Yeni Üyelik
9.
Bölüm

Bölüm 8

@karadagceren

 

Selaammm! Nasılsınız?

 

Umarım hepiniz iyisinizdir.

 

Bölüme başlamadan önce oy verip satır aralarına yorum yaparsanız çok sevinirim.

---

 

"Vatan için can veren bütün şehitlerimizin anısına. Saygı ve minnetle anıyoruz..."

---

 

"Yaa, baba!" Babasının tepesine tırmanmaya çalıştı küçük kız. Yukarıdan topladığı saçlarından bir kaç tel tokadan çıkmıştı. Babası ise gülerek elindeki oyuncak bebeği daha da yukarı kaldırdı. "Baba, bebeğimi versene!" Kızın mızmızlanan sesi odada yankılandı.

"Sana ben böyle mi öğrettim bakayım?" Kız dudaklarını büzdü. Ardından ayağını kaldırıp yere vurdu. "Asker! Bebeğimi geri istiyorum!" Diye bağırdı evin içinde. Babası bu sefer sakince bebeği kızına uzattı. "Emredersiniz, komutanım." Küçük kız sevinçle bebeğini geri aldığında sakince çıkıp babasının dizine oturdu.

"Gene dün mü gideceksiniz annemle baba?" Daha zaman kavramlarını doğru bilecek kadar büyük değildi küçük kız. Beş yaşındaydı henüz. Babası kızının tıpkı eşi gibi olan Kızıl saçlarını okşadı, alnına sevgi dolu bir öpücük kondurdu. "Ne zaman ararlarsa o zaman gideceğiz, kızılcığım." Küçük kız bu habere üzülmüştü.

Babası ve annesi, asker oldukları için görevlerinden dolayı çok uzun sürelerce evde olmuyordu ve küçük kız onları çok özlüyordu. Geldiklerinde ise sabahına, daha anne babasına doyamadan gidiyorlardı geri.

Küçük kız bir süre sessizce babasının kucağında oturdu, elleriyle bebeğinin saçlarını düzeltti. Sonra, gözlerini babasına kaldırdı ve dudaklarını büzerek sordu, "Peki gene uzun sürecek mi?"

Babası derin bir nefes alarak kızının yüzüne baktı. Gözlerindeki masumiyet onu her defasında içten içe sarsıyordu. Elini nazikçe kızının yanağına koydu. "Bilmiyorum kızım... ama seni her zaman düşüneceğiz biz, söz."

Küçük kız bir an sessiz kaldı, sonra gözlerini yeniden yere indirdi. Küçük elleriyle babasının üniformasının cebine dokundu. "Peki, benim resmimi yanına alacak mısın gene?" diye sordu hafifçe çekinerek.

Babası gülümsedi. Cebinden katlanmış, kenarları biraz yıpranmış bir kağıt parçası çıkardı. Küçük kızın elinden çiziktirilmiş bir resim; yanında küçük bir kız ve devasa bir asker, diğer yanında diğeri kadar büyük olmayan bir kadın asker vardı. "Bunu her zaman yanımda taşıyorum, biliyorsun," dedi babası. Kızın gözlerinde bir nebze rahatlama belirirken, babasının cebine yeniden dikkatlice resme dokundu.

"Ben büyüyünce sizinle geleceğim, baba," dedi kararlı bir sesle. "Ben de asker olacağım, o zaman hep birlikte oluruz. Bir daha da ayrılmayız."

Babası içtenlikle güldü, ancak bu kez sesine hüzün karışmıştı. "Belki bir gün, kızım, ne meslek yaparsan yap hakkıyla yap, kim olduğunu, kimin soyundan geldiğini unutma. Seni ezmelerine asla izin verme," dedi. Küçük kız, yüzünde sevimli bir ifade ile başını salladı babasına. "Ama şimdilik annenle ben yokken sen burada kalıp Nurbanu ablanla uslu uslu durmalısın. Söz ver bana, tamam mı?"

Küçük kız kafasını salladı ama içindeki burukluğu saklayamıyordu. Babasına daha sıkı sarıldı. "Tamam baba, ama çabuk dön olur mu?"

"Her zaman," diye yanıtladı babası. Kızını kollarıyla sardı, kokusunu içine çekti ve ona güçlü bir öpücük daha kondurdu. Bu anların tadını çıkarıyordu, çünkü ne zaman yeniden kavuşacaklarını hiçbir zaman bilemiyordu.

Belki bu kızını son görüşüydü, gidişi olacaktı ama bu eve eşi ile şehadet haberi ulaşacaktı onlar yerine.

Küçük kız babasının kollarında biraz daha kaldı. Sessizlik, aralarındaki bağı daha da derinleştiriyordu. Babası, kızını kucağından indirip dizlerinin üstüne çöktü, göz hizasına gelmek için. Kızının çocuksu gözlerine bakarken, içinde bir şeylerin titrediğini hissetti. "Sen güçlü bir kızsın, biliyor musun?" dedi yavaşça. Küçük kız, babasının bu sözlerine anlam verememiş gibi başını yana eğdi. "Ama ben daha küçüğüm..." diye fısıldadı.

Babası gülümsedi. "Küçük olman seni güçlü olmaktan alıkoymaz, kızılcığım. Senin cesaretin, sabrın ve kalbindeki sevgi, bizim en büyük gücümüz."

Küçük kız bu sözlerin anlamını tam olarak kavrayamasa da, babasının sesindeki güven ve sevgi, içindeki burukluğu bir an olsun hafifletti. O sırada kapıdan annesi göründü. Üniformasını giymiş, omzuna takılı çantasıyla hazır bekliyordu. Küçük kız gözlerini annesine çevirdi, bir an ne yapacağını bilemez halde bakakaldı. Biliyordu bu görüntüyü. Annesi ve babasına daha özlem gideremeden gene veda edecekti.

Annesi yumuşak bir sesle, "Hadi, kızım, babana veda etme vakti," dedi. Küçük kız, içindeki boğucu duyguların yükseldiğini hissetti. Gözlerini kırpıştırarak dolan gözyaşlarını engellemeye çalıştı, ama başaramadı. Yavaşça babasının yanından kalktı ve annesine doğru birkaç adım attı.

Annesi ona eğildi, gözlerinin içine bakarak bir süre durdu. "Biliyorum, kolay değil. Ama baban da ben de çok kısa bir süre sonra döneceğiz," dedi, kızının yüzüne ince bir öpücük kondurarak. Küçük kız annesinin sözlerine inanmak istiyordu, ama içindeki o burukluk gitgide büyüyordu.

"Ya dönerken bana yine hediye getirir misiniz?" diye sordu aniden, biraz daha güçlü görünmeye çalışarak.

Annesi gülümseyerek başını salladı. "Tabii ki, söz. Ama en güzel hediyemiz ne biliyor musun? Seni görmek ve sana sarılmak olacak."

Küçük kız bir süre düşündü, sonra sessizce başını salladı. "Tamam..." dedi. Ardından annesinin bacaklarına sarıldı, yüzünü gömerek kokusunu içine çekti. "Dikkat edin olur mu?" diye mırıldandı, annesinin gülümseyen gözleriyle buluşarak.

Annesi de babası gibi onu sıkıca kollarına aldı. "Her zaman, kızım," dedi yumuşak bir sesle.

Kapı çalındı, bu anı sonlandıran bir uyarı gibiydi. Babası ayağa kalktı, annesiyle bakışıp sessizce anlaşarak harekete geçti. Küçük kız, annesiyle babasının arkasından baktı. İçinde bir boşluk hissetse de, onların ona bıraktığı güven ve sevgiyle bu ayrılığa biraz daha dayanacağını biliyordu. Kapıdan çıkmadan önce, babası son bir kez arkasına döndü, kızına göz kırptı ve el salladı. Küçük kız da küçücük eliyle aynı karşılığı verdi, ama bu kez gözlerinde bir umut vardı.

Kapı kapandıktan sonra küçük kız, yerde duran oyuncak bebeğine baktı. Bebeği kucağına alıp sıkıca sarıldı. İçinde bir umut, bir söz vardı: "Bir gün ben de sizinle geleceğim..."

Elimdeki telefon ekranındaki resme bakarken zihnimde eski anılarım canlanıyordu. Annemle babamın yaşadığı zamanki anılar...

"Asel Yüzbaşım, geldik." Telefonumu cebime koydum ve arabadan indim. Arama kurtarma ekibi beni hastaneye geri bırakmıştı.

Asos, hazır başımızda komutan yokken kaçsak mı? Oranın yemekleri çok kötü! Gidelim şöyle güzel bir döner, kebap yiyelim ya!

Bayan Çok Bilmiş çok isterdim ama sana kötü bir haberim var, askerler yanımıza geliyor. Maalesef, gene hastane haşlamalarına kaldık.

Odama çıkıp günlük kıyafetlerimi giydim ve hastane yatağına uzanarak televizyonda vakit geçirmeye devam ettim.

Eski bir asker dizisiydi. İzleyecek normal bir şey olmadığı için bu diziyi izliyordum. Kapının önündeki askerlere seslendim.

"Bu hastane yemeklerinden sıkıldım ben, bana şöyle güzel bir şeyler bulun, hemen!" Askerler, muhtemelen benimle iki hafta nasıl uğraşacaklarını düşüne düşüne odadan çıktılar.

Odaya albayın girmesiyle uzandığım yerde doğruldum. "Yolda herhangi bir sorun oldu mu?" Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, komutanım." Albay bir süre daha odada durdu ve çıktı.

"Bu hastane ne sıkıcı işmiş arkadaş, bir an önce çıksak keşke. Çocuklar da görevde olmasa biraz daha eğlenceli olacak da."

Televizyonda oynayan diziyi bir süre daha izlemeye devam ettim, gözlerim yarı kapalı, düşüncelerim dağınık. Asker dizisinin dramatik müzikleri arka planda çalarken kendi ekibimi düşündüm. Şu an nerede olduklarını, neler yaptıklarını...

Kapı yavaşça açıldı, içeri giren kişi sessiz adımlarla yanıma yaklaştı. Bir süre konuşmadı, odanın steril kokusu arasında sessizlik uzayıp gitti. Kafamı çevirip bakınca kapıdaki genç askeri fark ettim. Elinde bir tabak taşıyordu.

"Yemeğinizi getirdim, efendim," dedi, biraz tedirgin bir sesle.

"Bakayım, ne buldunuz bana?" dedim, tabaktakilere göz gezdirerek. Görünüşte biraz daha özenli bir yemekti, en azından hastane haşlaması değildi.

İçeri giren askerin elindeki poşeti hızla aldım. "Eyvallah, koçum." Poşetin içerisindeki lahmacunu hızla yemeye başladım. Midem, uzun süre sonra hastane haşlamalarından başka bir şey yediği için bayram ediyordu.

"Bu hastane ortamı bıktırdı beni," diye mırıldandım. "Şu kapıdan çıkıp gitsem, bir dağ tepesine falan gitsem fena mı olur?"

Genç asker, ne diyeceğini bilemediğinden olsa gerek, sadece başıyla onayladı ve odadan çıkmak için izin istedi. O çıktığında odada yine yalnızdım.

Televizyondaki seslere geri döndüm, ama kafam orada değildi. Bir an önce ekibimle yeniden bir araya gelmek, görevde olmak istiyordum.

Ben kaç kez dedim, biz dağ keçisiyiz Asos diye. Dağdan şehre inince manyak gibi oluyoruz. Bize dağ lazım, taş lazım, toprak lazım. Böyle vakit mi geçer?

Geçmez valla.

Elim istemsizce boynuma gittiğinde künyemin olması gereken yerde olmadığını fark ettim. Hemen elimdeki lahmacunu bırakıp tişörtümün yakasını aşağıya indirdim ve boynuma baktım.

Künyem yoktu.

O künye, bana babamdan kalmıştı. Elim titreyerek boynumu yokladım, sanki yanlış hissediyormuşum gibi tekrar tekrar o boşluğu kontrol ettim. Ama yoktu.

Künye... Babamın künyesi...

Yüreğime bir ağırlık çöktü, panik içimde büyüdü. Gözlerim odada bir şeyler ararcasına gezindi, ama sanki odanın duvarları üstüme geliyordu. Hemen ayağa fırladım, koltuktaki lahmacun tabağı devrilip yere düştü, ama umurumda bile değildi.

Bir an durdum, derin bir nefes aldım, mantıklı düşünmeye çalıştım. "Belki çıkarken düşürdüm," diye kendime söylendim, ama bunun olasılığı zihnimde hızla eriyordu. O künye yıllardır boynumdan hiç çıkmamıştı. Banyo yaparken bile çıkarmazdım.

Babamın bana bıraktığı tek şeydi; onun hayatının, hatıralarının bir parçasıydı. Babamın savaştığı günleri, çektiği acıları, tüm anılarını taşıyan bir hazineydi benim için.

Hemen kapıya doğru yöneldim, askerlerden birine seslenmek için kapıyı hızla açtım. Bir an ne diyeceğimi bilemedim, ama onlar zaten benim endişemi yüzümden okumuştu.

"Künyem kayıp," dedim, sesim titrek ama kararlı. "Babamdan kalma, mutlaka bulmamız gerek."

Askerler bakıştılar, ardından biri hemen harekete geçti. "Merak etmeyin, efendim. Aramaya başlarız hemen."

O an içimde bir boşluk vardı, sanki babamı bir kez daha kaybediyordum. Künye geri bulunana kadar rahat nefes alamayacaktım. Düşüncelerim babamın hatıralarında, boynumdaki ağırlığı hissetmediğim her an biraz daha kopmuş gibi hissediyordum.

Beklemek zordu, ama başka çarem yoktu.

Bu künye benim için çok değerliydi. Babamdan kalan tek şeydi bu künye. Annemden ise sadece bir bileklik kalmıştı.

Dakikalar sonra asker, elinde benim künyemle geldi. "Asker aracının içindeydi komutanım, buyurun, künyeniz." Diyerek künyeyi bana geri uzattığında hızlıca künyeyi aldım. "Teşekkür ederim," Diyerek içeri girdim.

Künyemi tekrardan boynuma takarak diziyi izlemeye devam ettim. Hoş, zaten yapacak başka şeyim yoktu.

 

☪☪☪

Alpay Yenilmez...

Dört gün geçmişti. Hepimiz bitmiş durumdaydık. Hepimiz uykusuz ve yorgunduk. Kürşad yaralıydı. Dün gece girdiğimiz çatışmada kolundan yaralanmıştı.

"Komutanım." Baran yanıma yaklaştı. Elindeki konserve yemeğin boş kutusunu araziden aşağıya attı. "Hepimiz kötü durumdayız, Kürşad abi yaralı. Bu halde daha fazla devam edebilecek gibi değiliz. Kürşad abinin ateşi çıkmaya başladı, hastaneye gitmezse daha kötü olacak. Bir planınız var mı?" Başımı olumsuz anlamda salladım.

"O adamları bulmak için görevlendirildik. Bulmadan dönemem." Baran, üste saygısızlık yapmak istemediği için tek kelime etmeden yanımdan ayrıldı. Bende Kürşad'ın yanına ilerledim. Kaskını çıkarmış, elindeki şişeden su içiyordu.

"Kolun, çok mu kötü?" Kürşad başını olumsuz anlamda salladı. "Devam edemeyeceğim kadar kötü değil komutanım." Elimin tersini alnına yasladım. Baran'ın dediği gibi ateşi yükselmişti.

Operasyon çantamı sırtıma takarak doğrulduğumda hepsi aynı şeyi yaptı. Kürşad'ın çantasını Koray aldı.

Telsizimi çıkarıp albaya bağlandım. "Komutanım." Albay bir kaç saniye sonra dönüş yaptı. "Söyle, Yenilmez." Başımı omzumun üstünden arkadaki time çevirdim.

"Komutanım, bütün askerler bitik durumda. Adamları hâlâ bulamadık. Kürşad, kolundan yaralanmış durumda ve ateşi yükseliyor. Ne emredersiniz?" Telsizin ucundaki sessizlik, Albay'ın düşündüğünü gösteriyordu.

"Geri dönün, yüzbaşım." Başımı salladım. "Emredersiniz, komutanım." Albay, telsiz bağlantısını kesmeden önce konuştu. "Helikopteri bulunduğunuz konumun on kilometre ilerisine yolluyorum."

Telsizi Baran'a uzattım. "Sönmez Timi, toplanın!" Hepsi yanıma doğru geldi. "Görev iptal, devam etmiyoruz. Geri dönüyoruz." Hepsi "Emredersiniz, komutanım!" Diyerek yürümeye başladı.

Kürşad'ın yanına döndüm, gözlerimiz kısa bir an buluştu. İnatçıydı, ama artık sınırlarına dayanmıştı. Çantası Koray'ın sırtında, adımlarımız ise yavaş ama kararlıydı. Arazinin her bir köşesi zihnimde kazılıydı; dört gündür bu yerin her taşını, her tozunu ezbere biliyorduk, ama düşmanları bulamamıştık. İçimde bir parça daha kaybediyormuşuz gibi hissediyordum, ama askerlerimin güvenliği her şeyden önce gelirdi.

Kürşad'ın solgun yüzüne baktım, nefesi sıklaşmıştı. "Biraz daha dayan, helikopter yakında gelir," dedim, ama onun bakışlarında başka bir şey vardı. Kendi yarasını önemsizmiş gibi görüyordu, daha fazlasını yapmamız gerektiğini düşünüyordu belki de. Fakat devam edemezdik.

Arazi, sessiz ve ürkütücüydü. Baran önümüzde yürüyordu, ara ara dönüp Kürşad'a göz atıyordu. Herkesin zihninde aynı soru vardı: Bu kadar kayıpla geri dönmek... Bir görev daha sonuçsuz bitmek üzereydi.

On kilometre... Adımlarımız yavaş olsa da bu mesafeyi aşmamız gerekiyordu. Sessizce ilerliyorduk, herkesin yüzündeki yorgunluk açıkça görülüyordu. Telsizden gelen uyarılar dışında hiçbir ses yoktu. Zihnim, helikopterin rotasını hesaplayıp duruyordu; umarım tahmin ettiğimiz kadar hızlı gelirlerdi.

Bir süre sonra Baran yanıma yanaştı, kaşları çatık, tedirgin bir hali vardı. "Komutanım, arka tarafta bir hareketlilik fark ettim. Bizimkiler değil. Hazırda bekleyelim mi?"

Anında içgüdülerim devreye girdi. Gözlerimi arazide gezdirdim, sessizliğin ürpertici olduğu o anda her şey daha net görünüyordu. "Hazırlanın," diye fısıldadım, işaretle time sessiz kalmalarını söyledim. "Temkinli olalım, pusuya düşmeyelim."

Herkes yerini aldı, silahlar hazırdı. Kürşad, yaralı olmasına rağmen, bir taşın arkasına geçti. Bir süre pusu pozisyonunda bekledik. Rüzgarın hafif uğultusu dışında ses yoktu, ama içimde bir tedirginlik vardı.

Telsizden hafif bir cızırtı geldi, ardından albayın sesi duyuldu. "Yüzbaşım, helikopter on beş dakika mesafede, ama yeni bir bilgi aldık. Düşman birliklerinden bir grup sizin yakınlarınızda olabilir. Dikkatli olun."

Bu uyarı her şeyi netleştirdi. Baran'a göz kırptım, "Düşman buradaysa, ilk hareketi biz yapacağız."

Dürbünümü elime alarak araziyi inceledim. Karşımızdaki dağda pusu pozisyonunu almış terörist gruplarını görünce silahımı o dağa doğrultum.

"Tim, atış serbest!"

Herkes silahlarını kavradığı gibi karşı tarafa ateş etmeye başladı. Silah sesleri dağlarda yankılandı, kurşunlar havada çığlık gibi uçuyordu. Herkes pozisyonunu almış, karşıdaki terörist grubuna yoğun ateş açmıştı. Düşman beklenmedik bir anda karşılık vermeye başladı, ama biz ilk hamleyi yapmanın avantajını kullanıyorduk.

Kürşad, yaralı koluna rağmen siper aldığı yerden ateşe devam ediyordu. Nişanı hala isabetliydi, ama yüzündeki acı ifadesi saklanamayacak kadar belirgindi. Baran, teröristlerin mevzisini dikkatle gözetleyip her fırsatta onlara karşılık veriyordu.

"Koray, yan tarafa geç! Düşman ateşi o yöne kayıyor, çemberi genişletelim!" diye bağırdım. Koray, hızlıca yer değiştirdi ve terörist grubunun diğer kanadına ateş etmeye başladı. Böylece düşmanın etrafını yavaş yavaş sarıyorduk.

Ateş hattı yoğunlaşırken telsizden cızırtılı bir mesaj geldi: "Yüzbaşım, helikopter beş dakika mesafede. Yer belirlemesini yapın." Başımı salladım, ama o anda aklım tamamen çatışmadaydı.

Bir an durup yeniden dürbünle araziyi inceledim. Düşman geri çekilmeye başlamıştı, ama hala yoğun ateş altındaydık. Helikopterin gelişi bir anda güç dengemizi değiştirecekti.

"Baran, işaret fişeğini hazırlayın!" dedim. Fakat o sırada Kürşad'ın bulunduğu yerden bir bağırış geldi. Gözlerimi hızla ona çevirdim. Kolundan akan kan daha da artmıştı. Ateş etmeye devam ediyordu, ama artık her hareketi daha zor görünüyordu.

Yanına koştum, diz çöküp elimi omzuna koydum. "Yeter Kürşad, dur. Artık seninle ilgilenmemiz gerekiyor." Sesimdeki kararlılığı fark etmiş olacak ki başıyla onayladı, ama yüzündeki inat devam ediyordu. Helikopter yaklaşırken onu güvenli bir alana çekmek için ekibe işaret verdim.

"Helikopter geliyor!" diye bağırdı Baran. Rotamızı hemen açığa çıkmayacak şekilde ayarladık, işaret fişeği gökyüzüne fırladı. Görevimiz bitmemişti, ama artık geri dönmek zorundaydık. Helikopterin sesini duyduğumda içimde derin bir rahatlama hissettim. Kürşad'ı taşıyacaklardı, ve biz bu kabusu biraz olsun geride bırakacaktık.

Silah sesleri hala yankılanıyordu, ama artık geri çekiliyorduk. Bu dağdaki her bir hain için geri gelecektik ama.

 

☪☪☪

Helikopter, iniş yaptığında hepimiz indik. Kürşad'ı, onu hastaneye götürmek için gelen ambulansa bindirdikten sonra tekrardan karargâha girdik. Teğmenlerden birisi yanıma doğru geldi.

Teğmen yanımda durup selam verdi ardından konuşmasını beklerken bakışları yanımdaki Senem ve benim aramda gitti. Senem'in yanında konuşamayacağını anladığımda Senem'e dönüp başımı salladım ve gitmesine izin verdim.

Senem yanımızdan uzaklaştıktan sonra teğmene döndüm. "Söyle, teğmenim." Teğmen gergince bakındı. "Komutanım, Yüzbaşı Asel, hastanede saldırıya uğramış." Vücudum panikle sarsılırken tüylerim diken diken oldu. "Bir şey olmuş mu?" Tek nefeste sorduğum soruya teğmen bir kaç saniye sonra cevap verdi.

"Yüzbaşı Asel iyi, saldırı başarısız olmuş." Askere gidebileceğini söyleyerek sert adımlarla karargâha girdim. Adımlarım Alpay'ın odasına vardığında kapıyı bir kez tıklatarak içeriden gel emrinin gelmesini beklemeden kapıyı açıp içeri girdim.

"Komutanım." Komutan elindeki telefonu masaya bıraktı. "Haberi aldın, demek." Hazır ol komutuna geçerek başımı salladım. "Yorgun olduğunu biliyorum ama hastaneye gitmen lazım, yüzbaşım." Başımı sallayarak emredersiniz komutanım telkinimi verip odadan ayrıldım.

Arabada beni bekleyen Senem, arabanın camından beni görünce doğruldu. Sürücü koltuğuna oturup el vitesini sertçe indirdiğimde büyüyen mavi gözlerini bana çevirdi.

"Alpay, ne oluyor?" Kemerini takmasını söyleyerek hastaneye sürmeye başladım. "Asel, hastanede saldırıya uğramış. Komutan onun yanına gitmemi söyledi." Senem'in dudakları aralandı. "Saldırı mı?" Sadece başımı salladım.

 

☪☪☪

Asel Sönmez...

Hastaneye geleli üç gün olacaktı. Çocuklar hâlâ gelmemişti. İçimdeki stresi yönetmeye çalışarak elimdeki telefonu bıraktım.

İçeri bir hemşire girince saate baktım. İlaç saatim daha bir saat önceydi. "Benim ilaç saatim geçti, yanlış odaya geldiniz sanırım?"

Adam, bir şey demeden elindeki ilaç arabasını odanın köşesine arkası dönük şekilde koydu. Birden önüne dönüp elindeki silahla üstüme gelince yattığım yerden kalktım.

Adam, beni sırt üstü döndürüp silahı başıma yasladı. Kalbim, ani gelişen bu olay sonucu saniyelik olarak teklerken sakin kalmaya çalıştım. "Askerlere seslenirsen, onlar içeri girmeden bu silahı kafanda patlatırım." Silahın baskısı daha da arttı.

Kahretsin, silahım dolabımdaydı. "İndir şu silahı." Dişlerimin arasından konuşmam adama işlemedi. Aksine, silahın baskısını daha çok, daha çok arttırdı.

"Sana son kez söylüyorum, ya şu siktiğim silahı indirirsin, bu işi güzellikle hallederiz..." Devamını getirmeden adam konuştu. "Yada, indirmezsem ne yaparsın?"

Günah bizden gitti, Asos. Bu adam güzel bir dayağı hak etti.

Bayan Çok Bilmiş, sana daha önce hiç bu kadar hak vermemiştim. Kolumu hızla çevirip adamın kolunu tuttum ve silahın namlusunu başımdan uzaklaştırdım. Namlunun ucu duvarı gösterirken adam tetiğe bastı.

Mermi, gürültüyle namludan ayrılırken duvara denk geldi. Adamın şaşkın bakışları arasında kolunu daha da sert kavradım ve hızla hareket ederek silahı elinden almak için hamle yaptım. Silahı sıkıca tutmasına rağmen, bütün gücümü kullanarak bileğinden çevirip kontrolü elime geçirdim. Namluyu göğsüme çevirmeye çalışıyordu, ama gücünü kaybetmeye başlamıştı. Silah bir an için havada asılı kaldı, ardından sert bir hareketle elinden sıyırıp yere düşmesini sağladım.

Adamın yüzündeki öfke ve şaşkınlık karışmıştı. Derin bir nefes alarak, sesimdeki alaycılığı gizleyemeden. "Sanırım sen beni hafife aldın." dedim karşımdaki adama.

Hızla geri çekildi, ama artık benim kontrolümdeydi. Bir anlık tereddütle adım attı, ama dengesini kaybedip sendeledi. Silah hâlâ yerdeydi, ama artık tehlikeli bir mesafedeydi. Düşmandan bir hamle daha gelmeden ayağımla silahı uzaklaştırıp aramızda güvenli bir mesafe bıraktım.

"Bu iş buraya kadar," diye tısladım, gözlerim kararlıydı. Merminin sesini duyan kapıdaki polisler hızla odaya girdi.

"Komutanım, iyi misiniz?" Adamın bileklerini arkada bağladım ve polislere verdim. "Hayır, zaten indireceksin o silahı, ne gerek vardı bu kadar aksiyon yaratıp beni gereksiz yere bu kadar yormana? Ojelerimi yeni sürmüştüm onlar da bozuldu senin yüzünden!" Söylene söylene yatağıma geçip ojemi tekrardan elime aldım.

"Götürün şunu, gözüm görmesin!" Polisler, emrime uyarak adama kelepçe taktılar ve odadan çıkardılar.

Bir saat sonra odaya albay girince ayaklandım. "Yüzbaşım, saldırı teşebbüsünde bulunulmuş, geçmiş olsun. Siz iyi misiniz?" Başımı salladım. "Sağ olun komutanım."

Albay odanın ortasında durup beni dikkatle süzdü, gözlerinde endişeyle karışık bir rahatlama vardı. "Olayı detaylıca anlatmanı isteyeceğim," dedi, sesi sakin ama otoriterdi.

"Tabii komutanım," dedim, derin bir nefes alarak. O an fark ettim ki, olayın gerginliği hala üzerimdeydi, ama görev gereği soğukkanlılığımı korumak zorundaydım.

"Saldırgan, odama sızmıştı. Silahını doğrulttuğu an harekete geçtim. Namluyu başımdan uzaklaştırıp silahı etkisiz hale getirdim, ardından saldırganı etkisizleştirdim." Olayın akışını olabildiğince net ve kısa anlatmaya çalıştım, çünkü önemli olan saldırıyı savuşturmuş olmamdı.

Albay başını salladı, yüzünde ciddi bir ifade vardı. "İyi iş çıkardın, yüzbaşım. Ama bundan sonrası da önemli. Saldırının kaynağını bulmamız gerek. Kimler işin içinde, nereden organize oldular..."

Gözlerim ciddiyetle ona kilitlendi. "Emredersiniz, komutanım. Durumun takibi için hazırız."

Albay, gözlerimdeki kararlılığı gördü ve hafif bir baş selamıyla onayladı. "Dinlenmeyi unutma. Sen, Özel Kuvvetlerin en iyi sayılı askerlerinden birisin. Sahada bize sağlam lazımsın."

"Emredersiniz," dedim, albay odadan çıkarken gözlerimle onu takip ederek.

Aradan saatler geçtikten sonra kapı tıklanarak açıldı. İçeri Sönmez Timi girince rahatladım. Gözlerim hepsinin üstünde dolandı. Hepsi buradaydı. Gözlerim Kürşad'ı göremeyince yüzümdeki gülümseme yavaşça soldu.

Bakışlarım kapıya döndü, dakikalarca Kürşad'ın o kapıdan içeri girmesini bekledim. bakışlarım korkuyla time döndü.

"Kürşad, Kürşad nerede?" Kalbim korkuyla kasıldı. "Asel dur, sakin. Kürşad iyi, korkma. Dün bir çatışma yaşandı, Kürşad abi kolundan vuruldu. Onunla ilgileniyorlar."

Rahatlayarak nefesimi verdim ve yatağa oturdum. "Asel, saldırı dediler. Ne oldu? İyi misin sen?" Senem'e başımı salladım.

"Bir tane piç aklınca beni öldürmeye çalıştı. Hayır onun yüzünden ojelerim bozuldu tekrar sürmek zorunda kaldım yani." Bütün tim, Özellikle Alpay, bana deliymişim gibi baktı.

"Ne ya? İnternette can sıkıntısına iyi geldiği yazıyordu." Diye küçük bir açıklama yaptığımda hepsi umutsuz vakaymışım gibi bakarak bana güldü.

Odaya yayılan kahkahalarla ortamın gerginliği bir anda dağıldı. Alpay, başını iki yana sallayarak gözlerini devirdi. "Yani, ciddi ciddi silah doğrultulan bir saldırıdan sonra ilk derdin ojelerin mi?" dedi, yarı şaşkın, yarı alaycı bir ifadeyle.

Omuz silktim, "Evet, ne var bunda?" dedim, sakin bir şekilde ellerimi incelerken. "Bütün bu stresle baş etmenin bir yolu lazım, değil mi? Hem bazen basit şeyler insanı rahatlatır."

Baran, gülmesini zor tutarak araya girdi. "Komutanım, siz gerçekten başka bir seviyedesiniz. Bir saldırıdan sağ çıkıp, ardından oje sürmek... Bu nasıl bir rahatlık! Gerçekten size hayranım."

"Çünkü ben işimi yapıyorum, Baran," diye gülümseyerek cevap verdim. "Siz de yapın, o kadar stres yapmayın." Ardından, hafif bir tonla ekledim, "Bu kadar uğraş içinde biraz eğlenmek lazım. Yoksa kafayı sıyırırız."

Alpay, hâlâ bana inanmakta zorlanır gibi bakıyordu ama yüzündeki gülümsemeyi saklayamıyordu. "İnternete biraz daha az güvenmelisin belki de," dedi şakayla karışık.

"Belki de," dedim, göz kırparak. "Ama şu an oldukça sakinim, değil mi?"

Timin kahkahaları devam ederken, içten içe memnundum. Bazen ağır yüklerin arasında küçük anlar bile herkesi rahatlatabiliyordu.

İçeri Kürşad abi girince hızla kalkıp ona sarıldım. "Ula, şerefsiz. Korkuttun lan!" Kürşad abi gülerek bana sarıldı.

"Bu timde Kürşad abiye pozitif ayrımcılık var abicim!"

 

-Bölüm Sonu-

Bölüm nasıldı?

Bölümde en çok hoşunuza giden sahne?

Benimkisi kesinlikle sondaki oje sahnesi...

 

Loading...
0%