5. Bölüm

4.Bölüm: KIZIL KARTEL

Fatma EL
karanliginkizi

 

“İnsanlara güvenmek için sadece yüzlerini mi görmeliyiz? Peki, yüzünü görmediğimiz birine ne kadar güvenebiliriz?”

 

“Yani diyorsunuz ki Kızıl Kartelle birleşip suikastçıyı ya da suikastçıları beraber arayacağız?” Hafifçe başımı salladığım Çelik Yılana cevap verdim. “Birleşmek ve tek ekip olmak zorunda değiliz ama beraber bulmamızı istiyorlar.” Kafasını anladığını belirten şekilde salladı. Üçümüz mağarada oturmuş abimin yani Kristal Pençenin gelmesini bekliyor, beklerken de boş durmamak adına toplantının konularını tartışıyorduk.

Sartanya ‘ya abimle gelmiştim ama o şuan Kızıl Kartelin uzman suikastçısı olan Çelik Şimşekle konuşmak için yanımızdan ayrılmıştı. İkisi bu konuyu konuştuktan sonra verdikleri kararı bize de danıştıktan sonra birleşip birleşmeyeceğimizi kesinleştirecektik. İkisinin önceden konuşmasının nedeni iki ekip arasında oluşacak fikir ayrılığının getireceği olası durumları önlemek içindi. Soltist haritayı incelemeye devam ederken bende oturduğum sandalyeden kalkıp yanına gittim.

Duvara dayalı olan değneği aldım ucunu son cinayetin işlendiği bölgeye koydum. Doğu Krallığındaydı ve Jorden Dağlarına çok yakın bir bölgedeydi. Ben değneğin olduğu yeri incelemeye devam ederken Soltist elini çenesine götürüp alaylı bir tavırla konuşmaya başladı. “Sence yanardağı halen aktif olsaydı onu içine atacak cesareti gösterebilir miydi?” Omzumu silktiğimde haritaya bakmaya devam ettim. Soltist masadan aldığı çivileri diğer duvarda olan haritaya yerleştirdi ve altına bazı notlar aldı. Çelik Yılan ise işlenen cinayetlerle ilgili detayları gözden geçiriyordu. Bu cinayette farklı olan noktalardan biride cesedin üzerinde bir not bulunmasıydı.

Gerçek hedefi neydi? Eğer garezi krallığa karşı değilse neden anlaşmanın imzalandığı gün cinayetleri işlemeye başlamıştı? Tek miydi yoksa iş birlikçileri de var mıydı? Hiçbir sorunun cevabını bilmiyordum. Ama yazdığı nottan anlaşılan çocukken iyi şeyler yaşamadığıydı.

“Onlar benden çocukluğumu bir gecede aldılar, bende onların hayatlarını ellerinden bir gecede alacağım.”

-Ateş Gözcüsü-

Yazan notu ilk okuduğumda vücudumda ki kanın çekildiğini hissetmiştim. Hatta suikastçıya karşı içimde bir merhamet duygusu olmaya başlamıştı. Evet, belki bu yanlıştı. Yine de öyle hissetmiştim işte. Belki de sandığımızın aksine basit bir intikam duygusu değildi. Bilmediğimiz çok fazla detay vardı. Takip edemediğimiz çok fazla yol… Çözdüğümüzde gerçeklerin bizi ne denli etkileyeceğini bilmiyorduk. Aynı bu olayın ne kadar daha sürüp kaç kişinin daha canını alacağını bilmediğimiz gibi.

Çelik Yılanın yanına gidip ayakta durdum. Notun yazıldığı parşömenin kenarları kan olmuştu. Bu notu da cesedi incelemeye gittiğimizde cesede saplanan okun ucunda bulmuştuk. “Daha önceki cinayette böyle bir not yoktu.” Çelik Yılan elini notun üstünde gezdirmeye devam ederken bir yandan da konuşuyordu. “Büyük ihtimalle bundan sonra ona Ateş Gözcüsü diye seslenmemiz gerekecek. Belki de tekil isim kullanması bir yanıltmacadır.” Kaşlarım çatılırken hafifçe omuzumu silktim. “Belki de Aquilina ‘ya kendini böyle tanıtmak istiyordur. Ya da yeni kurbanları onu bu şekilde tanıyacak ya da hatırlayacaktır.”

Yeniden sessizleştiğimizde Soltist de sandalyelerin birine oturmuştu. Hançerini elinde çevirmeye başlamıştı. Onun düşünceli olduğunun bir göstergesi de buydu. Ne zaman derin bir konuyu düşünse sürekli uğraşacak bir şey bulurdu. Birkaç dakika sonra elinde ki hançeri masaya sapladığında, aydınlanmış bir yüzle bize döndü. Oturduğu yerden hızla kalkıp haritanın önüne geldi. Biraz önce çaktığı çivilerin birkaçının yerini değiştirdi. “Cinayetlerin işlendiği yerler rastgele değil. Burada yaşayan insanların hiç biri tekin değildir. Çoğu çocuk tüccarı ya da meyhane işletmecisidir. Kadını bilmiyorum ama öldürülen adam, Jack Marc, kendisi bir zamanlar ülkenin en çok çocuk köle satıcısıydı. Büyük ihtimalle bu Ateş Gözcüsü denilen kişide köle olarak o zamanlar satılan çocuklardan biri.”

Yüzünü bize çevirdiğinde söze başlayan bendim. “Öyle olduğunu varsaysak bile neden öldürmek için iki ülkenin anlaşma imzaladığı geceyi seçti?” Çelik Yılan önündeki kâğıtları incelemeye devam ederken konuştu. “İki ülkenin halkının çoğunluğu balodaydı. Cinayetleri işlediği yerler zaten ıssızken balo nedeniyle daha da ıssızlaştı. Yani cinayet işlemek için en uygun anlar bu zamana denk geliyordu.” Gözlerim bir yerde sabit kaldığında kafamı sallamakla yetindim. Yapboz parçaları teker teker yerine oturuyordu. Ama bu demek değildi ki tam olarak tamamlandı. Bazı parçalar eksikken, bazı parçalar ise ters dönmüştü.

Kristal Pençenin içeri girmesiyle bakışlarımız ona çevrildi. Sessiz bir şekilde sandalyeye oturduğunda tek odağımız oydu. Bakışlarını bizde gezdirdi. “Çelik Şimşekle gerekli konuları konuştuk. Her ikimizin de görüşü birleşmekten yana. Suikastçıyı zaten arayacakken neden ayrı ayrı arayalım ki?” “Evet, benim oyumda birleşmekten yana.” Soltist kollarını göğsünde birleştirip konuşmuştu. “Sorun yaşanmayacaksa ve diğer ekipte tamamsa bende tamamım.” Konuştuktan sonra bakışlarımı Çelik Yılana çevirdim. “Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu bilmediğimiz için en mantıklı olan birleşmek. Tamam, bende birleşme taraftarıyım”

Kristal Pençe kafasını ağır ağır salladığında yerinden kalktı. “O zaman Kızıl Kartel ile birleşeceğiz.” Hepimiz kafa salladık. “Sok kez elimizde ki bilgileri kontrol edip adanın ortasında ki harabelere gidelim. Onlarda birleşme taraftarıysa ortak sığınak orası olacak. Değillerse bu görevi nasıl yürüteceğimizi konuşup geri geleceğiz.” Bu iki ekibinde ilk karşılaşması olacaktı. Kristal Pençe ve Çelik Şimşek daha önceden de konuşmuş olmalarına rağmen ekipler hiç iletişime geçmemişti. Nasıl bir ekiple karşılaşacağımızı bilmediğimiz için savunma ekipmanlarımızı tam teşkilatlı şekilde yanımıza almıştık. Onlarında en az bizim kadar teşkilatlı geleceğine emindim. Ne kadar aramızda sorun olmasa da tehlikeli sayılan insanlardık. Ve gözle görülür bir düşmanlığımız yoktu ama daha birkaç gün öncesine kadar düşman olmasa da anlaşamayan iki ülkenin savunma ekipleriydik.

Son hazırlıkları da yaptıktan sonra mağaradan çıktık. Dağların içinden geçen akarsudan geçtikten sonra sonunda açıklık alana ulaşmıştık. Açıklık alana çıktığımızda en önden giden Soltist elindeki meşaleyi yaktı. Yaşam olmadığı için adaya tek ışık Aydan geliyordu. Meşaleyi hem geldiğimizi haber vermek hem de yolumuzu aydınlatmak için yakmıştık.

Harabelere yaklaştığımızda karşıdan gelen ışığı da görmüştük. Diğerlerine göre daha az hasarlı bir harabeye girdiğimizde onlarda peşimizden geldi. Elimizde meşaleleri yakıp duvardaki yerlerine astık. Ortada ki masanın çevresindeki sandalyelere yerleştik. Herkes birbirine sorgular gözlerle bakıyordu. Ortamın daha şimdiden gerildiğini hissetmiştim. Evet, gergin bir ortama sahip olacağımızı biliyordum ama bu kadar çabuk oluşmasını da beklemiyordum. En rahat görünen abim ve Çelik Şimşekti. Kristal Pençe hafifçe boğazını temizleyip konuşmaya başladı. “Burada neden toplandığımızı hepiniz biliyorsunuz. Birleşsek de birleşmesek de ortada bizim arayacağımız bir katil var. Biz Ametist Armadası olarak birleşme taraftarıyız. Şimdi ise sizin fikrinizi soruyoruz?”

Çelik Şimşek bakışlarını ekip üyelerinde gezdirdi. “Bizde birleşmekten yanayız. Sizin de dediğiniz gibi katili iki ekibinde aramasını istediler. Ayrı ayrı olmaktansa bir olmak daha mantıklı geliyor.” Bu seferde bakışlarını bizim üzerimizde gezdirdi. “İki ekip birleştiğine göre takım arkadaşlarımızı tanımalıyız. Şuan kendimizi tanıtsak da bu çok akılda kalıcı olmaz.” Kristal Pençe de kafasını salladı. “Eğer oy çokluğuyla da kabul edilirse görev eşlerimizi değiştirelim.” Soltist yine çakısıyla oynarken söze girdi. “Kalıcı değişikliğe gidersek bu seferde sadece o kişiler birbirini tanımış olur. En fazla iki hafta aynı ekip arkadaşıyla kalalım. Tabi size de uygunsa?”

Etraf bir anda sessizleşti ve herkes bir kere daha birbirine bakmaya başladı. Nasıl karar vereceğimizi bilmiyorduk. Artık tek bir ekiptik. Farklı farklı toplanıp karar alamazdık. Düşüncelerimizi açık açık belirtmek için ise daha tam birbirimizi tanımamıştık. Kimin ne tepki vereceğini bilmiyorduk. Ya da bizim ne tepki vereceğimizi. Bir liderimiz yoktu. İki ayrı ekipken de kimseyi lider olarak seçmemiştik. “Aslın-,” tam konuşacakken Çelik Şimşekte söze girdiğinden ikimizde aynı anda sustuk. Bu sayede herkes bize bakarken, bizde birbirimize bakmaya başladık.

Kafasında ki pelerinden dolayı yüzü tam olarak belli olmuyordu. Ama tam belirgin olmasa da gözlerini görebiliyordum. Ortamın atmosferinden dolayı çoğu kişide olduğu gibi göz rengi -her ne renkse- siyaha dönmüştü. Eldivenlerini düzeltti. “İlk sen söyle Gümüş Mızrak.” Uzatmanın bir manası olmayacağını düşünüp konuşmaya başladım. “Bence bu konuyu düşünmeden önce lider seçip seçmeyeceğimizi kararlaştırmalıyız. Sonuçta krallıklar birlikte aramamızı istedi ve birleştiğimizi öğrendiklerinde illaki bir sözcü isteyecekler. Hem lider seçmek daha mantıklı olur. Nasıl hareket edeceğimizi ve hangi yolu izleyeceğimizi daha kolay planlamış oluruz.”

Konuşmam bittikten sonra ilk konuşan Çelik Şimşekti. “Bende aynı konuya değinecektim. Gümüş Mızrak doğru söylüyor. Her şeyden önce bu konuyu açıklığa kavuşturmalıyız. Lider olmasa da sözcü olmak zorunda... Çünkü yarın Doğu Krallığı Sarayına davetliyiz.” Masanın etrafından onaylar mırıltılar yükseldi. Ardından Kristal Pençe ayaklandı. “Eskiden olduğu gibi devam edebiliriz. Yani en güçlümüz lider olsun ya da oylamayla seçelim.” Çelik Şimşeğin iki sıra solunda oturan kadın konuşmaya başladı. “Bu sorumluluğu tek kişiye yüklemek haksızlık olur. Her iki ekipten de birer kişi seçelim.”

Işık yarı yarıya yüzüne vuruyordu. Pelerininin kenarında zincirler ve motifler vardı. Gümüşten yapılmışa benziyordu. Kendini beğenmiş bir havaya sahipti. Hepimizden dik oturuyordu. Sert bir karaktere sahip olduğu daha şimdiden konuşma tarzı dolayısıyla belli oluyordu. Sözü bittikten sonra dik bakışlarla üyeleri taramaya başlamıştı. Göz göze geldiğimizde, ikimiz de bir süre bakışlarımızı çekmedik. O beni incelerken, ben bu işi daha önce yaptığım için sadece yüzüne bakıyordum. Sadece gözleri görünmesine rağmen, yüzünde karanlık bir hava vardı. Demirden yapılmış ve çok sağlam olan bir duvarı andırıyordu. O beni incelemeye devam ederken ben abimlere döndüm. Çelik Şimşek de abimin yanına kalkmıştı.

Neden ayaklandıklarını anlayamamıştım. Tüm gözler onlara çevrildi. Birbirlerine baktıktan sonra abim konuşmaya başladı. “Peki, o zaman iki lider seçelim. Oylamayı şimdi yapabiliriz. Sonuçta ekipler kendi içlerinde kimin hangi konuda uzman olduğunu biliyor.” Herkes kafasını salladı.

Soltist elindeki çakıyı göğüsün de ki zırha yerleştirdikten sonra konuştu. “Aslında oylama yapmaya gerek yok. Geçmişte olduğu gibi ekibin en güçlüleri lider konumunda olabilir.” Daha demin konuşan kadın yeniden konuşmaya başladı. “Bence de öyle olmalı boşu boşuna zaman kaybetmemiş oluruz.” Masanın en arka köşesinde -kapıya yakın yerde- oturan, gördüğüm en siyah kamuflajı giymiş adam; yayıldığı sandalyeden doğruldu. “Zümrüt Pala, bu konuda doğru söylüyor. Benim oyum Çelik Şimşek ve Kristal Pençenin ortak lider olmasından yana.”

Yeni bir kişinin lakabını öğrenmiştik; Zümrüt Pala… Gerçekten de lakabının hakkını veriyordu. Bakışları bir pala kadar keskindi. Tam karşımda oturan kadın konuşmaya başladı “Benim oyumda ikisinin lider olmasında yana.” Lacivert bir kamuflaj giyinmişti. Kollarında dirseklerine kadar deriden eldivenler vardı. Maskesine de altın ipten işlemeler yapılmıştı. Anlaşılan Doğu Krallığının kadınları -suikast görevinde olsalar bile- azda olsa gösterişi seviyordu. Ben ve Çelik Yılan da olumlu oy kullandıktan sonra liderler belli olmuştu. Kristal Pençe ve Çelik Şimşek… Abim hem sarayda hem de ekipte otoriteyi sağlamayı başaran biriydi. Adaletliydi ve çok iyi gözlem yapardı. Bazen o kadar ani yerlerde bana detayları verirdi ki ne diyeceğimi bilemezdim. Çelik Şimşeği ise sadece isim olarak biliyordum. Birkaç kez de gece suikastları kulağıma çalınmıştı.

“O zaman şimdi yeni ekip arkadaşlarımızı seçebiliriz. Ve tabi bugün göreve çıkıp çıkmayacağımızı da kararlaştırmalıyız.” Abim, Zümrüt Palanın dediğine kafa salladı. “O halde kısa bir tanışmanın ardından gece güce göre eşleşmemizi yapalım?” Çelik Şimşekte abimi onayladı. “Evet, öyle yapalım.” Yeniden yerlerine oturdular. “Eşleşmeyi yaptıktan sonra dağılırız. Saat baya geç oldu. Güneş ufukta görünmeden evlerimizde olmalıyız.” Onaylar mırıltılar çıkardım. “Eşleşmeyi belirlerken kimin nerede görevli olacağını da belirlemeliyiz.” Pelerinimi düzelttim. “Karma ekip olacaksak iki krallık için ayrılmamız gerekir.” Daha adını öğrenemediğimiz kadın konuştu. “Aynen öyle. Bu işi hallettikten sonrada ilerleyen günlerde suikastçıyı nasıl bir planla arayacağımızı belirlemeliyiz.” Masadakiler de bu fikri onayladı.

Çok fazla yoluna koymamız gereken şey vardı ve ben her dakika zamanımızın azaldığını hissediyordum. Hayat çok hızlıydı ve ne olursa olsun hızına yetişemiyorduk. Yapmamız gereken çok fazla iş vardı. Çözmemiz gereken çok fazla gizem, ortaya çıkarmamız gereken bir suikastçı ya da suikastçılar, gerekirse tüm bu olanlardan korumamız gereken krallıklar…

Bazen bu hep böyle mi devam edecek diye düşünmüyor değildim. Sonuçta hepimizin gündüz yaşadığı bir hayat vardı. Diğerlerini bilmiyordum ama abimle biz illa ki bir aile kurma yolunda olacaktık. Öyle olduğunda bu işi nasıl yürütecektik? Onun yanı sıra şuan bile öyle tetikteydik ki. Evlenmesek bile içimde hep kimliğimizin açığa çıkacağı konusunda bir korku vardı. Şimdiye kadar birkaç kez yaralanmıştım ve bu durumu gizlemek çok zor olmuştu.

Abim bu durumda daha avantajlıyken ben aynı şeye sahip değildim. En ufak bir açığımda ailem şüphelenirdi. Onlara göre el bebek gül bebek büyütülen bir kızdım ve bir bakıma haklılardı. Sonuçta tahtın olmasa da krallığın yarı varisiydim. Belki beni kendimi savunmam için eğitmemişlerdi evet ama mutlu olmam için her şeyi yapmışlardı. Ailem vücudumda oluşan yara izlerini görse her şeyi anlardı. Bunun olmaması için birçok kez Martha ‘dan bile kıyafet konusunda yardım almayı reddetmiştim. Yazın yaralarımın izleri belli olmasın diye dekolteli elbiselerden kaçınırdım. Şimdi ise yeni ekip arkadaşlarına ve görev yerlerine sahip olacaktık. Daha temkinli olmalıydık. Birbirimize güvenmemiz için elle tutulur pekte sebep yoktu. Daha yeni müttefiklik anlaşması imzalanmıştı. Öyle olmasa ekipleri birleştiremezdik bile. Bunun yanı sıra böyle bir ekipte kendimize bile güvenmemeliydik. Ne sebeple olursa olsun sonuçta adımızı hatta ismimizi bile bilmiyorduk.

Etrafın sessizleşmesine vakit kalmadan kapıya en yakın sandalyede oturan kişi konuşmaya başladı. “O halde ben Kızıl Yakut Kızıl Kartel ekibinin üçüncü en iyi dövüşçüsüyüm.” Onun konuşmasının ardından Çelik Şimşeğin iki sıra yanında oturan kadın sözü devraldı. “Bende Zümrüt Pala, Kızıl Kartel ekibinin ikinci lideriyim. Kılıç ustasıyım.” Hemen ardından ona oranla daha az takı takan kadın konuşmaya başladı. “Demir Yumruk, adımdan da belli olduğu üzere genelde aletsiz dövüşürüm.” Ardında yanımda hareketlenme oldu ve sözü Çelik Yılan devraldı. “Çelik Yılan, daha çok plan kurmakta ve strateji üretmekte iyiyim.” Yine sakinliğini bozmadan Soltist konuşmaya başladı. “Bende Soltist, genelde konuşmam,” Soltist sözünü bitirdiğinde ben konuşmaya başladım. “Gümüş Mızrak, ok ve arbalet kullanmada iyiyimdir.” Konuşmam bittiğinde bende olan gözler abimlere yöneldi.

Hepimiz oldukça gergindik ama bu durumda bile Soltist çok sakindi. Gerçekten çok şaşırtıcı bir kişiliğe sahipti. Onlarda kendilerini tanıttıktan sonra büyük duvara gerilmiş olan haritaya yöneldik. Mağaradakinden daha büyüktü. Bu sefer sadece Batı Krallığını almak yerine her iki krallığı da içinde barındırıyordu. Birkaç farklı yere çiviler çakılmıştı ve altına isimler yazılmıştı.

Haritanın önünde Çelik Yılan vardı ve dün bize anlattığı şeyleri yine anlatıyordu. Parmaklarımı kütletirken konuşmasına odaklanmayı denedim ama olmadı. Bunun sebebi ise sürekli bana bakan bir adet Çelik Şimşek olmasıydı. Çok garip ve saçma bir şekilde Çelik Yılan oraya çıktı çıkalı bana bakıyordu. Ne kadar takmamaya çalışsam da bu beni ciddi şekilde rahatsız etmeye başlamıştı. Neden bana bakıyordu? Hayır, yani sürekli bu durumu yaşamak zorunda mıydım? Onun tarafında olan pelerinimi biraz daha çekiştirdim ve yüzümü görmesini engelledim. Derin bir nefesi dışarı verdim. Şuan odaklanmam gereken şey o değildi.

Bakışlarım haritaya sabitlendiğinde buraya gelmeden önceki Soltist’ in sözleri kafamda dolanmaya başladı. “Cinayetlerin işlendiği yerler rastgele değil. Burada yaşayan insanların hiç biri tekin değildir. Çoğu çocuk tüccarı ya da meyhane işletmecisidir. Kadını bilmiyorum ama öldürülen adam, Jack Marc kendisi bir zamanlar ülkenin en çok çocuk köle satıcısıydı. Büyük ihtimalle bu Ateş Gözcüsü denilen kişide köle olarak o zamanlar satılan çocuklardan biri.” Böyle olma ihtimali kafamı aşırı derecede düşündürüyordu. En yüksek ihtimalde buydu. Öyle olsa bile o bölgede böyle olan binlerce çocuk büyümüştü. Tüm olaylar daha da kafa karıştırıcı olmaya başlarken yeniden sözleri kafamda dönmeye başladı.

“İki ülkenin halkının çoğunluğu balodaydı. Cinayetleri işlediği yerler zaten ıssızken balo nedeniyle daha da ıssızlaştı. Yani cinayet işlemek için en uygun anlar bu zamana denk geliyordu.” Böyle olmuş olsa bile o kadar güvenliği nasıl atlatmıştı. Tamam, Şandon pekte tekin bir yer değildi. Yıllardır orayı bu tür işlerden temizlemek için uğraşsak da başaramamıştık ama yine de oradan vazgeçmiş değildik. Yine de olma ihtimali yüksekti ve sadece bu ihtimali düşünmeye itiyordu.

Kolumun hafifçe dürtülmesiyle hafif bir sıçramayla o tarafa döndüm. “İyi misin Gümüş Mızrak? Sana soru sormuştuk, duymadın mı?” İlk önce ne olduğunu anlamasam da Demir Yumruğun açıklamasıyla olayı idrak edebildim. “Konuyu düşünüyordum, siz ne sormuştunuz?” Soruma cevap veren kişi Kızıl Yakut oldu. “İlk olarak cinayetlerin işlendiği yerleri detaylı şekilde araştıralım diyoruz. Ardından da duruma göre kimlerin nerede görevli olacağını seçeriz. Sana da uygun mu?”

Hafifçe başımı sallayım sırtımı dikleştirdim. “Uygun, bunun ardında da orada yaşayan ve yaşamış kişileri araştırırız. Sarayın içinden birkaç tanıdığım var. Onlardan bilgi almaya çalışırım.” Çelik Şimşekte önünde ki parşömene bir şeyler karalamayı bırakıp bana döndü. “Bu bizim için çok iyi bir avantaj. Öldürülen kişiler hakkında ne kadar bilgi toplarsak katile ya da katillere o kadar çabuk ulaşırız.”

O sözünü bitirdiğinde Kristal Pençe ekleme yaptı. “Büyük ihtimalle bu kişiler birbiriyle bağlantılı ya da olma ihtimalleri var. Ona göre davranmalıyız. Böylelikle sıradaki kişinin kim olacağını bulabiliriz.” Herkes bu fikri onayladığında Çelik Yılan birkaç konudan daha bahsettikten sonra artık dağılma vaktimiz gelmişti.

Herkes bir bir ayaklandığında hepimiz harabeyi boşaltmıştık. “Bir gün sonra yine aynı saatlerde burada buluşacağız. Herhangi olası bir aksilikte Narştazor Denizinden gelen mavi kaplı kayıkla bize haber yollayabilirsiniz. Kayıkçıya mesajın ekibe ait olduğunu söylerseniz o bize ulaştırır.” Çelik Şimşekte aynı şekilde konuştu. “Sizin içinde aynısı geçerli Kristal Pençe... Umarım olası bir durum olmaz ve bunları yapmak zorunda kalmayız.” Kafamı dalgın bir şekilde salladım. Ardından meşaleler yakıldı ve kendi krallıklarımıza gitmek için ayrıldık. Yine aynı şekilde yürüyerek Mars Köprüsüne geldiğimizde Çelik Yılan ve Soltist kayığa binerken bizde köprüden geçmeyi seçtik.

Etrafın sessizliği ne kadar huzur verici olsa da sessizliğin içinde saklananlar oldukça ürkütücüydü. Suyun sesi kulaklarımızı doldururken içindeki dürtüye engel olamayıp kılıcımı iyice kavradım. Hafifçe esen rüzgâr pelerinimi uçururken çoktan iki gün önce cinayetin işlendiği bölgeye gelmiştik.

Normalde gittiğimiz yoldan gitmek yerine yanan evin oraya yöneldiğimizde havada hâlâ süre gelen bir is kokusu vardı. Yanmaktan kül olmuş eve yaklaştığımızda abim beni durdurdu ve etrafı dinlemeye başladı. Kimsenin olmadığından emin olduğunda temkinli bir şekilde içeri girdik.

Oldukça küçük bir evdi. Tavanın çoğu yanmıştı. Daha iki gün olmasına rağmen daha şimdiden evin içini küçük canlılar sarmıştı. Ne kadar yanmış olsa da bir odası diğer odalara oranla daha sağlam duruyordu. Cinayetin işlendiği odaydı. Ceset kaldırıldıktan sonra diğer hiçbir eşyaya dokunulmamıştı. “Dikkatli ol abicim. Diğer odalara bakıp geleceğim.” Kafamı salladım. “Sende dikkatli ol abi.” kafasını salladıktan sonra odadan çıktı.

Odanın içinde birkaç adım attıktan sonra odayı incelemeye başladım. Neredeyse bomboştu. Camlarında korkuluklar olmasına rağmen biri kırılmıştı. Katilin mi kırdığı daha bilinmiyordu. Bakışlarım pekte iyi olmayan zeminde gezinirken gördüğüm bıçakla hafif bir duraksama yaşadım. Oldukça eskiydi ve körelmiş gibi görünüyordu. Bu görüntüsüne zıt bir şekilde üzeri kurumuş kanlarla doluydu. Tabi etrafı da…

Bıçağa yaklaşıp yere eğildim. Üstündeki kanlara dikkat ederek bıçağı elime aldım. Sapı garip bir ağaçtan yapılmıştı. Uzun bir süredir kullanılmıyor olmalıydı çünkü üstü pas tutmuştu. Ayrıca bazı yerlerinde yanıklar oluşmuştu. Bıçağı aldığım gibi geri yerine koyduktan sonra eğildim yerden kalkıp sandalyeye yöneldim. Cesedi çıkaran ekiplerden onun bir sandalyeye bağlı olarak öldürüldüğünü duymuştum. Ve haklılardı da… Kesilmiş halat parçaları sandalyenin etrafına düşmüştü. Sandalyede bıçakta olduğu gibi kurumuş kan lekeleri vardı. Halata basmamaya dikkat ederek etrafında dolandım.

Sandalyenin pencereye yakın olan tarafında cesedin üzerinden çıkarılan ok duruyordu. Oku yavaşça elime aldığımda gözüme ilk çarpan baş kısmında tüye neredeyse yakın olan yerdeki semboldü. Okun üstü kazınarak yapılmıştı. Silik bir ateş sembolüydü. Abim diğer odadan geldiğinde elimdeki oku bırakmadan ona döndüm. “İçeride kırık vazo parçaları var. Ama yanında ne bir kan ne de başka bir iz yok.” Kafamı usulca salladım. “Cesedin üstünden çıkan okta böyle bir sembol var abi.” Yanıma geldi ve oku kendine doğru çevirdi.

Eldivenli eliyle sembolün olduğu yeri hafifçe okşadı. “İsmiyle bağlantılı.” Onu onayladığımda oku aldığım yere geri bırakıp pelerinimi düzelttim. “Bundan sonra nasıl bir yol izlememiz gerektiğini hiç bilmiyorum abi” Dalgın gözleriyle yere bakarken cevap verdi. “İşin aslına bakarsak benim de kafam çok karışık. Parçalar kafamda bir türlü birleşemiyor. Sanki sürekli eksik bir parça çıkıyor gibi.” Cümlesini bitirdiğinde ben daha konuşamadan dışarıdan gelen seslerle görünmemek adına pencerenin kenarlarına geçtik.

Saat gece yarısını çoktan geçmiş hatta sabah olmaya başlamıştı. Genelde bu bölge bu saatlerde pek işlek olmayan bir yerdi. Dışarıdaki konuşmalara kulak vermeye başladım. “Orada da bir cinayet işlenmiş diyorlar.” “Evet, sorma. O da bir adamcağızmış.” “Aman be sende, ne adamcağızı, kim bilir nasıl bir pislikti.” “Tamam, haklısında illa öyle mi öldürülmesi gerekiyordu yani.” Köylülerin sesleri uzaklaşırken dikkat çekmemeye özen gösterip yerlerimizden çıktık.

Abim, “Halk azda olsa onu haklı buluyor anlaşılan.” dediğinde bende onunla aynı şeyleri düşünüyordum. Bu şimdilik çok az olsa da ileride artma ihtimali vardı. Eğer Ateş Gözcüsüne olan beğeni ve haklı bulma durumu artarsa bu iki krallık içinde hiç iyi olmazdı. Bu dünyanın neresinde olursa olsun hiçbir yönetici ülkesinde azılı bir suçlunun halkına karşı söz sahibi olmasını istemezdi. Suçlular ne kadar bazen asıl yapılması gereken şeyleri yapsalar da bu yöneticiler tarafından hem yasak olarak görülürdü. Zaten bizde sırf bu yüzden kimliğimizi gizlemiyor muyduk? Sırf gerektiği yerde doğru hamleyi yaptığımız için vahşi ve soytarı sayılmıyor muyduk? Ölmesi gereken kişileri öldürdük diye katil ilan edilmiyor muyduk?

Dünya her ne olursa olsun çok garip bir yerdi.

Ve bu garip yer bir gün gariplikleriyle tüm insanlığın sonu olacaktı.

Kül olmuş evden dışarı çıktığımızda buraya gelişimize oranla daha temkinliydik. Daha demin olduğu gibi yine buradan geçen insanlarla karşılaşma ihtimalimiz vardı. Sık evlerin arasından çıkıp toprak yola çıktığımızda Narsta ‘yla Şandon ‘u birbirinden ayıran toprak yola vardık. Baya uzak bir mesafe olmasına rağmen Batık Krallığının bayrağı daha buradan görünebiliyordu. Anlaşılan gece dersleri bu yıl daha erken başlamıştı. Her yıl sonbaharın ortasında başlayan gece dersleri bu yıl sonbaharın girişinde başlamıştı.

Büyük yapının ışıklandırması ne kadar meşalelerle yapılmış olsa da bölgeyi bir hayli aydınlatıyordu. İç dekorasyonunda avizeler vardı ama dışı için aynısı söylenemezdi. Yol ayırımından Şandon ’a saptığımızda bizi Akçaağaçların altına kurulmuş banklar karşıladı. Mantaria yakınlarında olan bir yerdi. Yüzü aşkın Akçaağacı içinde barındırıyordu.

Mantaria, Batı krallığının bitki eviydi. Adını da bahçesinde bin bir çeşit mantarın yetişmesiyle almıştı. Batı Krallığının şifacı ve bitki bilimcileri burada eğitim alır ve eğitimini tamamladıktan sonra gerekli yerlere sevk edilirdi. Birkaç kere kraliçeyle denetim ve aynı zamanda gözlem için gitmiştik. Bitkilerin araştırmanın yanı sıra bu bitkilerden güzel kokular ve zehirlerde yapıyorlardı. Tabii zehirlerin halka açık satılması yasaktı. Üretildikten sonra listeleniyor dozuna göre ayırt ediliyor ve ordunun gerekli birimlerine teslim ediliyordu.

Akçaağaçları da geçtikten sonra saray ve Şandon arasındaki o açıklık alana gelmiş bulunmaktaydık. Günün yorgunluğu ve oluşan olayların yoğunları bizi bir hayli yıpratmıştı. Şahsen ben bir adım daha atacak gücü kendimde bulamayacak derecedeydim. Bu ekibe katılmadan önce abimle bu konuyu uzun bir süre konuşmuştuk. Sadece o anı değil geleceği ve geleceğin gereceklerini de hesaba katmıştık. Daha iki yıl bile olmamasına rağmen ekip de bulunduğum her an yakalanma korkusunu iliklerime kadar hissediyordum.

Belki de birkaç ay sonra işler daha da çığırından çıkacak ve hiç tahmin edemeyeceğimiz yerlere sürüklenecekti. Bilmiyorduk ve bilmiyor oluşumuz elimizi kolumuzu bağlıyordu. Bunun yanı sıra krallığın kurallarına ve bunun daha kötüsü babamızın fikirlerine karşı çıkıyor olmamız daha da berbat hissettiriyordu. Evet, belki biz bize göre doğru olanı yapıyorduk ama krallık bunu öğrenirse sonumuz hiçte iyi olmazdı. Kuralları katıydı ve ne olursa olsun aşılmamalıydı. Abime uygulayacakları muamele hafif olurdu ama ben bunu göremezdim.

Kadınlar kendilerini koruyamadıklarında erkekleri suçluyorlardı ama yine de kadına kendini koruması için fırsat vermiyorlardı. Erkekler suçunu çekiyordu ve ardından yine aynısı oluyordu. Kadın kendini korumak istediğinde ise bu sefer kadını suçluyorlardı. Kadınlar bu durumda erkeklerden daha ağır tepkilere maruz kalıyordu. Yapmadığı şeylerle itham ediliyordu. Hatta bazen erkeği buna kadınların zorladığı söyleniyordu.

Ben bunlardan da bu sistemden de nefret ediyordum.

Aslında korkum kimliğimin açığa çıkması üzerine değildi. Ben yaptığım şeyin arkasında sonuna kadar durur gerekirse sonuna kadar doğruluğunu da savunurdum. Peki, benim savunmam ülkemin görüşü karşısında yeterli olur muydu? Kadındım ve bu onlara göre ben bir adım arkadayım demekti. Ama böyle olmadığını sonuna kadar biliyordum. Ben açığa çıktığımda beni savunacak tek kişi abimdi. Ama böyle bir durumda o da yargılanırdı. Yargılama sistemimiz ise en can yakıcı olan konuydu. Sizi dinlemez veya farklı bir pencereden olaya bakmazdı. Kurallar belliydi ve uymayanlar gerekli şekilde yargılanırdı.

Kişi veya mevki fark etmezdi. Sizin haklı oluşunuz onları ilgilendirmezdi. Kanıtlarınız incelenmez sadece karşınızdaki kişinin cinsiyeti önemsenirdi. Bu cinsiyetinin ne olursa olsun aşağılıkça bir şeydi. Düşüncelerimle boğuşurken sol tarafımdan çekilmemle çığlığı basmaktan son anda abimin ağızımı kapatmasıyla kurtuldum. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken abim ikimizi de ağacın arkasına sakladı ve bakışlarını kraliyet yoluna dikti. Abimin elini ağızımdan çekerek bende gözlerimi oraya çevirdim. Gözcü timi rapor vermek ve nöbet değiştirmek için saraya geliyordu. Bu da demekti ki nöbete geçenler çoktan yerlerine gitmişlerdi. Görülmüş olma ihtimalimizle ellerle ağızımı kapattım.

Abime döndüğümde onunda gözlerinde aynı duygu vardı. Konuşmalarını dinliyordu ve görünüp görünmediğimiz anlamaya çalışıyordu. Tim saraya yaklaşıp gözden kaybolduğunda ağacın arkasından çıktık yürümeye devam ettik. “Ya bizi gördülerse abi?” Sağ elimle alnımı sıvazladım. “Daha kötüsü ya bizi görüp birde üstüne üstlük tanıdılarsa?” Sessizliğini sürdürürken birkaç adım sonra konuşmaya başladı. “Bizi gördüklerini sanmıyordum. Bu birlik kuzey batıda görevli... Hem yerde bizden başka bizim giydiğimiz çizmeye ait ayak izi yoktu. Büyük ihtimalle Mantaria’ nın arkasından geçtiler. Bu da bizi görme ihtimallerini bir hayli azaltır.” Söylediklerini düşündüğümde haklı olabilirdi. Ama abim kadar yerdeki ayak izlerine dikkat etmemiştim.

İkimizde sustuğumuzda kraliyet yoluna girmeden ağaçların arasına sızdık ve denize yakın olan yerdeki gizli kapağı açıp içeri girdik. Geçitten geçerken üstümüzden birliğin kışlalara gittiğini duymuştuk. Haber gözcüsü uyanık olmalıydı. Geçidin merdivenlerinden yukarı çıktık. Ardiye odasından sesler geliyordu ve bu hiçte iyi bir şey değildi. Haber Gözcüsü buradaydı ve birliğin komutanından bilgileri alıyordu. “Güney batı temiz. Herhangi bir olumsuzluk yok. Ayrıca halk gelecek olan sonbahar töreni için hazırlıklara başlamış bulunmakta. Tahminen birkaç gün içinde gece hayatı daha da aktifleşmiş olur.” Komutan konuşmasını bitirdiğinde Haber Gözcüsünün sandalyeden kalkma sesi geldi. Adımları ilerlediğinde bizim saklandığımız duvara doğru yaklaştığını anlamıştık. Kendimi oldukça sabit tutup nefes sesimizi bile yavaşlatmaya çalıştık. Raftan defterlerden birini almasıyla uzaklaştığında gerdiğim her bir kasımın gevşediğini hissettim. “Tamam, o halde kışlanıza dönebilirsiniz.” Komutan gittiğinde Haber Gözcüsü de çok vakit harcamayıp ardiyeden çıktı. Birkaç dakika tamamen gittiğinden emin olduktan sonra gizli duvardan çıktık ve oldukça sessiz adımlarla odalarımızda dağıldık. Odama girdiğimde hemen eşiğin oradaki zarfla kaşlarım çatıldı. Gece herkes odasına çekildikten sonra mektupları getiren görevli odadaki kişiyi rahatsız etmemek adına mektubu kapının altındaki boşluktan içeri iterdi. Bu uygulamayı seviyordum. Eğer bugün böyle olmasaydı belki de her şey mahvola bilirdi.

Mektupla ilerleyip yorgun bedenimi yatağa bıraktım. Arkasında Doğu Krallığından geldiğine dair bir mühür vardı. Mektubu yatağımın üzerine bırakıp üstümdekileri çıkarmak için ayaklandım. Zırhtan ve pelerinden kurtulduktan sonra kıyafetlerimi de çıkarıp rahat geceliklerimi giyindim. Yeniden yatağa döndüğümde mektuba uzandım ve iyice incelemeye başladım. Arkasında Doğu Krallığının mührünün dışında birde Kraliyet Mührü vardı. Zarfı yatağa bırakacakken içinden düşen kolyeyle dikkatim ona yöneldi. Dün Prensle incelediğimiz zakkum çiçeğinin küçük bir ahşap oyma versiyonuydu.

Daha fazla incelemeden mektubun içindeki parşömeni çıkarıp yazanları okumaya başladım.

Sevgili Gün Işığım, Prenses Amaris…

Sana bu mektubu yazma amacım benim de yeni öğrendiğim, yaklaşık üç gün sürecek olan bir yolculuğa çıkacak olmam. Bu haberi sana yüz yüzeyken söylemek isterdim ama muhtemelen bu mektup eline ulaştığında ben çoktan bir gemiyle derin deryalara açılmış olacağım.

Bu haberi bir önceki konuşmamızda neden vermediğimi merak ediyor olabilirsin. Maalesef ki benimde sana bu mektubu yazmadan birkaç dakika önce haberim oldu.

Bu haberi duyduktan sonra da kendimi bu masanın başında sana mektup yazarken buldum. Şuan burada değil de mürettebatın yanında olup seyahatle ilgili komut vermem gerekirken ben sana yazdığım bu mektubun başından hiçte kalkmak istemiyorum.

İlk kez bu tür duygular hissettiğimi söyleyebilirim. Kalbimin ilk kez bir insan için böyle hızlı attığını, kuşların cıvıltısının, bu bir açılıp bir kapanan havanın hatta baş ağrılarımın birinci sebebi olan yağmurların bile bana bu kadar güzel geldiğini söyleyebilirim.

Ve bunlar seni tanıdıktan o güzel gözlerindeki her bir şeyi anladıktan sonra oldu… Sana yolladığım bu küçük hediyeyi de ilk kez hissettiğim bu duyguların bir yansıması olarak görmeni istiyorum. Gün Işığım, senden bir isteğim daha var.

Kendine çok iyi bakman… Benim Gün Işığıma çok iyi bakman… Evet, diyarımız pekte iyi bir durumda değil. Ama içimdeki bu duyguları senin yüzüne bakarak söylemeden seni kaybetmek istemiyorum. Ve şunu da unutma, yolculuk boyunca hep aklımda olacaksın, tıpkı bir ömür boyu kalbimde olacağın gibi…

Prens Cedric İrene

 

Elimde tutuğum kolyeyle nutkum tutulmuş bir şekilde kalırken aklımda tek soru şu oldu. Böyle bir durum karşısında ben ne yapacağım?

Bölüm : 24.05.2025 21:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...