@karadagceren
|
Selaaammm! Nasılsınız? Umarım hepiniz iyisinizdir. Bölüme başlamadan önce lütfen oy verip satır aralarına yorum yaparsanız çok sevinirim. --- "Vatan için can veren bütün şehitlerimizin anısına. Saygı ve minnetle anıyoruz..." ---
Asel Sönmez... Uyandığımda hastane odasında tek ben vardım. Senem sanırım göreve gitmişti. Sırtımı biraz dikleştirip yataktan doğruldum ve yatağın yanındaki masada duran sürahiyi alıp kendime bir bardak su doldurdum. Ağzımın içi kup kuruydu. Bir bardak yetmeyince ikinci bardağımı da doldurdum. Kapı açıldı ve içeriye kapımda bekleyen askerler girdi. "Komutanım, günaydın." Selamına baş selamı ile karşılık verdim. "Komutanım, bilmeniz gereken önemli bir durum var." Kaşlarımı çatarak doğruldum. "Söyle, asker, nedir?" Asker bir kaç saniye duraksadı. "Komutanım, timinizde görevli olan Uras Komutan," devamını getirmesini bekledim ama sustu. Kalbim korkuyla teklerken askerin konuşmasını bekledim. Ne olur, ne olur olmasın. Uras... şehit düşmüş olmasın Allah'ım lütfen. Eşi Yıldız geldi ilk aklıma. Kadın hamileydi. Uras'ı nasıl beklediğini bilirdim. "Asker söylesene, ne olmuş?" Diye bağırdım hasta yatağından bir hışımla kalkarak. "Komutanım, Uras Komutan hayatta ama aldığımız habere göre başına silah dayanmış, esir durumda. Timin etrafları sarılmış. Arama kurtarma ekibi yola çıkmaz üzere." Uras'ın yaşadığı haberi içime su serperken askerlerimin tehlikede olması tekrardan kuvvetli bir korku hissetmeme sebep olmuştu. Haberin etkisiyle beynimde şimşekler çakıyordu. Uras hayattaydı, ama o ve timim düşmanın elindeydi. Bu, en kötü senaryoydu. Hızla yatağımdan kalkıp başımda dikilen askerlere baktım. "Arama kurtarma ekibi kaç kişilik? Durum nedir?" "Komutanım, on kişilik ekip hazır. Düşmanın hareketliliği henüz tespit edilemedi ama bölge ağır silahlarla kontrol altına alınmış durumda." İçimdeki öfke ve korku dalgası, bir an için damarlarımda ateş gibi dolaştı. Kendi adamlarım ellerindeyken hareketsiz kalamazdım. Adımımı atmaya yeltendiğimde dizimde bir ağrı hissettim, yaralandığımı unutmuştum. Ama şimdi bunun önemi yoktu. "Operasyonun başına ben geçiyorum," dedim kararlı bir sesle. "Komutanım, izin vermezler," dedi askerlerden biri. Gözlerinde hem saygı hem de endişe vardı. "İzin mi?" Sesim yükselirken, ayağa kalkıp onlara bir kez daha baktım. "Bu, bir emir! Silahların ucu benim timimin başındayken ben yarı yolda yatakta kalamam! Adamlarım orada, esir alınmışlar. Uras'ın karısına ne diyeceğim? Çocuğuna ne diyeceğim? O ekibi ben yöneteceğim, anlaşıldı mı?" "Emredersiniz, komutanım," diye yanıtladı askerler hep bir ağızdan, itiraz edemediklerini bilerek. Başımı salladım ve hızla harekete geçmek için hazırlanmak üzere dolabımda asılı duran üniformama uzandım. Her hareketimde dizimdeki ağrı bana acı bir şekilde eşlik etse de, bu acının yanında içimdeki korku daha güçlüydü. Uras ve diğerleri... Orada bir an bile fazladan kalamazlardı. Onları getirmek için her şeyi yapacaktım. Askerler odadan çıkarken bir an duraksayıp kapıya doğru baktım. İçimde kopan fırtınayı, yüzümdeki sert ifadeyle bastırmaya çalışıyordum. Senem gelirse ne diyeceğini bile düşündüm ama şimdi bunun zamanı değildi. Şu an tek önceliğim, adamlarımı sağ salim geri getirmekti. "Albay nerede?" Sert sesimle konuştuğumda askerler titreyerek cevapladı beni. "Taburda, komutanım." "Beni tabura bağlayın, hemen!" Askerler telaşlı bakışlarını üzerimde gezindirse de emrimi ikiletmeden kamuflajlarından çıkardığı telsiz ile albaya bağlandı. "Albayım, benim, Yüzbaşı Sönmez." Albayın cevabı gecikmedi. "Söyle, Sönmez." Gelecek her tepkiye kendimi hazırladım. "Sönmez Timi'nden askerim Teğmen Uras Yıldırım'ın başına silah dayanmış. Arama kurtarma ekipleri ile bende bölgeye gitmek istiyorum, izniniz olursa." Albay geçen bir kaç saniyenin ardından konuştu. "Bu imkansız, yüzbaşı. Yaralısın ve raporlusun. Seni bölgeye gönderemem." Çatlamış dudaklarımı ıslatıp tekrardan konuştum. "Komutanım, lütfen. Sadece gitmeme izin verin. Askerlerim oradayken ben burada olacaksam benim yüzbaşı olmamın, komutanlığımın ne anlamı var daha? Ben iyiyim, gerçekten. Eğer izin verirseniz arama kurtarma ekibi ile gidip onlarla geri dönmeyi talep ediyorum." Albay bir süre düşündü. "Bunu yapmam kurallara uygun değil ama tamam. Arama kurtarma ekibi ile git. Ama göreve devam etmiyorsun. Arama kurtarma ekibi ile geri dönüyorsun." Albayın onayı ile içimdeki baskı bir nebze de olsa hafifledi, ama bunun geçici olduğunu biliyordum. "Emredersiniz, komutanım," dedim, derin bir nefes alarak. Artık hareket vaktiydi, ama yine de üzerimde hissedilen sorumluluğun ağırlığı gitmemişti. Uras ve diğer askerlerim hâlâ düşmanın elindeydi ve onları orada bırakmak içime sinmiyordu. Görev sadece kurtarma ile sınırlıydı, ama ben onların yanında olmalıydım, her ne olursa olsun. Hızla üniformamı tamamladım. Yaralanan bölgemi koruma amaçlı olarak orayı iki kat sargı bezi ile sardıktan sonra üzerime kurşun geçirmez çelik yelek ve kamuflajımı geçirdim. Vücudumda ağırlık yapıp hareket kabiliyetimi kısıtlasa da ikinci bir yaralanmada bu kadar şanslı olup olmayacağımı bilmiyordum ve canımla kumar oynamak isteyeceğim şeylerin arasında yer almıyordu. Kızıl saçlarımı ensemde topuz yaparak miğferimi kafama geçirdim. Ayağımdaki hastane terliklerini de çıkartıp yerine postallarımı giydim. Dışarıda bekleyen askerler beni gördüğünde, yüzlerindeki kararlılık ve endişe karışımı duyguları fark ettim. "Arama kurtarma ekibi hazır mı?" diye sordum sert bir tonda. "Komutanım, hazır. Helikopter kalkışa geçmek üzere," dedi en yakınındaki asker. Başımı salladım ve hiç vakit kaybetmeden harekete geçtik. Zihnimde tek bir düşünce vardı: Uras ve diğerleri sağ salim dönmeli. Başka bir ihtimali kabul edemezdim. Helikoptere doğru ilerlerken, rüzgâr yüzüme çarptıkça düşüncelerim daha da berraklaşıyordu. Görev esnasında her şeyin planlandığı gibi gitmeyebileceğini biliyordum. Albay bana sadece kurtarma ekibiyle geri dönme emri vermişti, ama bunu yapıp yapamayacağımı zaman gösterecekti. İçimdeki savaşçı ruh hâlâ orada, çatışma alanında olmak istiyordu. ☪☪☪ Alpay Yenilmez... "Silahlarınızı indirin yoksa asker ölür." Hızla arkamıza döndüğümüzde Uras'ın başına silah dayayan adamı gördük. Arkamızı dönmemizle arkamızdan daha çok adam çıktı. Allah kahretsin, tuzağa düşmüştük. Normal şartlarda bu adamların hepsini yere serebilirdik ama Uras'ı tehlikeye atamazdık. Bizim tek bir kurşunumuzla şakağına silah dayamış olan adamın tetiğe basması saniyelerini alırdı. Bir nefes kadar uzağında ölüm varken onu körü körüne tehlikeye atamazdık. Yapacak bir şey olmadığını fark edince silahımı yavaşça indirdim. Benim indirdiğimi gören askerlerim de silahını indirdiğinde adamlar bizi mağaranın kenarına sürüklediler. "İşimize burnunuzu sokmanıza izin vermeyeceğim, Türkler. En ufak bir hatanızda hepinizin cesedi çıkar buradan." Adamın sözleri içimde bir öfke dalgası yarattı, ama şu an kontrolü kaybedemezdim. Uras'ın hayatı, benim ve timimin ellerindeydi. Silahımı yere bırakırken, gözlerim Uras'a kaydı. Göz göze geldik. Yüzünde korkuyu dair tek bir iz bile yoktu. Ama aklı hamile eşindeydi, bunu bakışlarından görebiliyordum. Onu buradan sağ çıkarmak için yapmam gereken her şeyi yapacaktım. Adamlar bizi mağaranın karanlık, rutubet kokan köşelerine doğru sürüklerken, düşüncelerim hızla dönmeye başladı. Silahlar indirilmişti ama bu sadece geçici bir çözümdü. Ellerimiz bağlandığında bizi daha da savunmasız bırakacaklardı. Zaman daralıyordu, plan yapmamız gerekiyordu. Etrafımızı saran adamlara göz ucuyla bakarken liderlerinin sesini yeniden duydum. "Türkler hep cesur olur derler ama aptalca hareket edenleri daha önce de gördük. Umarım siz de aynı hatayı yapmazsınız." Gözlerimi adama çevirdim, soğukkanlılığımı koruyarak. "Biz aptallık yapmayız," dedim sert bir sesle. "Ama tabii bu askerimi sağ salim bırakırsanız geçerli. İşler sizin için öyle daha kolay olur. Daha fazla kan dökülmesine gerek yok." Adam, alaycı bir gülümsemeyle silahın namlusunu Uras'ın başına biraz daha bastırdı. "Öyle mi? Durumunuzu fazla küçümsüyorsunuz. Buradan sağ çıkacak olan tek kişi ben olabilirim." Kafamın içinde olasılıkları tartarken, etrafımdaki askerlerimin yüzlerine baktım. Her biri gerilimi hissediyor, ama sessizce emir bekliyordu. Şu anda yapabileceğimiz tek şey sabırlı olmak ve bir açık bulana kadar bu lanet olası adamlara istediğini vermekti. Adamın gözü silahlarımızın yanında duran çantalara kaydı. "Bıraktığınız teçhizat da pek değerli görünüyor," dedi gülerek. "Bakalım içlerinde ne varmış?" Bu, belki de şansımız olabilirdi. Onların dikkati dağılırsa... Ama yine de Uras'ın hayatı pamuk ipliğine bağlıydı. Adımlarımızı dikkatli atmalıydık. Üç buçuk saat sonra... Saatlerdir burada oturuyorduk ve Uras'ın başına hâlâ silahı dayıyorlardı. "Şerefim, bayrağım üzerine yemin ederim ki hepinizin leşi çıkacak bu dağdan." Koray'a susması gereken bakışlar attığımda mesajı alıp sustu. Elimde olsa hepsinin soyunu şu saniye kurutmak isterdim ama arkadaşımız tehlikedeyken bu mümkün değildi. "Merak etme asker, yakında bu semada bizim bayrağımız dalgalanacak." Liderleri olduğunu düşündüğüm adam konuştuğunda ağzıma dolan kahkahaya engel olamadım. "Ne gülüyorsun, komutan?" Kararan bakışlarımı ona çevirdim "Bak bakayım, bizim bayrağımız dalgalanacak dediğin semaya. Akşam vakti ne var gökte? Hilal var, yıldız var. Gök bile bizim bayrağımızın simgelerini taşırken, sizin paçavranızın dalgalanmasına izin verilir mi? Dalgalanmayı bırak, bir milim bile yükselemez." Adamın yüzü bir anlığına sertleşti, öfke ve aşağılanmanın izleri belirdi. Ben ise adamın bu kibrin altında yatan korkuyu görebiliyordum. Sözlerim onu sinirlendirmişti ama sabrımla oynamayı onlar seçmişti. Adam bir adım ileri attı, silahı Uras'ın şakağında biraz daha bastırdı. Gözleri bir anlık karanlıkla doldu, ama ben bu tehdidin ardındaki zayıflığı hissediyordum. Her şeyleri korku üzerine kuruluydu; bunu açığa çıkarmak, onları en zayıf noktasından vurmak demekti. "Senin gibi çok kahraman gördüm. Hepsi böyle cesur konuşur, sonunda boyun eğdi," dedi adam, sesinde ince bir titreme vardı. Uras'ın gözlerine baktım; yüzü sakindi, ama ben onun da içten içe gerildiğini hissedebiliyordum. Arkadaşım için doğru zamanda harekete geçmemiz gerekiyordu. "Boyun eğmek mi?" diye tekrarladım. Yavaşça ayağa kalktım, adamın gözlerine sabit bakışlarla yaklaştım. "Boyun eğmek sizin işiniz. Biz bu topraklarda doğduk, büyüdük ve kanımızın son damlasına kadar buradayız. Ne bayrağımızdan vazgeçeriz ne de yoldaşlarımızdan." Adam geriye doğru bir adım atmaya çalıştı ama omuzlarına çöken ağırlığın farkında değildi. O an bir şeylerin değiştiğini anladı. Biz ne onların gözdağlarıyla ne de tehditleriyle korkacak insanlardık. Arkadaşlarım da sessizce hazırda bekliyordu; her şey tetikte, her an harekete geçebilirdik. "Bu iş burada bitmeyecek," diye mırıldandı adam, gözlerini kaçırarak. Silahı yavaşça indirdi, ama bakışlarındaki tereddüt ve korku artık saklanamıyordu. "Bitmedi zaten," dedim alçak sesle, "bu sadece başlangıç." Uras hâlâ tehlikedeydi ve bu laf dalaşının işleri daha da kötüleştirebileceğini biliyordum. Ancak karşımdaki adamın da zayıflığını görmek, içimdeki öfkeyi daha fazla tutmama engel olmuştu. Adam, silahı Uras'ın şakağında biraz daha sıkı tuttu. "Sen kimsin de bana ders veriyorsun, ha? Çok yakında buradaki herkes bu dağlarda mezarlarını bulacak. Senin bayrağının gölgesinde dahi nefes alamayacaksınız." Koray tekrar öne atılacak gibi oldu, ama elimle ona durmasını işaret ettim. Onun da içinde kaynayan öfkeyi hissediyordum, ama şimdi stratejik düşünme zamanıydı. Laf dalaşıyla bir yere varamazdık. Adamı daha fazla kızdırmak yerine sakin kalmalı, fırsat kollamalıydık. "Sadece bir gerçek var," dedim soğukkanlı bir şekilde, gözlerim liderin gözlerine kenetlenmiş halde. "Biz buradayız, askerimizle birlikte. Ve senin paçavran dalgalanacak bir yer bulamayacak. Sonuçta burada kazanan sadece biz olacağız. Senin gibi korkaklar tarihin çukurunda kaybolup gidecek." Adamın gözlerinde bir kıvılcım belirdi, öfkeyle karışık çaresizliği fark edebiliyordum. Uras'ın yaşamı hâlâ onların elindeydi ve bu, her an işleri daha karmaşık bir hale getirebilirdi. Ancak, düşmanın zayıflığını görmek, içimdeki soğuk sabrı korumama yardımcı oldu. Koray'ın kaslarının kasıldığını hissettim; sabrını zorlamak üzereydi. Ama bu çatışmada hamle sırası bizde değildi, o anı beklemek zorundaydık. Adam bir an sustu, gözlerini kısarak bana dik dik baktı. Silahın namlusunu Uras'tan çekmedi. Sanki ne yapacağını kestiremez bir haldeydi, aramızda bir gerilim hattı oluşmuştu. Sözcüklerin bir savaşıydı bu; kim önce pes ederse o kaybedecekti. "Biz korkak değiliz, komutan," dedi tıslayarak, sesi kırılgan bir inadı saklamaya çalışıyordu. "Bu dağlar bize ait, ve siz her adımınızda bunu hatırlayacaksınız." Bir adım öne attım, gözlerim onun üzerine mıhlanmış halde, soğukkanlılığımı koruyarak. "Bu dağlar asla size ait olmadı, ve hiçbir zaman da olmayacak," dedim. "Biz buradayız çünkü geri çekilmeyiz. Uras bizimle birlikte bu dağlardan sağ çıkacak. Sizse sadece gölgenizle baş başa kalacaksınız." Sessizlik çöktü. O an sanki her şey durmuştu; bir çatışma, bir patlama anının öncesinde olduğu gibi bir sessizlikti bu. Fırsat anı yakındı. Adamın gözlerinde beliren öfke, ellerindeki hafif titremeyle kendini belli etti. Bu, bir fırsat anlamına gelebilirdi. Onu daha fazla zorlamanın ne kadar tehlikeli olduğunu bilsem de, köşeye sıkışmış biri hata yapmaya meyilliydi. Bu adam da hataya yakındı, ama dikkatli olmalıydık. Uras'ın hayatı hâlâ pamuk ipliğine bağlıydı ve bir anlık yanlış hamle her şeyi mahvedebilirdi. Hızlı bir plan yapmamız gerekiyordu, ama bu esnada sabırlı davranmak ve stratejik düşünmek, hayatta kalmamız için elzemdi. Bir süre sessizlik oldu. O sessizliğin arasında art arda gelen kurşun sesleri yıldırım gibi düştü. İlk kurşun, Uras'ın başına silah dayayan adamın tam alnından geçtiğinde diğer kurşunlar o piçin yandaşlarını hedef aldı. "Sizde bir tembellik sezdim tim, hayırdır? Yüzbaşım, boyunuz konusundaki marifetleriniz silahlarda pek yok sanırım?" Asel Sönmez... Helikopter yere teker koyar koymaz harekete geçtik. Etraf sessizdi, ama sessizliğin ardında bir şeyler gizleniyor gibiydi. Yanımdaki askerin endişeli sorusu içimdeki huzursuzluğu daha da derinleştirdi. Ama dışarıya belli edemezdim. "Komutanım, dilim varmıyor ama sizce şehit düşmüş olabilirler mi?" Gözlerimi dürbünden ayırmadan, sabit bir sesle yanıtladım. "Hayır," dedim, adımlarımı hızlandırarak. "O piçler bizi esir aldığını zannederek işkence etmeyi severler. Ellerine böyle bir fırsat geçerse, öldürme emri almadan sıkmazlar. Bizimle oynarlar, zaferi yaşadıklarını düşündükleri anda da en büyük hatayı yaparlar." Beni takip eden askerler sessizliğe büründü, ama onların da gerginliklerini hissedebiliyordum. Zaman daralıyordu. Esirler hâlâ hayatta olabilirlerdi, ama bir hatamız her şeyi değiştirebilirdi. Akıllı hareket etmeliydik. Ormanın derinliklerine doğru ilerlerken etrafı sürekli kontrol ediyordum. Her ağaç, her kaya potansiyel bir pusu anlamına geliyordu. Ama aynı zamanda, her an onlara ulaşabileceğimizin umudunu da taşıyordum. Bir iz, bir ses, bir hareket... Bunlar bizi askerlerimize ulaştırabilirdi. Bir süre daha ilerledikten sonra radyo sesi kısa bir hışırtı yaptı. Takım lideri, "Komutanım, hedef bölgede sinyal var. Yaklaşıyoruz," dedi. Kalbim hızlandı, ama yüzümdeki sakinlik hiç değişmedi. Elimizi çabuk tutmalıydık. Saatler süren dağlık yolun sonunda dürbünden bizimkileri gördüm. Elimi kaldırıp bütün askerleri durdurdum. "Yirmi üç kişiler. Hepsi silahlı. İlk atışı ben yapıyorum, benim atışımdan sonra atış serbest." Tüfeğin tetiğini çekip ilk atışı Uras'ın, kardeşimin başına silah dayayan soysuzun alnına yaptım. Benim atışımdan sonra yanımdaki askerler de atışlarını adamların üzerine isabet aldı. Dakikaların sonunda çevreyi temizlediğimizde zorlukla doğrularak ayaklandım ve dağdan indim. Başımdaki miğferi çıkardım. "Sizde bir tembellik sezdim tim, hayırdır? Yüzbaşım, boyunuz konusundaki marifetleriniz silahlarda pek yok sanırım?" Bütün timin şaşkın bakışları benim üzerimdeyken sırıtarak ilerledim. Saçını geriye savur, Asos. Filmlerdeki gibi dehşet havalı bir giriş olur. Bayan Çok Bilmiş, saçlarım topuzken nasıl savurayım? "Asel Komutanım, sizin ne işiniz var burada?" Silahımı kenarı bırakırken Baran'a sırıtıp kenardaki bir kayaya oturdum. Yaramı fazla sıkı sardığım için göğüs kısmım sızlıyordu. "Haberi alınca o dört duvar arasında duramadım, buraya geldim." "İyi de sizin hastanede olmanız gerekiyor. Raporlusunuz." Senem'e baktım. "Silah arkadaşlarım burada hayatları pahasına savaşırken hiç bir koşulda onları bırakamazdım. Ölüm döşeğinde bile olsam gene gelirdim." Kürşad abi burnundan gülüp başını iki yana salladı. "Sen tam bir manyaksın, Asel. Bak, çok ciddi diyorum." Masumca sırıtıp başımı yana yatırdım. Mataramı çantamdan çıkartıp kana kana su içtim. Ardından yanımda oturan Uras'a uzattım mataramı. "İyi misin sen?" Uras mataramı alıp içinden su içtiğinde başını salladı. "İyiyim, komutanım." "Komutanım, iki ay izinliydiniz, görev izniniz çıktı mı?" Mataramı çantama yerleştirirken Koray'a başımı salladım olumsuz anlamda. "Hayır, Koray. Albay sanırım beni yollamazsa bile bir yolunu bulup buraya geleceğimi ve bu iki dağı birbirine katacağımı tahmin etti ki sadece arama kurtarma ekipleri ile gelip, onlarla geri dönmeme izin verdi. Manyaklığımın sınırının olmadığını biliyor." Öyleydi. Albay, konu birbirimiz olunca deliliğimizin sınırları olmayacağını biliyordu. Öyle ki bizim için sürekli ,benim adamlarımda delilik genetik bir şey. Birine bir şey olsa öbür deliler diyarı birbirine katar. Delilerden kurtulamıyorum ben, derdi. "Daha iyi misiniz, yüzbaşım?" Alpay'ın bakışlarını üzerimde hissettiğimde bakışlarım ona döndü. "İyiyim yüzbaşım, teşekkür ederim." Alpay dudaklarını içeri kıvırırken başını aşağı yukarı salladı. "Yaranız nasıl?" Başımı göğsüme doğru indirip elimi yaramın olduğu bölgeye uzattım. "Biraz sızlıyor ama iyi." Bakışları yaralı bölgemde gezindi. "Siz az önce boyum hakkında bana laf mı soktunuz?" Aniden bu detayı fark etmesiyle bütün tim kahkahasına engel olamadı. "Hayır, boyunuza lafım yok. Ben sadece boyunuz konusundaki marifetlerinizin silahlarda çok etkili olmadığını dedim, ikisi son derece farklı şeyler." Muzipçe gülümsedim. Alpay kaşlarını çattı. "Dolaylı yoldan boyuma laf ettiniz yani? Bu kadar çok merak ediyorsanız boyum 2,07 yüzbaşım." Hay maşallah Asos, Allah bu yüzbaşına bir boy vermiş gerisini koyuvermiş resmen. 2,07 diyor Asos, 2,07! İnsan değil deve mübarek. Bayan Çok Bilmiş, olur olmadık yerlerde konuşmayı bırakır mısın? Ama haklısın, resmen vay anasını sayın seyirciler yani. -Bölüm Sonu- Selamlaar! Bölüm nasıldı? En sevdiğiniz sahne neresiydi? Karakterler hakkındaki düşünceleriniz?
|
0% |