@kahveyesilineasik
|
(Meleğin Anlatımıyla) Odaya vuran günışığı gözlerimi açmama engel olurken hafızam dün gece neler olduğunu sorguluyordu. Sahi ya, en son konserdeydik sonrası niye yok?
Yatağın sağ tarafındaki ağırlığın Celil'e ait olduğunu anlamam pek de zor olmadı. Gözüm saate kaydı, 10.34.
Kahvaltıya geç kalma korkusuyla hızla doğrulup Celil'i dürttüm birkaç kez. Belli belirsiz mırıldanıyordu:
- Hımm.
Oturur pozisyona gelerek konuşmaya başladım:
- Celil, hadi kahvaltıya geç kalacağız.
Saniyeler içinde yanımda oturur pozisyona geçerken cevap verdi:
- Hakikaten kahvaltıya inebilecek yüzü buluyor musun kendinde?
Bu da ne demekti? Sordum:
- Ne demek istiyorsun?
- Sana alkol kullandırmamam gerekirdi.
Evet... Konserde alkollüydüm ve tam olarak da bu yüzden dün geceye dair birşey hatırlamıyor olmalıydım. En fazla ne yapmış olabilirdim ki?:
- Celil, meraklandırma da, de işte ne yaptım?
Beni umursamadı ve yataktan kalkıp banyoya yöneldi. Onun bu hareketine karşın ben de hızla kalktım oturduğum yerden ve o daha banyoya giremeden önüne geçip kollarından tuttum:
- Celil! Sana soruyorum, ne yaptım?
Ona bu soruyu sorduktan sonra tuttuğum kollarını serbest bırakarak cevap vermesini bekledim:
- Amcamın bıyıklarıyla, Fahriye ile Müezza yengemin saçlarıyla ve Fırat'ın kaşlarıyla dalga geçmen dışında birşey yapmadın. Ha bir de Dicle'ye 'Seni hiç gözüm tutmadı.' demiştin.
Elimi utançla yüzüme kaparken dert yanıyordum:
- Ya sen niye beni tutmuyorsun ki!
- Tutmama fırsat mı verdin kızım, dan diye daldın salona!
O an Mahizar Hanım'a yapmış olacağım şeyler aklımda bir şimşek gibi çakmıştı. Ellerimi yüzümden dehşetle çekip yeniden Celil'le göz teması kurdum:
- Babaannen! Ona birşey dedim mi?
- 'Ve siz... Her zamanki gibi çok zarif ve gecenin en güzelisiniz.' dedin babaanneme.
- O ne dedi?
- Teşekkür etti. Yemekte ilk defa alkol aldığını ve bünyenin alışık olmadığı için de hemen sarhoş olduğunu söyledim. Babaannem ve Fırat anlayışla karşıladılar ama diğerleri garipsedi seni.
Ellerimi tekrardan utançla yüzüme kaparken sordum:
- Off! N'apıcam şimdi ben?
Banyoya ilerlediğini düşünürken cevap verdi:
- Özür dileyeceksin.
Banyonun kapısını kapattığında çıldırmak üzereydim. Acaba ölü taklidi falan mı yapsaydım? Belki insafa gelirlerdi. Saçmalama Melek! Adam akıllı özür dile işte! Demesi kolay İçses!
𓆩𓆪
Buram buram gerilim kokuları aldığım kahvaltı sofrasında, masanın altında tırnaklarımı avuç içime batırırken Celil'in diziyle dizimi dürtmesi tüm dikkatimi dağıtmıştı. Bunu bir işaret olarak algıladım.
Önce boğazımı temizledim ve hemen ardından söze başladım:
- Ben... Dün akşamki saçmalığım için özür dilerim. Kusura bakamayın lütfen. Müezza Hanım, saçlarınızı çok beğeniyorum. Seninkini de öyle Fahriye. Ben o durumdayken saçmalayıp kıskanmış olabilirim.
Şu hale bak Melek! Kimlerden af dileyecek durumlara düştük!
O sırada Fırat'ın sesi duyuldu:
- Benim kaşlarımı da mı kıskandın? Hayret! Kim bir çift amazon yağmuruna sahip olmak isterdi ki?
Şu an kendimi annesinin dırdırını dinleyip de annesi bir kelimeyi yanlış telaffuz edince gülmemek için zor duran kızlar gibi hissettim Melek.
Gülmemeye özen gösterip üstün tiyatroculuğumu devreye sokarak Fırat'a cevap verdim:
- Hayır tabii ki.. O an nasıl bir ruh halindeysem saçmaladım. Siz de kusura bakmayın Akif Amca.
Af dileme maceram memnuniyetsizce kabul edilirken, kahvaltının ilerleyen saatlerinde Mahizar Babaanne eski anıları anlatıyordu:
- Bir gün evde oturuyoruz, her zaman evin içinde terör estiren Fırat ortalarda yok. Odasına gittim, orada da değil. Müezza ile Akif'in odasına girdim, odanın banyosundan sesler geliyor. Bir de baktım ki Fırat babasının traş köpüğünü sürmüş kaşlarına, vurmuş jileti!
Bu anlatılandan sonra Fırat hariç herkes gülmeye başlamışlardı. Gülme sesleri azalınca Fırat kendini savunmaya geçmişti:
- Ne yapayım? Sıska Cevat dalga geçiyordu 'Yiyip içtiklerin kaşlarını mı besliyor?' diye. Tak etmişti canıma!
- Yengemden de bi' güzel dayağı yemiştin.
Celil bu cümleyi kurduktan sonra Fırat önce Celil'e döndü:
- Sen amcamdan az mı dayak yedin sanki?
Sonra bana döndü ve anlatmaya başladı:
- Yenge, şimdi ben 5, Celil 7 yaşındayız. Babaannem namaz kılıyor, babam işte, annem Fahriye ile ilgileniyor, amcamla yengem dışarı çıktılar, rahmetli dedem de arabasını yıkıyor. Senin bu kocan dedemin sigara paketinden bir dal yürütmüş. Çekti beni arka bahçeye. Neymiş, o sigara deneyecekken ben de gözetmenlik yapacakmışım. Neyse bu koca tüp çakmağıyla yaktı sigarayı, çekti içine. Genzi yandı herhalde, deli gibi öksürmeye başladı. Tam o anda Yağız Amcam basmasın mı bizi! Bunu bir dövdü.
Gülerek Celil'e döndüm:
- Tüp çakmağıyla mı yaktın sigarayı?
Tebessümünü gizlemeyerek cevap verdi:
- Ne yapayım, çakmak bulamadım evde.
Celil'in bu sözlerinden sonra Fırat tekrar sözü aldı:
- Bi' gün bahçede top oynuyoruz yenge, o zamanlar evin arka bahçesinde bir bölümde tavuk besliyorduk. Dedem tavukların suyunu yenilememizi istedi. Neyse su kabını aldık, mutfaktayız. Ben Celil'i su koyacak diye beklerken dolaptan viski aldı. Kaba viskiyi doldurdu, boş şişeye de su koydu. Bana da söylememem için bisikletini vermeyi teklif edince sustum ben. Kabı tavukların önüne koyduk. Yazık onlar da nasıl susamışlarsa üşüştüler kabın başına. Biz de ne tepki verecekler diye beklerken garip garip sesler çıkarmaya başladılar. Dedem de tavukları boğuyoruz falan sanmış, viski içirdiğimizi anlayınca bahçede tur attırmıştı bize hiç unutmam.
Fırat'ın anlattıklarından sonra aklıma gelen ilk soruyu sordum:
- Bisikleti verdi mi bari?
- Yok, verir mi? Yakalandık ya işin sonunda verdiği sözden vazgeçti beyefendi!
Celil'le yeniden gözlerimiz kesişince gülümsemiştik. Fırat'ın seslenişiyle ona doğru döndüm:
- Eee yenge, biraz da sen anlat. Küçük Melek nasıl bir kızdı?
Cevap verdim:
- Yani, pek maceram olmadı ama...
- Olsun yenge, olduğu kadarını anlat.
Zihnimi eskileri hatırlamak için zorladığımda aradığımı bulmuşum gibi konuşmaya başladım:
- İlkokuldayken bi' kız yara bandımla dalga geçince saçını çekmiştim.
Bu sefer Celil sordu:
- Neden dalga geçmişti ki?
Cevap verdim:
- Araba figürlü olduğu için. 'Erkek misin sen arabalı yara bandı yapıştırıyorsun?' demişti kız.
Fırat'ın yüz hatları değişirken ahiret sorularına devam etti:
- Nereden buldun ki yara bandını?
En başından anlatmaya karar verdim:
- İstanbul'un en yağmurlu günüydü. 8 yaşlarındaydım o zamanlar. Servisi kaçırınca koştur koştur okulun önüne geldim. Tam yaya geçidini geçip kaldırıma çıkmıştım, bir su birikintisinin içine düştüm. Yandaki ortaokulun bahçesinde siyah bir şemsiyenin altında birkaç çocuk bana gülüyordu. Onlara aldırış etmedim, dizimdeki yara daha önemliydi benim için. Sonra o gülen çocuklardan biri yanıma geldi ve araba figürlü bir yara bandı uzattı.
Durdum. Birkaç saniye Fırat'a baktım; kocaman açtığı gözlerini Celil'e dikmişti. Neler oluyordu? Fırat ve Celil o çocuğu bulup öldürmeyi planlamıyorlardır değil mi Melek? Allah korusun içses!
Masadaki ölüm sessizliğinden rahatsız olmuştum. Bu yüzden anlatmaya devam ettim:
- Ellerim çamur olmuştu, yapıştıramamıştım yara bandını dizime. Çocuk da yapıştıramadığımı görünce kendi yapıştırdı ve-
Masadaki ufak çaplı patırtı yüzünden cümlem yarım kalmıştı. Hızla ayağa kalkan Fırat acıyla bağırıyordu:
- Yandım anam, yandım!
Çay mı dökmüştü o üzerine? Evet, evet! Çay dökmüştü!
Ve benim de 'Yara Bandı' maceram, masadakilerin de ayaklanıp Fırat'a yardım etmeleriyle yarım kalmıştı.
𓆩𓆪
Öğlene doğru Akif Amca yanına Celil ve Fırat'ı da alarak Holding'e geçmişti. Müezza evin salonunda kahvesini yudumlarken Fahriye'nin merdivenlerden inen ayak seslerini duymuştum. Dicle ile buluşacağını söyleyip çıkmıştı hemen.
Mutfak camından dışarıyı izlerken sıcak çayımdan bir yudum aldım. Az sonra yanıma gelen hizmetli Seher Hanım'ın topuklu ayakkabılarının sesine kulak vererek önümü ona döndüm. Gülümseyerek bana bakıyorken konuşmaya başladı:
- Melek Hanım, Mahizar Hanım sizi odasında bekliyor efendim.
Bir kusurum mu oldu acaba diye düşünürken ben de aynı şekilde tebessüm ederek cevap verdim:
- Tamam Seher Hanım.
Elimdeki ince belli çay bardağını tezgahın üzerine bırakarak merdivenlere yöneldiğimde aklıma geldi; Mahizar Hanım'ın odasının nerede olduğunu bilmiyordum. Attığım adımları geri sararak mutfağa ilerledim. Bulaşıkları makinaya dizen Seher Hanım'a seslendim:
- Seher Hanım, şey... Odası nerede acaba, tarif eder misiniz?
- Merdivenlerden ikinci kata çıktığınızda sağda, koridorun sonundaki oda efendim.
Gülümsedim ve ekledim:
- Teşekkürler.
Seher Hanım'ın tarif ettiği yönlere doğru ilerlerken istemsizce tırnaklarımı avuç içime batırıyordum. Kapıya geldiğimde derin bir nefes alıp birkaç kez tıklattım. İçeriden aldığım onayla odaya girdim:
- Gel kızım.
Mahizar Hanım büyük odasında, yatağının hemen karşısındaki koyu yeşil koltuğa oturmuş, beni yanına çağırıyordu:
- Gel, otur şöyle.
Eliyle işaret ettiği yere, tam yanına oturup onu dinlemeye odaklandım.
- Ah ah... İrem'im de olsaydı da görseydi seni... Oğlu nasıl bir kızla evlenmiş, onun gururunu yaşasaydı...
Elini elimin üzerine koyduğunda yüzüne baktım, hüzünlüydü. Ne söyleyeceğimi bilemediğim için susuyordum. Kısa süre sessizliğin ardından tekrar konuşmaya başladı:
- Dedesi Kemal Bey çok huysuzdu Celil'in. Çok çektim çok... Ne zaman Yağız oğlum doğdu, o zaman bıraktı dayak atmayı. Bazen öyle konuşurdu ki, sözleriyle döverdi insanı... Sonra Akif doğdu, iki tane oğlan verdim ya ona soyunu sürdürecek, kıymete bindim. Yağız İrem ile üniversitede tanışmış. Evlendiler. Sonra Akif de birini bulamayınca Müezza ile görücü usulü ile evlendirdik onu... Evlendirdik de iyi mi ettik bilemem... Tam iki yıl sonra doğdu Celil. İlk torundu ya, bir de erkek... Nasıl sevindi Kemal anlatamam, babasının adını verdi Celil'e. Eksiği gediği olmadı Celil'in. Yediği önünde, yemediği arkasındaydı. Dedesiyle bana çok düşkündü. O iki yaşındayken Müezza da Fırat ile Fahriye'yi dünyaya getirdi. Öyle üç amca çocukları 8 yıl aynı evde büyüdü... Yağız şirket işlerinin yanında bir de gazino işine girdi. Birkaç kişiyle ortaklarmış. İlk gazinoyu burada aldı; Silifke'de. Bazen kızardım 'Yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda ne diye gazino işlerine girersin' diye. Kulak arkası ederdi hep. Çocuğuna iyi bir gelecek bırakmaktı tek istediği. 1,2,3,4... Derken 15 gazinonun tapusunu aldı üzerine. 16. İstanbul'daydı. Hırs yaptı. Tutturdu İstanbul'da yaşayacağım diye. 'Ne yer, ne içersin elin memleketinde' dedim. Şirketin İstanbul şubesinde çalışacağını söyleyince az da ola rahatladım, ama içim el vermedi. Yine dinlemedi beni, vardı gitti.
Kayalar Ailesi'nin geçmişini dinliyordum resmen. Bir gece ormanda tak diye karşıma çıkan adamın hayat hikayesini babaannesinden bizzat duyuyordum.
Kısa süreli duraksamanın ardından tekrar söz aldı Mahizar Hanım:
- Celil lise yıllarındaydı... Ya lise son, ya lise üçüncü yıl... İlk gittiklerinde İrem'in annesinde kaldılar, en azından işler toparlanana kadar. Sonra ancak geçtiler kendi evlerine. İrem ve Yağız'ın ölüm haberini Celil verdi bana... Yıkıldı resmen o çocuk yaşında... Liseyi bitirince anneannesiyle konuşmuş, 'Boğuyor burası beni,' diye. Üniversiteyi Fransa'da, Paris'te okudu. Türkiye'ye döner dönmez askere gitti. Dönmesine yakın zamanda da anneannesini kaybetti yavrum...
İstanbul...Celil'i boğan şehir... diye kazıdım aklıma. Mahizar babaanne elini elimin üzerinden çekti önce. Sonra ayağa kalkıp yatağının hemen yanındaki koyu meşeden komodini açıp bir defter çıkardı ve tekrardan elinde defterle yanıma oturdu. Yakından bakınca elindekinin bir fotoğraf albümü olduğunu anlamıştım.
İlk sayfayı açtı. Küçük bir bebek, yeşil gözlü, güzel bir kadının kucağında uyuyordu. Resmi daha çok incelerken Mahizar Hanım'ın sesi doldurdu kulaklarımı:
- 4 günlüktü Celil, annesinin kucağındaydı...
Sonra başka bir sayfayı açtı. Celil olduğunu tahmin ettiğim çocuk üzerindeki Beşiktaş formasının simgesini öpüyordu. Tekrarda babaannenin sesini duydum:
- Bir çocuk her akşam maç ve maç tekrarı izler mi be kızım! Bizimki öyle sevdalıydı ki herşeyi Beşiktaş'tı.
Gülümsemekle yetindim.
Bir başka sayfada, üzerindeki kamyoncu atleti çamurlanmış, altındaki kot şortu ise dizlerindeki yaraları ortaya çıkarmış şekilde çıkmıştı Celil'in küçüklüğü karşıma. Elindeki futbol topunu bedenine yaslamış, kızgın gözlerle bakıyordu fotoğrafta. Mahizar babaanne açıklama yapmaya başladı:
- Babası ile mantısına maç yapmışlardı arka bahçede. Celil maçı kaybedince çekildi bu fotoğraf. Maçı değil de, bir tabak mantıyı nasıl kaybettim diye kızmıştı kendine.
Mantı... Mantı seviyordu demek... Melek, bak benim de canım çekti. Hem kendimiz için, hem Celil için, hem de Mahizar babaannenin gözünde temelli yer edinmek için mantı mı açsak? Açalım İçses. Hem... Hoşuma gitmedi değil bu fikir.
Uzun sürelik sessizliğimi bozup dudaklarımı araladım:
- Çok mu sever mantıyı?
Tebessümle cevap verdi:
- Çok...
Bize yol göründü Melek! Mantı açıyorsun!
Albümün diğer sayfasındaki fotoğraf kalbimi hızlandırmıştı; Üzerindeki asker kamuflajındaki yeşilin her tonu, gözleriyle bambaşka bir ahenk oluşturmuştu. Elindeki uzun namlulu tüfeğin ucu yere değerken, boynundaki gümüş künyede adının yazdığını göremesem de tahmin edebiliyordum.
Babaannenin bana gösterdiği birkaç fotoğrafın ardından konuşmaya başladım:
- Mahizar babaanne, müsaade ederseniz mutfağa inmek istiyorum. Size mantı açmayı çok isterim.
Gülümserken cevap verdi:
- Bizim kızlar yapar güzel gelinim, zahmet etme sen.
- Yok, ne zahmeti. Annemden görmüştüm birkaç kez. Hem elim lezzetli mi, değil mi test edersiniz.
- Elinin lezzetinden şüphem yok kızım. Sen nasıl istersen.
𓆩𓆪
Mahizar Hanım'ın odasından ayrılır ayrılmaz mutfağa inmiştim. Hizmetli Mehtap Hanım daha yeni mutfağa gelmişti. Tezgahın önünde beklediğim sırada bana seslendi:
- Melek Hanım, bir isteğiniz mi vardı?
- Mehtap Hanım, ben mantı açacağım da.
- Siz zahmet etmeyin biz açarız hemen.
- Yok ondan değil de... Kendim yapmak istedim. Tabii yardım etmek isterseniz seve seve kabul ederim.
- Peki Melek Hanım. Ben kilerden malzemeleri getireyim.
Mehtap Hanım kilere doğru ilerlerken arkasından seslendim:
- Şey... büyük tabla varsa orada keselim Mehtap Hanım. Annem keserken görmüştüm.
Mehtap Hanım şaşırmış olmalıydı. Birkaç saniye şaşkınca bana baktıktan sonra cevap verdi:
- Nasıl isterseniz Melek Hanım.
𓆩𓆪
Aradan geçen 2 saatin sonunda mantıları Mehtap ve Seher Hanım'ın da yardımlarıyla açmıştık. Ben odamıza çıkarken onlar da sofrayı hazırlıyorlardı. Salona göz ucuyla baktığımda Celil hariç tüm aile buradaydı. Neredeydi acaba? En son amca ve Fırat'la şirkete gitmişlerdi. O neden gelmemişti?
Odaya çıkar çıkmaz Celil'i aradım.
Açmadı.
Yine aradım,
Yine açmadı.
Bir kere daha aradım,
Bir kere daha açmadı.
Başına birşey gelmiş olmasından korkuyordum. Ya da belki de telefona cevap veremeyecek bir zamandaydı. Bu yüzden mesaj sayfasına girip klavyeyi tuşladım,
Neredesin? Teslim edildi.
Sofra hazırlanıyor tek eksik sensin ailede. Teslim edildi.
Sabah anlattığım yara bandı olayı yüzünden mi cevap vermiyorsun? Teslim edildi.
Neyse yemeğe geç kalma da. Teslim edildi.
Mafyalar da trip atabiliyormuş demek ;) Teslim edildi.
Attığım mesajlar teslim edilmişti ama görülmemişti. Neyin tribiydi bu? Bakalım adam trip mi atıyor Melek. Sen değil ya işi gücü vardır. Kurma senaryoyu hemen. Senaryo değil canım, ya başına birşey geldiyse? Gelmez relax biraz. Kaybeden o olur, mantı bırakmayız ona.
𓆩𓆪
Celil hariç tüm aile akşam yemeği için sofradalardı. Dicle bile...
Masadaki konuşmalardan Fahriye ve Dicle'nin aynı fakültede okuduklarını anlamıştım.
Mantılar servis edilmeden önce masanın altından telefonumu açıp Celil'in mesaj sayfasına girdim. Hala görmemişti mesajlarımı. Sıkıntıyla nefesimi vererek telefonumu cebime koyarken Müezza'nın bana seslendiğini duydum:
- Celil neden yok?
Gıcık Celil! Senin yüzünden ne durumlara düştüm şimdi!
Gülümsemeye çalışarak cevap verdim:
- İşleri var sanırım, geç gelir.
Müezza birşey söylemek istercesine dudaklarını araladı ama sonr vazgeçip sustu. Seher Hanım mantıları servis ederken Müezza tekrardan konuştu:
- Ben mantı almayacağım,
Hemen ardından Fahriye ve Dicle de ekledi:
- Ben de.
- Ben de.
Bozulmuş muydum? Yoo zıkkımın kökünü yesinlerdi.
Onların bu isteklerinin üzerine Mahizar Hanım araya girdi:
- Aaaa! Niye yemiyorsunuz? Melek gelinim yaptı kendi elleriyle, bir tadına bakın.
Mahizar Hanım'a belirsizce gülümsediğimde Müezza tekrardan konuştu:
- E ondan işte anneciğim. Yeni gelindir hani, ilk kez mantı yapmıştır, kendini geliştirdiği zaman neden olmasın?
Gülümsemem anında solarken Mahizar Hanım'ın Müezza'ya olan ayıplayıcı bakışları dikkatimi çekmişti.
Akif Amca mantıyı her kaşıkladığında, önündeki dünden kalma et yemeğini yiyen Müezza'nın bakışları daha da ölümcülleşiyordu ana karşı. Ancak bu Akif Amca'nın umurunda bile değildi.
Ben de önümdeki tabaktan bir kaşık mantı aldıktan sonra Fırat'ın sesini duydum:
- Yenge seni alan yaşadı valla, annemin mantılarından da iyi olmuş.
E tabii Fıratcığım bizi alan senin kuzenin deee... Biraz daha gelmezse bizi aldığına yaşadı mı, pişman mı oldu, bakarız.
Müezza'nın öldürücü bakışları bu sefer de Fırat'ı bulmuştu. Fırat'sa sanki bu dünyaya düşman çatlatmak için gelmişçesine annesine gülümsüyordu.
Yemeğin ilerleyen zamanlarında Mahizar Hanım romatizmaları yüzünden dinlenmek için odasına çıkmıştı. Biraz sonra Müezza'nın ortaya konuştuğu laflar dikkatimi çekmişti:
- Yeni evli olup da eve geç geleni de... Ne bileyim...
Laf banaydı. Celil Kayalar'ın karısı Melek Kayalar'a... Susacaktım. Ne de olsa yüz yüze bakacaktık. Bizden sabırlısı mezarda Melek. İçses kes sesini, sinirimi senden çıkartırım.
Tatlılar gelene kadar sustum. Ama bazılarının dili kaşınıyordu. Müezza bana döndü:
- Lise mezunu muydun sen?
Höst ula! Ne dersin sen bize, cahil mi? İçses, belki kötü niyetle sormamıştır bu sefer, ha?
Zoraki bir tebessümle cevap verdim:
- Hayır, üniversite.
- Hangi bölüm?
- İki yıl gazetecilik, iki yıl fotoğrafçılık.
Sesim biraz kısık çıkmıştı, utanmış mıydım? Bilmem utandık mı Melek?
- Hımm hiç okumamaktan iyidir. Dicle ile Fahriyem de iç mimarlık okuyorlar, onlar en azından iyi bir bölümdeler.
Farkında mısın bilmem ama yine laf yedik Melek. İçses kusura bakma, sahte kocam ve ailesiyle iyi geçinme hissiyatı yüzünden hoş göreceğim, ya da hoşgörmüş gibi davranacağım. İyi! Ye lafı, hoşgör sen!
Başımı öne eğmiş tırnaklarımı avuç içime batırırken Fırat'ın sesi duyuldu:
- Yeni gelin diye ne eziyorsun anne kızı? Ona kalırsa ben üniversiteyi rüşvetle okudum.
- Ezme değil çocuğum, Kayalar Ailesi'ne uygun biri olsun diye-
Müezza'nın cümlesinin yarım kalması Fırat'ın öfke tonlu sesi yüzündendi:
- Niye? İlk gelin geldiğinde çok mu iyi bir gelindin sen?
İşte Fırat'ın bu cümlesi Akif Amca'yı da kızdırmıştı. Akif Amca yumruğunu sertçe masaya vurarak konuştu:
- Fırat! Düzgün konuş annenle!
Fırat'ın yüz hatları sinirle gerilirken bu rahatsız edici ortama daha fazla dayanamadım ve ayağa kalkıp ekledim:
- Ailenize uygun bir gelin olamadığım için özür dilerim.
Ve sonra arkama bile bakmadan köşkün kapısından dışarı çıktım.
𓆩𓆪
Köşkün demir kapısından çıkarken nereye gideceğimi düşünüyordum. Sahil yoluna doğru ilerlerken siyah bir arabanın ön yolcu koltuğundan dışarı çıkan Şahin bana seslendi:
- Yenge, nereye?
- Hava alacağım Şahin, sahile iniyorum.
- Yenge, Celil Abi kızma-
Sözünü kesip ekledim:
- Sorarsa selam söyle, yengem o kadar aramış seni, cevap vermemişsin dersin.
Şahin'i arkamda bırakırken sahile doğru yürümeye devam ettim.
Az sonra ayaklarımı bastığım kumun üzerine kıyafetlerimin kirleneceğini bile umursamadan oturdum. Evden çıkarken tamamen kapattığım telefonumu tekrar açınca bildirimlere Fırat'ın 15 adet çağrısı düşmüştü. Şu an kimseyle konuşmak istemiyordum. Sadece içimdeki çaresizliği Celil'e kusmak istiyordum.
Celil'in mesaj sayfasına girdim. Hala mesajlarıma bakmamıştı. Gözümden akan yaşlara engel olmadan klavyeyi tuşlamaya başladım,
Yemeğe de gelmedin. Keşke gelseydin. Teslim edildi.
Biliyor musun, belki yanımda olsaydın sabrım taşmazdı... Teslim edildi.
Dicle bile geldi yemeğe. Her senin adın geçtiğinde gözleri parladı-ya da ben öyle sandım- Teslim edildi.
SENDEN NEFRET EDİYORUM TAMAM MI! Teslim edildi.
Ard arda attığım mesajları yine görmemişti. Telefonu kapatıp kumların üzerine gelişigüzel şekiller çizdiğim sırada burnuma bastırılan ağır kokulu bez bilincimin kapanmasına neden oldu.
𓆩𓆪
(Celil'in Anlatımıyla) Seçtiğim kartı açıp, karşımda alaylı gözlerle beni izleyen Ersan'ın önüne uzattım, sinek ikili. Ersan'ın yüzündeki alay bir anda kaybetmişliğin verdiği hisle yerini histerik bir öfkeye bırakmıştı. Masadaki diğer para tomarları da önüme itilince Ersan'a döndüm:
- Ya Ersan Bey, bu işler Ferhan'ın kapı köpekliğini yapmakla olmuyormuş. Neyse, bir dahakine dersine iyi çalış. Unutma; Ye, yoksa yem olursun hesabı.
Masadan kalktığım sırada Emre belirdi yanımda:
- Abi, bi' sorunumuz var.
Sesindeki endişe dolayısıyla Ersan ve adamlarının masasının önünden ayrılıp kumarhanenin silindir sütunlarından birinin önüne çektim Emre'yi ve sordum:
-N'oldu?
- Fırat aradı da. Bence sen bi' konuş.
Cebimden telefonumu çıkarıp rehbere girdiğimde Meleğin cevaplamadığım aramaları çarptı gözüme. Fırat'ın ismine tıklayarak aramayı başlattım, aramam hemen onaylanmıştı. Fırat'ın endişeli sesini duydum:
- Alo! Abi neredesin sen?
Sesi beni endişelendirmeye başlasa da bunu belli etmemeye çalışarak cevap verdim:
- Erdemli'deki mekandayım. N'oldu, birşey mi var?
- Abi, yenge çekti gitti!
Kaşlarım çatılmıştı. Bu nasıl olabilirdi?
- Baştan anlat şunu. Neden gitti, nereye gitti Fırat?!
- Ya annem yeni gelin falan diye ezdi kızı. Melek yine birşey demedi ama annem biraz daha üstüne gidince o da sinirlendi, çıktı köşkten.
Yengem tam bir baş belasıydı. Ve şimdi ise endişelerimi artıracak bir düşünce gelmişti aklıma; Meleğin gece gece tek başına dışarı çıkması onun için oldukça tehlikeliydi.
Telefondan Fırat'a bağırdım:
- Lan sen gitmedin mi peşinden!?
- Abi yalnız kalmaya ihtiyacı var gibiydi.
Bu beni daha da sinirlendirmişti:
- Başlatma lan yalnızlığına! Oğlum bi' kızın gece gece tek başına dışarı çıkmasına nasıl izin verirsin?
- Düşünemedim, kusura bakma.
Savurduğum küfrün ardından sakinleşmeye çalışarak konuşmaya başladım:
- Fırat, şimdi çıkıyorsun o siktiğimin evinden, sokak, cadde, mahalle her yerde Meleği arıyorsun. Ben de harekete geçiyorum.
- Tamam.
Telefonu kapatır kapatmaz Meleği aradım. Ulaşılmadı. Bir kaç kez daha aradığımda yine ulaşılmayınca ondan gelen ama bakmadığım mesajlarına cevap yazmaya başladım,
Melek işim vardı.
Kızım arıyorum niye açmıyorsun?
Tamam ben konuşurum yengemle.
Melek!
Mesajlarım gönderilmemişti. Telefonunun kapalı olduğunu düşünürken köşkün önünde bekleyen Şahin gelmişti aklıma. Fazla zaman kaybetmeden onu aradım,
- Buyur Abi.
- Şahin, Meleği gördün mü? Köşkten çıkmış?
- Ha, evet Abi. Sahile inecekmiş.
- Siz de 'tamam' dediniz, öyle mi Şahin? Gece gece gönderdiniz mi kızı?!
- Abi ben bizzat kendim durdurdum ama yenge şey dedi...
- Ne dedi?
- 'Celil Abi kızmasın' dedim. 'Sorarsa selam söyle, yengem o kadar aramış seni, cevap vermemişsin dersin' dedi.
- Şahin, Silifke, Erdemli, Taşucu demeden bütün sahilleri baştan sona arıyorsunuz. Ben Kız Kalesi'ne bakacağım.
- Emrin olur Abi.
𓆩𓆪
Sahile inmeden önce köşke sürdüm arabayı. Kapı açılır açılmaz hızla salona girip Müezza Yengem'e baktım:
- Ne istedin karımdan? Niye milletin yanında ezme gereksinimi duydum? Hayırdır, battı mı sana?
Ardı arkası kesilmeyen cümlelerime karşın herkes ayaklanmıştı. Babaannemin bu ortamda olmaması iyi miydi, kötü mü bilemiyordum.
Amcam öfkeyle bana döndü:
- Düzgün konuş karımla, haddini bil!
Suratıma yayılan alaylı gülümsemeyle cevap verdim:
- Senin karın, benim karımı ezerken nasıl sessiz kaldıysan şimdi de sessiz kal Akif Kayalar.
Tekrar Müezza Yengem'e döndüm:
- Melek gibi birini de çileden çıkarttın ya... Eğer onu bulamazsam yapacaklarımdan korkun, hepiniz!
Arkamı dönüp hızla köşkten çıktım.
𓆩𓆪
Emre ile beraber Kızkalesi'nin sahilinde karış karış Meleği aramıştık, ama yoktu hiçbir yerde. Başına birşey gelmiş olmasının düşüncesi bile beni yerden yere vururken Emre'nin yanıma yaklaşan bedenini gördüm:
- Şahin'le konuştum şimdi, hiçbir yerde bulamamışlar.
Sesimdeki korkuyu saklayamadan cevap verdim:
- Ya birşey geldiyse başına Emre? Ya canımı onunla yakarlarsa?
Emre farklıydı. Benden birşeyini saklamadığı gibi ben de ondan saklamazdım.
- Celil, sen ne zaman bu kadar çaresizliğe düştün ha?
- Ne bileyim oğlum? Kız ne zamandır benim yanımda, kimsesi yoktu. Bana bile yeni yeni güvenmeye başlamıştı.
Birkaç saniyelik suskunluğumuzu Emre'nin sesi bozdu:
- Aşık mı oldun kıza?
Bu soruyu kendime bir de ben sordum; Aşık mı olmuştum, yoksa yanımda olduğu zamanların verdiği bir hissiyat mıydı bu?
Emre'nin dalgınlığımı fark etmemesi için konuşmaya başladım:
- Ne alakası var Emre? Yok öyle birşey.
- Ben bu endişeyi tanıyorum, sen ne dersen de... Bu bakışlar 5 yıl önceki bakışlar.
Konuyu 5 yıl öncesine getirmesinden rahatsız olmuştum:
- Başlatma 5 yılına! Yok diyorsak yoktur. Kız kardeşi ölmeden önce bana emanet etmişti sadece bu yüzden tedirginim.
- Sen öyle diyorsan öyledir.
Tam o anda cebimdeki telefonum titremeye başlamıştı. Tanımadığım bir numara görüntülü arıyordu. Ekrandaki numarayı Emre'ye gösterdiğimde ekledi:
- Aç birader, belki önemlidir.
Emre'nin sözünü dinleyip aramayı onayladığımda ekranda tüm sinir hücrelerimi yeniden aktifleştirecek tanıdık bir yüz belirdi; Ersan.
Öfkeli gözlerimi ekrana diktim ve konuşma önceliğini alan Ersan'ı dinlemeye başladım:
- Ya Celil Bey! Bu işler kumarda kazanmaya benzemez bak, sen de aşkta kaybettin.
Ne söylemek istediğini anlamamıştım:
- Ne diyorsun ulan sen? Ne aşkı, ne kaybetmesi?
Ersan, ufak ve kin dolu bir kahkaha attıktan sonra ekledi:
- Bak bakalım bende senin kaybettiğin ne var!
Arka kamerayı aktifleştirdiğinde aklımı kaçırmak üzereydim.
𓆩𓆪
(Meleğin Anlatımıyla) Gözlerimi yarım yamalak açtığımda tanımadığım bir adam çenemden tutup bir telefonun arka kamerasına gösteriyordu beni. El ve ayaklarım oturmuş olduğum sandalyeye bağlı olduğundan kımıldayamıyordum bile. Adamın telefonundan tanıdık bir ses yükseldiğinde başımın belada olduğunu anlamıştım:
- Eğer onun saçının tek bir teline bile zarar gelirse yaşatmam seni!
Celil'di bu. Öfkeden deliye dönmüştü. Sesi her zamankinden daha ürkütücü ve daha tehditkardı.
Çenemi sertçe tutan adam telefonu başka bir adamın eline tutması için verdiğinde arka kameraya alayla bakarak konuşmaya başladı:
- Öyle mi düşünüyorsun, saçlarına dokunmasam yeter yani, öyle mi?
Celil'in bağırışını duydum:
- Gebertirim seni! Yaşatmam! Dokunma ona!
Adam çenemi bırakırken ekledi:
- Peki,
Konuşacak halim yoktu. Bu yüzden defalarca telefondan adımı haykıran Celil'e cevap veremiyordum.
Biraz sonra adam çenemi tekrardan tuttu ve göz teması kurdu benimle:
- Dokunulmazlık süren doldu güzellik. Şimdi... söyle bakalım, saçının tek bir teline bile zarar verirsem beni yaşatmayacak olan kocanı seviyor musun?
Düşünmeden başımı aşağı ve yukarı salladığımda belki de hata yapmıştım, yüzüme yediğim sert tokatla başım yana düşmüştü.
Celil'in nefret dolu haykırışı telefondan olsa da bulunduğum yerde yankı yapmaya yetmişti.
Başımı tekrar dikleştirdiğimde adamın dudakları yine aralandı:
- Çok mu seviyorsun?
Niyetim tokat yemek değildi, asıl niyetim bu adamı çileden çıkartmaktı ve bu da tokat yemeyi gerektiriyordu.
Başımı tekrardan aşağı yukarı salladığımda yaptığım hatanın arkasında duruyormuşum gibi bir izlenim vermiş ve yine tokat yemiştim. Başım tekrardan yana düştüğünde artık sadece acı değil, dudağımın kenarında sıcak bir ıslaklık da hissediyordum. Celil'in sesi bulunduğum yeri tekrar yankıya boğarken hiçbir şey olmamış gibi başımı inatla yeniden dikleştirdiğimde adam tekrardan sordu:
- Saatlerce tokat yiyecek kadar çok, öyle mi?
O inatsa ben de inattım.
Tam cevap vermek için konuşacağım sırada telefondan bana seslenen Celil'in sesini duydum:
- Melek! Söyleme! Sakın söyleme, sevme beni!
Celil'i dinlemedim ve adamın suratına doğru bağırdım:
- Çok seviyorum!
İşte bu sefer yeniden attığı tokatla sandalye ile beraber yere düşmüştüm. Omzumda hissettiğim yoğun acıdan dolayı ağzımdan kaçan çığlık, Celil'in telefondan gelen yankılı haykırışına karışmıştı:
- Melek!
Ben yerde acı içinde kıvranırken adam kameraya doğru konuşuyordu:
- Senin canevin bu kız ve ben de seni tam canevinden vuracağım Celil Kayalar!
Tekrardan Celil'in bağırışını duydum:
- Ne istiyorsun Ersan!? Söyle! Para, pul, hisse, ne istiyorsun!?
Adının Ersan olduğunu öğrendiğim bu adam kameraya alayla bakıyordu şimdi:
- Seni canından vurmayı istiyorum Celil. Ama şimdi değil, bu güzelliğin biraz tadını çıkardıktan sonra.
Ne diyordu bu adam? Bana dokunacak mıydı? Bunları düşünürken Celil'in aramayı kapattığını duydum. Celil Kayalar buymuş işte! Bizi piyonu olarak kullanan adam, kurtarmaya yeltenmeyecek kadar kayaymış! Ve sen de bu adamı sevdiğin için üst üste tokat yiyecek kadar aptalsın Melek! Aptalsın!
𓆩𓆪
(Celil'in Anlatımıyla) Telefonu kapatır kapatmaz Emre'ye döndüm:
- Bu telefon numarasını araştırıyorsun adres madres her şeyi buluyorsun Emre. Fazla vaktimiz yok.
Emre telefon numarasını kopyalarken bana cevap verdi:
- Tamam Abi. Çocuklara yollarım hallederler.
- Hemen, acele et.
Verdiğim emir üzerine isteğimi yerine getirmek için telefona gömülmüştü Emre.
Bir an önce ulaşmak istiyordum Meleğe. Acı çektiğini görüp, düşündükçe deliriyor gibiydim. Yediği tokatlar çok yakmış olmalıydı canını ve Ersan'a karşı başını dik tutmayı sürdürdüğü sürece daha da çok yanacaktı.
- Buldum Abi, Ahmet gönderdi şimdi!
Emre'nin seslenişiyle yolun kenarında bıraktığım arabaya hızlıca ilerledim. Sürücü koltuğuna otururken Emre de tam yanıma, ön yolcu koltuğuna yerleşmişken sordu:
- Abi, tek gitmeyelim, çocuklara haber veriyorum?
- Hayır, hayır. Tek gideceğiz. Çatışmanın çıkmasını istemiyorum, bu Melek için hiç iyi olmaz.
- Emin misin Abi?
- Eminim Emre. O kızın saçının teline zarar gelmemesi gerek.
𓆩𓆪
(Meleğin Anlatımıyla) Hiç tanımadığım adamlar beni düştüğüm sandalyeyle beraber yerden kaldırmışlardı. Sağ omzum sızlıyordu. Dudağımın kenarından akan sıcak sıvının tuzlu tadını alıyordum. Aklımda ise Ersan denen bu adamın bana ne yapacağı vardı.
- Kocan seni sen kadar sevmiyormuş anlaşılan. Bak, pes etti, kapadı telefonu. Değdi mi o güzel bedenine aldığın darbelere?
Yüzüne bakmadan fısıltıyla bir küfür savurdum. Önüme düşen saçlarımın beni gizlediğini düşünerek hata etmiş olmalıydım çünkü Ersan çenemi sıkıca kavrayıp göz teması kurmuştu benimle. Dişlerini sıkarak konuşuyordu:
- Ne dedin sen? Bir daha söyle!
- Kocam diyorum, sizin gibi şerefsizlerin diline düşecek değil, kurtaracak beni!
Kurduğum cümle onun alayla gülmesini sağlarken ters ters ona bakıyordum. Gülmesi bitince konuşmaya başladı:
- Kocan kurtaracak seni, öyle mi?
Aynı onun gibi alayla gülümseyerek karşılık verdim:
- Hımm öyle!
Yüzündeki alay öfkeye dönüşünce arkasını bana dönüp adamlarına birtakım işaretler verdi. Adamlar kafalarını sallayıp sırayla ortamı terk ederken bu manyak adamla tek başıma kalmak korkutuyordu beni.
Ersan daha da yaklaştı bana. Titremeye başlamışım bile. Elleri, üzerimdeki gömleğin düğmelerine gittiğinde korkuyla çığlık atıp kıpırdanmaya başladım:
- Dokunma bana! Çek elini!
Sinirle soluyarak konuştu:
- Kocan kurtaracak seni ha? Buraya gelmesi bile mucize olurdu çünkü doğalgaz vanalarına bağlı bombalar her an devreye girebilir.
Kopan birkaç düğmemin yere düşünce çıkardığı sesler çığlıklarıma karışıyordu. Tam o sırada gürültülü bir ses işittim; kapı kırılmıştı.
Üzerime abanmış şekilde duran Ersan'a nişan alınmış silah ateşlenmiş, Ersan'ın tam sırtına kurşun isabet etmişti. Acıyla arkasına dönen Ersan, silahı tutan Celil ile göz göze gelmişti:
- Daha ben dokunmadım lan ona!
Celil'in bu sözlerinin arasına bir kurşun sığmıştı. Ersan sol koluna yediği kurşunla acı içinde inliyordu.
- Benim dokunmaya kıyamadığımı sana mı kurban edeceğim puşt!?
Bir kurşun daha sıktı Celil Ersan'a. Ersan acıyla tamamen yere yığılmışken onun çektiği acılar Celil'i tatmin etmemiş olacaktı ki, Ersan'ın cansız bedenine ard arda kurşun yağdırmıştı.
Biraz sonra yanıma geldiğinde arkamdan bağlı el ve ayaklarımı çözerken sordu:
- İyi misin?
Başımı hızla aşağı yukarı salladım birkaç kez. Ayağa kalktığımda Celil siyah takım elbisesinin ceketini giydirdi bana ve öndeki iki düğmeyi ilikledi. Elini tutup hızla biraz önce kırılan kapıdan çıkarken dudaklarını araladı:
- Dokunmadı sana, değil mi?
Başımı iki yana sallarken soğuk ve karanlık koridorun verdiği ürpertiyi sesime yansıtarak cevap verdim:
- Yok. Hemen geldin zaten.
- Çok korkuttun beni!
Son cümlesinden sonra durdu ve sımsıkı sarıldı bana. Aynı şekilde ben de ona sarıldım. Birkaç saniye öyle durduktan sonra sayaç sesi duymaya başladım. Ersan'ın bahsettiği bombalar geldi aklıma. Celil geri çekildiğinde, duvardaki borulardan birinde asılı duran bombalardan biri 00.04'ü gösteriyordu. Celil'in küfrünü duymuştum. Patlamadan saliseler önce Celil'in tüm bedeni bedenimi kapatacak şekilde üzerime kapanmıştı.
𓆩𓆪
Gözlerimi açtığımda Celil üzerimde yoktu ve ben de patlamanın olduğu mekanda değildim. Vücudumda herhangi bir yara veya ağrı yoktu. Oturduğum yerde yavaş yavaş doğrulurken görüş alanım daha da netleşmişti; Ambulanstaydım.
Ağız ve burun çevremi kaplayan oksijen maskesini çıkardığımda benim bulunduğum ambulansın hemen yanında Emre'yi gördüm. Yüz ifadesi sıkıntılıydı. Celil'in yanında gelmiş olmalıydı. Peki ya Celil? O neredeydi?
Oturduğum yerden kalkıp ambulanstan indim. Bir hemşire beni durdurmak istese de çoktan Emre'nin yanına gelmiş konuşuyordum:
- Emre, Celil nerede?
Cevap vermedi, bu beni daha da korkutmuştu:
- Emre sana söylüyorum, nerede Celil!
Yine cevap vermediğinde bir diğer ambulansın yanan kırmızı-mavi ışıkları takıldı gözüme. O yöne ilerlemeye başladığımda bana engel olmaya çalışan Emre'yi birkaç tırnak darbesiyle geride bırakmış ambulansa doğru hızla ilerliyordum.
Bir erkek silüeti* sedyenin üzerinde, kanlar içinde hareketsiz yatıyordu. Bu mu acıtmalıydı canımı, yoksa o silüete hayata döndürme çabasıyla kalp masajı yapılması mı? Hiçbiri değildi, o silüetin sahibinin Celil olması daha çok acıtmıştı canımı...
*silüet= Beden anlamında kullanılmıştır.
|
0% |