
Bu kurguda geçen her şey hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla herhangi bir ilgisi yoktur...
🐺
Yazarın Anlatımıyla
(2005 / VAN)
"Bir, iki, üç, dört, beş..."
11 yaşındaki küçük çocuk mavi plastik topunu ayağında her sektirdiğinde bir sayı daha ilerliyordu.
"On sekiz, on dokuz, yirmi, yirmi bir..."
Sarıya yakın açık kahverengi gözleri, her bir sektiriş ve her bir yeni sayı ile daha da parlıyordu.
"Otuz altı, otuz yedi, otuz sekiz, otuz dokuz..."
'Kırk' demesine zaman kalmadan arkasındaki ağaçlıktan bir çıtırtı duydu. Oturduğu lojmanda bu gibi durumlara sık rastlansa da içini saran ürperti ile ağaçlık alandan biraz uzaklaşmayı tercih etti.
Eline aldığı topunu tekrar ayaklarına yerleştirirken baştan saymaya başladı.
"Bir, iki, üç, dört, beş..."
Ancak tekrardan duyduğu aynı ses bu sefer de 'altı' demesine izin vermemişti.
Topunu tekrar eline aldı. Ama bu sefer kaçmak için değil, sesin asıl kaynağını öğrenebilmek için atacaktı adımlarını.
Çalılığa doğru yaklaşırken içinden kendini cesaretlendiriyordu.
''Korkma, sen çok güçlüsün...''
Küçük çalılıkları minik elleri ile araladığında ise beklediğinden oldukça küçük bir şeyle karşılaştı.
Bu gri bir kurt yavrusuydu. Ancak hayatında hiç kurt görmemiş bu çocuk minik hayvanı yavru bir köpek sanmıştı.
Barlas'ın küçük kalbi buna daha fazla dayanamadı ve yavru kurdu tek hamlede kucağına aldı. Kurdun başını severken her ne kadar dişlerini göstermesinden korksa da buna aldırmadı.
Kucağında kurt yavrusu ile birden arkasını döndüğünde ufak çaplı bir korku ile irkildi. Arkasını döner dönmez burnunun dibine kadar gelen bir kız göreceğini tahmin etmiyordu çünkü.
Kızın yemyeşil gözleri ve kırmızıya çalan turuncumsu renkte saçları vardı. Omuz hizasına gelen küçük kız gülümsediğinde sol yanağında derin bir çukur oluşmuştu. Barlas'ın gözleri, kızın yanağındaki çukuru izlerken kız ise Barlas'ın kucağındaki kurt yavrusunun başını okşuyordu.
''Ay ne şeker şeysin sen!''
Barlas, gözlerini çukurdan ayırdıktan sonra kucağındaki kurt yavrusunu seven kızla göz teması kurarken araladı dudaklarını, ''Bu benim köpeğim, az önce burada buldum.''
Kız turuncumsu renkteki kaşlarını çatarak ''Nereden senin köpeğinmiş? Bu lojmanda ben de oturuyorum! Hem önce sesini ben duydum tam yanına gelecektim onu sen kucağına almışsın! Hadi onu bana ver!'' deyip Barlas'ın elinden kurtu almaya çalıştı. Bu sırada küçük çocuk kurtu bir elinden diğer eline geçirerek ''Ben saatlerdir top sektiriyorum burada, seni görmedim hiç! Bu köpeği ilk ben buldum, artık benim!'' diye karşılık verdi.
Küçük kız pes etmiş bir edayla omuzlarını indirdi ve kendince bulduğu çözüm yolunu sunmak için araladı dudaklarını: "Tamam o zaman, 1 hafta boyunca besleyeceğiz bu yavru köpeği. Sonra birimiz bir tarafına diğerimiz bir tarafına geçip 'Kim en lezzetli yemekleri getirdi?' diye soracağız. Eğer bana gelirse benim, sana gelirse senin olacak. Ama kime gelirse gelsin diğerimiz de istediği zaman köpeği sevecek, anlaştık mı?"
Kız elini öne doğru uzattı pazarlık için. Çocuk da elini öne doğru uzattı ve kızın elini eli arasına aldı. İkisi birden birleşmiş ellerini aşağı yukarı salladılar. Çocuk, kızın saniyeler önce sorduğu soruya "Anlaştık," diye cevap verdi ve "Barlas ben." diye ekledi.
"Hilâl," dedi kız. Hemen ardından yeşil gözlerini Barlas'ın açık kahve gözlerinden ayırdı. Sonra da elini kendine çekip yere eğildi ve Barlas'ın topunu kucakladı.
"Ne yapıyorsun kızım! Bırak topumu!" Barlas,oyuncaklarını paylaşmaktan hoşlanmazdı. Hilâl'e doğru bir adım attığında küçük kız da eş zamanlı bir adım gerilemişti.
"Tamam, bırakırım ama önce ben oynayacağım!" Hilâl kurduğu bu cümleden sonra arkasını döndü ve kızıl uzun saçlarını savura savura dört katlı lojmanların E Bloğuna doğru koşmaya başladı, tabii Barlas ve kucağındaki yavru da hemen arkasından...
🐺
Asteğmen Nevra Aydan, iki günlük izninin son günü kızı ve eşi Teğmen Nezih Aydan için sofrayı donatmaya çoktan başlamıştı bile. Vatani görevlerini yerine getirmek için Çanakkale'den taşındıkları Van'da ilk haftalarıydı.
"Anne," dedi çıplak ayaklarını şap şap yere vurarak gelen Hilâl. Nevra, kızının bu seslenişiyle elindeki bıçağı ve domatesi doğrama tahtasına bırakırken kızına döndü. Uyku halinde ovuşturduğu gözlerini babasından, bayrak kızılı saçlarını ve ay gibi beyaz tenini kendinden almıştı küçük kızı.
"Günaydın Kızıl Elma'm. Baban uyuyor mu daha?"
Hilâl annesinin yanına temelli yaklaşırken uykuyla çatallaşan sesi ile "Tuvalette, sigara içerken çişini yapıyor." cevabını verdi. Nevra, kızının bu söylediklerine göz devirerek gülümsedi. "Ben o tuvaleti yeni temizledim ama ya... Kokmasa bari!" dedi ve Hilâl'i tek hamlede kucağına aldı. Küçük kız annesinin burnunun üstünde ve yanaklarındaki çilleri saymaya başladı:
"Bir... iki... üç..." Nevra ise kızının her sabah yaptığı bu rutine tebessüm etti ve "Daha önce de saymamış mıydık, yüz iki tane kahverengi nokta yok muydu? Hatta yarısı senin yanaklarında da vardı." diye ekledi.
Hilâl iki elini birden yanaklarına götürüp "Ayy bende de vardı değil mi? Ben çok seviyorum çillerimi. Hatta biliyor musun, buraya ilk geldiğimizde bir yavru köpek görmüştüm, onun gıdığında da vardı siyah minik benekler." dedi. Sonra yeşil yözleri irileşti "Köpek," dedi, "yavru köpek..." Nevra, kaşlarını çatıp sordu:
"Ne olmuş köpeğe?"
"Barlas..." dedi Hilâl tekrardan."Ya Barlas köpeğimi kaçırdıysa?"
Kendini bir anda annesinin kucağından yere bıraktı. Buzdolabındaki bulgur pilavını küçük tenceresi ile birlikte kucaklayıp kapıdan çıktığında, Nevra ona arkadan şokla baka kalmıştı. Çünkü küçük kızı özenle seçip aldığı granit tencerenin içindeki bulgur pilavıyla köpek beslemeye gitmişti.
🐺
Küçük Barlas belki de en güzel rüyasının ortasındaydı. Kocaman gri bir kurdun üzerinde kılıcını zaferle kaldırmış, padişahı olduğu yemyeşil ağaçlar ve çimenlerle kaplı, halkının huzur içinde yaşadığı ülkesine baktı gururla.
Derken bir kız çocuğu sesi duyuldu: "Köpeğimi kaçırdılar, damdan dama uçurdular!"
Barlas kurdun üzerinde kılıcını tekrar haznesine koyarken "Horoz değil miydi o?" diye söylenmeye başladı.
"Çilli de köpeğim, canım köpeğim!"
Barlas, sesin geldiği yöne bakmak için kurdun tüylerinden sıkıca tutunup öne doğru abandı. Metrelerce aşağısındaki toprak zeminde gezindim açık kahve gözleri ama sesin sahibini göremedi.
"Köpeğimi kaçırmışlar!"
Biraz daha öne eğildi Barlas, ama bu sefer sıkı sıkı tutunduğu elleri, kurdun tüylerinden kaydı ve yatağında debelenerek uyandı. Nefes nefese doğrulduğunda yaşadığının bir rüya olduğunu farkına varınca rahatladı. Ancak dışarıdan gelen cılız ses rüyasından lojmanların sokağında mı fırlamıştı?
"Köpeğim, kuçu kuçu! Nereye kaçırdılar seni?"
Barlas yataktan kalkıp üzerindeki kamyoncu atleti ve boxerini düzeltmeye gerek duymadan, odasının camını açtı. Gözlerini ovarken buz gibi olmasını umursamadı ve ayağını mermere koyup cama tırmandı. Gözleri sokağı baştan başa tararken daha dün tanıştığı Kızıl Cadı'yı gözüne kestirdi, sabahın bu köründe avaz avaz bağıran oydu demek!
"Ne bağırıyorsun sabahın köründe, Cadoloz!"
Küçük kız Barlas'ın sesini duyar duymaz K bloğun önünde durdu. Cama yarı çıplak şekilde çıkmış Barlas'a "Doğru söyle, köpeğimi sen mi kaçırdın Barlas?" diye sordu. "Her yere baktım, ama onu bulamadım!"
Barlas'ın kısık gözlerine çatılmış kaşları da eklenirken uykuyla çatallaşan sesiyle "Hem 'köpek benim' diyorsun, hem sahip çıkamıyorsun. Ne bileyim ben nerede! Ben falan da kaçırmadım."
Barlas sözleri ardından susar susmaz Hilâl yerden aldığı orta boy taşı Barlas'ın yanı başındaki cama fırlattı. Tuzla buz olan cam, Barlas'ın odasına dökülürken Odaya aniden dalan Beyza Hanım çığlık çığlığıydı: "Barlas sana cama çıkma demiştim!"
Hilâl, Barlas'ın annesi olduğunu anladığı kadının bağrışına karşı ağzından çıkan "Hiii!" şaşırma kipi ile elindeki tencereye daha sıkı tutunarak eve koşmaya başladığında ayakları poposuna değiyordu neredeyse.
Barlas ise kaçan kızın arkasından bakakalmış, annesinin azarlamalarına maruz kalmıştı:
"Ah eşek sıpası, Ben demedim mi o mermere tırmanma, bir gün camı indireceksin aşağı diye?"
Barlas, dudaklarını aralamış tam savunmaya geçecekti ki annesinin "Sus, konuşma bir de karşımdan! Bekle, inme aşağı. Süpürgeyi alıp geliyorum!" deyişi ile sustu.
🐺
GÜNÜMÜZ / (2024)
Van Devlet Hastanesi yazılı beton saçağın altından, dalgalı sarı saçları rüzgarda savrulan orta kiloda güzel bir genç kadın geçti. Telefonunu cebinden çıkardı önce, sonra rehberde 'Annem' diye kayıt kaydettiği numaranın üzerine tıkladı. Telefonu kulağına götürür götürmez onaylandı araması,
"Kızım, çıktın mı? Eee, ne dedi doktor?"
Kadın derince iç çektikten sonra kayınvalidesinin sorularına cevap vermek üzere araladı ince dudaklarını,
"Kötü bir şey değil anne de... Akşama herkes sizde toplansın, olur mu?"
"Hayırdır inşallah kızım,"
"Hayır anne, hayır. Ben karargâha, Barlas'ın yanına gideceğim, ondan sonra gelirim. Aman ha tüm aile bir arada olsun."
"Tamam, kızım. Allah'a emanet ol."
"Sen de annem."
Kadın aramayı kapatmış, elini hızlanan kalbine götürmüştü. Birkaç saniye öyle bekledikten sonra hastanenin önünden ayrıldı ve önüne çıkan ilk taksiyi tuttu. Arka koltuğa yerleşirken 40-45 yaşlarındaki şoförün ona seslenişini işitti,
"Nereye abla?"
Kadın kararlı bir eda ile"Karargâh, karargâha gidelim." dedi.
🐺
"Geldik abla, 370 lira tuttu."
Kadın taksicinin söylediği fiyatın cebinden çıkmayacağını düşünerek İlerideki çadırları gösterdi. "Çadırlara kadar sürer misin, eşim orada da."
Çadırların önüne geldiklerinde kadın arabadan indi ve çadırları taradı. En sağdaki çadırda elinde tuttuğu karton bardaktan çay içen iri cüsseli eşinin silüetine doğru seslendi,
"Barlas!"
Önünü sesin geldiği yere doğru dönen Yüzbaşı Barlas Korlu, eşinin geleceğini tahmin etmemişti.
Kadının yanına gelen bir başka kamuflajlı asker "Ben hallederim yenge." deyince kadın, ona adımlayan eşine doğru yürümeye başladı.
"Mihri'm," diyen eşi, kadını çoktan kolların arasında sarmıştı.
"Barlas," dedi kadın ellerini adamın sırtına yerleştirirken. Gülümsedi, gözlerini kapadı, kocasının üzerinde buram buram kokan toprağın kokusunu çekti ciğerlerine. Sonra ayrıldılar. Göz göze buluştular.
"Önemli bir şey mi oldu, karargâha gelmezdin sen?"
"Hayırlı bir şey oldu aslında da... Söylesem mi ki sana?"
"Adamı çatlatma Mihri, söyle dinliyorum."
"Belki semaver çayı ısmarlarsın sıcak sıcak, sohbet ede ede yürürüz?"
Barlas, yüzündeki gülümseme ile "Tamam, alıp geliyorum." dedi ve büyük çadıra doğru koşar adım yürümeye başladı. Dakikalar sonra elinde tuttuğu iki karton bardaktan birini 'Mihri'm' diye seslendiği eşi Mihriban'a uzattı.
"Bizim binaya hamamböceği mi ne dadanmış, içerde ilaçlama yapıyorlar diye bizi tahliye ettiler. Gerçi sabah mesaj geldiğinde söylemiştim sana." dedi çayından bir yudum alırken.
"Evet canım, söylemiştin." Mihriban bu cevabi verdikten sonra derince iç çekti, yüzü asıldı. İçinde garip bir his vardı. Korkuyordu.
Çadırlardan biraz uzaktalardı. Sert toprak ayakların altına unufak olurken Barlas, eşindeki sessizliğe şaşırdı, "Sen niye suskunsun bu kadar?"
Mihriban başını yoldan ayırıp Barlas'ın gözlerine baktı, "Hiiiç, keyfim yok sanki." dedi.
Barlas ileri doğru baktı. Az sonra yerde gördüğü kırmızı bir gelinciği gözüne kestirirken Mihri ile konuşuyordu:
"Ben senin neşeni geri getirecek bir şey biliyorum, bekle burada." dedi. Mihri'nin en sevdiği şey çiçekti.
Mihriban gülümseyerek kırmızı gelinciğe doğru yürüyen eşine baktı hayranlıkla. Barlas'ın yere eğilişini, gelinciği koparışını, tekrar ayağa kalkıp yanına doğru yaklaşmasını ağır ağır izledi. Derken sevdiği adamın alnında, sol göğsünde ve karnında gördüğü yeşil lazer ışığıyla olduğu yere çakıldı. Barlas ise her şeyden habersiz elindeki gelincikle karısına gülümsüyor, yaklaşıyordu.
Önce bir nida koptu Mihri'nin dudaklarından,
"Barlas!"
Ardından var gücüyle koşup siper oldu sevdiği adama. Bu sarılışının beraberinde ise biri beline ikisi sırtına isabet eden üç kurşun geldi.
Barlas'ın kolları, Mihri'nin kanlı sırtında yerini alırken karargâhtaki diğer askerler dağdaki beş teröristi leşe çevirmişti.
Mihri'nin kahve gözleri Barlas'ınkilerde takılı kalırken biri acıdan biri şoktan iki beden yere yığıldı. İşte o zaman soyut bir şekilde kulaklarda yankılandı o türkü,
"... Sarı saçlarına deli gönlümü,"
Barlas, Mihri'yi kolları arasına aldı otururken, hâlâ şoktaydı.
"... bağlamışım çözülmüyor Mihriban Mihriban"
"Mihri'm" dedi Barlas zorlukla. Kadının açık kalan gözleri kapanmadan önce son sözlerini fısıldadı kesik kesik,
"Asker değilim ama... Vatan... sağ olsun..."
"...Ayrılıktan zor belleme ölümü ölümü..."
"Görmeyince sezilmiyor Mihriban Mihriban..."
"...Ayrılıktan zor nelleme ölümü ölümü..."
"Görmeyince sezilmiyor Mihriban Mihriban..."
Van dağlarından yankılanan bu yanık türkü, arabanın arka koltuğunda, kucağındaki eşinin kirece dönen yüzünü okşayan Barlas'ın kulaklarında da yankılandı,
"...Yar deyince kalem elden düşüyor..."
"Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor şaşıyor..."
"...Lambada titreyen alev üşüyor üşüyor..."
"Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban Mihriban..."
"...Lambada titreyen alev üşüyor üşüyor..."
"Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban Mihriban..."
Hastane koridorlarındaki telaşın sesine de karıştı bu türkü, ameliyathanenin kapısından başı öne eğik çıkan doktorun "Maalesef, anneyi de bebeği de kurtaramadık." cümlesinde de yankılandı.
"...Tabiplerde ilaç yoktur yarama..."
"Aşk deyince ötesini arama arama..."
"... Her nesnenin bir bitimi var ama var ama..."
"Aşka hudut çizilmiyor Mihriban Mihriban..."
"... Her nesnenin bir bitimi var ama var ama..."
"Aşka hudut çizilmiyor Mihriban Mihriban..."
Türkünün ağlayışı burada da susmadı.
Evladını kaybeden bir ananın tiz çığlığında da, akrabasını kaybeden bir yakının hıçkırığında da, arkadaşını kaybeden bir dostun kederinde de, hem eşini, hem de doğmayan çocuğunu kaybeden yıkık bir adamın enkazında da yankılandı.
Ancak türkü yine susmadı.
Soğuk morgun loş koridorlarında da yankılandı, ölü bir bedenin dudaklarındaki derin tebessümde de. Cansız bedeni sarmalayan beyaz kefendeki kan damlalarında da yankılandı, kan damlalarını zihnine kazıyan yıkık adamın enkazında da...
Türkü için için ağladı, susturamadılar.
Bu sefer de bir tabutun ahşabına döküldü gözyaşları, toprağı hoyratça deşen kazma kürekte yankılandı hıçkırıkları, ölü beden toprağa verilirken de vardı haykırışları, toprağın üzerini örten yıkık adamın enkazında da...
Türkü sustu.
Ananın çığlıkları hıçkırığa dönüşürken de sustu, kefendeki kan damlaları toprağın altında kururken de, yaş toprak ısınırken de sustu, intikam ateşiyle yanıp tutuşan yıkık adamın enkazında da...
🐺
(IRAK)
Genç kadın aynanın karşısında kırmızının en koyu tonu rengindeki rujunu sürerken bir yandan da eski radyosundan gelen erkek sesini dinliyordu.
"Van Karargâhına düzenlenen hain saldırıda eşine siper olan Yüzbaşı Barlas Korlu'nun eşi Mihriban Korlu şehit düştü."
Kadın koyu yeşil gözlerine siyah tonlardaki makyajının yakıştığını düşünürken radyoyu aniden kapattı. Halbuki burada onun haricinde Türkçe konuşan tek şey eski kırmızı radyosuydu.
"Orospu çocukları..." diye fısıldadı dişlerin arasından. Beline uzanan dalgalı koyu kızıl saçlarını bağlamadan kulisten dışarı çıktı. Tam karşısındaki merdiven korkuluklarının önüne geldiğinde aşağıda yiyip içen, gönüllerince eğlenen düşmanlarına baktı. Hepsinin yüzünde ayrı bir peçe olsa da gözlerinde aynı duygu hakimdi: Gurur.
"Van'dakiler döktürmüş yine," dedi bir adam Arapça konuşarak.
"Adam bizim adam, döktürür tabii," diye karşılık verdi diğeri. Burada herkes Arapça konuşuyordu.
"Sonradan ölmeseler de iyiydi." dedi ötekisi. Bir gözü kördü.
"Bak," dedi kör olana beyaz saçlı olan "bizden beş gitse onlardan on beş gitti say. Sıradan bir kadın vurulsaydı iyiydi, sadece asker eşi vurulsa yine iyiydi, ama hem hamile, hem de asker eşi bir kadının vurulması, üzerine ölmesi çok çok daha iyi."
"Haklısın," dedi kör olan ve masadaki diğer adamlara seslendi: "Hadi kadehlerimizi on beş şehit değerindeki bir kadına kaldıralım!"
Ona yakın adam, hepsi birden kadeh tokuşturduklarında kadın, ultra mini yeşil saten elbisesinin düşen askılığını omzuna yerleştirip merdivenleri bir bir indi.
Burası eski bir gazinoydu, tüm hainliklerin toplantısının yapıldığı, ölüm emirlerinin verildiği ve haddinden fazla günahlarını işlendiği bir gazino.
Kadın, son basamaktan sonra adamlarla dolu olan masaların önündeki küçük alana adım attıkça, ayağındaki siyah ayakkabıların kalın topukları yerdeki ahşabı delercesine sesler çıkartıyordu. Onu görür görmez ıslık ıslık binbir türlü kirli iltifatlar bağıran adamlara karşı hafifçe öne eğildi. Sağ elinin avuç için öptü ve kırmızı ruj izi olan avucuna doğru üfledi. Geri doğrulduğunda az önce cümlelerini işittiği beyaz saçlı adama çapkınca göz kırptı. Saçlarını geri savurup ahşap zemine dikilen metal direğe sardı ellerini. Direğin etrafında birkaç kez döndükten sonra bacaklarını büyük bir özenle direğin soğuğuna doladı. Direkte yaptığı her harekette adamlar daha da bir gaza geliyordu.
Nasıl olsa en sonunda hepsi de geberecek diye avuttu kadın kendini. Doğduğu toprakların insanıydı o. Bedenini bir ton şerefsizin önünde kullanırken kendini ancak böyle avutabiliyordu.
Kızıl saçları vücudundaki sıcak tere yapıştığında tırmandığı direkten süzüle süzüle indi kadın. Ahşap sahnenin ortasında hafifçe öne eğilip selam verdi. Tekrar doğrulduğunda az önceki beyaz saçlı adama sırıtarak bakıp yeniden göz kırptı. Adam gözlerini kadından ancak kadın kulise çıkan merdivenleri tırmanırken ayırabildi.
Topukluları ahşap zemini inletirken merdivenlerin son basamağını çıktı. Ağır adımlarla odasına doğru yürürken arkasından sesine aşina olduğu başka bir kadın seslendi:
"Lana!"
Burada kullandığı ismini kadının sesinde duyunca arkasına döndü. Yeşil gözleri yarı çıplak dansözü buldu. Kadına Arapça "Efendim," diye cevap verdi.
"Aşağıda, en köşede oturan beyaz saçlı adam..." dedi. "Seni masasına çağırmamı söyledi, aksi takdirde..." Kadın bir eliyle kızıl saçlarını düzeltirken dansözün sözünü kesti: "Tamam, halledeceğim."
Dansöz kadın üstündeki kumaş parçalarının pullarını çarpıta çarpıta tekrar merdivenlerden inmeye başladı. Kadın ise çoktan odasına geçmişti. Mini buzdolabından çıkardı kalıptaki tüm buzları büyük su bardağına döktü, yarısına kadar da su ekledi.
Bardaktaki sıvıyı tek hamlede kafasını diktikten sonra kalan buz parçalarını ağzında kırarak yemeye devam etti. İşi bittiğinde vakit kaybetmemek için kısa bir an aynaya baktı, ardından kulisinden çıktı ve merdivenleri tek tek indi.
Ayağı ahşap zeminle tekrar buluşur buluşmaz gözleriyle salonu taradı. En köşedeki beyaz saçlı adamı gördükten sonra masasına doğru adımladı.
Kıvırtarak yürürken masanın yanına geldi. Adam yüzündeki peçeyi tek hamlede çıkarmış oturduğu koltuğun boş tarafına iki kez vurmuştu. Kadın, adamın mesajını anlayıp elini çektiği yere oturdu hemen. Önüne gelen uzun saçlarını omuzun arkasına attığında adama alıcı gözlerle kaçamak bakışlar attı. Tabii ki âşık olmamıştı, sadece birazdan dünyadan bir puştun daha eksileceğini düşünerek kendini rolüne odaklıyordu.
"Ne yapalım seninle?" diye sordu kadın Arapça.
Biraz evvel onu aşağı çağıran süslü dansöz sahneyi kapmıştı. Adamın gözleri ise sahnede kıvırtan dansözü kesiyordu. Ortamdaki yoğun darbuka sesi adamın dudaklarının arasından çıkan her bir söze karışıyordu.
"Onu sen söyleyeceksin küçük hanım, burası mı, başka yer mi?"
Kadın adamın sorusuna çok utanmış gibi sırıttı önce, ardından başını yukarı kaldırıp gözlerini tavana dikti. Biraz düşündükten sonra bakışlarını tekrar adama çevirdi, "Daha güzel yer biliyorum, hem oldukça sıcak..." dedi cilvesiyle.
"Neresiymiş orası?" dedi adam kıstığı gözleriyle.
Kadın 'cehennem' demeyi çok isterdi ama bu kansızı oranın bile kabul edeceği meçhuldü. İnatla omzunu aşıp gövdesine düşen kızıl dalgaları tekrar sırtına attı ve ayağa kalktı. Bir elini hâlâ oturan adama uzattı ve ekledi: "Sadece benim bildiğim bir yer merak etme ortama erim erim eriyeceksin."
Adam tereddüt etmeden tuttu kadının uzattığı elini. Saniyeler sonra gazinonun açık otoparkında, adamın Arap plakalı siyah arabasının önündelerdi. Kadın cilveli bir hareketle adamın kemer kısmındaki anahtarları aldı ve sürücü koltuğuna geçti. Adamın da ön yolcu koltuğuna oturmasıyla can alıcı planı kaldığı yerden devam etti.
Gözlerini mi oysaydı, uzuvlara mı ayırsaydı? Belki alnının ortasına bir delik açsa da güzel olurdu? Ama kadın kararını vermişti. Bu adamı daha başka şeyler bekliyordu.
Araba, orman içinde küçük bir kulübenin önünde durana kadar sessizdi.
Önce kadın indi arabadan, sonra adam. Kadın, kapının önündeki paspası kaldırdı ve kapının anahtarını eline geçirdi, adamsa bu sırada uluyan kurtların sesine kulak vermiş karanlık ormanı inceliyordu uzaktan.
Nihayet kulübenin içine girdiklerinde adam törpüleyemediği merakıyla bu sefer de içeriyi kesiyordu. İkisi de kulübenin ortasındayken kadın salonla iç içe olan mutfağa geçti ve adama seslendi:
"Çilekli votka koyuyorum," dedi Arapça. "Sever misin?"
Adam kahverengi eski koltuklara kendini bırakırken "Olur, yanına bir şey getirme, gerek yok. Sen gel hele, o yeter." dedi.
Kadın kadehlere çilekli votka doldururken adamın bardağına işlemeli yeşil taşlı yüzüğünün gizli haznesinden, ezip toza çevirdiği karışımı ekledi, bu adamı mayıştıracak, hareket etmesini engelleyecekti.
İkisi de şöminedeki alevlerin odunu yakarken çıkardığı sesi dinleyerek içeceklerini yudumluyordu. Adam bir anda kalktı, koltuğun diğer tarafında ona alttan alttan bakan kadına doğru yürümeye başladı.
"Oturmaya mı geldik, eğlenmeye mi?" dedi histerik bir öfkeyle.
Kadın da ayağa kalktı ve adamın tam karşısına dikildi. Mini elbisesini sıyırıp bacağına taktığı kemerden çakıyı aldığı gibi adamın sol omzuna sapladı. Adam acıyla inleyip geriye doğru düşerken kadın tekrar mutfağa geçti. Çekmecenin birinden çıkardığı uzun kerpeteni önce tezgahın üzerine bıraktı. Baharatların olduğu kavanozların arasından bir kutu kibriti aldı ve önce onu sonra ocağı yaktı. Kerpetenin demir kısmını bir süre ateşe tuttuktan sonra tekrar adamın yanına geldi. Alt çenesini sertçe aşağı çekti adam iyice uyuşmuş, hareket edemezken kadın bu sefer Türkçe bağırdı: "Konuş," dedi. "Ne diyordun o adama? Söyle, hamile bir kadını öldürmeni sana verdiği zevki anlatsana!"
Adamın gözlerinde ise korkudan başka duygu yoktu. "Sen..." dedi kestikçe "Sen..." dili tutulmuş gibiydi, devamını getiremedi. Anlaşılan Türkçe biliyordu.
"Ben," dedi kadın. "Beni hatırladın mı?" Adam başını korkuyla iki yana salladı. "Sana 'Ben Hilâl' desem, hatırlar mısın?" Adam başını yine olumsuz anlamda salladı.
" 'Kara Hilal' desem," dedi bu sefer de. Adam yine başını hızla sağa sola hareket ettirdi. Kadın, kızıl saçlarını bir defa daha sırtında toplarken histerik bir kahkaha attı ve daha yüksek sesle bağırdı:" 'Lâl' desem diğer göt laleleri gibi titremeye başlarsın ama, değil mi?!" dedi.
Adamın kocaman açılan gözleri daha da irileşirken kadının da dediği gibi titremeye çoktan başlamıştı. Kadın, hızla alt çenesini araladı adamın. Ancak birbirlerine kilitlenen alt ve üst dişler kadına engel değildi. Kerpetenin ucunu sertçe sarı dişlerine vurduğunda adamın ağzı otomatik açılmıştı. Dişlerinin kırılmasının verdiği acıyla iniyordu.
Kadın, adamım pis dilini sıcak kerpetenin ucuna kıstırdı. Biraz daha kıstırdı. Ta ki adamın dili kopup ağzından oluk oluk kan akana kadar kıstırdı.
Artık adamın inleyişlerine aşinaydı.
"Şimdi istesen de anlatamazsın nasıl zevk aldığını, ama bak ben sana bir iyilik yapıp anlatayım," dedi kadın. Adamın kopan dilini baş ve işaret parmakları arasına kıstırıp salladı hafifçe.
"Beni tanımayanlar 'Hilâl' der, ufacık tanıyanlar 'Kara Hilal' bilir beni. Ama sen ve senin gibi kancık puştlar çok iyi tanırlar. Ben Üsteğmen Hilal, Hilal Aydan. Namıdiğer Lâl. Sen ve senin gibilerin beni çok iyi tanıdığı Lâl. Yakalanmam için orman köşelerine ayı tuzakları kurduğunuz Lâl, hani şu korkulu rüyanız olan Lâl. Vatanını, milletini korumak için bu lakabı almış, kurbanlarını sessiz sedasız geberten Lâl. Ve sana söz veriyorum; senin gibi, biz Türkler hakkında ota boka konuşan tüm arkadaşlarını sana yaptığım gibi lâl bırakacağım. Onların dillerini koparacağım ve birazdan sana yapacağım gibi vücutlarını delik deşik edeceğim.
BEN GELDİMM TABİİ YENİ BİR KURGUYLA!
Bunları yazarken yakalanmamak için acele ettim, yazım yanlışlarım varsa affola.
Kurgu bir gece ansızın misali geldi aklıma ve kaleme aldım. İlk askeri kurgum, bilgi yanlışlarım varsa onlar da affola!
Yorumlarınızı bekliyorum!!!
💣🐺🌙
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |