Yeni Üyelik
2.
Bölüm
@karamel_makiyatou

“DURMAYIN!” Diye bağırarak askerlerime emir verdim. “İki yüz şınav daha! Bu sayı kadınlar için yüz!” İdman için emrimi verdikten sonra askerlerimi incelemeye koyuldum. İki gruba ayırmıştım onları, kadınlar bir tarafta, erkekler bir tarafta. Bu şekilde daha düzenli ve daha disiplinliydi.

Tam bir emir daha verecektim ki en genç, orduya yeni katılmış bir kadın askerimin yere yığıldığını gördüm. Koşarak onun yanına gittim. Ben onların komutanıydım ve onların sorumluluğu bana aitti. Onlara bir şey olmamalıydı.

“Şifacılara haber verin!” Diyerek emrimi verdim. “Kalanlar, devam edin!” Dedim. Bir süre sonra şifacılar geldi. Askeri, idman bölgesinden uzaklaştırdık. Bilinci kapalıydı. Bu konuda benim yapabilecek daha fazla şeyim yoktu gerisi şifacıların işiydi.

Şifacılar işini yaparken idman alanına döndüm, Çalışmayı bırakan askerler vardı. “EMRİME İTAATSİZLİK EDİP DEVAM ETMEYENLER!” Diyerek onarın hemen önündeki yerimi aldım. “O ASKERE BİR ŞEY OLUŞ OLABLİLİR AMA SİZ BUNU ÖNEMSEMEYECEKSİNİZ!” Diye devam ettim. Şimdi gür bir seste bağırmadan konuşmaya başlayacaktım. “Çünkü savaş alanında, savaşta sadece siz ve düşman varsınız, fazlası değil! Savaş alanında ve zamanında, kime ne olmuş diye bakmaya fırsatınız olmayacak! Yaralanan kişiye yardım edemezsiniz! Kendi başının çaresine bakmalı! Asla imse size yardım etmeyecektir! Bu gaflete düşmenin tek bir sonucu vardır: ÖLÜM! Bırakında bu gaflete düşecek olan kişi düşman olsun!” Dedim ve bir süre sessizleştim. “İyi bir asker olmak ve kraliyet ordusuna katılmak istiyorsanız dediklerimi aklınızdan çıkarmayacak, hayatınızın en önemli parçası haline getireceksiniz!” Ardından herkes tekrar çalışmaya döndü.

***

Kılıç-Kalkan İdmanı

Askerlerim kılıç- kalkan konusunda idman yaparken Kraliçe Amy yanıma geldi. İdman balkonundaydık. Askerlerimi buradan daha iyi gözlemleyip yönetebiliyordum.

Kraliçeye reverans yaptım. “Kraliçem,” dediğim anda Amy’nin sıkıntıyla nefes verdiğini işittim. “Resmiyeti bir kenara bırak Abel!” Dedi. “Hem sen ne zamandan beri bana reverans yapıyorsun?” Diyerek gözlerini kıstı.

Güldüm. “Ben şu anki duruma alışkınım Amy ama onlar değil.” Diyerek arkasında duran iki muhafızı gösterdim. Arkasına döndü ve muhafızlara baktı. Eliyle çıkın işareti yaptı ve muhafızlar çıkınca yanıma geldi. Bu sırada ben de onu balkon pervazına yaslanmış şekilde izliyordum.

Oda benim gibi yaslandı. “Evet,” dedi ikinci ‘E’yi uzatarak. “Sen ne zamandan beri bana reverans yapıyorsun?” Diye sorusunu yineledi. Bana bakmak için başını çok kaldırıyordu.

Ona doğru eğildim ve kollarımı birbirine kavuşturdum. “Kraliçe olduğundan beri?” Diye soru sorar gibi cevapladım onu. Hiçbir zaman tahta geçmek istememişti ama abisi Volkan Krallığına gitmek zorunda olduğu için krallık hatta imparatorluk onundu. Bu nedenle benim yanımda her daim rahattı ve Steve’in yanında.

“Kulağıma bir takım şeyler çalındı.” Diyerek kabarık elbisesi ile bir sandalyeye oturdu. Bugün lila ve mavi takılmayı seçmişti. Şaşırmamıştım, o hep böyleydi, bu iki rengin müptelası. “Yeni askerlerimi bir tık korkutmuş gibisin.” Diyerek masada bulunan dilimlenmiş elmalardan birini ağzına attı.

Yerimden ayrılmadım ve arkama baktım. Askerlerime. Sakin bir şekilde Amy’i cevaplamaya koyuldum. “Öncelikle onlar senin değil, benim askerlerim. İkinci olarak, sana tam olarak ne anlatıldı bilmiyorum ama benim onlara anlattığım şey savaşın affının olmadığıydı.” Diyerek ona baktım. Düşünüyormuş gibi yaptı. Bana da gözlerini kısarak baktı.

Amy böyleydi işte, içindeki çocuğu kolay kolay kimseye göstermez ama o çocuğu da öldürmezdi.

Ağzını açtığı anda içeriye dalan kişi az kalsın balkondan düşmeme sebebiyet veriyordu. Çünkü içeri girdiği gibi yanıma tünemişti. Beni şu hayatta bezdiren tek şey Steve’dir. Evet, şey. “Ne yapıyorsunuz?” diye sorduğunda bir ona bir de aşağıya baktım. “Ne oldu Abel, sorun mu var?” diye sordu.

“Diyorum ki acaba seni bu balkondan atsam ne olur?” Diyerek ona yavaş yavaş yaklaştım. “Amy’nin sağ kolu olur muyum?” Dediğimde bir süre bakıştık.

Ardından bir ses duydum. Aynı sesi Steve’de duymuştu. Kaşlarını çatmasından anlamıştım.

Bir kez daha duyuldu ses. Bu sefer Amy’de duymuştu bu sesi. Oda sesi duyar duymaz ayağa kalkmıştı.

Hemen arkama dönüp bağırdım. “DURUN!” idman durduğunda ses bu sefer daha da gür bir şekilde duyuldu. “ACEMİLER SAKLANIN VE GÜVENLİĞİNİZİ KORUYUN. GERİYE KALANLAR SAVAŞ POZİSYONU ALSIN!” Diyerek emrimi verdim. Bu ses normal bir ses değildi.

Elimle kılıcımla gidiyordum ki durdum. “Steve,” diyerek ona baktım. “Kraliçeyi koru!” Başı ile onayladı. Ben de hızlıca saray kapısının olduğu bahçeye yöneldim. Tam o anda bir şey oldu. Ne çok uzun ne de çok kısa…

3 Şubat

 

Hava soğuk ve pusluydu. Önümü görmekte zorlanıyordum. Diz kapaklarıma kadar çıkan karda zor yürürken, önüme çıkan ağaç dalını güçlükle elimle ittim. Tipi oldukça hızlı olduğu için görüş mesafem gittikçe azalıyordu. "Ahh lanet olasıca şey hadi ama!" Şuan en son isteyeceğim şey olmuştu: Sol ayağım bir bataklığa saplanmıştı.

 

Tipi yüzünden görüş mesafem gittikçe daralırken birkaç kilometre öteden kurt sesleri gelmeye başladı. Kurt demek ölüm demekti. Tipiden sağ çıkamazsam kurt saldırısından kesinlikle kaçamazdım.

 

Kurt sesleri gittikçe yaklaşırken ben belime bağlamış olduğum halatı az ötemdeki ağaca yaklaşıp güç bela bağladım. Halatı hafif çekiştirip sağlam olduğundan emin olduktan sonra yavaşça halatı çekerek çıkmaya çalıştım. Sonunda bataklıktan çıkınca derin bir nefes aldım.

 

O sırada az öteden ayak sesleri ilişti kulağıma. Elimi alnıma siper edip gözlerimi kıstım ve etrafı kolaçan etmeye başladım. Gerçi tipiden dolayı hiçbir şey gözükmüyordu fakat en azından denemiş oldum.

 

Tipi gittikçe artarken duyulmayacağını bile bile bağırdım. "Kimse var mı?!" Birkaç dakika ses gelmeyince omuz silktim. "Belki de bir tavşandır." Gerçi bu soğukta tavşan ne arardı ki? Aklıma gelen saçma fikrime göz devirirken kurt sesleri iyice yaklaşmaya başlamıştı. Ben hızlıca ağaca bağladığım halatımı çözüp belime bağladım. O sırada aniden omzumu sıyırıp karşıki ağaca saplanan bir ok hızlıca kulağımın önünden "Vınn" diye geçmişti. Kaşlarımı çatıp kılıcıma davrandım ve…

 

Bu da kimdi? Ya da bunlar?

 

O sırada uzun, siyah saçlı bir çocuk elinde tuttuğu yayla yavaşça bana yaklaşmaya başladı. Arkasından da yavaş yavaş silüetler belirmeye başlamıştı. Ben kaşlarımı iyice çatarken sesimi duyurmak için merakla bağırdım. "Hey! Siz de kimsiniz? Yoka Gabrilona Krallığı'ndan mısınız sizi serseriler!" Görünüşleri Gabrolina Krallığı'ndaki serserileri aratmıyordu.

 

İnanamazca hepsini tek tek süzdüm. "Siz buralara kadar gelmeyi nasıl başardınız? Sizin şuan Hanfrank Bar'ında olup naralar eşliğinde köyleri yağmalama planları yapmanız gerekiyordu!" İçlerinden kıvırcık saçlı olanı bir iki adım yaklaşıp cevap verdi. "Biz serseri değiliz." Hala alay edercesine yüzüne baktım kıvırcığın. "Nesiniz o zaman?!" O sırada diğerlerinden daha bakımlı, hoş giyinmiş olanı iyice yanıma yaklaştı, yaklaştı yaklaştı...

 

Ve en sonundan aramızda bir iki adımlık mesafe bırakınca durdu. Sinirle soludu ve dişlerinin arasından konuştu. "Asıl senin burada ne işin var?! Yoksa Daniel'in ordusundan mısın?!" Yakama yapıştı ve beni ileri geri hızla sallamaya başladı. "Kimsin! Söyle!" Ben korkuyla tek kelime edemeden sadece gözlerinin içine bakarken silüetlerden bir tanesi konuştu. "Bırak onu Abel, kim olduğumuzu bilmeyecek kadar korkmuş". İsminin Abel olduğunu öğrendiğim şahıs yakalarımı bıraktı.

 

Hala sinirli olduğu gerilen yüz hatları ve çenesiyle her halinden belliydi. Ben korkarak bir iki adım geri giderken kılıcımı hızlıca kınından çıkarıp Abel'e doğru tuttum. "Her kimsen ya da kimseniz benim peşimi bırakın!" Arkamı tam dönerken Abel hızlıca sırtımdan tutup beni tekrar kendine döndürttü. "Hiçbir yere kımıldamayacaksın!" Ben iyice kaşlarımı çattım.

 

Kim ki bana emir veriyordu? "Benim peşimi bırak Abel, ben sadece Savratone Ülkesi'nden Rafrodita Ülkesi'ne mesaj yollamak için gönderilen bir elçiyim! Yolda giderken de tipiye yakalandım. Hepsi bu!" Abel inanmamış olacak ki kafasını olumsuz anlamda sallayıp kalbimin üstünde olması gereken armamın olduğu yere sertçe kılıcını bastırdı. Armamın olduğunu anlayınca hala çatık olan kaşlarıyla gözlerimin içine derin bir şekilde baktı.

 

Ben de kaşlarımı çatıp arkadaki silüetlere baktım. Toplamda dört tanelerdi ve bu durumdan sıkıldıklarını belli edercesine bir bana bir de Abel'e bakıyorlardı. Sinirle gülümseyip kılıcımı savurdum ve kollarımı her iki yanıma açtım. "Bak! Ben kendimi tanıttım, sıra sizde. Artık bu lanet olasıca durumdan kurtulmak istiyorum dostum!"

 

Abel aniden değişen bu ruh halime karşılık hiçbir tepki vermedi. Sadece dudaklarından tek bir kelime döküldü. "James!" Bana ok atan siyah saçlı çocuk hızlıca Abel'in yanına yaklaştı. Ve Abel'e ufak bir baş selamı verdikten sonra cebinden çıkardığı minik kutuyu Abel'e uzattı. Abel gözlerini benden ayırmadan kutuyu alıp açtı. Kutu boştu. Kaşlarımı "Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?" şeklinde çatarken Abel konuşmaya başladı. "Kara incinin lanetini bilir misin?" Gözlerim fal taşı gibi açılırken zorla yutkundum.

 

O laneti bilmeyen kimse yoktu. Ve o lanete çalışan seçilmiş 5 tane elçi vardı. Seçilmiş ama bilinmeyen 5 elçi. Dur bir dakika! Yoksa- Abel konuşmaya devame etti. "Kara İnci laneti herkesi ve tüm krallıkları tetikler. Krallığına ihanet edenler tek çatı altında toplanır. Kara İnci'nin altında." Ben merakla dinlerken o anlatmaya devam etti.

 

"Yıllar ama yıllar önce Lazotisya Krallığı'nda yaşayan, ünü namı her yere yayılmış Harew adında bir cadı yaşarmış. Bu cadı, yaklaşan savaş tehlikesinin gerekli olduğunu, herkesin bolluk ve bereket içinde yaşamına devam etmesi takdirde varisler arasında taht kavgasının çıkacağını, güneş ve ay tutulmalarının devam edeceğini, her biri birer gölge silüeti şeklinde olan Gölgenin Varisleri'nin ülkeye daha sık uğrayıp tek tek insanları kandıracağını ve kendi taraflarına çekeceklerini o dönemin kralının huzuruna çıkıp herkesin önünde anlatmıştı. Fakat onu kimse dinlemeyince yaşadığı krallıktan ayrılıp sarp kayalıkların arasında kendisine yeni bir hayat kurmuş. Gel zaman git zaman, savaş günü gelince herkes bir telaş içine düşmüş, kimisi can kimisi de vatanını korumak derdiyle yanıp tutuşurken Harew, dayanamamış, ve tekrar kralın huzuruna çıkmış. Fakat çıkar çıkmaz kral huzurundan onu kovunca kralla birlikte tüm krallığı lanetleyip krala bağlı olanları Savaş'ın Varisleri olarak adlandırıp onları güneşe hapsederken krala ihanet edip, krallığa ve tüm dünyaya ihanet edip savaşa evet diyenleri ise İhanet Bekçileri olarak adlandırdı ve onları da Ay'a hapsederek kontrollerini Kara İnci'ye devretti."

 

O sırada elindeki kutuyu bana gösterdi. "Bu kutu da Kara İnci'nin. Ve bu kutuya ait bir şey var. Ve..." Ben zar zor yutkunurken korkarak Abel'e baktım. Neler oluyordu? Abel'in dudaklarından yine tek bir kelime döküldü. "Chris!" Chris hızla yanımıza gelip daha da artan tipide hızlıca kılıcını çıkarıp gözlerini kapattı ve birkaç kelime söyledi. Ardından cebindeki taşı çıkarıp yavaşça kutuya koydu.

 

Siyah, ve çok hoş bir taştı. Ayrıca karanlıkta parlıyordu. Chris, benim kılıcımı yerden alıp kılıcıyla birlikte havaya kaldırdı ve birkaç kelime daha söyledi. O sırada etrafa mavi ardından da siyah ışıklar saçılmaya başladı. "Ve sen de bir İhanet Bekçisisin." Kalbim hızlı hızlı atmaya başlayıp acıyla sızlamaya başladı. Dudaklarımdan acıyla karışık fısıltılar döküldü. "Ahh!" Bedenim yavaşça yukarıya doğru çıkmaya başlarken ben acıyla inliyordum.

 

Bedenim biraz daha yukarı çıktıktan sonra beyaz bir ışık hüzmesi bedenime indi. Kalbimin acısı yavaşça azalırken ruhum kendi etrafında dönerek daha da yukarı çıkmaya başladı. Şeffaf olduğu için ışık hüzmesi onu delip geçerken ruhum bir anda siyaha büründü ve etrafa siyah ışıklar saçmaya başladı. Ben bedenimde kilitlenmiş bir şekilde olanlara çaresizce bakarken bağırdım. "Hayır! Olamaz! Dur! Bırakın beni!" Fakat bağırmam işe yaramamıştı. Çünkü ağzımı dahi kıpırdatamamış, kaskatı kesilmişken sadece içimden çığlık atabildiğimi anlamıştım. Ruhumun olmadığı bedenimde çığlık atmıştım...

 

Neydi o?

Orda geçen tüm isimler, silüetler…

İhanet Bekçileri Efsanesi… Çocukken ben, Amy, Steve ve Cameron ile bulduğumuz gizli mağarada bulunan ve duvara asılmış olan parşömene işlenmişti gördüklerim. Tam beş yüz yyıl öncesine ait… Ama tam olarak neydi o?

Bunu daha fazla düşünemeden o sesleri bir kez daha duydum. Yağmacı mıydı onlar? Saraya mı dayanmışlardı?

Bir insandan beklenmedik bir şekilde koştum ve sarayın ana kapısına vardım. Kapıdaki muhafızlara kapıyı açmalarını söyledim. Açtıklarında yağmacıların lideri karşımdaydı.

“Ne istiyorsunuz?” Diye sordum.

Sırıttı. “Kraliçeyi…” Dediği anda öfke tüm vücudumu kapladı. Saraya kadar nasıl geldiklerini bilmiyorum ama sanırım bundan güç alıp bu şekilde davranıyorlardı.

Onlara olan öfkem çocukluğuma dayanıyordu. Onlar ailemi öldürmüştü. Şimdi de onları öldürme şansım varken bunu kaçıramazdım. Ayrıca geçerli sebebi de onlar vermişti.

“Kraliçe mi?” Dedim ve ekledim. “HEPSİ ÖLECEK! KRALİÇEYİ KORUYUN!”

 

 

Loading...
0%