Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm: GECE 'NİN KARANLIĞINDA

@karanliginkizi

Kahvaltımı yapıp terasa çıktım. Evet, ülkemizde ilk kez cinayet işlenmiyordu ama ilk kez bu kadar gizemli bir cinayetle karşı karşıyaydık. Özellikle de böyle önemli bir sözleşmenin imzalandığı bir günde olması olayı daha da karmaşık hâle sokuyordu.

Sonbahar geldiği için yapraklar turuncudan sarıya dönmeye başlamıştı. Havada hafif bir rüzgâr vardı. Terasın korkuluklarına tutunup karşıdaki denize baktım. Bu akşam kesinlikle göreve çıkmalıydık. Saray hizmetçisi elma çayımı getirdiğinde Martha ‘da onun arkasından terasa girdi.Bende terastaki berjerlerin birine oturdum. Yüzü biraz soluktu ve pembe saçlarını dağınık bir topuz yapmıştı.

Tuhaf bir suratla ona bakmış olmalıyım ki saray hizmetçisini gösterip gitmesi gerektiğini işaret etti. Saray hizmetçisine dönüp kafamla gitmesini işaret ettim. Hizmetçinin gittiğinden emin olduğunda temkinli bir şekilde yanıma oturup etrafı kolaçan ettiğinde onun üstündeki gerginlik bana da bulaşmıştı “Kötü bir şey mi var Martha? Nedir bu halin?” derin bir nefes aldığında yeniden etrafı kolaçan etti. Hafifçe kulağıma eğilip fısıldadığı şeylerle bir kez daha dumura uğradım.

“Kraliyet gözcülerini konuşurken duydum. Doğu krallığındaki kraliyet gözcüleri ve bizim krallığımızın gözcüleri beraber hareket ediyor biliyorsun. Sabahta krala rapor vermeye geldiklerinde Doğu Krallığında da bir evden inşan leşi kokusu geldiğini konuşuyorlardı. Ekipler araştırmış ve o da vahşice öldürülmüş bir adammış” kaşlarımı çattığımda dakikalardır tuttuğum nefesi verdim.

Kafamı terastan görünen deniz manzarasına yeniden baktığımda gözlerimi kısa bir süre kapatıp yeniden açtım “Sence bu cinayetin bizim krallığımızdakiyle bir bağlantısı var mı?” bilmiyorum dercesine kafa salladığında bende onun gibi kafa salladım.Yeniden bana döndüğümde bu sefer ne var der gibi kızgın bir ifadeyle ona baktım “Hemen kızma bu sefer böyle cinayetli falan bir şey yok. Kralımız Doğu Kralını ve Prensini bugün saraya davet etmiş. Toplantıdan sonra Prense sarayı bizzat sen gezdirecekmişsin"

Yüzümü ekşitip göz devirdiğimde o da benim gibi göz devirdi. Hafif bir kızgınlıkla “O kendini çok beğenmiş heykel parçasına neden ben sarayı gezdiriyorum ki?” hafifçe güldükten sonra “Aranızdaki samimiyetin daha da gelişmesi içinmiş. Kralımız böyle söyledi” yeniden göz devirdim “Dün balodayken bir saniye olsun gözlerini benim üzerimden çekmedi. Akbaba” gözlerimi aklıma aniden gelen şeyle fal taşı gibi açtığımda anlamaz gözlerle bana baktı. Kendi derdime düşüp onunkini unutmuştum.

“Martha ben çok önemli bir şeyi unuttum” dehşetle bana baktı “Neyi?” hafifçe sırıttım “Neyi olacak dün Bert ‘le ne konuştuğunuz hakkında seni sorguya çekmeyi” rahatlamış bir şekilde nefes verdiğinde o da hafifçe gülümsedi “Bende gerçekten önemli bir şeye var zannettim” kaşlarımı sinirlice çatıp “Daha önemli ne olabilir ki? Hadi durmada anlat” derin bir nefes aldığında yavaşça koluna vurdum “Hadi ya anlatsana” “Tamam anlatıyorum” kafamı salladım “Her şeyi en başından anlat.”

“Balo salonuna indiğimde Bert bir kenarda kendi emrindeki muhafızlarla konuşuyordu. İşte baloyla ilgili talimatları falan veriyordu. Aslına bakarsan ona görünmeden senin yanına gelmeyi planlıyordum ama öyle olmadı tabii” bakışlarını benden çekip karşıdaki denize yönlendirdi. Bakışları denizdeydi ama gördüğü deniz miydi? İşte o tartışılırdı. Derin bir nefes alıp devam etti “Sonra onlarla konuşup bir yandan da elindeki içkiyi yudumlarken bir anda benim olduğum tarafa döndü ve doğal olarak beni gördü.”

Bir Gün Önce. Balo Gecesi.

Büyük ve görkemli sarayda yankılanan müzik kulaklara dolarken, genç adam elindeki içkisini yudumlarken bir yandan da emrindeki muhafızların söylediği şeyleri dinliyordu. Ya da dinliyor gibi gözüküyordu. Çünkü aklı başka birindeydi.

Kendini bildi bileli âşık olmasa da sevdiği ve yanı sıra beraber büyüdüğü kadındaydı. Eskiden sadece bir hoşlandı olan bu duygu daha sonrasın da aşka dönüşmüştü.Etrafa ne kadar bakınsa da bir türlü görememişti. Bu onu huzursuz ediyordu. Ne kadar ona yakın davranıp ona sevgisini veremese de aynı ortamda olduğunu bilmek onu huzurlu kılan nadir şeylerden biriydi.

Balonun güvenliğiyle ilgili birkaç bilgi daha edinip yeniden gözlerini etrafta gezdirmeye hazırlanırken, tamda arkasında görmüştü onu. Oysaki tamda şuan yanında olmasını isterdi. Defalarca ona olan aşkını dile getirmeye çalışsa da başarılı olamamıştı. Evet, krallığın birinci güvenlik şefi olabilirdi ama galiba sevdiği kadına duygularını açmada sonuncu bile değildi.

Yanındaki muhafızlara dönüp yapılması gerekenlerle ilgili onay verip hemencecik sevdiği kadının yanına adımladı. Yüzüne bir gülümseme eklendiğinde onca saatin ardından sadece şu dakikadan itibaren huzurluydu. Hızlı adımlarla sevdiği kadının yanına ilerledi. Tam yanında durduğunda burnuna eş zamanlı olarak zambak kokusu da ilişti. Birkaç gündür onu sadece uzaktan görebiliyordu tabi haliyle bu durum onun kokusunu birkaç gündür alamamasına yol açmıştı.

Genç kadın onu yine görmezden gelip birkaç adım ötedeki masaya ilerlediğinde onu, aynı şekilde takip etti. Bugün kesinlikle tam olarak duygularını genç kadına açacak ve onu neden görmezden geldiğini öğrenecekti. Masaya yaklaştıklarında hızlı davranıp daha sevdiği kadın masaya ulaşmadan sandalyesini çekip oturmasını işaret etti. Artık ondan kaçışı yoktu.

Bugün bu davette ya yeni bir aşka yelken açacaklar ya da o yelkeni söküp atacaklardı.

Genç kadın sandalyeye oturduğunda o da vakit kaybetmeden hızlıca yanındaki sandalyeye oturdu. Saten bunca yıldır aşkını ona açmayıp vakit kaybetmenin pişmanlığını yaşarken o pişmanlığa bir yenisi eklensin istemiyordu. Evet, heyecanlıydı, reddedilme duygusu içinde patlamaya hazır bir yanar dağ gibi kaynıyordu ama bunu dışa yansıtmama kararı almıştı. Derin bir nefes aldı ve söze nasıl başlayacağını kafasında küçük bir provayla belirledi

Ona açılmak bu kadar zorken, ona âşık olmak hiçte zor olmamıştı. Bir anda oluvermişti. Kanına sinsice sızan ve sinsice ilerleyen bir hastalık gibi kendini belli etmeden gelip yerleşmişti yüreğine.

Kendinden emin olduğunda, etrafı meraklı gözlerle süzen genç kadına bakıp söze girdi “Seni uzun zamandır görmüyorum. Daha doğrusu göremiyorum. Sürekli benimle karşılaşmaktan kaçıyor, beni gördüğünde sanki benimle saklambaç oyunun içinde olan iki çocukmuşuz gibi saklanıyorsun. Böyle davranmanın sebebini öğrenebilir miyim Martha?” genç kadın duyduğu sözlerden sonra ağır bir kafa karışıklığıyla yüzünü yanında oturan adama döndürdü.

Bu günün eninde sonunda geleceğini bilse de bu gerçekten köşe bucak kaçmıştı. Yıllarca. Birkaç gündür çok sık bir şekilde beynini küçük ama bir o kadar da haylaz bir yaprak kurdu gibi kemiren bu düşünce eninde sonunda gelip önüne çıkmıştı.

Artık konuşulması gerekilen gerçeklerden kaçabileceğini düşünmüyordu. Yıllardır kaçmıştı ve ona bu kaçışın ne kattığı sorulursa; hiç geçmeyen bir vicdan azabı ve her gün küçük de olsa kalbini ortadan ikiye ayıran bir sızı olduğunu söylerdi. Kafasını adama döndüğü anda onu karşılayan açık mavi gözlerle ne kadar içinde bazı duygular kabarıp coşsa da bunu her zamanki gibi dışarıya vuramadı. Vurmadı değil vuramadı.

O çocukluğu da başta olmak üzere kendini hep sineye çeken bir insan olmuştu. Evet, fazla aktif ve konuşkandı fakat bunun yanı sıra herhangi olası bir durumda onun ne hissettiğini anlamazdınız. Yere düşüp dizi kanadığında ağlasa bile birkaç dakika sonra hiç bir şey olmamış gibi yeniden oyuna dalabilirdi. Veya derslikler de ders görürken bir soruyu çözerken ne kadar stres olsa da bunu hiç kimseye yansıtmazdı.

Derin bir yutkunmayla kafasını hafifçe sallayıp sorulan soruya cevap verdi “Aslına bakarsan senden kaçmıyordum. Sadece bu aralar biraz fazla yoğunum” ona yalan söylediği için kendinden nefret ediyordu. “Sen yıllardır mı yoğunsun Martha?” sorulan soru kalbine bir hançer gibi saplandığında göz bebekleri titredi. “Bak Bert senin bilmediğin konular var” Bert’in yüzündeki sevgi dolu ifade sekteye uğradığında ani bir hareketle Martha’ya doğru eğildi “Bilmediğim şeyler varsa anlat o zaman Martha! Ben seni dinlerim. İyi de olsa, kötü de olsa, kalbimi de kırsa dinlerim ben seni! Sen bana geldin de ben seni ne zaman geri çevirdim?”

Duyduğu sözlerle Martha’nın içindeki yangın büyüdüğünde ani bir cesaretle kısık bir sesle bile olsa içindeki duyguları dile getirmeyi başarabilmişti. “Korkuyorum Bert” genç olanın tek kaşı havalandığında anlamaz bir şekilde karşılık verdi “Neden korkuyorsun Martha?” göz bebeklerine dolan yaşlar artık kendilerine hâkim olamayıp gözünden süzüldüğünde, başını hafifçe eğdi “Ya ailelerimiz buna karşı çıkarsa? Ya bir daha seni hiç göremezsem? En azından uzaktan da olsa görebiliyorum seni. Evet, yanında değilim veya gelmiyorum ama inan benim kalbim de yanıyor”

Bert, Martha’nın ellerini avuçlarına alıp yavaşça okşadı. Artık onunda sesi kısık çıkıyordu “Korkma, yanındayım ben. Sen yeter ki benim ellerimi bırakma. Ben hepsinin karşısında dururum. Sen yeter ki beni kabul ettiğini söyle. Ben senin için her şeye katlanırım. İstiyorlarsa sürsünler bizi bu diyardan, sen yanımdaysan ödül olur o bana. Bunları yapmam için elimi tutmana da gerek yok zaten. Bana gülümseyerek bak yeter” Martha’nın ellerini tutan elinin bir tanesini çekip, Martha’nın hafifçe kafasını kaldırdı. Ardından elini yanağına çıkarıp, aşağı doğru süzülmekte olan yaşı sanki bir camın üstünü siliyormuş gibi hafifçe sildi “Ayrıca, bir daha ne olursa olsun eğme başını. Hep dik tut. Biz utanacak bir şey yapmıyoruz” Martha ’nın yüzüne hafif bir tebessüm yerleşmişti. Bu Bert için de geçerliydi.

Bert ‘in yüzündeki gülümseme büyüdüğünde Martha ‘nın önüne gelen saç tutamını hafifçe kulağının arkasına yerleştirdi. “O zaman benimle bu yolda yürür müsün?”

Şimdiki Zaman.

Tabiri caizse ağızım açık bir şekilde Martha ‘yı dinlediğimde o da aynı benim gibi bunları anlatırken şaşkında. Çünkü ikimizde böyle bir şeyi beklemiyorduk. Kendime gelip Martha ‘yı dürttüm “Sen ne dedin peki? Kabul ettin mi?” gözlerini kapatıp yavaşça kafasını salladı. Tabii kafasını sallarken gülümsemeyi de ihmal etmemişti. Ani bir sevinç dalgasıyla yerimde biraz ilerleyip ana aniden sarıldım. “Senin adına çok mutlu oldum Martha. Tebrik ederim” o da bana aynı heyecanla sarıldığında yavaşça sırtını iyi bir dostun sıcaklığıyla okşadım. Çok mutlu olmuştum çünkü Martha ne kadar belli etmemeye çalışsa da çocukluğundan beri bu günün hayalini kuruyordu.

Bir süre daha sarıldıktan sonra sonbaharında beraberinde getirdiği soğuk rüzgârlar sayesinde saraya girdik. Saraya girdiğimizde ise karşılama konseyi çoktan sarayın ana bahçesinde yerini almış, Doğu Kralı ve oğlunu bekliyordu. Babam ve abimde konseyin bir adım önünde durmuş gizli saklı bir şeyler konuşuyordu. Büyük ihtimalle Doğu Kralıyla ne konuşacakları hakkındaydı. Karşılama konseyini ve babamları es geçip odama yöneldik. Hazırlık yapmamız gerekiyordu öyle değil mi?

Oflaya puflaya odaya girdiğimde Martha da benle odaya girip kapının orada durdu. Neden ben o kendini beğenmiş prensi gezdirmek zorundaydım ki? Gözlerimi devirip yatağıma oturduğumda daha sesli bir şekilde oflamaya başladım “Of of. Neden ben o prens bozuntusunu gezdirmek zorundayım ki? Bence ne yapalım biliyor musun Martha?” kaşlarını çatıp hafifçe kafasını salladığında, sanki bulduğum fikir çok iyiymiş gibi gülümsedim “Babama gidip hasta olduğumu söyle o da bu fikirden vazgeçsin. Nasıl fikir?”

Ağır ağır kafasını salladı “Benim daha iyi bir fikrim var. Ne yapalım biliyor musun?” umutla gözlerimi açtığımda, gözlerimdeki umudun sönmesi pekte uzun sürmemişti “Kalkıp sana dolaptan hem rahat hem de sık bir kıyafet seçelim.” anlaşıldı. Eninde sonunda, ne olursa olsun onu ben gezdirecektim.

Daha şimdiden ona sinir olmaya başlamıştım.

Somurtarak yataktan kalktım. Eş zamanlı olarak dolaba doğru ilerledi. Yavaş ve istemeyen adımlarla onu takip ettim. Birkaç dakika dolabı kurcaladıktan sonra, hafif bir sevinç nidasıyla bana döndü “Hadi bunu denede gel” istemeyerekten olsa elinden alıp denemek adına giyinme kabinin arkasına geçtim. Yeşil işlemeli sade ve pekte kabarık olmayan bir elbiseydi. Straplez olmasına rağmen aslında o kadar da açık değildi. Kollarını omuzlarıma düşen iki kalın tül tutuyordu. Dediği gibi hem çok şık hem de çok sadeydi. Elbise üstüme tam oturduğunda, üstümü hafifçe düzeltip kabinin arkasından çıktım. Martha ise bu sırada bana taç seçmekle uğraşıyordu.

Göz devirerek çıktım ve beni aynadan görmesiyle yönünü bana çevirdi. Yüzüne büyük ve samimi bir gülümseme yerleştirdi “Harika olmuşsun. Bende elbisene uyacak bir taç seçtim bile” hızlı adımlarla yanıma gelip arkasında sakladığı tacı kafama yerleştirdi. Taç ince ve zarifti. Yukarı doğru uzayan küçük çıkıntıları zümrüt parçalarıyla döşenmişti. Biraz ilerleyip aynaya iyice yaklaşım. Hafifçe eğilip pufa oturduğumda Martha da arkama geçip saçıma şekil vermeye başladı. O saçımı yaparken bende makyajımı yapmaya başladım.

 

                                                                                               ...

 

“Sence de biraz fazla abartmadık mı?” sitemle sorduğum soruya Martha, kafasını ağır ağır sallayarak cevap verdi “Hayır, ne alakası var? Sadece küçük sade bir topuz yaptım. Ayrıca elbisenle de çok uyumlu oldu.” hafif bir oflamayla kafamı sallayıp yeniden aynaya döndüm. Yaklaşık yarım saattir Martha benim saçımı yapmakla uğraşıyordu. Uğraşmasına da değmişti açıkçası. Son dokunuşları da yapıp kenara çekildiğinde bende ayağa kalktım.

Saçımı ensemde toplayıp küçük bir topuz yapmıştı. Tacı da kafama sıkı bir şekilde yerleştirmişti. Bende elbisemle uyumlu olsun diye hafif yeşil tonlarında bir makyaj yapmıştım. Biraz ilerleyip boy aynasında son kez kendime baktım. Ne kadar istemesem de içimde onu göreceğim için oluşan bir heyecan vardı. Benim ise neden heyecanlandığım hakkında zerre fikrim yoktu.

Ben aynada kendimi süzerken kapı tıklatıldı ve Martha, hazır ol komutuna geçti. Ne kadar yalnızken aramızda mertebeler olmasa da biri ikimizin olduğu ortama dâhil olduğunda mertebeler ortaya çıkıyordu. Bu Martha için ne kadar normal olsa da bu beni çok üzüyordu. Ben onunla çocukluğumda beri arkadaştım ve bu durum her zaman böyle olmuştu.

Kapıyı tıklatan kişi babamın yardımcılarından biriydi. Büyük ihtimalle toplantının bittiğini ve babamın beni çağırdığını söylemek için gelmişti. Bir adım öne çıkarak reverans yaptı. Hafifçe başımı sallayıp karşılık verdim “Efendim, kralımız sizi yanına çağırıyor. Toplantı bitmiş.” Ciddi bir yüzle kafamı sallayıp odadan çıktım. Beni Martha ve babamın yardımcısı takip ediyordu. Toplantı salonuna gitmek için ikinci şatoya geçip cam merdivenlerden çıktık. Sarayımız üç ana şato ve iki ek yapıdan oluşan taş bir yapıydı. Toplantı salonuna vardığımızda babamın yardımcısı önden girip babama benim geldiğimi söyledi. Babamda beni içeri çağırdı.

Toplantı salonu kareyi andıran dikdörtgen bir yapıdaydı. İki tane kocaman masa vardı. En karşıda ise altın işlemeli bir iki tane taht. İçeri girdiğimde reverans yapıp hem babama hem de diğerlerini selam verdim. İçeride Doğu Kralı Brenden İrene, oğlu Cedric İrene, doğu krallığının mali işlerinden sorumlu bir yardımcı vardı. Bizim sarayımızdan ise; abim, mali işlerden sorumlu olan ve aynı zamanda Martha ‘nın babası vardı. Hepsine teker teker göz gezdirmeden önce babama dönüp “Kralım” dedim. O da bana dönüp “Benim sevgili kızım, seni buraya hem konuklarımıza hoş geldin demen hem de Prens Cedric ‘e sarayı dolaştırman için çağırdım.” yeniden sahte bir gülümseme sunup tüm misafirlere hoş geldiniz dedim. Salondaki herkes karşılık verdiğinde babamın gözleri Cedric ile benim aramda gidip geldi.

“O zaman toplantımız bittiğine göre, Amaris Cedric ‘i ağırlayabilir, değil mi?” babamın sorduğu soruyla Kral Brenden kafasını salladı “Tabii ki de. Bizde bu arada gemilerin hangi hattı kullanacağını iyice belirleyelim” ikisi de birbirine gülümseyip kafalarını salladı. İki krallığın üyeleri de ayaklandı ve Cedric, bana doğru yaklaştı. Abim bunu görmüş olacak ki kaşları birden havalandı. Ona dönüp samimi bir gülümseme sunduktan sonra kafamı sorarcasına salladım. Abim bu hareketime karşı ne kadar içi rahat olmasa da kafa sallayıp bir nevi izin verdi.

Cedric tam olarak yanımda durduğunda, Kral Brenden bize seslendi “İyi gezmeler çocuklar” ben gülümseyerek karşılık verdiğimde, Cedric kafasını sallamakla yetinmişti.

Biz salonun büyük kapısından çıktığımızda, bizi Martha ve dün baloda Cedric ’in sağ kolu olduğunu düşündüğüm adam karşıladı. Evet, artık emindim. Bu adam Cedric ‘in sağ koluydu. Yani Elvis Frank. Adı çok duyulmazdı ama en az Cedric kadar namı vardı. Uzun koridorda ilerlerken onlarda bizi takip etmeye başlamıştı.

Sarayın kurallarından biride buydu. Sarayda herhangi bir özel konukla ilerlerken yanınızda sadece sağ kollarınız olabilirdi ve şöyle bir sorun vardı ki saraydaki kadın soylulara erkek muhafız verilmiyordu. Erkeklerin aldığı eğitimin kadınları koruyacağını savunan bir görüşün benimsendiği bir yönetimde biz kadınlara erkek koruma verilmemesi ayrı bir komikti. Koridorda ilerlemeye devam ederken bir yandan da Cedric ‘i bilgilendiriyordum. “Sarayımız üç ana şato ve iki ek yapıdan oluşuyor. Ana binalarda soyluların odaları, yemek ve davet solanları, balo ve festival alanları var. Ek binalarda ise hizmetçilerin odaları, saray hayvanlarının ahırları bulunmakta” Pür dikkat bir şekilde beni dinlemiş ve sözümü bitirdiğimde anladığına dair mırıltılar çıkarıp kafasını sallamıştı.

Cam merdivenleri de inip ikinci çıkış kapısına ulaştığımızda ona döndüm “İsterseniz bahçeye gezebiliriz ya da bahçeyi sonraya erteleyip şatoları gezmeye devam edelim?” Sorar bir tonda konuştuğumda birkaç saniye düşündü “Önce bahçeyi gezelim” Kafamı salladığım da beraber bahçeye yöneldik. Saray yeşil ve ağaçlarla dolu bir alanın tam ortasına yapılmıştı. O yüzden dört bir yanında ağaçlar ve yeşil alan vardı. Tabii birde benim hobi bahçem.

Küçüklüğümden beri doğaya ve bitkiler duyduğum ilgi dolayısıyla bana bir hobi bahçesi yapmışlardı. Öyle çok büyük değildi. İçinde küçük, ahşap bir sera da vardı. Ahşap sera da bitkilerle ilgili aldığım notları tutabileyim diye birkaç dolap, bahçeye eklemeyip incelediğim bitki ve çiçekler vardı. Sonradan oraya birkaç tane rafta eklemiştik. Bazı bitkiler büyüdükten sonra fazla güneş gördüklerinde solabiliyorlardı. Bende onları o raflara yerleştirmiştim.

Bahçede bir misafirimiz daha vardı; zakkum çiçekleri. Yüzüme gülümseme dolduğunda gözümün tek odağı zakkum çiçekleriydi. Cedric bunu fark etmiş olacak ki benimle aynı tarafa döndü. İlk önce ne olduğunu anlamasa da sonradan o da gülümsemişti. “Zakkum çiçeklerini sever misin Prenses?” Kafamı hafifçe sallayıp “Severim, siz sever misiniz, majesteleri?” O da kafasını sallayıp bana döndü “Çiçeklerle pek ilgim yoktur ama en sevdiğim çiçek odur” Yavaş adımlarla hobi bahçeme ilerlediğimde o da peşimden geldi “Nereye gidiyoruz?” Yüzümdeki gülümseme genişledi “Zakkumları yakından incelemeye.”

Hobi bahçeme ulaştığımda kapıyı saran sarmaşıklardan geçip hafif taşlı yolda ilerlemeye başladım. Gelen sesler hâlâ peşimden geldiğini işaret ediyordu. Ahşap seranın içine girdiğimde kapıyı açık bıraktım. Peşimden gelen birini yüzüne kapıyı kapatmak olmazdı değil mi?

Eldivenlerin olduğu rafa uzanıp iki çift eldiven çıkardım. Arkamı döndüğümde pembe Begonyaların önünde durduğunu ve onlara çok dikkatli bir şekilde baktığını gördüm. Biz içeriye girdiğimizde Martha ve Elvis dışarda beklemeye başlamışlardı. Bu da sarayın kuralarından bir tanesiydi. Misafirle kişisel bir odaya girdiğimizde yanımıza sağ kollarının girmesinin yasak olması.

Yanına yaklaşıp bende Begonyalara baktım. “Begonya” İrkilmiş gibi hafifçe geriye gittiğinde bana döndü. Bense ona dönmeden Begonyaya bakarak cevap verdim “Çiçeğin adı diyorum. Begonya. Hayalperest anlamında. Hiç duydunuz mu majesteleri?” Kafasını salladı ve bana bakmaya devam etti “Böyle bir çiçeği bile ilk kez görüyorum” Kafamı salladığımda ona dönüp eldivenleri uzattım. “Hadi Zakkumu yakından incelemeye gidelim” Eldivenleri aldığında soru sormayı da ihmal etmedi. “Eldivenler ne için?” Elime eldivenleri takarken bir yandan da ilerlemeye başladım. O da benim gibi yaptı.

“Zakkumun kökünü ellersek diye” Taşlı yolda ilerlerken soru sormaya devam etti. “Köküne dokunursak ne olur ki” bana yetiştiğinde, yanımda yürümeye başladı. “Zakkum çiçeğinin kökü zehirlidir aynı insanlar gibi. Çiçekleri ne kadar güzel olup koksa da onun zehri de kökündedir. Siz onun derinine inip onu keşfetmedikçe gerçek yüzünü göremezsiniz. İnsanlar da böyledir majesteleri. Siz onların derinine inip onları anlamadıkça gerçek yüzlerini göremezsiniz.”

Dalgın bir şekilde beni dinlediğinde çoktan zakkumların açtığı yere varmıştık. Hafifçe elbisemin eteğini toplayıp, yere eğildim. Hafifçe çiçeğe dokunmaya başladım. Bahçe de küçük bir su birikintisi oluşmuştu. Zakkumda hemen onun yanında bitivermişti. Biraz sonra Cedric ’de yanıma çömeldi. Biraz ileride ki bir diğer zakkumu incelemeye başladığında bende zakkumun kokusunu içime çekmeye başladım.

Aradan birkaç dakika geçtiğinde ayağa kalkıp bana elini uzattı. “Hadi Prenses kalkın da beraber bahçeyi gezmeye devam edelim” Kafamı salladığımda elini tutup doğruldum. Boyu gerçekten uzundu. Yürürken bunu fark etmemiştim. Elini bıraktığımda o da elini çekip eldivenlerini çıkardı. Bende onun gibi yapıp eldivenlerimi çıkardım. Yürümeye devam ettiğimizde doğu tarafındaki sahile doğru ilerledik.

Şatonun üç tarafı denizle çevriliydi. Benim odamda Doğu Krallığı’nda bulunan Torhon Dağlarına bakıyordu. Sahile inmeden durduğumuzda vücudunu bana döndürdü. Bende aynı şekilde ona döndüm. “Saray ve bahçeyi gezmek çok güzeldi. Teşekkür ederim Prenses.” Sağ elini bana uzatıp “O kadar gezdik ama tanışmayı unuttuk. Ben Doğu Krallığı Prensi Cedric İrene, tanıştığıma memnun oldum.” Kafamı sallayıp hafifçe gülümsedim. “Daha tam sarayı gezmedik ama madem bu geziyi burada bitirmek istiyorsunuz, öyle olsun.” Bende sağ elimi uzatıp, onun elini sıktım. “Batı Krallığı Prensesi Amaris Sagun. Bende tanıştığıma memnun oldum.” Fısıltı gibi çıkan sesiyle, kendi kendine konuştu. “Şimdilik Sagun.”

 

                                                                                                       ...                                        

 

Çizmelerimi de ayağıma giydiğimde tamamen hazırdım. Pencereden son kez gökyüzüne baktığımda bugün Ay’ın hilal şeklinde olduğunu gördüm. Odamı aydınlatan tek ışıkta ondan geliyordu. Ben gökyüzüne bakarken kapım hafifçe tıklatıldı ve içeri abim girdi. O da hazırlanmıştı. Üstünde bedenini tamamıyla örten bir kıyafet, onun üstünde çelikten yapılmış bir zırh, yine aynı şekilde eldivenler, çizmeleri ve birde pelerin. Üstünde birden fazla savunma aleti vardı. Kılıç, ok ve yay, küçük çakılar ve daha nicesi.

Bende üzerime, aynı onun gibi tüm bedenimi örten bir kıyafet giyinmiştim. İki parçadan oluşan bir kıyafetti. Üst kısmında boğazımdan belime kadar inen bir korse vardı. Bende abim gibi üstüme birçok savunma aleti yerleştirmiştim. İki tane küçük çakı, belimin iki tarafına da yerleştirdiğim iki tane kılıç ve eldivenime yerleştirdiğim jiletler. Bunlar sadece bir kaçıydı. Kapının orada beklerken kısık bir sesle konuştu. “Hazır mısın abicim?” Oturduğum yataktan kalkıp abim gibi fısıldadım “Hazırım abi, gidebiliriz.” Yanına yaklaştığımda aynanın karşısına geçip ördüğüm saçlarımı pelerinimin içine yerleştirdim. Ardından elimde tuttuğum bez parçasını gözlerimin alından bağladım. Pelerini kafama geçirdim. Artık sadece gözlerim görünüyordu.

Abimde aynılarını yaptığında yavaşça kapıyı açıp etrafı kolaçan etti. Etrafın temiz olduğuna kanaat getirdiğinde eliyle gelmemi işaret etti. Onu takip edip koridorda ilerledim. Abim, odamın birkaç metre uzağındaki küçük ardiye odasının önünde durup kapıyı açtı. Sessiz adımlarla içeri girdik. Karşı duvardaki ardiye raflarını ittiğimizde bizi karşılayan gizli duvarı yana doğru itip gizli geçide geçtik.

 

                                                                                                ...

 

Mars Köprüsü ‘nden geçip Sartanya Adasına ulaştığımızda himayemiz altına aldığımız yere doğru ilerledik. Burası her iki krallığa da bağlı olan bir adaydı. Daha önceden kullanılmaması nedeniyle buraya yerleşmiştik. Bizim krallığımızdan buraya iki şekilde gelebilme avantajı vardı. Ama biz daha çok Mars köprüsü ‘nü kullanıyorduk. Sandal veya kayıkla da buraya ulaşabilirdiniz. Güney Batısını Kordon Dağları, Kuzey Doğusunu Anya Kayaçları sarıyordu. Bu ada harabe evlerle doluydu. Yüzyıllar önce oraya çıkan bir efsane sonucu terk edilmişti. Efsanenin ne kadar gerçek olmadığı kanıtlansa da iş işten çoktan geçmişti. Artık gelir kaynağı tükenen bu güzel adaya bizden başka gelen kimse yoktu.

Kızıl Kartel ekibi dışında...

Onlarda bizim gibi bir gece suikast ekibiydi. Tek fark onlar Doğu Krallığı ‘na bağlılardı. Seri adımlarla harabelerin arasından ilerleyerek Kordon Dağları ‘nın eteklerindeki yerimize ilerledik. Kızıl Kartel ‘in yeri Anya Kayaçları ‘ndaydı. Şimdiye kadar karşılaştığımız hiçbir zaman aramızda bir diyalog geçmemişti. Sadece abimin yani Kristal Pençe ‘nin onların en güçlüsü olan Çelik Şimşek ‘le konuştuğunu biliyorduk.

Bu iki grubun en iyi özelliğinden biride buydu. İki ekibinde lideri yoktu. Sadece güç sıralaması vardı. Kadın ve erkek ayırdımı yapılmazdı. Ve ekipteki hiç kimse sizin gerçekte kim olduğunuzu bilmezdi. Gündüz kim olduğunuz hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Bunun nedeni ise grup içindeki kişilerin düşman olma ihtimalinin olduğu kadar dost olma ihtimalinin de olmasıydı.

Çünkü biriyle düşman olduğunuz da bir süre sonra bu nefreti dizginleyebilirdiniz ayrıca insan gerçekten tanımadığı birini kolaylıkla öldürebilirdi. Ama ekipten herhangi biriyle duygusal bağlarınızı geliştirdiğinizde yeri geldiğinde onu gözünüzü kırpmadan öldüremezdiniz.

Şırıl şırıl akan derenin içinden geçip yerimize vardığımızda, abim büyük bir ustalıkla gizlenmiş olan kapıyı açtı ve abi kardeş kimliğimizi dışarıda bırakarak, Kristal Pençe ve Gümüş Mızrak olarak içeri girdik. Dışarıdan ne kadar sert kayalardan oluşan bir dağ gibi görünse de, burası aslında kocaman bir toplantı odasıydı. Ametist Armadasının gizli yeriydi. İçeri girdiğimizde ekibimizin iki üyesi de çoktan gelmişti.

İki ekipte dört kişiden oluşuyordu. Bizim ekibimiz de yani Ametist Armadasın da iki kız iki erkek vardı. Hiç birimiz arasında ayrım yapılmazdı. Bu tür konuların adı bile geçmezdi. Masanın oraya ilerleyip bizim için ayrılan boş sandalyelere oturduk. Masanın karşısındaki duvarda kocaman bir harita vardı. Batı Krallığını kapsayan bir harita… Ortamdaki büyük sessizlik işlenen cinayetin çoktan ekiplere ulaştığını gösteriyordu. Birkaç dakika daha sessiz kaldıktan sonra abim yani Kristal Pençe pençe ayaklandı.

Ona buradaki herkes gibi Kristal Pençe lakabıyla sesleniyordum. Büyük haritanın önünde durduğunda derin bir nefes aldı ve aynı derinlikte verdi. Belinin sağ tarafındaki kılıcı sıkıca kavradı ve söze girdi. “Ülkemizde ilk kez cinayet işlenmiyor. Krallık daha önce de yaptığı gibi buna bir çözüm bulacağa benzemiyor. Gecenin hâkimiyeti bizde… O zaman gece işlenen cinayetin araştırması da bizde olmalı.” Kafasındaki pelerinden çok az bir şekilde görünen gözlerini üzerimizde gezdirdi.

Bizden onay bekliyordu ya da başka bir fikir. Alacağımız kararları ortak fikirler doğrultusunda alırdık. Çelik Şimşek ayaklanıp haritanın önüne gitti. Ekibimizin ikinci kadın üyesiydi. Hatta benden daha iyi dövüştüğünü söyleyebilirdik. Genelde gümüş renklerinde zırhlar giymeyi tercih ederdi. En yaratıcı ve zekice fikirler Kristal Pençeden sonra ondan çıkardı. Haritanın önündeki raptiyeyi alıp ülkemizdeki bir bölgeye sapladı. “Bu cinayet Mentan bölgesinde işlenmiş. Yangının çıktığı ev bölgenin güneyindeki son ev.” Biraz düşündükten sonra yeniden konuşmaya başladı. “Yangın akşama doğru çıkmış ve o gün balo olduğu içinde kimse orada değilmiş.” Bize dönüp fikirlerimizi isteyen bir tavırla baktı. Oturduğu sandalyeye iyice yayılan Soltist, kendinden beklenen rahat bir tavırla konuştu. “Eve hâlâ girememişler mi?” O ekibin en sessiz ve rahat üyesiydi. Ve en iyi karar vereni. Çok konuşmazdı ama konuştuğunda da size darbenin nereden geleceğini bilemezdiniz. Çok iyi bir savaşçıydı, bunun yanı sıra zihnini de kullanmayı çok iyi bilirdi.

Çelik Şimşek kafasını salladığında, devreye ben girdim. “Peki, şimdi biz giremez miyiz?” Kristal Pençe sorumu cevaplayarak yerine oturdu. “Hayır. Ev hâlâ tam söndürülmüş değil. Hiç kimse giremiyor.” Soltist kafasını sallayıp cevap verdi. “Delillerin çoğu kaybolacaktır.” Ardından kafasındaki pelerinden göründüğü kadarıyla tek kaşı havalandı. “Sizce bu katilin bir planı mıdır?” hafifçe omuz silktiğimde diğerleri de bilmiyoruz der gibi kafalarını salladı.

Bir çıkmazın içine düşmüştük ve ne çıkabiliyorduk nede daha dibe ine biliyorduk. Daha öncede ülkemizde cinayetler işlenmişti ama pekte yaptırımlı cezalara maruz bırakılmamışlardı. Genelde cezalarını biz vermiştik. Öldürerek veya öldürterek… Parmaklarımla masada ritim tuttuğumda artık aklım tamamen karışmıştı. Öğle vakti uyumaya çalıştığımda yine böyle olmuş ve uyuyamamıştım. Derin bir beyin fırtınasının içinden beni çıkıp alan şey Çelik Yılanın buradaki ismimi sesleniyor olmasıydı. “Gümüş Mızrak. Burada mısın?” Kafamı sallayarak kendime geldiğim. “Buradayım ne konuşuyordunuz?” Soltist, yine aynı rahatlıkla konuşarak beni cevapladı. “Yine devriyeye çıkalım diyoruz. Bu sefer daha fazla gözlem yapıp, daha farklı delillere sahip olabiliriz. En azından eve girene kadar… Sen ne diyorsun?”

“Bence de devriyeye çıkıp etrafı gözlemlemeliyiz.” Tüm üyeler kafasını onaylar şekilde salladığında ayaklanarak kapıya ilerledik. Yeniden derenin içinden geçtiğimizde artık ayrılma vaktimiz gelmişti. İkişer kişilik gruplara ayrılıyorduk. Ben ve Soltist. Abim ve Çelik Yılan. Kuzey ve Batı kanadı onlarda, Doğu ve Günay kanadı da bizdeydi. İkili olarak hareket etmemizin sebebi herhangi olası bir durumda acil müdahalede bulunmak içindi.

Abimler köprüden gitmek için yanımızdan ayrıldığında bizde denizden gitmek için sandalları olduğu kıyıya ilerledik. Kordon Dağlarının güney batısındaki eteklerinden aşağı indiğimizde bizi küçük bir sandal karşıladı. Ona binip Doğu Krallığının Mentan bölgesindeki sahil şeridinin oraya ulaştık. Görevimiz bitince Şandon’dan Narsta’ya gitmek için ayrılan yolda buluşacaktık.

Şehrin iç kesimlerine doğru ilerlediğimizde bizi her zaman olduğu gibi sessiz ve sakin bir ortam karşıladı. Burada yaşayan halkın çoğu uyumuş ya da dün işlenen cinayetten sonra korktukları için evlerinden çıkmama kararı almışlardı. Ağaçların ve evlerin arasından sessiz bir şekilde geçerek etrafın temiz olduğunu teyit ettikten sonra daha rahat bir şekilde bir ağacın altına çöktük. Her gün toplanıp göreve çıkmıyorduk. İki güne bir bu görev olayını gerçekleştiriyorduk.

Ağacın kabuğuna sırtımı yasladığımda Soltist de benim yanıma çöktü. Dediğim gibi çok konuşmazdı. Fazla samimi davranmazdı. İlk başlarda ekibe alışamadığı için öyle olduğunu düşünsek de daha sonrasında aslında onun bize yansıttığı kişiliğin bu olduğunu anlamıştık. Ne kadar sessiz biri olsa da iyi bir görev arkadaşıydı. Birkaç kez yüz yüze bir saldırıyla karşı karşıya kalmıştık ve bu saldırılarda bana her zaman arka çıkmıştı. Bende o zorlandığında ona destek olmuştum.

Onu ne kadar sessiz biri olarak görsek de bazen bize yansıttığının tam tersi kişiliğini ortaya çıkarırdı. Ya da bizim sahte sandığımız kişiliğini. Birkaç dakika sessizliği dinledikten sonra, beynimdeki soruları serbest bırakma kararı alarak Soltist ‘te döndüm. “Soltist, sence bu cinayetin krallıkların anlaşma imzalamasıyla bir ilgisi var mı?” Pelerinin kapattığı yüzüne hafifçe sağa sola salladığında bana dönmeden cevap verdi. “Öyle olsa direk baloya yönelik bir saldırı olmaz mıydı?” Bende onun gibi kafamı evlerin olduğu bölgeye çevirip gözlerimi küçük bir seyahate çıkardım. “Belki de dikkatleri başka yere çekmek için yapmıştır,” elimi oturduğumuz çimenlikte gezdirdim ve bir tutam çimen yolup oynamaya başladım. “Ya da hedefi bambaşka bir şeydir.”

Yeniden kafasını bilmiyorum der gibi salladı. Oturmaktan sıkılıp ayaklandığımda, kafasını kaldırıp bana anlamaz gözlerle baktı. Üstümü silkelerken ona cevap verdim. “Oturmaktan sıkıldım. Etrafı kolaçan edip gelirim. Buradan ayrılacak olursan işaret bırak.” Kafasını sallayıp onayladığında fazla ses yapmamaya özen göstererek ilerledim. Birkaç evin arasından geçip kimseye görünmeden büyük tavernanın arka duvarının kenarındaki küçük çıkıntılara tırmanarak duvara oradan da tavernanın tam karşısındaki eski yapının çatısına tırmandım. Şuan durduğum yerden tavernanın içi çok rahat bir şekilde görünüyordu.

Dün akşam Ivan ‘ın etkisiz hale getirdiği adam, biz Soltist ile otururken gizlilik çabasıyla buraya gelmişti. Bu tavernanın sahibi saygın bir adamdı ve şimdiye kadar hiçbir kötü durumla karşımıza gelmemişti. Halkın çoğunluğu, bu tavernaya gelen kişilerinde en az tavernanın sahibi kadar düzgün insanlar olduğunu konuşurdu.

Bu adamın buraya gelmesi bariz bir şekilde şüphe uyandırıyordu. Olduğum yerde hafifçe sinip tavernayı gözetlemeye başladım. Her şey olağan seyrinde devam ediyordu. İçeride, dışardan hafifçe duyulan bir ezgi çalınıyor, müşterilerin birkaçı yemeklerini yerken, birkaçı da çayır keyif bir durumda bardaktaki içkilerini yudumluyordu.

Girişte ise birkaç düzgün giyimli adam, ahşap masanın arkasındaki adama boş odası olup olmadığını soruyordu. Olaylar birkaç dakika daha böyle devam etti ve bu normal ortam, benim takip ettiğim adam sayesinde birkaç saniyede bozuldu. Oturduğu masada ki birkaç eşyayı yere attı ve hızla ayaklandı. Birkaç kişide ayaklanıp adama doğru ilerlediğinde, ahşap masanın arkasındaki adamda ayaklandı. Adamın sesi yükselmeye başladığında, yükselen sesinin alçalması uzun sürmemişti.

Adam yaka paça dışarı atıldığında birkaç küfür savurup yürümeye devam etti. Bende böylelikle onu takip etmeye başladım. Tenha bir sokağa saptığında pencerelerin korkuluklarına basarak aşağıya indim ve birkaç adımda adamın arkasında belirdim. Arkasında biri olduğunu anladığında hızla arkasını döndü ve ban doğru bir hamlede bulundu. Elindeki küçük çakıyı iki-üç kez salladı.

Birkaç adım geriye gidip belimdeki kılıcı kınından çıkardım. Bu kadar açık bir yerde dövüşerek risk alıyordum. Benim kılıç çekmem onu ne kadar ürkütmüş gibi görünse de geri adım atmamıştı. Çevik bir hareketle kılıcı elimde döndürüp ona salladım. Kıl payı kurtulduğunda elindeki çakıyı yüzüme hizalayıp bana doğru fırlattı. Kafamı eğerek kurtulduğumda bileğimdeki jileti ona fark ettirmeden omzuna doğru fırlattım. Kısık bir sesle mırıldandığında, sırtını hafifçe arkasındaki duvara yasladı. “Dişli bir rakipmişsin. Benimle derdin ne?” Kılıcımı kınına yerleştirip ona döndüm. “Asıl senin benim krallığımla derdin ne?” konuştuğumda yüzündeki kendini beğenmiş ifade gitmişti.

O bir kadının bu kadar iyi dövüşebilmesine şaşırmıştı. Omuzunu tutmaya devam ederken kaşları çatık bir şekilde bana baktı. “Sen bir kadınsın?” Maskemin alından sırıttım. “Bu neden bu kadar garipseniyor anlamadım.” Sırtını duvardan çekip yavaşça yutkundu. “Krallığınızla bir derdim yok, buralı bile değilim zaten.” Gitmek için hareketlendiğinde ona doğru yaklaştım. Çekilmeye çalışsa da geç kalmıştı. Jilet saplı kolunu tutup sıktım. Kulağına hafifçe eğilip fısıldadım. “Olamaz da zaten. Ezik ve zavallı gördüğünüz kadınlarında sizden daha fazla şeye sahip olduğunu artık öğrenmiş oldun. Unutursan hatırlatırım.”

 

            

   

 

Loading...
0%