5. Bölüm

4. BÖLÜM

Kahveyeşilineaşık
kahveyesilineasik

Bu kurguda geçen her şey hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla herhangi bir ilgisi yoktur.

 

🐺

 

(Yazarın Anlatımıyla)

 

(2005/VAN)

 

 

Barlas, elindeki kurt yavrusuyla lojmanların bahçesinde, arkasında koşuşturan Kızıl Cadı'dan kaçıyordu.

 

"Köpeğimi bıraaakk!" diye bağırdı küçük Hilal.

 

"Nereden senin köpeğin oluyor? Benim köpeğim!" karşılığını verdi Barlas. Hala nefes nefese arkalı önlü koşuşturuyorlarken Hilal yeniden seslendi,

 

"Anlaşmaya uymuyorsun Barlas! Ver onu bana!"

 

Aniden durdu ve önünü Hilal'e döndü çocuk. O durunca Hilal de durmuştu. "Beni de her gün etli pilavla beslersen ben de senin yanından ayrılmam akıllım!" dedi isyanla.

 

Hilal, küçük çocuğun yanına birkaç nazlı adımla yaklaşıp kurdun başını okşadı ve santimlerce yukarısındaki surata baktı, "Beslersem bu küçük köpüş gibi yanıma kıvrılıp uyur musun?" dedi aşağıdan yukarıya attığı hınzır bakışlarla.

 

Barlas biraz durakladıktan sonra araladı dudaklarını, "Olmaz, yemeğin içine zehir katarsın sen. İstemez."

 

Hilal'in bakışları yerini öfkeye bıraktığında birden çocuğun kucağındaki kurt yavrusuna uzandı ve çekiştirmeye başladı.

 

"Canın isterse aptal çocuk! Şimdi ver onu bana!"

 

Çocuk da kurt yavrusunu vermemek için geri çekilmeye karar verdiğinde aralarındaki çatışma daha da büyüdü. Birbirlerine daha da direndikleri son anlarda Hilal, elindeki yavru kurtla poposunun üzerine düşerken, Barlas kurdun küçük pençesinin boynunda çizdiği yeri tutuyordu.

 

"Popom!" diye inledi Hilal oturduğu yerden. Canı çok yanmıştı.

 

Barlas ise boynundan avucuna bulaşan az miktarda kanı görünce sinirli bakışlarını, elindeki kurt yavrusuyla yerden kalkıp kalçasını ovalayan Cadı'ya yöneltti.

 

"Başımın belası Cadı, bu iz geçmezse asker olamam biliyor musun?!"

 

Küçük çocuk hızlı ve öfkeli adımlarıyla evinin yolunu tutarken küçük kız ardından bakakalmıştı.

 

Yarım saat sonra Hilal, kurt yavrusunu Barlas ile beraber yaptıkları küçük kulübeye bırakıp soluğu lojmanların K bloğundaki altı numaralı dairenin önünde almıştı. Zile uzandığında kuş cıvıltıları kulaklarına dolmuş, kapının açılmasını beklemeye başlamıştı. Çok geçmeden yüzündeki tebessümle kapıyı açan Beyza karşıladı küçük kızı.

 

"Hoş geldin prenses. Nasılsın bakalım?"

 

"İyi Beyza Teyze, Barlas burada mı?"

 

Kadın, kapıyı biraz daha araladı ve ekledi:

 

"Odasında oyun oynuyor. Geç bakalım."

 

Hilal, ayakkabılarını seri bir şekilde çıkarıp içeri geçtiğinde koridoru aşıp Barlas'ın odasının kapısını araladı. İçeriye doğru üstünkörü göz attığında, yere dağılan lego ve plastik asker figürlerinin ortasında oyun oynayan Barlas ile karşılaştı. Arkası dönük olan bedeninin yanına geldi ve usulca yanı başına oturdu.

 

"Eve gidince anneme sordum, büyükler yüzlerindeki sivriceleri kapatmak için makyaj yapıyorlarmış. Sana da yaparız, seni de alırlar askere." dedi masum bir ses tonuyla.

 

"Sivrice değil, sivilce o." dedi Barlas. "Erkek adam makyaj yapmaz. Hem asker abiler anlar makyaj olduğunu." diye devam etti tripli bir şekilde. Anlaşılan Hilal'e hala kızgındı.

 

"Kurtçuk, Kiraz'a kızgın mı?" dedi Hilal masumluğunu korurken. Yemyeşil gözleri ve kızıl saçlarının ahengi kirazı andırdığı için ona kendisine böyle seslenirdi tanıdıkları. O da Barlas'a çok cesur olduğunu bildiği için Kurtçuk diye hitap ederdi.

 

"Ben çürük kirazlarla konuşmuyorum." cümlesini kurdu Barlas.

 

Bunun üzerine Hilal yeniden araladı dudaklarını, "Sen de ay ışığının altıda uluması gereken kurdun yerine o çürük kirazı kemiren pis kurtsun. Ama bak, ben seninle hala konuşuyorum."

 

Barlas, yan gözle kızı süzüp "Çürük Kiraz!" derken Hilal de ona "Pis Kurtçuk!" diyerek ayak uydurmuştu.

 

Çocuk, mavi renkteki asker figürünü legolardan inşa ettiği binaya taşırken küçük kız onu izledi sessizce. Bir süre sonra aralarındaki sessizlik, Hilal'in cebinden çıkardığı anahtarlığı Barlas'ın önüne koyuşuna kadar sürdü.

 

Küçük çocuk, önüne bırakılan gümüş ay-yıldız figürünü ve yanında takılı olan bronz kurşunlu anahtarlığı eline alıp incelemeye başladığında "Kimin bu, senin mi?" kelimeleri döküldü dilinden. Hilal, Barlas'ın dikkatini çekmiş olmanın verdiği mutlulukla başını aşağı yukarı salladı. Bu sırada Barlas, ay-yıldız figürünü parmaklarının arsında incelemeye başlamıştı. Ayın hilal evresindeki gümüş figürün üzerindeki yazıyı okudu içinden,

 

'BİR HİLAL UĞRUNA'

 

Ay yıldızı bırakıp bronz kurşunu inceledi. Onun üzerinde de yazılar vardı.

 

'ÇANAKKALE GEÇİLMEZ'

 

'18 MART'

 

'1915'

 

Çocuk, iki figürü de sıra sıra inceledikten sonra tekrar Hilal'e uzatırken "Çok güzelmiş," dedi.

 

"O artık senin." cevabını verdi Hilal. "Babam Çanakkale'den almıştı benim için. Zaten yaza anneannemleri ziyarete gideceğiz, bana yenisini alır."

 

Barlas bir süre düşündükten sonra anahtarlığı elinden bırakmadan yerinden kalktı ve hiçbir zaman toplu olmayan çalışma masasına gitti. Hilal oturduğu yerden kımıldamayıp oyuncak askerlerin arasında bulduğu oyuncağı eline aldı. Sürpriz yumurtadan çıkan bir cadı figürüydü. İncelemesine devam edeceği sırada önüne bırakılan kolyeyle dikkati tamamen dağılmıştı. Kolyenin ucundaki kurşun ona tanıdık gelmişti. Gözlerini Barlas'a diktiğinde o da gümüş bir zincirin ucuna taktığı ay-yıldız figürünü boynuna geçiriyordu.

 

Şaşkınlık dolu bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

 

"Barlas, ne yaptın! Neden bozdun anahtarlığı?"

 

"Ay-yıldızı ben alacağım, sen de kurşunu alacaksın. Bu kolyeleri küssek bile çıkarmak yok." dedi çocuk. Ardından hızlı bir hareketle yere çömeldi ve küçük kızın kızıllarını omzunun önüne doğru sıyırdı. Kolyenin kancasını geçirip eski yerine oturdu Barlas.

 

"Kurtçuğun siniri geçti mi?" dedi Hilal.

 

"Geçti." cevabını verdi çocuk.

 

Hilal'in dudaklarındaki tebessümden "Tatlı Kurtçuk." kelimeleri çıktığında problem kesin olarak çözülmüştü.

 

🌙

 

(Hilal'in Anlatımıyla)

 

(Günümüz)

 

Gözlerimi yabancı bir alanda açtım. Öne düşen başımı kaldırıp etrafı incelemeye başladığında ellerim sandalyeye arkadan bağlıydı. Gövdeme ve ayaklarıma sarılı halat yine sandalyeyi çevreliyordu. Boyası dökülmüş duvarlardan gelen rutubet kokusu genzime işlemişti.

 

Odanın kapısı yüksek bir gıcırtı ile açıldığında içeri giren peçeli adamla kısa süre bakıştık. Nefret doluydu gözleri. Az sonra kapıdan geriye seslendiğini duydum,

 

"Komutanın, misafirimiz uyanmış."

 

Aylar sonra ilk defa Türkçe bir cümle ve Komutanım kelimesini duymuştum başka birinden. Bu tim, o tim olmalıydı. Hikmet albayın bana gönderdiği tim...

 

Kapının eşiğinden giren adamı görünce tanıdık bir hissiyat kapladı içimi. Aynı amber gözler, aynı sert ve keskin bakışlar, aynı gür koyu saçlar ve boynundaki pençe izi...

 

"Güzellik uykun bittiyse seni sorguya alalım." dedi Arapça olarak.

 

"Türk'üm, Türkçe konuş." dedim başımı dikleştirirken.

 

Sanki sınanıyormuşçasına derin bir iç çekti ve bu sefer Türkçe'yi kullandı, "Sorgudasın. Kime çalışıyorsun?" dedi.

 

"Farkındayım. Türkiye'ye çalışıyorum." dememle suratıma sert bir yumruk indirmesi bir oldu.

 

Sola düşen başımı tekrar dikleştirdim. "Geçersiz cevap," dedi ve devam etti "Kime çalışıyorsun?"

 

"Türkiye Cumhuriyeti'ne," dedim bu sefer. Ancak onun cevabı değişmedi. Bu defa soluma aldığım darbe ile sağa düştü başım. Tekrar dikleştim.

 

"Aradığınız kişi benim," dedim. Alaylı amberleri hayretle büyürken sordu, "Anlamadım?"

 

"Aradığınız asker, Lâl. O benim." dedim burnumda kuruyan kan kalıntılarının arasından yeni bir sıvı akarken. Bu sefer yumruklamadı. Daha da yaklaştı ve iri eliyle sıkıca kavradı çenemi. Artık gözlerindeki öfkeyi daha net bir şekilde görebiliyordum. "Senin gibi bedenini onca puştun önünde sergileyen bir orospu mu söylüyor bunu?" dişlerini sıktı ve devam etti, "Lâl'i nereden tanıyorsun, ne yaptın ona?"

 

"Lal benim!" dedim sıktığı çenemi zar zor hareket ettirirken. Sinirle sırıttığı sırada sertçe ittirdi çenemi. Hemen ardından arkasındaki askere seslendi,

 

"Cevahir, zulayı getir. Bu böyle konuşmayacak."

 

Adam, aldığı emirle birlikte arkasına dönüp odadan çıktığında asker oldukları tahmin ettiğim diğer peçeli adamlar geldi yanımıza.

 

"Lan komutanım ne gerek var uğraşmamıza? Sıkın gitsin alnının ortasına bir tane." dedi İçlerinden biri.

 

"Karışma komutanın içine zortopoz." dedi diğeri.

 

"Ömer, sikerim zortopozunu ha, elalemin karısının yanında aşağılamayın beni!" dedi az önce kafama sıkılmasını öneren vatandaş.

 

"Yalnız," dedim tüm dikkatleri üzerime çekerek "Orospu, elalemin karısı falan... Biraz ayıp olmuyor mu?" diye devam ettim.

 

Diğer biri hızla gelip suratıma yumruğunu indirene kadar alaycı bakışlarımı sürdürmüştüm. Şimdi ise elmacık kemiğimin mosmor olduğuna emindim.

 

Az sonra elinde siyah bir torbayla gelen, adının Cevahir olduğunu öğrendiğim asker torbayı dibimdeki komutanının eline tutuşturdu.

 

"Komutanım, parmaklarını keselim," dedi iri olan.

 

"Bence Örgülü götünden kan alsın komutanım," dedi Ömer'in yanındaki.

 

Komutanları ise başka şeyler düşünüyor olmalıydı ki "Kesin lan," diyerek susturdu hepsini.

 

Torbadan çıkardığı kalem boyutundaki cismi çıplak bacağıma yasladı ve konuştu, "Kime çalışıyorsun? Hangi örgütlensin?"

 

Sormaktan bıkmamıştı. Ama ben de cevap vermekten bıkmamıştım.

 

"Türkiye için çalışıyorum," dediğimde bacağımı etkisi altına alan elektrik akımı ile ufak bir infiti firar etti dudaklarımın arasından. Cihazı geri çektiğinde tekrar sesini duydum, "Bak, uğraştırma beni. Cihazın şarjını seninle harcamak istemiyorum, adam akıllı cevap ver direkt sıkayım kafana. Sen de kurtul ben de."

 

"Türkler kadına saygılıydı hani, ne biçim Türk askerisiniz siz?" dedim alaylı bir gülümsemeyle.

 

Cihazın elektriğini bacağıma daha da bastırırken "Kadınlara saygımız var elbette," dedi. "Ama orospulara bit kadar saygımız yoktur."

 

Bir müddet sonra cihazı bacağımdan çektiğinde derin bir nefes aldım. Sanırım biraz ağır gelmişti bu kadarı bana.

 

"Madem direnişe devam, o zaman bazı şeylere katlanman gerekecek." dediğinde gözüm timinin içindeki birinin kol saatine kaymıştı.

 

02.52

 

Gözlerim pencereyi aşıp dışarının karanlığında ay ışığının aydınlattığı iri ve yeşil çınar ağaçlarını bulunduğunda daha büyük bir tehlikenin içinde olduğumuzu anladım.

 

Burayı tanıyordum. Küçük bir ormanlık arazinin içindeki eski bir köydü burası. Buraya kadar her şeyi normaldi. Ancak teröristlerin yeni hedefi olan bu köyde bir grup Türk askeri ile olmamız kötü bir tesadüftü. Her ne olursa olsun şehit vermek istemezdim. İşin daha kötü yanı ise seçimlerin şerefine köyün bombalanmasının bugüne alınışıydı.

 

"Burası güvenli değil," dedim nefes nefese. "Ne yapacaksanız yapın ama burada olmaz, sekiz dakika sonra yerle bir olacak burası."

 

"Bak sen," dedi komutan bilmiş bir tavırla. "Duydunuz mu, güvenli değilmiş burası." diye ekledi arkasındaki askerlere.

 

Dalga geçiyordu. Ama bilmiyordu ki dakikalar sonra burada taş üzerinde taş kalmayacaktı. "Bu böyle olmayacak," dedi bu sefer de. Ama söylediklerime bir nebze de olsa inandığını hissediyordum. "Albay'ı arayacağım ona anlat derdindi. Lakin baştan söyleyeyim, sonun kaçınılmaz ölüm."

 

Sessizce uslu uslu durmaya devam ederken her bir hareketini seyrettim. Askerlerden kadın olanı elindeki tableti komutana uzattığında ters ters baktı bana. Tablette birkaç tuşa tıkladıktan sonra Hikmet albayın yorgun sesi doldurdu kulakları,

 

"Barlas, oğlum ne oldu gece gece?"

 

"Bir kadın var komutanım, aradığımız kişinin kendisi olduğunu iddia ediyor. Çok uğraştık ama laf alamadık. Size göstermeden kafasına sıkmak istemedik." dedi.

 

Komutan, Hikmet albayın "Çevir bakayım kamerayı," emrine uydu ve kamera merceğine beni gösterdi. Tabletin arka kamerasına berbat olan suratında gülümserken araladım dudaklarımı,

 

"Selamın aleyküm komutanım."

 

Timin bana şaşkınlık dolu bakışlar attığını hissederken bu sefer Hikmet albayın hayret dolu sesi yankılandı odada,

 

"Barlas, lan oğlum siz Lâl'i mi kaçırdınız?"

 

Sertçe yutkunduğunu boğazındaki ademelmasının aşağı yukarı hareket etmesiyle anladım. Tabletin kamerasını kendine çevirdiğinde sesi mahcubiyet doluydu. "Komutanım, sormak haddime değil ama, emin misiniz? Çünkü bundan birkaç saat önce kendisi terörist kaynanan bir gazinoda direk dansı yapıyordu."

 

"Bu kadın Üsteğmen Hilâl Aydan," dedi Hikmet albayın sesi. "Sizi bu kadın için görevlendirdim." diye devam ettiği sırada içlerinden birinin sesi kesti albayın sözlerini,

 

"Komutanım, çok daha büyük bir sorunumuz var. Güneydoğu'dan sinyaller alıyoruz, kadın haklı olabilir. Burayı terk etmeliyiz."

 

Komutanın elindeki tabletten gelen seslere bakılırsa sinyal kesilmişti. İri bedeni ile az önce haklı olduğumu öne süren askerin yanına geldiğinde adamın elindeki diğer tableti kavradı. Çatılan kaşlarının altındaki amberleri ile inceledi yeşil ekranı bir süre ve hemen ardından gözleri gözlerimi buldu.

 

"Baturalp, Poyraz! Çözün şunun iplerini. Arabayı da hazırlayın, cephaneyi toplayıp başlarına yıkacağız bu köyü," dedi.

 

İki yanıma gelen askerlerden biri ayaklarımı, biri ellerimi çözerken diğerleri çoktan çıkış hazırlıklarına başlamışlardı. Nihayet ayağa kalktığımda diğer iki askerle birlikte yıkık binanın kapısından dışarı adımımızı attık. Herkesin gözü benim üzerimdeydi. Başta komutan olmak üzere hepsi de bir açığımın olup olmayacağı konusunda göz hapsine almıştı beni.

 

Havadaki sert ayaz beton gibi yüzüme çarparken irkildim. Şu an mini ve askılı bir elbise ile ülkemin sokaklarında dolaşıyor olsaydım kesinlikle yaşlı teyzeler önderliğinde tımarhaneye tıkılırdım. Ancak şimdi ne ülkemdeydim, ne de etrafım yaşlı teyzelerle çevriliydi. Sadece ileride bekleyen beyaz minibüse doğru ilerlemekle yükümlüydüm.

 

Yanımdaki askerlerle adımlarımızı hızlandırdığımız sırada timin tek kadını arabadan getirdiği poşetle önüme dikildi:

 

"Komutanımızın kesin emri, bu soğukta cıbıl cıbıl gezip hasta olmayacakmışsın bir de seni iyileştirmekle zaman harcayamazmışız, bunları giy."

 

Sözlerinden sonra bir elindeki poşete bir suratına baktım aval aval.

 

"İstemez, rahatım böyle," dedim.

 

"Komutanımızı sinirlendirmek istemezsin, giy." dediğinde sabrını sınadığımı hissettim. Ancak benim bir huyum vardı; kimse ben istemediğim halde beni zorlayamazdı.

 

"Komutanını çağır, o giydirsin giydirebiliyorsa." dedim onu daha da kışkırttığımı hissederken.

 

Öfkeyle iç çekip hırıltılı bir nefes verdiğinde "Timimdekiler dışında kimseden emir almıyorum, ama bunu bir rica olarak sayacağım." dedi ve yanımdaki askerlere döndü, "Bekleyin burada."

 

Hızlı adımlarla ileride, arabanın yanında sigara içen sevgili komutanının yanına gitti. Bir süre aralarındaki konuşmada dudaklarını okumaya çalışsam da sonuç olarak hiçbir şey anlamamıştım. Tek bildiğim benim hakkımda konuştuklarıydı. Amberleri birkaç metre uzaktan gözlerime değdiğinde yapma bir sırıtışla karşıladım onu. O kadar mesafeyi beş adımla katledip tam karşıma dikildiğinde sigarasının turuncu tonundaki izmaritini çıplak omzuma bastırıp söndürdü. Ancak bilmediği bir şey vardı; böyle küçük şovlarla canımı acıtamazdı.

 

"Sana inanıp prenses muamelesi yapacağımızı sanıyorsan yanılıyorsun," dedi. "Ben ve timimin illet bir huyu vardır; altımızdaki dona bile güvenmeyi, çünkü kıçımıza değiyor."

 

Gözlerimi devirdiğim sırada "Edebiyat dersin bittiyse arabaya geçsek mi artık?" diye ekledim. Alayla burnundan güldüğünde işin dalgasındaydı, "Ne oldu, çok mu üşüdün?" diye sordu ve hemen ciddileşti "Giyecek misin, giydireyim mi?"

 

"Giymiyorum," dedim bir elimle omzumda söndürdüğü izmaritin yerini okşarken. "Ayrıca bir albay tarafından asker olduğu onaylanmış birinin, bir kadının canını yakacak davranışlarda bulunmanın da cezası var."

 

"Sikerler," dedi ve yanındaki askerlere bir takım işaretler verdi. Daha ne olduğunu anlamadan sağ bacağım sağımdaki askerin, sol bacım solumdaki askerin çelmelerine takılmıştı. Yere düşmemem için iki kolumu da omuz ve eklem bölgelerimden sıkıca kavramışlarken "Donumuza güvenmeyiz derken ciddiydim." cümlesini duydum komutanın.

 

Sinir katsayım gitgide artarken elindeki tulum biçimindeki asker kamuflajını ayaklarımdan bacaklarıma, oradan da gövdeme ve kollarıma geçirdi. Tulumun gövdesindeki fermuarı da boğazıma kadar çektiğimde işi bitmişti. İki yanımdaki askerlere tekrardan işaretler verdiğinde kol ve bacaklarımın aniden bırakılmasıyla sert toprağa yüzüstü yapışmıştım.

 

Dirseklerimi yere dayayıp yüzüstü pozisyonda nefes nefese bekledim. Amacım sakinleşmekti. Sadece birkaç saniye sonra tekrar ayağa kalktığımda ters ters baktım yüzüne. Böyle bir adamın Kurtçuk olması imkansızdı. Kolye de tesadüftü, boynundaki iz de. Her şey bir tesadüftü. Bu iri adam Kurtçuk değildi.

 

Araca başka askerlerin beni sürükleyişiyle adım attığımda bir patlama sesi duyuldu uzaklardan. İş başındalardı. Köyü ele geçirmeye başlamışlardı çoktan. Büyük arabanın karşılıklı koltuklarına yerleştiğimizde Barlas sert bakışlarını üzerimde gezdiriyordu.

 

"Komutanım, nereye sürebilirim?" dedi şoför koltuğundaki asker. Çaylak olduğu belliydi, sesi titriyordu Barlas'a seslenirken.

 

"Köy girişinin güneyinde kalan yere sür. Oradan çıkacağız." dediğinde birden atıldım, "Hayır, hayır! Sakın! Orayı çoktan kontrol altına almışlardır. Ayrıca oldukça kalabalıklar. Birimiz bile sağa çıkamayız." dedim sesimi yükselterek.

 

Bakışları gözlerimi esir alırken "Bu timin başında ben varsam asıl onlar sağ çıkamaz." diye eklediğinde işi inada bindirmişti. Önümü, arkamda şoförlük yapan askere döndüğümde "Güneybatı bizim için güvenli. Oraya sür." cümleleri döküldü dudaklarımdan.

 

"Komutanım, ne yapayım?"

 

Hırıltılı bir nefes verdikten sonra sert sesiyle ortama hakim oldu, "Sen ne zamandan beridir başkalarının söylediklerini emir kabul ediyorsun Mustafa? Köy girişinin güneyine süreceksin."

 

Bu sözleri üzerine şoför olanın ağzından "Emredersiniz komutanım," kelimeleri çıktı.

 

Araba Güney yönüne doğru harekete başladığında resmen felakete koşuyorduk. Bir süre böyle ilerlerken arabanın içinde başka bir ses yankılandı, "Komutanım zaten onlar gibi giyinmedik mi? Anlayamazlar asker olduğumuzu."

 

"Sen öyle san," dedim kadının yanında oturan kumral adama. "Bunlar aralarında sidik yarıştırıyorlar resmen. Bir köyü almak büyük örgütlen işidir. Köyün içinde başka bir terör grubu görseler acımazlar. Şöyle düşün; biz ava çıktık, ama onlar da avdalar."

 

Konuştuklarımın dinlenmediğini söyledi İçimden bir ses, sustum. Yakından uzaktan birçok tim tanımıştım ancak böylesine inatçı ve şüpheci yaklaşanına ilk defa denk gelmiştim. Bir süre daha sessizce devam ettiğinizde camdaki hareketlilik çekmişti dikkatimi. Biraz evvel açıklama yaptığım askerin de bakışlarını cama yöneltmesi ile yalnız olmadığımı anladım.

 

"Komutanım, fark edildik." dedi sesindeki telaş kırıntılarıyla.

 

"Dümdüz sür Mustafa." dedi komutan. Oysa farklı bir cevap vereceğini düşünmüştüm. Artık bu sessizliğe son vermeliydim,

 

"Bak, kabul ediyorum teröristlerin bulunduğu gazinodaydım. Evet, onlardan biri olarak görünüyordum. Evet, onların önünde direğe çıktım. Ama hepsi görev içindi. Size Lâl olduğumu açıkladım, dayak yedim. Albay açıkladı, hâlâ inkar evresindesiniz. Güvenmemekte haklısınız, evet. Ama lütfen beni yapmamı istemeyeceğiniz şeyleri yapmam için zorlamayın." dedim tek nefeste.

 

"Hiçbir şey yapmayacaksın. Otur oturduğun yerde, düşüneceğim," dedi buz gibi sesiyle.

 

Düşünmeye zamanımız olmadığı sözlerini söyleyecektim ama sonuç değişmeyecekti. Şu dakikadan sonra Hilal olmayı bırakmış, kendimi tamamen Lâl'in benliğinle teslim etmiştim.

 

Gözlerim arabanın her bir zerresini taradı. Poyraz denen asker, elindeki M16 tüfeği oturduğu yere bırakmış, cam kenarında dışarıyı kolaçan ediyordu. Doğruyu söylemek gerekirse bu timin elinden kimse kurtulamazdı. Bu gerçeği tim bilirdi, ancak Lâl kaçardı. Bu ise bilmedikleri bir şeydi.

 

Seri bir hareketle yerimden doğrulup M16'yı elime geçirdim ve kapı kenarındaki askere sert bir tekme attım. Buradan çıkışın başka yolu yoktu. Her şey o kadar ani gelişmişti ki diğerlerinin müdahale etmesine izin vermeden sürgülü kapıyı açıp kendimi dışarı fırlatmıştım resmen. Ağaçlık alanda birkaç metre yuvarlanarak ilerlediğimde yüzüstü uzandım yaş toprağa. Dirseklerimi zemine dayayıp gözümü tüfeğin dürbününe yerleştirdim. Zulayı ilerlettim ve karanlıktaki hedefleri tek tek taramaya başladım.

 

Yağmur yağmaya başlamıştı. Yere yığılan bedenlerin yenisi geliyordu her bir saniye. Mermiyi sorun etmedim, ölenlerin silahları ne güne duruyordu sonuçta. Ancak iki yüz kişilik bir orduyu tek başıma indirmek zaman alacaktı.

 

Dakikaların ardından merminin bittiğini fark ettim. Dürbün ile etrafı kontrol etmeye başladığımda bedenler hâlâ yere yığılmaya devam ediyordu. Kendim vurmadığına emindim. Kendi kendilerini vuracak kadar aptal olup olmadıklarını hesaplarken sürünerek bir beden yaklaştı yanıma.

 

Komutan, elindeki MG3'ü bana uzatırken konuşmaya başlamıştı, "Yanlış bir hareketin olmayacağını biliyorum ama uyarayım, aksi halde beynini dağıtırım."

 

"Sonunda," diye mırıldandım sırıtırken. Elindeki silahı alıp ateş etmeye kaldığım yerden devam ettiğimde yanımdaki bedenine yönelttim sözlerimi:

 

"Nereden ikna oldun Lâl olduğuma? Anlatsana biraz, heyecanlı oluyor."

 

Beş leş daha serdim ıslak toprağa.

 

"Böyle bir deliliği aklı başında biri yapamazdı." dedi aralıksızca tetiğe basarken. "Ayrıca tam ikna olmuş değilim, hâlâ soru işaretleri var kafamda."

 

"O zaman müsait bir zamanda çaya bekliyorum," dedim yarım bir gülümsemeyle.

 

"Nereye, gazinoya mı?" diye sordu. Demek ki dalga geçme işinden anlıyordu.

 

"Gazino şart değil," dedim. "İstersen buradan hemen sonra bana geçebiliriz."

 

Burnumdan sırıttığım sırada ellerimle daha sıkı kavradım kabzayı. Ordunun yarısını şimdiden yok etmiştik timle beraber.

 

"Yavaş yavaş azalıyorlar," dedi yanımdaki sesi. "Bu cesetler başımıza kalacak. Ne yapmamız gerektiği hakkında fikrin var mı?"

 

Dürbünü bir tık daha ileri alırken "Senin bir fikrin yok mu yani?" diye sordum. Şaşırmıştım, çünkü karşımda dediğim dedik ve oldukça inatçı biri bana ne yapacağımızı soruyordu.

 

"Her şeyi çok iyi biliyorsun ya, bunu da biliyorsundur diye sordum. Eğer yapacak bir şey yoksa kendi planımı uygulayacağım," derken sesi yağmurun, çamurlu toprağın, kurşun seslerinin ve gecenin içine karışmıştı.

 

"Seninki kafama yatarsa bakarız. Anlatsana," dedim.

 

"Çok merak ettiysen dinle," dedi ve devam etti "seni Hakkari'ye götürmek."

 

Gözlerimi kocaman açıp hayretle yüzüne baktım. O ise taramaya devam ediyordu. "Görevim daha bitmedi, hiçbir yere gitmiyorum," dedim. "Hikmet albaya sözüm var. Olmaz. Gidemem."

 

Beni dinlemediği kesindi. Gözlerimi devirip tekrar dürbüne döndüğünde aklımda keskin bir düşünce vardı; burayı yıkmadan olmazdı, gidemezdim.

 

Dakikaların ardından karanlık ormanı aydınlatan ay ışığı eşliğinde on bir kişi olarak cesetlerin arasındaydık. Önde Barlas ve ben, arkamızda ise timin kalanı, yaş toprağı ezerek ilerliyorduk. Yağmur şiddetini artırmaya devam ederken ilerideki hareketliliğe kitlendim. Maskeli bir adam elindeki baltayla üzerimize doğru koşuyordu.

 

"Taramalı tüfeğe de baltayla saldırmazsın," dediğini duydum komutanın. Hemen sonra adamın alnına bir kurşun sıktı. Beden yere düşerken adımlarımızı sürdürdük. Biraz daha ilerlediğimizde arabaya ulaşmıştık. Tek tek yerlerimize geçtiğimizde Mustafa yeniden şoför koltuğundaydı.

 

"Komutanım, nereye sürüyorum?" diye sorduğunda Barlas'ın cevabını beklemeden atıldım,

 

"Yaklaşık iki dakika sonra yol ayrımı göreceksin, sola sap. Güvenli bir yere gideceğiz."

 

"Ne kadar güvenli orası şüpheli," dedi komutan ve ekledi, "Silahlarınızı hazır tutun."

 

"Tuzağı çekiyorum," dedim bıkkınlıkla. "Bulduğum ilk fırsatta keseceğim sizi tek başıma."

 

Barlas, sessiz kalma hakkını kullanırken, şoför olan asker söylediklerimi oldukça ciddiye almış olmalıydı. "Komutanım apaçık itiraf etti işte, sıkalım kafasına delik deşik edelim bunu."

 

Barlas, burun kemerini ovmaya başlarken oldukça yorgun sesiyle cevap verdi: "Mustafa, sen tarif ettiği yere kadar sür. Eğer bir terslikle karşılaşırsan söylersin."

 

Mustafa'nın "Emredersiniz, "demesi ile minibüs ilerlemeye başlamıştı.

 

Sadece yarım saat sonra benim yönlendirmelerimle herkesten gizlediğim kulübenin önünde durmuştuk. Bu kısa yolculuğun heyecanını, yolda gördüğü iki tilkiyi terörist, bir adet yaban domuzunu canlı bomba sanarak telaşa kapılan Mustafa yaşamıştı.

 

Sırayla ayaklarımızı toprağa basmıştık. Önden ilerleyip kapının önündeki paspası kaldırdığımda anahtar bıraktığım yerde yoktu. Henüz minibüsün yanında sigara molası veren askerlere baktım. Önüme geri döndüğümde yandaki saksıya sakladığım silah elime geçirdim. Tekrar baktım sigara içen bedenlere ve tekrar önüme döndüm. Kimseye çaktırmadan birkaç adım gerileyip namluyu kapı kilidine hizaladım. Tetiğe basıp büyük bir gürültüyle kırılan kilidi yok sayarak sert bir tekme ile ittim kapıyı.

 

Haklıydım. İçerisi terörist kaynıyordu. Tetiğe acımasızca art arda basmaya başlamışken kısa sürede hepsi de cansızdı; biri hariç.

 

Adımlarımı yerde inleyen bedene yönlendirdiğim anda soğuk ve metal bir cisim hissettim kafamın arkasında. Hemen sonra kulağımın yan tarafında komutanın sesini duydum,

 

"Silahını yavaşça yere at ve uslu dur. Elimizdeki son fırsatı yok etmene İzin veremem."

 

Normal zamanda kimsenin emirlerini uygulamayı bırak dinlemeye tenezzül bile etmezdim. Ancak haklıydı. Ellerimiz boş bir şekilde ölmesinden daha iyi olacaktı ağzından laf alıp öldürmek.

 

İstemeyerek de olsa söylediğini yapıp silahı yere bıraktığımda namluyu başımdan çekti. Onun bu hareketiyle doğruca yerde acıyla inleyen adamın yanına yaklaştım. İki bacağından yaralanmıştı. Suratına sert bir tekme yiyince daha da arttı acısı.

 

"Konuş kansız köpek!" dedim Türkçe bir şekilde. "Konuş, anlat planını orospu çocuğu!"

 

Ağzından kan kusarken Türkçe'yi bozuk bir şekilde kullanarak cevap verdi, "Biliyor biz olduğunu Türk. Sen asker ajan, katili David. Sen olmek!"

 

Bir tekme daha savurmak için hazırlandığında arkamdan gelen ses buna engel oldu,

 

"Hilâl!" dedi komutan otoriter sesiyle. "Öldüreceksin bırak artık."

 

Son kez tekme atıp kinli bir bakışla ayrıldım yanından. Kulübenin eşiğinden içeriyi dikizleyen askerlerin arasından sıvışarak dışarı çıktım. Arabanın sürücü koltuğunun kapısını aralayıp torpidodan kimin olduğunu umursamadığım sigara ve çakmağı aldım. Çakmağın alevi ile tütmeye başlayan sigarayı dudaklarımla buluştururken arabaya yaslandım. İçime çekip havaya üflediğim her duman gecenin içinde kayboluyordu. Bir süre içeriden gelen bağırış seslerini dinlettim. Anlaşılan komutan bazı konuların silahla konuşulması gerektiğini bilmiyordu.

 

Sigaranın izmaritinden zehri son kez çektiğim sırada timdeki tek kadın yanıma yaklaştı ve "Komutanım sizi çağırıyor." cümlesini kurdu.

 

"Geliyorum," dedim yere attığım izmariti ezerken.

 

Kulübenin içine tekrar döndüğümde herkes ortadaki adamın başına toplanmıştı.

 

“Siz yedi boku, hepiniz olmek.” dedi sancılı sesiyle. Onun bu cümlesine karşın Cevahir, “Asıl sen yedi boku, hepimiz seni sikmek.” cevabını vermişti.

 

Barlas, elindeki silahı adamın kafasına sert bir baskıyla dayarken “Söyle!” diye gürledi. “Söyle, kim biliyor başka?”

 

Adamın yüzündeki pis gülümseme büyürken “Korktu siz,” diye ekledi. Böylelerinin ağzından Türkçe kelimeler duymak gerçekten de acınası bir durumdu.

 

Yanımdaki askerin beline taktığı silahı hızla elime geçirip asker çemberinin ortasındaki teröriste yöneldim. Namluyu bacak arasına yerleştirdiğimde “Bu silah patlarsa ne olur biliyor musun?” sorumu yönelttim. Kesilen nefesi ve ürkek bakışlarını “Ne?” dercesine üzerime yönelttiğinde devam ettim, “Önce organlarının içinde ne var ne yoksa hepsi kanla beraber akar gider. Sonra son nefesini vermeye bile fırsat bulamadan geberip gidersin. O yüzden ne soruyorsak doğru cevap ver. Belki bu sayede canını bağışlayabiliriz.”

 

Sertçe yutkunup başını salladığında “Sadece biz biliyor,” kelimeleri döküldü dudaklarından. “Vermedi diğerlerine fırsat öğrenme. İstedi bulmak biz.”

 

Bakışlarımı Barlas’a yönelttim ve “Bak, konuştu.” dedim dudaklarıma yayılan sinsi tebessümle.

 

“Eeee? Bağışlayacak mısın yani şimdi?” sorusunu ekledi.

 

Gözlerimi kocaman açıp “Yooo,” dedim harfleri uzatarak. “Ben ne zaman öyle bir şey demişim?” diye ekledim. Dalga geçtiğim ses tonumdan anlaşılırken silahın ucunu, teröristin alnına hizalayıp ateş ettim. Artık ben ve tim hariç kimse Lal olduğumu bilmiyordu.

 

Önümü arkamdaki asker grubuna dönerken yeniden konuşmaya başladım,

 

“Size zahmet bu ve bunun gibi leşleri kulübenin arkasındaki çukura atıverseniz?” dedim rica eder gibi.

 

“İyi de, biz bilmeyiz ki çukurun yerini.”

 

“Tamam, o zaman siz bunları kapın bir taraflarından, ben de size önden çukurun yerini göstereyim.” cevabını verdim. Arkamı dönüp kapıya yöneldiğim sırada “Karıya bak amına koyayım, temizlik işini de bize kitledi.” cümlesini işittiğim anda Poyraz’a döndüm. “Sağır değilim, eğer bu görevden tek parça halinde dönmek istiyorsan düzgün dur.” diye ekledim ve dışarıya adımımı attım. Komutan ve cesetleri ayaklarından sürükleyen askerlerle kulübenin arkasına doğru ilerlemeye devam ediyorken belli bir noktada durdurdum onları.

 

“Buradan geçerken şu büyük, kırmızı yapraklara mümkün olduğunca basmamaya çalışın.” diye ekledim arkamı dönme gereği duymadan. Ancak biri beni dinlememiş olmalıydı ki arkamdan sancılı bir feryat yükseldi: “Yandım anasını avradını! Yandım!”

 

Grupça içinde bulunduğu fileyle yukarıdan aşağıya sallanan Mustafa’yı gördüğümde başka bir ses kahkaha patlattı.

 

“Bassam ne olacak, derken iyiydi Mıstey!” dedi saçları jöleli olan asker. “Nasıl orada havalar? Orman havası çek, ciğerlerin bayram etsin!”

 

“Lan Ömer! Bokunuzu yiyeyim kurtarın lan beni! Benim ölülere fobim var, geliyorlar bana lan! Ayı tuzağına mı yakalandım ne yaptımsa kurtarın beni valla tuhaf oluyorum!”

 

Evet, ayı tuzağına yakalanan biri için gereken panik ve telaşı fazlasıyla hakkını vererek gösteriyordu.

 

Barlas’ın soran bakışlarıyla karşılaşırken “Çukurun etrafı tuzaklarla dolu. O yüzden demiştim kırmızılara basmayın diye.” açıklamasını yaptım.

 

“Tamam da neden?” diye sorduğunda, “Malum, burası itin çakalın kol gezdiği yerler. Çukuru görenlerin başıma bela olmalarını istemedim. Anlayacağınız; bu çukuru gören de, içine düşen de ölü.” yanıtını verdim.

 

Bu sırada diğerleri çoktan Mustafa ve korktuğu cesedi fileden kurtarmışlardı. Adı Murat olan asker Mustafa’nın taşıdığı cesedin ayağını bir eline, kendi cesedininkini diğer eline almış sürüklemeye hazırlanıyordu.

 

“Ayağın biraz toparlasın, biz dönüşte alırız seni,” dedi aralarında en olgun olanı. Yanlış hatırlamıyorsam ismi Hayrettin olmalıydı.

 

Bunun üzerine Mustafa, “Eyvallah komutanım.” dedi ve uslu bir çocuk misali oturmaya devam etti.

 

Saniyeler sonra büyük ve oldukça derin leş çukurunun önüne geldiğimizde Poyraz ve Ömer adındaki askerler el fenerleriyle önümüzü aydınlatıyordu.

 

Hepsi de cesetleri birer birer çukura attığında komutanın sesini kulağımda hissettim, “Ya biri yaşıyorsa? Ayıldığında tırmanmaya çalışıp kurtulmayı başarırsa?” dedi sorarcasına. Aklındaki şüpheci soruları yanıtlamak adına Ömer’in elindeki feneri kavradım ve çukurun içine tutarken konuşmaya başladım,

 

“Zeminde uzun ve sivri kazıklar var. Yaşamaları imkansız.”

 

Usulca çukurun kenarına yaklaştı ve aşağıya doğru benimle beraber üstünkörü göz attı. Çürümeye yön tutmuş cesetlerin anüsünden girip göğsünden çıkan kanlı kazıklar midesini bulandırmış olmalıydı.

 

Bir an dudaklarını aralayacak gibi oldu ama yapmadı. Bir şey düşündüğü belliydi. “Köy meydanındaki cesetler... Seçim… Fabrikadaki cinayet… İşin içinden nasıl çıkacağımızı düşündün mü?” diye sordu el fenerinin ışığı keskin amberlerini aydınlatırken.

 

“Senin o aptal planına bin basacak bir planım var.” dedim ve devam ettim, “Sen ve timin… Hazırsanız Irak’ın gelmiş geçmiş en güçlü terör örgütü oluyorsunuz. Tabii ben de lideriniz oluyorum.”

Bölüm : 31.03.2025 21:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kahveyeşilineaşık / KIZIL KURŞUN | Askeri Kurgu / 4. BÖLÜM
Kahveyeşilineaşık
KIZIL KURŞUN | Askeri Kurgu

625 Okunma

123 Oy

0 Takip
6
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...