@kalemdendusen
|
Demir, kadının söylediklerini anlamaya çalışırken zaman yavaş akıyordu. Onun sessizce odada oturuşunu, masadaki ince kitapla oynayışını, uzaklara dalan bakışlarını izledi. Bir süre sonra kendini bir rüyadaymış gibi hissetmeye başladı. Eylül, kendisine dair bir şeyler anlatmaya başladığında sesini bir perde arkasından dinliyormuş gibi hissetti.
“Bunu hatırlaman gerekmiyor,” dedi kadın, nazik ama kararlı bir ses tonuyla. “Bazen geçmişi hatırlamamak daha iyidir. Bu, bizim ikinci şansımız olabilir. Belki de her şeyi yeniden, sıfırdan başlayabiliriz.”
Demir, onun söylediklerini anlamaya çalıştı ama cümlelerin ağırlığı zihninde yankılanarak kayboluyordu. Yatağın kenarındaki ince metal çubuğa tutunarak doğrulmaya çalıştı, ama başındaki hafif dönme hissi onu geri çekilmeye zorladı.
“Ne kadar zamandır buradayım?” diye sordu. Sesinde acelecilik ya da panik yoktu, sadece sakin bir merak.
Eylül birkaç saniye düşündü. “İki hafta kadar oldu. İlk birkaç gün yoğun bakımdaydın. Ama şimdi daha iyisin. Çok daha iyisin.”
“Peki neden hiçbir şey hatırlamıyorum?” Bu soruyu sorarken, içindeki rahatsızlık büyümeye başladı. Eylül’ün söyledikleri mantıklıydı ama aynı zamanda bir şeyler eksikmiş gibi hissettiriyordu. Sanki bir bulmacanın parçaları birbirine uymuyordu.
Eylül, bu soruyu duyunca derin bir nefes aldı. Gözlerini yere indirdi, elleriyle masanın üzerindeki kitabın kenarını kavradı. “Doktorlar hafıza kaybının geçici olabileceğini söylüyor,” dedi. “Ama bu tür durumlarda bazen... bazı şeyler geri gelmeyebilir.”
Demir, onun yüzüne dikkatlice baktı. Gözlerindeki derin hüzün, söylediklerinden daha fazlasını anlatıyordu. “Beni nasıl tanıyorsun?” diye sordu, biraz daha doğrudan bir şekilde.
Eylül’ün dudakları hafifçe titredi. Sonunda gülümsedi ama bu gülümseme, yüzüne yerleşen ince bir maske gibiydi. “Demir... Biz evliyiz. Beş yıldır. Birlikte çok şey yaşadık. Mutluluk da vardı, zor günler de... Ama seni hep sevdim. Sen de beni.”
Bu sözler odada yankılandı, ama Demir için hala boş bir melodiydi. Kadının söylediklerine inanmak istiyordu, ama kalbinde bir direnç vardı. Bu direncin sebebini bilmiyordu ama oradaydı, ağır ve rahatsız edici bir şekilde.
Bir süre daha sessizce oturdular. Eylül, masadaki kitabı açtı ve sayfalarını çevirmeye başladı. Demir, onun hareketlerini izlerken zamanın nasıl geçtiğini fark etmedi.
“Kitap mı okuyorsun?” diye sordu.
Eylül başını kaldırmadan hafifçe gülümsedi. “Evet. Sen uyurken hep kitap okurum. Sen de bunu bilirsin.”
Demir’in kaşları hafifçe çatıldı. “Ben kitap okumayı sever miydim?”
Eylül, başını kaldırdı ve ona baktı. “Severdin. Özellikle şiirleri. Sabahattin Ali’yi, Nazım Hikmet’i, Attila İlhan’ı çok okurdun. Bana da sık sık şiir okurdun.”
Demir, bu isimlerin zihninde bir şeyler çağrıştırmasını bekledi ama hiçbir şey olmadı. “Hiçbirini hatırlamıyorum,” dedi, sesinde hafif bir üzüntüyle.
Eylül elini onun elinin üzerine koydu. “Hatırlayacaksın,” dedi. “Zamanla.”
Demir, kadının yüzüne baktı. Onun gözlerindeki kararlılığı gördü ama aynı zamanda bir şeylerin eksik olduğunu hissetti. Kadının dokunuşu sıcak ve samimiydi, ama bu samimiyet, kendi içinde bir yabancılık hissi taşıyordu.
“Evimiz nasıl bir yerdi?” diye sordu birden. Bu soru, zihnindeki boşluğu doldurmak için atılmış bir adımdı.
Eylül gülümsedi. “Küçük ama sıcak bir yer. Duvarlarda senin seçtiğin tablolar var. Salonda büyük bir kitaplık, mutfakta eski bir çaydanlık... Bazen mutfakta birlikte yemek yapardık. Sen hep baharatları fazla koyardın. Ben de sana kızardım, sonra gülerdik.”
Kadının anlattıkları bir masal gibiydi. Güzel ama uzakta, gerçekliği sorgulanabilir bir masal. Demir, o eve dair hiçbir şey hatırlamıyordu ama onun anlattığı sıcaklık, bir anlığına içinde küçük bir umut kıvılcımı yarattı.
Eylül, anlatmaya devam etti: “Bahçemizde küçük bir limon ağacı vardı. Onu sen dikmiştin. İlk çiçek açtığında çocuk gibi sevinmiştin. Hala duruyor orada, bizi bekliyor.”
Demir bir şey söylemedi. Sadece kadının anlattıklarını dinledi. İçinde bir huzursuzluk vardı ama bu huzursuzluk, kadının sesinin yumuşaklığıyla biraz olsun bastırılıyordu.
Sonunda başını tekrar tavana çevirdi. “Eve gitmek istiyorum,” dedi.
Eylül, bu sözleri duyunca birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra hafifçe başını salladı. “Yakında,” dedi. “Ama önce biraz daha iyileşmelisin. Sonra her şey yerine oturacak.”
Demir, onun söylediklerine inanmak istedi. Ama odadaki sessizlik, onun içindeki karmaşayı susturamıyordu. Gözlerini kapattı ve zihnindeki boşluğun içinde kayboldu. Demir, gözlerini bir kez daha tavana dikmiş halde uzanıyordu. Eylül, bir süre onun yanında oturmuş, sonra sessizce kalkıp odadan çıkmıştı. Giderken hafifçe kapanan kapının sesi, odanın içinde yankılanmıştı. Şimdi yalnızdı.
Hafifçe derin bir nefes aldı. Oda, hastane kokusuyla doluydu; steril, soğuk ve keskin bir koku. O koku, her şeyin gerçek olduğunu ona hatırlatıyordu. Ama gerçek neydi? Onu asıl rahatsız eden bu soruydu.
Pencere hâlâ açıktı. Rüzgar, perdeyi hafifçe hareket ettiriyor, odanın içine soğuk bir esinti taşıyordu. Bu rüzgarın nereden geldiğini merak etti. Hangi şehirdi burası? Hangi mevsimi yaşıyordu? Dışarıdaki ağaçların dalları birbirine sürtünerek ince bir ses çıkarıyordu. Uzun süre bu sesi dinledi. Her bir rüzgar dalgası, zihnindeki boşluğu doldurmasa da onu sakinleştiriyordu.
Başını çevirdiğinde, yatağın yanındaki küçük komodini fark etti. Üzerinde bir bardak su, birkaç ilaç ve küçük bir çerçeve duruyordu. Çerçeveyi dikkatle inceledi. İçinde iki kişinin olduğu bir fotoğraf vardı. Bir kadın ve bir erkek. Kadın Eylül’dü, bunu hemen anladı. Ama erkek… kendisi miydi?
Elini uzattı, çerçeveyi aldı. Fotoğraftaki adama uzun uzun baktı. Yüzü tanıdıktı, ama yine de yabancıydı. Kendi yüzü olmalıydı, bunu mantık söylüyordu. Ama o yüz, bir anlam ifade etmiyordu. Bir yabancının fotoğrafına bakıyor gibiydi. Fotoğrafın arkasını çevirdiğinde, küçük, siyah bir kalemle yazılmış bir tarih gördü: 12 Ağustos 2019. Bu tarih de zihninde bir yankı uyandırmadı.
Çerçeveyi yerine koydu ve tekrar tavana baktı. Zihnindeki sessizlik, rahatsız edici bir yankı gibi büyüyordu. Hatırlamak istediği bir şey vardı, bunu hissedebiliyordu. Ama ne olduğunu bilmiyordu. Bir görüntü, bir his, bir ses… Hepsi bulanıktı.
Tam o sırada kapı tekrar açıldı. Bu kez odaya giren, hastane üniformalı genç bir hemşireydi. Elinde bir dosya vardı. Hafif bir tebessümle ona yaklaştı.
“Günaydın, Demir Bey,” dedi. “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”
Demir, kısa bir süre düşündü. Ne hissettiğini kelimelere dökmek zordu. Sonunda sadece, “İyiyim,” dedi.
Hemşire, onun yanındaki serum torbasını kontrol etti, dosyasına birkaç şey yazdı. “Ağrınız var mı?” diye sordu, profesyonel bir ses tonuyla.
“Hayır,” dedi Demir. Ama aslında bu doğru değildi. Fiziksel bir ağrı hissetmiyordu belki, ama içinde tarif edemediği bir baskı vardı.
Hemşire işini bitirince hafifçe gülümsedi. “Eğer bir şeye ihtiyacınız olursa, hemen haber verin,” dedi ve odadan çıktı.
Kapı tekrar kapandığında, Demir bir süre daha yalnız kaldı. Gözleri, pencerenin hemen dışındaki gökyüzüne kaydı. Gökyüzü griydi, bulutlar ağır ve hareketsizdi. Rüzgar, pencereden içeri girmeye devam ediyordu. Bu rüzgarın bir sesi vardı, ama bu ses bir anlam taşımıyordu.
Ayağa kalkmayı denedi. Vücudu hala zayıftı, ama yatağın kenarına oturmayı başardı. Ayaklarını yere bastığında, soğuk zeminin sertliği onu ürpertti. Yavaşça doğrulup pencereye yaklaştı. Camın kenarına tutunarak dışarıya baktı.
Gördüğü manzara sıradandı: birkaç ağaç, dar bir yol ve ufukta yükselen apartmanlar. Ama bu sıradanlık, onu bir şekilde rahatlatıyordu. Bu manzara ona hiçbir şey hatırlatmıyordu, ama aynı zamanda yeni bir başlangıç gibi hissediliyordu.
Uzun süre bu şekilde, pencereden dışarıyı izledi. Ağaçların yaprakları, rüzgarla dans ediyordu. Dışarıda bir yerlerde, bir çocuk sesi duydu. Ardından bir köpek havladı. Tüm bu sesler, bir şekilde ona uzakta bir hayatın olduğunu hatırlatıyordu. Ama bu hayat, ona ait değilmiş gibiydi.
Eylül tekrar odaya girdiğinde, Demir hâlâ pencerenin kenarında duruyordu. Onu görünce hafifçe gülümsedi. “Ayakta ne yapıyorsun?” diye sordu, sesi biraz endişeliydi.
“Dışarıya bakıyorum,” dedi Demir.
Eylül, yanına yaklaşıp elini onun koluna koydu. “Sana kahvaltı getirdim,” dedi. “Biraz yemelisin. Güçlenmen gerekiyor.”
Demir, tekrar yatağa oturdu. Eylül küçük bir tepsiyle masanın yanına geçti. Tepside bir dilim ekmek, biraz peynir ve bir bardak çay vardı. Ona sessizce yemeğini hazırladı.
Demir, kadının hareketlerini izledi. Her şey o kadar sıradandı ki bu sıradanlık, garip bir şekilde huzur veriyordu. Ama bir yandan da bu huzur, bir tür sahte duygusal rahatlık gibi hissettiriyordu.
“Eylül,” dedi bir süre sonra.
Kadın, başını kaldırıp ona baktı. “Evet?”
“Bu hayat gerçekten bana mı ait?”
Eylül, birkaç saniye duraksadı. Sonra elini onun elinin üzerine koydu ve gülümsedi. “Evet, Demir. Bu hayat senin. Bizim hayatımız.”
Demir, onun sözlerini düşündü. Kadının gözlerinde bir doğruluk vardı. Ama bu doğruluk, kendi içinde bir yabancılık taşıyordu. Bu hayatın ona ait olduğunu kabul etmek istiyordu, ama içindeki boşluk buna izin vermiyordu. |
0% |