı yerde kıvranırken, onun biraz daha ilerisindeki eli silahlı bir bedene acıyla inleyerek bağırdı:

 

- Kimsin sen!?

 

Uçurumun arkasında kalan ormandaki ağaçları arkasına almış bir şekilde duran, elindeki silahı yerdeki yaralı adama doğru tutan, siyah kalın topuklu çizmeleri ve yine çizmelerinin rengindeki pantolonu, tişörtü ve deri ceketi ile kısa kahverengi saçları esen rüzgarda savrulan, burun ve ağız bölgesini siyah bir bandana ile kapatan yeşil gözlü kadın adama cevabını verdi:

 

- Buğlem Yöndel. Bülent Yöndel'in kızı. Aynı zamanda da biraz evvel öldürmeye çalıştığın adamın kız kardeşiyim.

 

Adam bir kez daha bağırdı kadına:

 

- Ferhan'ın kardeşisin! Abine ihanet etmenin sonucu senin için hiç iyi olamayacak.

 

Adamın kurduğu cümlelerin üzerine kadın, adamın sağ bacağına bir el daha sıktı. Adam yine acıyla inlerken kadın alaylı bir sesle konuştu:

 

- Yanlış cevap! Ferhan'ın üvey kardeşiyim!

 

Adam acıyla bir kere daha bağırdı:

 

- Orospu evladı!

 

Bunun üzerine kadın, adamın diğer bacağına da sıktı bir el ve hemen ardından yine alayla ekledi:

 

- Anneni annemle karıştırman senin için hiç iyi olamayacak.

 

Adam tehditkâr bir sesle yeniden bağırdı:

 

- Ferhan ve Bülent seni gebertecek!

 

Ve kadın bu sefer adamı tam alnının ortasından vurarak öldürdü. Alaylı ses tonunu koruyarak saniyeler önce öldürdüğü adamın cesedinin üzerine hafifçe eğilerek konuştu:

 

- Üzgünüm ama ses tonun kafamı ütüledi. Bence artık susmalısın. Tamam mı?

 

Bir süre cesetle bakıştı cevap beklercesine. Ardından o alaylı sesiyle cesedin açık kalan gözleriyle temas kurarak ekledi:

 

- Ben de öyle tahmin etmiştim zaten.

 

Kadın kafasını cesetten kaldırıp yemyeşil gözlerini Celil'in kahveyeşili gözleriyle buluşturdu.

 

Kadının gözlerine iyice baktı Celil. Sanki şu an kız kardeşi olduğunu iddia eden kadının gözlerine değil de annesinin gözlerine bakıyordu. 'Gözlerini annemden almış.' diye düşünürken konuşmaya başladı Celil:

 

- Kimsin?

 

Cevap gecikmedi:

 

- Az önce açıkça anlattığımı düşünüyorum. Abiciğim.

 

Kadın 'Abiciğim' kelimesini bastırarak çıkarmıştı dudaklarının arasından.

 

Celil ise az önce sorduğu sorunun saçma olduğunu yeni idrak etmişti. Karşısında kız kardeşi olduğunu iddia eden, hele ki annesine bu kadar çok benzeyen bir kız varken sorduğu soru biraz saçma oluyordu.

 

Sarhoşluğunun verdiği etkiyle konuştu:

 

- Benim bir kardeşim yok. Olsa da senin gibi olmaz zaten.

 

Kadın yarı gülümser bir şekilde Celil'in yanına gelip kirleneceğini bildiği halde pantolonuyla yere oturdu. Sonra başını yukarı kaldırıp Celil'e seslendi:

 

- Otursana.

 

İtiraz etmedi Celil. Yarı sarhoştu zaten. Birazdan ayağını alakasız bir şekilde taşa çarpıp düşmesi an meselesiydi. Bunu bildiği için Buğlem'in yanına oturdu.

 

Sessiz kaldılar bir süre. Celil o yarı sarhoş kafasıyla olayları sindirmeye çalışırken Buğlem bozdu sessizliği:

 

- Karın senden inatçı, sen karından inatçı.

 

Buğlem'in bu cümlesiyle, Celil'in aklında şimşek gibi çalmıştı öldüğünü düşündüğü karısı.

 

Kanlanmış gözlerini ufuktaki tepelerden ayırdı ve Buğlem'e döndü:

 

- Sen nereden biliyorsun?

 

- Herşeyi, ama herşeyi en başından dinlemek ister misin? Abi?

 

Buğlem son sorusunu sorduktan sonra cevap bekleyen gözlerle baktı abisine. Sonunda beklediği yanıtı aldı:

 

- Anlat.

 

Bunun üzerine derin bir nefes aldı Buğlem. Sonra anlatmaya başladı:

 

- Sen 8 yaşındayken babanın yurt dışında olduğu bir akşam Bülent, yani benim babam annene tecavüz etmiş. Bu olaydan sonra annen bana hamile kalmış... Hamile kaldığını anlayınca hemen söylememiş senin babana. 2 ay sonra söylemiş. Baban da annenin kendisinden hamile kaldığını düşünüyormuş doğal olarak. 9 ay 9 gün boyunca karnında taşımış annen beni. Yine babanın Türkiye'de olmadığı bir gece doğum yapmış evde tek başına. Beni kucağına alır almaz ağlamaya başlamış 'Sen kocaman bir yanlışsın.' diye. Beni sarmış, sarmalanmış gece gece Bülent'in kapısına üzerimde bir notla bırakmış. Şunlar yazıyormuş notta: 'Bana tecavüz etmesini biliyorsan bu bebeğe bakmasını da bileceksin. Senin yüzünden meydana gelen bir yanlışı sevdigim admın gözleri önünde büyütemem.' Babana da ölü doğduğumu söylemiş. Ama her ne kadar yapılan yanlışın delillerini silmeye çalışsa da... Gözlerinin yeşilini silememiş benden...

 

Buğlem sustuktan sonra Celil aklındaki ilk soruları sormaya başladı:

 

- Sen... Beni nasıl buldun peki?

 

- Şöyle anlatayım; Annemiz beni Bülent'in kapısına bıraktıktan sonra Bülent'in karısı Hanzade almış beni. Bülent'e hesap sormaya başlamış 'Sen nasıl böyle birşey yaparsın?' diye. Bülent de dayanamamış benimle birlikte bir çiftlik evine kapatmış Hanzade Annemi. Bir de eğer bir yanlışı olursa hiç acımadan oğulları, yani üvey abilerim Korhan ve Ferhan'ı öldütmekle tehdit etmiş. O günden sonra tam 19 yıl Hanzade Annemle o çiftlik evinde tutulduk. Benim bir sözüm vardır, 'Doğurana değil, büyütene bakacaksın.' diye. Hanzade Annem büyüttü beni. Sonra bir gün bana herşeyi anlattı. Asıl annemin kim olduğunu, seni...

 

- Beni mi?

 

- Seni... Bülent'in adamlarıyla işi olunca küçük oğlu Korhan erzak getirirdi çiftliğe. Bir gün yine erzak getirmişlerdi. Gideceklerken Hanzade Annem Korhan'ı telefonla konuşurken duymuş. Şey demiş konuştuğu kişiye, 'Bu gece o ormanda bitiriyoruz Celil'in işini.' Hanzade Annem de duyar duymaz geldi bana, dedi ki 'Korhan, abini öldürecek.' Ben de ilk duyduğumda senin gibi şok olmuştum. Sonra bana o dakikada herşeyi bir çırpıda anlattı. Ve dedi ki 'Koş, Korhan'ın peşinden git! Kan bağın olan tek kişiyi kurtar.' Bir şekilde kaçtım. Takip ettim Korhan'ı. Ardından o ormanda Korhan'ın keskin nişancılarının saklandığı çalılığın arkasındaki çalılıkta, Hanzade Annemin giderken elime tutuşturduğu silahla bekliyorken bir flaş patlaması oldu. Yani eğer o gazeteci kız olmasaydı, Korhan seni öldürmeye yelteneceği sırada ben harekete geçecektim.

 

Celil, Buğlem cümlesini bitirir bitirmez konuştu:

 

- Melek kurtardı beni o gece... Ama ben onu ölümden kurtaramadım.

 

Sonra iki damla yaş aktı sol yanağından sakallarına doğru.

 

Buğlem atıldı hemen:

 

- Sen nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Öldüğünü bu kadar çabuk mu kabullendin? Ya da uydurdun?!

 

- Buğlem... Ne demek istiyorsun?

 

- Ölmedi diyorum! Kısa süreliğine kalbi durdu sadece. Artık yanına hemşire kılığında girip ne söylediysen kıza.

 

Celil ayağa kalktı hemen:

 

- Nasıl? Ölmedi mi? Yani... sen... ne?... Nasıl?

 

- Tamam. Bi' sakin ol önce, herşeyden haberim var. Bir süredir takip ediyorum sizi... Bak... Hadi gel, hastaneye geri dönelim abi. Sana çok ihtiyacı var onun.

 

- Ta-tamam... Gidelim o zaman!

 

Celil koşar adımlarla sarhoşluğunun verdiği etkiyle sendeleye sendeleye şoför kapısının önüne geldi. Tam kapıyı açıp koltuğa yerleşecekken Buğlem'in sesi durdurdu onu:

 

- Abi! Bu halde araba kullanamazsın. Anahtarları ver.

 

Buğlem'in dediğini yapıp anahtarları ona verdi Celil. Sonra şoför koltuğunun yanındaki ön yolcu koltuğuna oturdu.

 

Buğlem arabayı hızla anayola doğru sürerken, araba bir tümseğin üzerinden geçercesine hoplayınca Celil sordu:

 

- O neydi?

 

Buğlem arabanın aynasından arkayı kontrol etti. Ardından tekrar yola dönerken yüzünü tiksinti ile buluşturarak Celil'e cevap verdi:

 

- Immmm.... Sanırım biraz evvel öldürdüğüm cesedin üzerinden geçtim.

 

 

𓆩𓆪

 

(2 Gün Sonra)

 

(Yazarın Anlatımıyla)

Meleğin hastanedeki ikinci günüydü. Durumu biraz daha iyileşince normal odaya alınmıştı. Başta Celil olmak üzere tüm Kayalar Ailesi koridordaki bekleme koltuklarında sabahlamışlardı iki gün.

 

Celil son yaşanan olaylardan sonra İstanbul'daki adamlarını Mersin'e çağırmıştı.

 

Ferhan ve adamları ona bu kadar yaklaşmışken, korumasız, tek tüfek gezemezdi.

 

Sağ kolu Emre, diğer adamlarla beraber apar topar Mersin'e gelmelerinin nedenini sorunca, Celil baştan anlattı herşeyi. Fırat hariç babaannesi ile diğerleri hiçbirşey bilmediğinden, Buğlem'i şimdilik dikkat çekmemesi için Emre'ye emanet etmiş, onlara ve adamlarına da ayrı bir mekan tutmuştu.

 

Oturduğu koltukta başını arkasındaki duvara yaslamış, kafasının içinde yeni planlar oluştururken, doktor ve hemşirenin Meleğin odasından çıktığını görünce hemen toparlanıp ayağa kalktı Celil.

 

Doktorun tam karşısına dikilip günlerdir gerçekleştirmek istediği hayalinin sorusunu sordu:

 

- Onu ne zaman görebilirim?

 

Doktor cevap verdi:

 

- Şu an yeni uyandı. Siz eşisiniz sanırım?

 

Başını aşağı yukarı sallayarak cevap verdi Celil:

 

- Evet.

 

- En fazla yarım saat aynı odayı paylaşabilirsiniz. Eşinizin sağlığı açısından bu durum oldukça önemli.

 

Doktorun söylediklerini duyar duymaz parladı Celil'in kahveyeşili gözleri. Ona göre yarım saat, Meleği görmek için oldukça fazlaydı.

 

Doktora teşekkür ettikten sonra yanındaki hemşire ile uzun koridorda kaybolmalarını izledi bir süre. Ardından, cebinde çalmaya başlayan telefonuna yöneldi bir eli. Emre SOYLU yazısını görünce kardeşine birşey olma korkusuyla hemen cevapladı aramayı:

 

- Emre? Birşey mi oldu?

 

- Oldu abi! Oldu! Senin bu inatçı kardeşin tutturdu abimin yanına gideceğim diye. Mekanda dağıtıldığı yer kalmadı!

 

Celil ilk defa bu kadar sinirli ve gergin duyuyordu bunca yıllık arkadaşının sesini. Evet... Arkadaş. Emre onun hep yanında olan bir dayanaktı Celil'e. Tek farkı; Her konuda Celil'den sonra ikinci gelmesiydi.

 

- Tamam. Ben bizimkileri gönderene kadar gelin. Yanına Şahin'le Nevzat'ı al sadece. Fazla dikkat çekmeyin.

 

- Tamam abi. Haber veririm.

 

Telefonu kapattıktan sonra bekleme koltuğuna onu izleyen babaannesinin dizlerinin önüne çöküp ellerini avucunun içine aldı ve konuştu:

 

- Babaanne, kaç gündür buradasınız. Hadi artık eve geçin. Biz Fırat'la buradayız.

 

- Aaaa! Olur mu öyle oğlum? Gitmem ben bir yere.

 

- Ama babaanne yapma böyle. Bak sen bana dedemin emanetisin. Yaşlısına zaten, tok karna alman gereken ilaçlar var. E hastane yemekleri evdekiler gibi de değil. Babaanne, hadi kırma beni. Amcamları da al. Yalnız kalma evde. Burada bekleyerek ancak kendi zamanınızdan oluyorsunuz.

 

Mahizar Hanım bir müddet dizinin dibindeki torununa baktı duygulu gözlerle. Sonra cevabını verdi:

 

- Tamam kuzum. Ama birşey olursa hemen ara tamam mı?

 

Celil, aldığı bu cevaptan sonra babaannesinin tuttuğu ellerini öpüp ayağa kalktı. Ardından memnuniyetsiz bir suratla karşı koltuktaki amcasına döndü:

 

- Amca, araba ve şoför aşağıda. Eve geçin siz.

 

Amcası Akif ağır ağır ayağa kalkıp Celil'in tam karşısına dikildi:

 

- Benden niye nefret ettiğini bilmiyorum evlat... Ama böyle durumlarda bana işinin düşmesi hoşuma gidiyor.

 

Amcasının bu cümlelerinden dakikalar sonra babaannesi, yengesi Müezza ve kuzeni Fahriye'nin gidişini izledi koridorda.

 

Birkaç dakika sonra aynı koridordan gelen bağırış seslerine kulak verdiler Celil ile Fırat.

 

Bir kadın ve erkek sesiydi duydukları.

 

Kavga ediyorlardı.

 

''Dursana kızım!'' diyordu adam.

 

''Bıraksana ya!'' diye bağırıyordu kadın.

 

Saniyeler sonra sesler biraz daha yaklaştı ve o seslere Emre ile Buğlem'in bedenleri eşlik etmeye başladı.

 

Kavga edenler Buğlem ile Emre'ydi.

 

Buğlem, gözlerini kavga ettiği Emre'den ayırarak koridorun sonundaki abisine doğru adımlarını hızlandırdı. Celil'in yanı başına gelince bir eliyle Emre'yi işaret ederek sitem etmeye başladı:

 

- Abi! Allah aşkına böyle adamı sağ kolun mu yaptın?

 

Emre girdi araya:

 

- Ne varmış adamlığımda?

 

Buğlem tekrar bağırdı:

 

- Doğru ya! Olmayan adamlığında bir kusur aradım. Özür dilerim olmayan adamlığına laf ettiğim için! Cidden!

 

Emre'nin cevap vermesine gerek kalmadan Fırat girdi araya:

 

- Hey, kuzen bi' sakin mi olsan?

 

Buğlem bu sefer Fırat'a çatmaya başladı:

 

- Nereden kuzenin oluyorum be ben senin!? Kan bağımsız bile yok!

 

Buğlem'in bu cümlesinin üzerine Fırat, sinirle sakallarını kaşıyan Celil'e döndü:

 

- Ya kuzen şu kardeşine birşey söyler misin? Çok ayıp ediyor da!

 

Buğlem'in tekrardan Emre ve Fırat'a olmayan adamlıkları konusu ile çemkirmeye başlamasıyla, Emre ve Fırat a savunmaya geçince çok büyük bir kargaşa oluştu. Ve hatta birazdan özel güvenlikle hastaneden atılmaları an meselesiydi.

 

Bunun üzerine Celil, belinden silahını çıkarıp namluyu sıra sıra her birine hizalayınca hepsi birden ellerini iki yana kaldırıp sustular. Bu sırada Celil konuşmaya başlamıştı:

 

- Bana bakın! Hastanede olduğunuzu unuttunuz herhalde? Yemin ederim sıkarım topuklarınıza!

 

Üçü de suskunluklarını korurken, Celil'in silahını tekrar beline koymasıyla indi iki yandaki elleri hepsinin.

 

Celil tekrardan konuşmaya başladı:

 

- Hah şöyle. Şimdi her birinizin beşerden 15 dakika, benim tam 15 dakika olmak üzere toplam yarım saatimiz var. Adamakıllı girip onu yormayacak sorular sorun. Ve sakın saçmalamayın.

 

Üçü de birden kafalarını aşağı yukarı sallayınca, Celil Meleğin odasının kapısını açtı yavaş yavaş.

 

 

𓆩𓆪

 

(Melek'in Anlatımıyla)

 

Yatağımda oturur şekilde ayaklarımı uzatmış, kapının önündeki bağırış seslerini dinlerken sesler aniden kesilivermişti. Birkaç saniye sonra açılan kapıdan içeri girenleri görünce şaşırmadım. Yani girenler arasında bir kızı görene dek şaşırmadım.

 

İlk önce Celil girdi, yattığım yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. Sonra yanına o kız dikildi. Kızın cam gibi yemyeşil gözleri vardı. Siyah, kısa saçlarının renginde giyinmişti ve benden daha güzeldi.

 

Celil nereden bulmuştu bu kızı? Yoksa vurulmamı fırsat bilip aldatmış mıydı beni? Hem de annesinin gözlerinin rengindeki bir kızla...

 

O an kahverengi gözlerimden bir anlığına nefret etmiştim.

 

Bunları düşünürken Fırat ve Emre de diğer yanıma dikilmişlerdi. Onlar da konuşmadıklarına göre kesin bu kadınla Celil'in arasında birşey vardı.

 

Duygusuz gözlerle Celil'e bakıp konuştum:

 

- Hani babaannenlerle tanışacağımız ilk gün... Kapıdan içeri girdiğimizde sana bir soru sormuştum ''Bana birşey olsa n'apardın?'' diye. Sen de ''İki güne bulurum yeni birini.'' demiştin. Yemin ederim beni sinirlendirmek için söylediğini sanmıştım.

 

Sonra gözlerimi yanındaki kızın yeşil gözlerinde gezdirerek ekledim:

 

- Ciddiymişsin.

 

 

𓆩𓆪

 

Gözlerim hala kızın gözlerindeyken bir kıkırdama duydum. Celil sakallarını kaşıyarak sessizce gülüyordu. Sonra diğer tarafımdan da garip sesleri duyunca gülmemek için garip sesler çıkaran Fırat'ı dürten Emre'yi gördüm.

 

Sinirlerim bozulmuştu bu duruma. En sonunda şalterlerim atınca sesimi yükselttim:

 

- Komik olan ne?!

 

Soruma aldırmadan kıkırdamaya devam ettiklerinde o yeşil gözlü kız girdi araya:

 

- Ben diyorum, adamlık ne gezsin bunlarda?!

 

İster istemez kızın bu cümlesine sinirlenmiştim:

 

- Sana ne? Hem sen kimsin de benim kocama, kocamın kuzenine ve kocamın sağ koluna yani benim sağ koluma laf ediyorsun? Evet üçünde de biraz tahta eksikliği vardır ama benim olanlara karışamazsın!

 

Benim bu sözlerimden sonra kıkırdayanlar susunca kız Celil'e döndü:

 

- Abi, yengem durumu çok ters anlamış. Ben kendimi tanıtayım hemen.

 

Abi mi? Yok artık! Aaa İçses! Ölmedin mi sen yaa? Yok kızım istirahatteydim malum kurşun yedik. Hem meydanı senin gibi safa bırakıp da gidemem.

 

Kız yanıma yaklaştı ve tokalaşmak için uzattı elini. Bu sırada kendini tanıtmak için aralamıştı dudaklarını:

 

- Yengecim, Buğlem ben. Senin bu karizma olduğu kadar meymenetsiz olan sağ kolunun sağ kolluk yaptığı adamın yani kocanın kız kardeşiyim.

 

Ayıp olmasın diye tokalaşmak için tuttuğum elini sıkarken, Emre girdi araya:

 

- Pardon da, ben hiç de meymenetsiz değilim.

 

Adının Buğlem olduğunu öğrendiğim kız, benimle tokalaştıktan sonra Emre'ye cevap verdi:

 

- Hmm, öyle mi? Ben de karizma olduğun kadar demiştim zaten.

 

Emre, Buğlem'in bu laf sokuşuna gözlerini devirmekle yetinirken, Celil her ikisine de ters ters baktıktan sonra bana döndü. Bir eliyle Buğlem'i işaret ederek konuştu:

 

- Duydun?

 

Dişlerimi sıkarak cevap verdim:

 

- Duydum!

 

Sonra gözlerini tek tek odadakilerin yüzünde gezdirdi ve konuştu:

 

- Sizin süreniz doldu. Dışarı.

 

Fırat atıldı hemen:

 

- Ya ama 15 dakika dolmadı ki?

 

Celil kolundaki saate baktıktan sonra Fırat'a döndü tekrar:

 

- Doğru, 12 dakika olmuş kalan 3 dakikayı da mermi hesabına çevirip üçünüze de sıkarım. Dışarı.

 

Üçü de tek tek 'Geçmiş olsun.' dedikten sonra odadan ayrıldılar. Celil, oturduğu sandalyeyi biraz daha yatağıma yakınlaştırdıktan sonra sırıtarak konuştu:

 

- Eeee Prenses? Kıskandın mı beni?

 

O an yaklaşık yarım saat önce serumumu değiştirmek için gelen bir hemşirenin söyledikleri yankılandı kulaklarımda. Şöyle demişti, ''Hanımefendi laf aramızda kalsın ama, eşiniz size çok değer veriyor olmalı. Bir arkadaşımdan üniforma isteyip yattığınız yere hemşire kılığında girmiş. Birkaç dakika sonra da kalbiniz durmuş. Eşinizi görünce çok mu heyecan yaptınız?''

 

Başta demek istediğini anlayamamıştım. Ancak jetonum yeni düştü şimdi.

 

Karşımdaki duvarda takılı kalmıştı gözlerim bunları düşünürken. Hala duvara bakıyorken Celil elini göz hizama doğru sallayarak seslendi:

 

- Alo?

 

Gözlerimi duvardan çekip Celil'in gözlerine sabitledim:

 

- Ha?

 

Sırıtarak yine aynı cümleyi kurdu:

 

- Kıskandın mı diyorum.

 

Hassas noktamdan vurmaya çalışıyordu beni. Kıskançlığımdan yani. Elimdeki kozu şimdi kullanmak için araladım dudaklarımı:

 

- Ben sana 'Kalbimi neden durdurdun?' diye soruyor muyum Celil? Soramayacağım, çünkü zor durumda kalmanı istemiyorum. Anladın sen.

 

En son kurduğum cümleler Celil'in suratındaki sırıtmayı soğukkanlı bir yüz ifadesine bırakırken sözü yine ben alıp konuşmaya başladım:

 

- Artık küfür mü ettin, beni sinirlendirecek birşey mi söyledin bilmem ama, hemşire söyledi. Üniformayla yanıma gelmişsin hemşire kılığında, birkaç dakika sonra da kalbim durmuş.

 

Bu sözlerimden sonra, rahatlamış bir yüz ifadesiyle tekrardan konuştu:

 

- Ne söyleyeyim canım? İyileş falan dedim. Bir de ufak bi' tehdit ettim seni.

 

Şaşkınlıkla sordum:

 

- Sen beni o halimde tehdit mi ettin?

 

Güldü ve ekledi:

 

- ''Uyanmazsan Pamuk Prensesi öpüp de uyandıran prens gibi öper uyandırırım seni.'' dedim.

 

Ellerimi utançla yüzüme kapadım ve bağırdım:

 

- Seni sapık adam! 'Öpmedim' de!

 

- Öpmeme zaman bırakmadın ki kızım! Kalbin durdu hemen.

 

Ayağa kalkıyormuş gibi yapmaya çalışırken hala ona laf yetiştiriyordum:

 

- Yapmışsındır sen! Şimdi gidim tüm vücudumu tuz ruhu-çamaşır suyu karışımıyla iki gün izole edeceğim!

 

- Melek saçmalama! Şakaydı!

 

Yatakta hareketlenmeyi bırakıp durdum ve sordum:

 

- İnanayım mı? Öpmediğine?

 

- İnan.

 

O son, tek kelimelik cümlesini bitirdiğinde birkaç kere tıklatılan kapı açıldı. İçeri giren hemşire yemek getirmişti:

 

- Efendim, yemeğinizi yedikten sonra ilaçlarınızı getireceğim.

 

Sonra Celil'e döndü hemşire:

 

- Siz yemesinde yardımcı olursunuz?

 

Celil'in kafasını 'evet' anlamında salladığı an, aldığı onay sonrasında odadan ayrıldı hemşire.

 

 

𓆩𓆪

 

- Melek ağzını açar mısın!

 

Celil elindeki kaşığı ağzıma sokmaya çalışıyorken be de yemek yememek için direniyordum:

 

- Ya valla canım istemiyor. Hem ben domates çorbasından nefret ederim.

 

- Melek, eğer bu çorba bitmezse ben de kendi doktoruma gitmem. Haberin olsun. Şimdi ister ye, ister yeme.

 

Bahsettiği doktor akciğeri içindi. Onun da iyileşmesini elbette istiyordum ama o beni bir kase domates çorbasıyla tehdit ediyordu. İnadı bıraktım ve ekledim:

 

- Tamam içeceğim çorbayı, ama söz ver, buradan çıkar çıkmaz doktoruna gideceksin tamam mı?

 

Kaşığı ağzıma götürürken soruma cevap verdi:

 

- Tamam prenses, söz.

 

Bana neden 'prenses' dediğini bilmiyordum. Ama prensesleri seven biri olarak bu durum hoşuma gidiyordu.

 

 

𓆩𓆪

 

(Birkaç Gün Sonra)

- Ay oğlum yavaş indir patlamasın dikişleri kızın!

 

Celil beni arabadan indirip koluma girerken, Mahizar Babaanne de sıkı sıkı tembihliyordu onu.

 

Hastanedeki birkaç günlük tedavim sona ermiş, taburcu edilmiştim. Celil ve Fırat hep yanımdalardı. İki günde bir Mahizar Babaanne, Akif Amca, Müezza ve Fahriye ziyarete geliyorlardı. Buğlem ise can güvenliği için, Celil'in korumaları için tuttuğu mekânda kalıyordu.

 

- Babaanne, panik yapmasan mı? Valla üzerine çok titredik, birazdan 'kütt!' diye gidecek kız!

 

Diğer koluma giren Fırat'ın bu cümlesine, Celil 'Ya sabır!' diye tepki verirken Mahizar Babaanne telaşla konuşmaya devam etti:

 

- Fırat! Ağzını hayra aç oğlum! Ne biçim söz o öyle!

 

Sonra yüzünü Fırat'tan bana çevirdi ve ekledi:

 

- Kızım, var mı ağrın sızın?

 

Kollarımdaki Celil ve Fırat ile köşkün giriş merdivenlerini tırmanırken solgun bir gülümsemeyle cevap verdim:

 

- İyiyim babaanne. Şu dikişlerden de bir kurtulsam.

 

- Kurtulursun yavrum, kurtulursun. İyileşmeye odaklan sen.

 

Hizmetliler köşkün kapısını açıp bana,"Hoşgeldiniz Melek Hanım." dediklerinde konuşamayacak kadar yorgun olduğum için başımı sallayarak cevap verdim onlara.

 

Yatak odasına çıkan merdivenleri Celil'in kucağında tırmanmam 1,5 dakikamızı almıştı. Odaya varmadan, Fırat önce davranıp odanın kapısını açtıktan sonra yatak örtüsünü sıyırıp, Celil'in beni yatağa bırakmasını beklemeden çalan telefonuna bakmak için çıktı odadan.

 

- Celil, söz vermiştin. Kaç gündür ya geçiştiriyorsun, ya kaçamak net olmayan cevaplar veriyorsun. Ne zaman doktoruna gideceksin?

 

Ben daha yeni yerleştiğim yatağımda bu cümleleri kurarken, Celil yatak örtüsünü üzerime örttükten sonra yüzüne bakarak cevap verdi:

 

- Melek, zamanım olmadı. Gitmedim.

 

- O ZAMANI ALIR, SENİN YAŞAM ŞEKLİNE UYDURURUM!

 

Sesim biraz yüksek çıkmıştı. Kızdı mı acaba yaa?

 

Celil bana ters ters bakıyordu şimdi:

 

- Melek, bakıyorum da iyileşmeye hızlı başlamışsın bana bağırdığına göre.

 

- Ya-niii sesim biraz fazla yükselmiş olabilir ama... Sen de sözünü tut o zaman.

 

- Önümüzdeki yaklaşık üç ay boyunca elimde kalmazsan iyidir prenses. Sabrımı sınıyorsun bazen.

 

- Ne oldu ki şimdi?

 

- Sana hesap vermemi bekliyorsun. Tamam, iyiliğimi düşünüyorsun belki de ama ben bir kadının lafıyla çok nadir hareket ederim.

 

- O kadın karın olsa bile mi?

 

- Melek... Sus artık.

 

- Hastanede böyle değildin Celil. Ne değişti eve geçince?

 

- Birşey değişmedi. Ama merak etme. Ne yapacağımı biliyorum ben.

 

- Tamam. Madem öyle, ne yapacaksan acele et. Hastalığının ilerlemesini istemiyorum.

 

- Hm hm. Sen önce bir dinlen de konuşuruz.

 

Son cümlesini kurmasının ardından kapıya yönelince arkasından seslendim:

 

- Celiiiill!

 

Arkasını dönüp başını iki yana 'Ne var' anlamında sallayınca ekledim:

 

- Bana salatalık turşusu getirir misin?

 

- Gelirken hepsini yemezsem getiririm.

 

- Yok yok. Yapamazsın sen öyle birşey. Değil mi?

 

- Bilemem. O anlık psikolojime bağlı.

 

Arkamdaki yastıklardan birini alıp ona doğru fırlattım. Ancak attığım yastık odanın tam ortasına bile düşmemişti. Kol kaslarım mı tembelleşmişti acaba?

 

Odadan çıkacakken yine, sanki biraz evvel ona yastık atan ben değilmişim gibi en tatlı ses tonumla seslendim ona:

 

- Celiiiil!

 

Arkasını döndü ve o da 'a' harfini uzatarak cevap verdi:

 

- Yine ne vaaaar!

 

'Ne var?' mı? Mahremiyet be adam! Kapısız köyden mi çıktın mübarek!

 

- Kapıyı örtseneeee!

 

Orta derecede açık olan kapıyı iyice açtı ve yine 'a' harfini uzatarak ekledi:

 

- Bu kapı açık kalacaaaak!

 

Ve sonra aşağı kata inen merdivenlerden inmeye başladı.

 

 

𓆩𓆪

 

Açık kalan odanın kapısına bakıp Celil'i beklemeye başladım. Çok değil, yaklaşık 5 dakika sonra merdivenden yukarı tırmanan ayak seslerine, Celil'in bana doğru yürüyen bedeni de eşlik etti.

 

İçinde bir tabak turşu, iki tane çatal ve iki bardak suyun olduğu tepsiyi kucağıma koydu ve o da ayakları yere değecek şekilde yanıma oturdu.

 

- Ben kendime göre istemiştim ama... Sen de ye bari.

 

Yaptığım şakaya karşılık verdi:

 

- Yalnız, sevdiğin kadar ben de seviyorum salatalık turşusunu.

 

Çatallardan birini sahiplenip tabaktaki turşulardan birine batırırken Celil'e cevap verdim:

 

- Aman sen de! Şaka yapıyoruz şurada.

 

- Şaka mı yaptın şakaya mı vurdurdun bilemedim ama-

 

Cümlesi yarım kaldı. Çünkü kendi çatalıma sapladığım salatalık turşusunu dudaklarına bastırıyordum. Gözleriyle, burnunun ucuna bakar gibi dudaklarına dayadığım turşuya bakarken koca bir ısırık aldı.

 

O ağzındaki turşuyu çiğnerken en çok yapmak istediğim şey geldi aklıma: Kızkalesi'ne gitmek.

 

- Celil?

 

Ağzındaki turşu parçasını çiğnerken başını 'Ne var' anlamında salladı yine.

 

- Kızkalesi'ne götürsene beni.

 

Nihayet turşu parçasını yuttuktan sonra cevap verdi:

 

- Daha yeni hastaneden çıkmadın mı sen?

 

- Ya çıktım, çıktım da merak ediyorum nasıl bir yer olduğunu.

 

- Tamam. Bi' ara götürürüm seni.

 

Çatalımda, Celil'in ısırması sonucu yarım kalan turşunun tamamını da ben attım ağzıma. Turşuyu öğütürken midemde çok garip şeyler hissediyordum, ve bu his yüzümü buluşturmama neden olmuştu.

 

Hayır hayır! Bu midemdeki aşk kelebeklerinin etkisi değil!

 

Bu bir 'sirke' alarmı!

 

Ben sirkenin yoğun olduğu yiyeceklerden kaçınırım hep. Çünkü sirkenin yoğun, tadı bende kusma hissi yaratır!

 

Öğürmeye başladığım sırada bir elimle ağzımı kapatırken, Celil çattığı kaşlarıyla bana bakıyordu:

 

- Melek, n'oldu?!

 

Zar zor sordum:

 

- Bunun içinde sirke vardı değil mi!

 

Ben bir kere daha öğürürken konuştu:

 

- Her turşuda olduğu gibi bunda da va-

 

Garibim, daha cümlesini bitiremeden onun o giymelere kıyamadığı takım elbisesinin üzerine sabahtan bu yana ne yediysem, hepsini tüm parçacıklarıyla birlikte... Kustum... Tabii bu sayede kendi kıyafetlerimi ve yatağı da batırmıştım.

 

Celil sanki konuşmaya başlarsa küfredecek gibi görünüyordu. O susmayı tercih ederken gözlerini kapatıp bir eliyle de burun kemerini ovmaya başladı.

 

Bense kıyafetlerimdeki kusmuk kokusunu olayın şokuyla yok sayarak Celil'den özür dilemeye başladım:

 

- Celil valla birden çıktı! Çok çok çok özür dilerim!

 

Hala gözleri kapalı bir şekilde burun kemerini ovarken ağzından yanlış birşey çıkmaması için dikkat edercesine sakin bir ses tonuyla konuştu:

 

- Melek... Yatağa kus, yere kus, hatta gardolabının içine kus. Ama üzerime kusmasaydın keşke.

 

- Ya valla özür dilerim. Tamam sen git duş al, bana da Fahriye'yi falan çağır. Eğer gelmek istemezse Emre Buğlem'i getirsin. İkisinden biri bana yardım ederler.

 

- Buğlem'i bu yüzden taa Silifke'den Kızkalesi'ne mi getirteyim?

 

- Tamam, o olmazsa Fahriye var Celil.

 

- Fahriye mi? Hiç sanmıyorum yardım edeceğini.

 

- Ya Celil hizmetli falan çağır o zaman!

 

- Elin kadınları mı görecek oranı buranı? Olmaz.

 

- Ya böyle mi bekleyeceğim ben? Birilerini çağır işte!

 

Oturduğu yerden kalkıp ceketini çıkardı ve beni tek hamlede kucağına alırken konuştu:

 

- Birilerini çağırmaya gerek yok. Ben hallederim.

 

Ebeveyn banyosuna ilerlerken kucağındaki ben, tepine tepine bağırıyordum:

 

- Hayır olmaz! İndir beni, ben hallederim!

 

- Allah aşkına nasıl tek başına halledeceksin?

 

- Ya hem bayan olan hizmetlilerin bana yardım etmesini istemiyorsun, hem de sen yardım ediyorsun. Bırak işte ben hallederim!

 

Son sözlerime beni küvete oturturken cevap verdi:

 

- Resmiyette kocanım.

 

- Hay resmiyeti batsın bu işin!

 

- Üzerindekini çıkartır mısın, ben mi çıkartayım?

 

- Hayır hayır! Böyle dursun!

 

- Anlaşıldı, bunu da ben yapacağım.

 

Sonra üzerimdeki tişörtü başımdan yukarı sıyırarak çıkardığında iç çamaşırımla kalakaldığım için kollarımı göğüs hizamda bağlamış, Celil'e yalvarıyordum:

 

- Ya tamam, yeter bu kadar!

 

- Tamam. Bence de bu kadarı yeter, fazla zorlamayalım seni.

 

Duş jelini elindeki life döktükten sonra bana döndü:

 

- Kolunu uzat.

 

- Olmaz.

 

- Melek, meraklı değilim senin orana burana bakmaya uzatır mısın?

 

Tek kolumu uzatıp diğer kolumu tam göğüs hizama yerleştirdiğimde Celil köpüklü lifi ona uzattığım koluma sürüyordu.

 

Diğer kolumu da liflemeyi bitirince sırtıma değen nemli saçlarımı omzumun önüne yerleştirdiğinde sırtımdaki varlığını unuttuğum, tamamen bir hat olan dövmelerim aklıma geldi.

 

Evet. Sağ ve sol kürek kemiğimde iki tane melek kanadı var.

 

- Dövmen olduğunu bilmiyordum.

 

Bu cümleyi kuran Celil, elindeki köpüklü lifi sırtıma sürmeye başlamışken konuştum:

 

- O dövme hataydı zaten.

 

Lifi sırtıma sürmeye devam ederken sordu:

 

- Neden?

 

- Şeyma'yla girdiğimiz bi' iddia sonucu oldu. Ben iddiayı kaybedince Şeyma zorla dövme yaptırdı bana.

 

- Sen sevmemişsin ama kötü de durmuyor.

 

- Teşekkürler.

 

Önümüzde geçen dakikalar boyunca Celil, dikişlerime dikkat ederek karnımı ve bacaklarımı da yıkayınca avucuna döktüğü bir miktar şampuanı saçlarıma sürdü.

 

Şampuandan burnuma gelen ağır mentol kokusu genzimi yakarken gözlerimin de yandığını hissetmeye başlamıştım:

 

- Celil, gözlerim yanıyor!

 

- Tamam açıyorum suyu, bekle biraz!

 

Celil, fıskiyeden akan ılık suyla saçlarımı ve vücudumu duruladıktan sonra beni bornozuma sararak tekrar odadaki aynalığın yanındaki küçük koltuğa oturttu.

 

Yatağın yanındaki küçük sandalyeyi alıp gardolabının tam karşısına koydu. Daha sonra beni tekrar kucağına alıp sandalyeye oturttu ve ekledi:

 

- Giyeceğin kıyafetleri ayarla. Çamaşırlarını falan da ben duştan çıkana kadar giyebilirsen giy, giyemezsen silah zoruyla Fahriye'yi yardıma çağırırım.

 

- Fahriye yardım eder mi dersin?

 

- Namlunun soğuğumu başında başında hissedince mecbur edecek.

 

- Abartma Celil, vurur musun kızı?

 

- Yok, o kadar da değil. Korkuturum sadece.

 

- İyi tamam. Oyalanma fazla. Duşa gir çık hemen.

 

- Emredersin prenses.

 

 

 

 

Loading...
0%