9. Bölüm

5.Bölüm: Gümüş Mızrak ve Çelik Şimşek

Fatma EL
karanliginkizi

“Ben daha kendi duygularımı anlayamamışken onun duygularını nasıl anlayacağım ki?”

 

“Aslında her sene Uğurlama Töreni Doğu Krallığında yapıyorlar. Bence bu sene Batı Krallığında yapılmalıydı.” Zora, sözünü bitirdikten sonra fincanındaki çaydan bir yudum daha aldı. Martha başını salladıktan sonra, “Olabilirdi ama bence yeni anlaşma imzalanmışken tatsızlık çıksın istemediler” dedi. Hepsini onayladığımda Küçük Salondaki şömineye biraz daha yaklaştım. Ben, Martha ve Zora Küçük Salonda öğle çayını içiyorduk.

Zora Xana, benim çocukluğumdan beri arkadaşım olan ikinci kişiydi. Aynı zamanda ülkemizin en iyi subaylarının birinin de kızıydı. Çok neşeli ve sevecen bir kızdı. Ama bugün diğer günlere nazaran oldukça soluk ve ruhsuz duruyordu. Hatta hep severek açık bıraktığı turuncu saçlarını bugün hiç sevmediği bir şekilde topuz yapmıştı. Martha da benim gibi bu durumun farkındaydı, ama ona sorular sorup sıkboğaz etmek istemiyorduk. Ondaki karamsar havayı dağıtmak adına aklıma ilk gelen konuyla ilgili konuşmaya başladım. “Onu bunu boş verin. Uğurlama Töreni nerede olacaksa olsun, asıl sorun biz ne giyeceğiz?” Sonlara doğru bıkkın çıkardığım sesimle tamda olmam gereken gibi sadece saray işleriyle ve davetlerde ne giyeceğini düşünen bir prensestim. Normalde böyle olmam gerekirken bu durum bana bir hayli yapmacık geliyordu.

Evet, belki küçükken öyle yetiştirilmiştim, ama bu benim benliğime oturan bir kişilik değildi. “Size bu durumda kolaylıklar diliyorum.” Zora’ nın sözleriyle kaşlarım çatıldı. “Nasıl yani?” Hafifçe omuz silkti. “Ben katılmayı düşünmüyorum.” Martha elindeki fincanı sehpaya bırakıp konuşmaya başladı. “İyi de neden? Sen genelde böyle şeyleri çok seversin. Bir sorun mu var Zora?” Kafamı onaylar şekilde salladım. “Eğer özel değilse bize anlatabilirsin. Merak etme, hep olduğu ve olacağı gibi bu odada konuşulan bu odada kalır.” Dalgın gözleriyle kafasını salladı. Gözlerini kırpıştırdıktan sonra, göz bebeklerinden süzülen gözyaşlarıyla şaşkın ve üzgün bir şekilde yanına gittik. Ben soluna Martha ise sağına oturdu.

Onu kendime çekip döşüme yatırdım. Sırtına doladığım kolumla hafifçe kollarını ve sırtını sıvazladım. “Tamam, hadi biraz sakinleş. Sonra ne olduğunu konuşuruz.” Ben konuşmamı bitirdiğimde sözü Martha devraldı. “Ve ne olursa olsun sağlıklı kararlar verdiğinde her zaman yanında olacağımızı unutma. Tamam mı?” Zora, hafifçe kafasını salladığında ağlaması biraz daha şiddetlendi.

Onu ilk kez böyle görüyorduk. Bu bizi oldukça üzmüştü. Üçümüz küçüklüğümüzden beri sıkı dostlardık ve herhangi birimizin kötü anında hep yanında olmuştuk. Şuan ise bunun için sanki geç kalmışız gibi hissediyordum. İnsan acı çektiği, üzüldüğü ilk an ağlamazdı. Ağlaması için tek bir sebep gerekmezdi. İçine atardı. Gün gün bekletirdi. Ve bu bekletiliş her şeyde olacağı gibi tüm üzüntüleriyle birleşip elbet bir gün patlardı. Patladığında ise insanın içinde beklettiği her şey o an durmak bilmeyen hırçın bir şelale gibi her tarafa gözyaşı olarak saçılırdı.

Ve belli ki Zora da şuan tamda bu durumu yaşıyordu. Birkaç dakika daha odada sadece Zora ‘nın iç çekiçlerinin sesi duyulduktan sonra kafasını kaldırdı ve elleriyle yüzünü sildi. “Yanımda olduğunuz için teşekkür ederim.” Ağlamaktan hırıltılı çıkan sesiyle konuştuğunda hafif bir gülümsemeyle karşılık verdim. “O nasıl söz öyle Zora?” Martha kolunu Zora ’nın omuzuna atıp onu kendine çekti. Çekmenin etkisiyle ikisi de koltuğa hafifçe düştüğünde üçümüzün de ağızından ufak bir kahkaha firar etti. “Sen bizim arkadaşımızsın. Senin yanında olmayıp da kimin yanında olacağız hm?” Yüzündeki hafif gülümser ifade gitmeden bizi onayladı. Birkaç saniye sustuktan sonra derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. Bakışları yine yere sabitlenmişti. “Onu birkaç gün önce çarşıda bir kızla gezerken gördüm. Gezmesi mühim değil. Belki bir arkadaşı… Bilmiyorum ama beni üzen onunla baya mutlu olması.” Martha sinirli bir suratla söze girdi. “Ne demek baya mutlu?” Dalgın gözlerini kaldırmadan konuşmaya başladı. “Baya mutluydular işte. Gülüyorlardı. Sonra ne biliyim sürekli birbirlerine bir şey anlatıyorlardı. Hep yan yanaydılar falan.”

Bende gözlerimi yere indirdiğimde sıkıntılı bir nefes verdim. “İnanın ki gözümle görmesem inanmazdım. Ama gördüm işte. Lanet olsun ki gördüm. Keşke görmeseydim.” Konuşmasını bitirdikten sonra yine gözleri doldu. Ama bu sefer pekte ağlama yanlısı olmadı. Ayaklandığında ikimizin de bakışları Zora’ ya döndü. “Bir elimi yüzümü yıkayıp gelsem iyi olacak. Siz beni burada bekleyin hemen dönerim ben.” Sessizce kafamızı salladığımızda o da Salondan çıktı. Onun çıkmasıyla bizimde ağızlarımız sanki mühürlenmiş gibi oldu.

Aslında Zora ‘nın bahsettiği kişi Ivan. Onlar bundan yaklaşık üç ay önce ayrıldılar. Onların ilişkisi bizim gözümüzde bu zamana kadar gördüğümüz en iyi aşk şekliydi. Birbirlerini seviyorlardı ve bu dışarıdan oldukça belli oluyordu. İlişkilerinin dördüncü ayında garip bir şekilde araları bozulmaya başladı. Biz ise nedenini ayrılmadan önceki son hafta öğrendik. İki kişi arasında illa ki çatışmalar olurdu ve bu çatışmalar çözülebilirdi. Maalesef onların ki öyle olmamıştı. Ivan, genelde herkese karşı yapısı gereği soğuk biriydi. Fazla konuşmazdı, yersiz esprilerde bulunmazdı, duygularını yüzüne vurmazdı. Biz bile Zora’ ya âşık olduğunu onun ağızından duyunca çok şaşırmış hatta ilk başta inanmamıştık.

Aralarının bozulmasında ki etkende buydu. Ivan, Zora ile sevgili olduktan sonra soğukluk bakımından azda olsa değişmişti. Bir bakıma Zora ona iyi gelmişti. Ama her tedavinin bir yan etkisi olacağı gibi bununda olmuştu. Ivan bir süre sonra yine eski soğuk hallerine dönmüştü. Bunun yanı sıra sevgisini göstermeyip karışmaması gereken konularda söz sahibi olmaya başlamıştı. Zora onun bu davranışlarından rahatsız olup onu uyarmıştı ama tabi ki bu pek işe yaramadı. Sonrası ise muhtemel son, ikisi de ayrıldıklarında hâlâ birbirlerine küskütük âşıklardı. Ivan sonrasında pişman olsa da bunu dile getirmemişti. Bende bunu abimle ikisi konuşurken duymuştum.

Bunları düşünürken aklımda bir kişi daha vardı; Prens Cedric… Dünkü mektubundan sonra onu aklımdan bir türlü çıkaramamıştım. Bariz bir şekilde bana âşık olduğunu söylüyordu. Ama ben ona karşı ne hissettiğimi bilmiyordum. Ama âşık olmadığımdan eminim. Bana yolladığı ahşap kolyeyi sabah takıp takmamak konusunda kararsız kamıştım. Son bir kararla takmıştım. Ama elbisemin dışına çıkarmadım. Ahşap olmasına rağmen tamda zakkum çiçeği gibi boyanmıştı.

O gün gerçek bir çiçek olduğu için eldivenle dokunabilmiştik. Şuan ise ona eldivensiz dokunabiliyordum. Garip bir şekilde bu kolyeyi taktıktan sonra kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Bu durumda en çok korktuğum şey onun duygularıyla oynamış gibi olmaktı. Ona âşık değildim ve böyle davranmaya devam edersem âşık olduğumu düşünecekti. İleride ne olacağını bilmiyorum ama şuan için onu üzmek istemiyorum. Bunun yanı sıra onun bana gerçekten âşık olup olmadığını da bilmiyorum. Belki de sırf müttefiklik ve ileride karşımıza çıkacak olan evlilik daha iyi bir şekilde olsun diye zeminde hazırlıyor olabilirdi. Emin değildim ve bir şeyden emin olmamaktan nefret ediyordum. Bunları düşünürken bir ara onun gitmesinin beni üzdüğünü fark etmiştim.

Burada yoktu ve gelince ne olacağını da bilmiyordum. Ona nasıl davranacağım konusunda çok kararsızdım. Onu üzmeden ama gerçekleri de göz ardı etmeden onunla iletişim kurmalıydım. Bunların üzerine birde aklımda ağırlık yapan kiminle eşleşeceğim konusu vardı. Bu benim savunmasız ve güvensiz bir gece geçirecekmişim gibi düşünmemi sağlıyordu. Hele de kafam bu kadar doluyken nasıl hiç tanımadığım biriyle göreve çıkacağımı bilmiyordum.

Dalmış olduğum derin düşünce denizinden beni çıkaran kişi kolumdan sarsan Zora oldu. “Nereye daldın? Bana diyorsun ama sende hiç iyi görünmüyorsun.” “Önemli bir şey yok. Sadece aklıma imzalanan anlaşma takılıyor.” Martha, önüne gelmiş saç tutamlarını yarım topuzundan içeri sokuşturmaya çalışırken konuşmaya başladı. “Anlaşma ne alaka?” Dudaklarımı hafifçe büzüp omuzumu bilmiyorum der gibi salladım. “Büyük ihtimalle müttefikliğin sağlamlaşması için ortaya bir evlilik çıkaracaklar. Bu durumda abim ve Âmâya evlenemez. Çünkü Âmâya benden de küçük. Tek ihtimalde bizim Cedric ‘le evlenmemiz.”

Zora yüzünü ekşittiğinde Martha daha şimdiden gülmeye başlamıştı. Zora ne zaman yüzünü ekşitse orada ki birine mutlaka laf sokardı. Anlaşılan bu gün ki kurbanda bendim. “Kızım sen salak mısın? Sanki sana git de efsanede ki üç gözlü devle evlen diyoruz. Görende Prensi beş başlı yılan falan sanacak. Hem bizim bildiğimiz sevdiğin biri yok?” Sırıtmamı gizlemeye çalışarak konuştum. “Yok, yok ama ben onu daha tanımıyorum ki. Tanımamayı geçtim daha dün bir bugün iki neyine güveniyoruz ki?” Benim bu cevabıma Martha’dan gelen geri püskürtme geç olmamıştı. “Sen sanıyorsun ki hemen ha deyince evleneceksiniz. Bunu hangi kural kanun yazmış acaba. Sence kralımız böyle bir saçmalığı yapar mı?” “Hem onu geçtim, Kralımız böyle bir şey yapsa bile abin buna izin verir mi sence?” Zora bunu dedikten sonra azda olsa kafamdakilerin dağıldığını hissettim.

Hizmetçi beklemekten soğumuş olan çaylarımızı tazelerken odaya giren bir diğer kişiyle dikkatimizi ona yönelttik. “Majesteleri, abiniz Prens Harkin öğle çayından sonra sizinle görüşmek istiyor. Bunun içinde sizi eski ahırların orada bekleyeceğini söyledi.” Hafif bir yutkunmayla kafamı salladım, “İletin için teşekkürler Ivan, geleceğimi söyleyebilirsin.” Sözümü bitirdiğimde bakışlarımı çekip Zora ‘ya döndüm. O, bu durumu görmezden gelerek hizmetçiye çayın içinde hangi bitkilerin olduğunu soruyordu. Ivan ‘nın da bakışları Zora’ nın üzerindeydi ve bu görmezden geliş onu kırmışa benziyordu. Birkaç saniye daha gözleri Zora’ nın üzerinde oyalansa da daha fazla beklemeyip Küçük Salondan çıktı. Hizmetçi de Zora ‘nın son sorduğu soruya cevap vererek salondan çıktığında ikimizde ona döndük. O ise gayet de normal bir şekilde -sanki az önce ağlayan o değilmiş gibi- konuşmaya başladı.

“Ihlamur ve nanenin ilk kez bir arada olduğu bir çay içiyorum. Bunu Bitki Bilimcilere bir sorsam iyi olacak.” Yüzümde ki şaşkınlıkla ciddi olup olmadığını anlamaya çalıştım. Yüzüm aynı ifadeyle dururken Zora da ne oldu der gibi kafasını salladı. “Ne diye çamura bulanmış bir kurbağa görmüş gibi bakıyorsunuz?” Tek kaşım istem dışı havalandı. “Gerçekten konumuz çayın içinde ne olduğu mu? Sen iyi misin?” Martha sözünü bitirdiğinde ona katıldığımı belirtmek için kafamı salladım. “Evet, başka ne olabilir ki. Bir şey mi kaçırdım?” Martha ‘ya döndüğümde omuzunu silkip yeniden Zora ‘ya döndü.

“Ivan buradaydı?” Zora kafasını salladı. “Biliyorum?” Bu kız ciddi miydi? Tamam, onu unutmaya çalışıyordu ama bu kadar ani duygu değiştirmesi normal değildi. Anlamaz bakışlarımız devam ederken sessizliğe dayanamamış olacak ki devam etti. “Buradaydı biliyorum. Görmezden gelmemin bir diğer sebebi de birkaç gündür sürekli benimle konuşmak istemesi. Ben ayrılığı kabullendim. Evet, aşığım. Ama ikimizde düzelmediğimiz sürece hiçbir zaman sağlıklı bir ilişki yürütemeyiz.”

Onaylar şekilde kafamı sallarken koltukta arkaya doğru yaslandım. “Haklısın, ama seninle ne konuşmak istiyormuş keşke bir dinleseydin.” Martha da kafasını salladı. “Belki de kendini düzeltmesiyle alakalı bir şeydi?” “Konuştuk zaten. Evet, onunla alakalı ama yine de bilmiyorum. Sonuçta bu durumda ikimizin de suçu var. O soğuk biriydi ve bende onu değiştirmeye çalıştım. Ne o bana bunu isteyip istemediğini söyledi ne de ben ona bunu sordum. Yine aynısı olmaması için ikimizin de düzelmesi gerek.” Ortama derin bir sessizlik çökerken söylediği sözlerin haklılığı karşısında kimsenin ağızı açılmadı.

 

 

 

“Aslında hep akıllarında olan bir şeydi. Ama bu kadar erken dile getireceklerini düşünmemiştim.” Abimin sözünü bitirmesi ardına bahçede olan bakışlarımı ona çevirdim. Dirseklerini dizlerinin üzerine koymuş başını iki elinin arasına almıştı. Sessizliğimi bozmadan yeniden pencereye döndüm. Derin bir nefes verip pencereyi açtım. Oda beni boğmaya başlamıştı. İçime derin nefesler çekerek pervaza yaslandım. Her şeyin bu kadar hızlı gelişmesi beni ciddi manada sarsmıştı.

Bir anda olup bitiyordu ve ben daha doğrusu biz buna yetişemiyorduk. Babamın böylesine saçma adımlar atması oldukça şaşırtıcıydı. Sakindi ve ne olursa olsun düşünüp tartmadan adım atmazdı. Bu aralar oldukça garipti. Onu en iyi anladığını düşündüğüm kişi olan abim ise attığı adımlar karşısında en az benim kadar hatta benden daha fazla şaşırıyordu.

Bir krallıkla anlaşma yapmış olmamız onunla mutlak güven içerisinde olmamız anlamına gelmezdi ki. Hem daha birkaç gün öncesinde beni abimle bile paylaşamayan adam ne olmuştu da beni evlendirme kararı almıştı? Hafif esen rüzgârla omuzumda olan şalım sırtıma düştü. Pencerenin önünden çekilip camı kapattım. Sırtıma düşen şalı yeniden omuzuma aldıktan sonra abime döndüm. Sarı saçları her zamankinden daha dağınık duruyordu. Üstündeki üniforma kırışmaya başlamıştı. Kafası hâlâ iki elinin arasındaydı. “Hiçbirimiz bunun bu kadar erken olacağını tahmin etmiyorduk abi. Daha fazla sıkma canını.”

Hafif doğruldu ve elleriyle öne düşmüş olan saçlarını düzeltti. Yeni fark ettiğim bir başka şey ise gözaltlarındaki mor halkalardı. Dün gece saraya geldikten sonra uyumamış olmalıydı. Ve bu bu günlük bir şeyde değildi. Son bir haftadır iktisat derslerinin araları dışında neredeyse hiç uyumuyordu. Onu da konuları azda olsa aklında tutabilmek için yaptığı açıkça belliydi. Odanın içinde ilerleyip abimin karşısındaki koltuğa oturdum. Oda yeniden sessizliğe bürünmüştü. Ellerimle oynamaya başladığımda aklıma gelen fikirle konuşmaya başladım. “Her neyse bunu sonrada konuşabiliriz. Şuan bundan daha önemli bir konu var.” Sözümü bitirdikten sonra gözlerimi ona sabitledim. Kaşlarını kaldırıp neymiş der gibi kafasını salladı.

“Bugün Çelik Şimşekle kralların karşısına çıkmayacak mısınız? Senin burada olmaman gerek abi. Aynı yerde iki farklı kılıkta olmazsın.” Dediklerimden sonra kafasında ampul yeni çakmış olmalı ki hafif bir küfür savurdu. Anlaşılan unutmuştu. Çok şükür ki benim gibi her şeyi düşünen bir kardeşi vardı. “Hiç küfredip sıkıntıya kapılma. Ben o işi hallettim bile.” Anlamaz gözlerle bana döndü. “Nasıl yani?” dediğinde gülümsedim. “Avcı birliği hazır, yaklaşık on beş – yirmi dakika sonra ava çıkıyorsunuz. Ormanın derinliklerine geldiğinizde senden ayrılacaklar. Sende oradan Çelik Şimşek ile buluşacağınız yere gidersin?” Kafasını salladı ve ayaklandı. Tam odadan çıkacağımız zaman, kapının tıklatılmasıyla birbirimize baktık. Martha olamazdı çünkü Bert ile yürüyüşe çıkmıştı. Daha fazla öyle durmayıp kapıya doğru yürüdüm. Açtığımda kapının önünde kraliyet sözcülerinden biri duruyordu. Hemen arkamda abimin dikilmesiyle sözcünün bakışları kısa bir süre ikimizin arasında gezindi. “Majesteleri, Prens Harkin ve Prenses Amaris. Kralımız sizi Toplantı Odasına bekliyor.” Abim kafasını salladı. “Siz görevinizin başına dönebilirsiniz. Biz orada olacağız.” Sözcü onaylar şekilde hareket edip reverans yaptıktan sonra cam merdivenlerden aşağı indi.

Bizde onun ardın odadan çıktık. Deponun yanındaki İkinci Geçiş Koridorundan Ana Şatoya ulaştık. Toplantı Odasının önünde durduğumuzda kapıdaki muhafızlar bizi selamlayıp içeri haber vermeye girdi. Gerekli onayı aldıktan sonra içeri girdik. Büyük masanın iki başında oturan kralları selamladıktan sonra sessizce bekleyeme başladık. Bu bekleyiş sırasında gözlerim istemsizce Cedric ’i aramıştı. Burada olmadığını bilmeme rağmen içimdeki garip his sanki o buradaymış ya da olacakmış gibi hissetmemi sağlıyordu.

Bunun bir sebebi de tamda Uğurlama Töreninden önceki günlerde ilk ava katılmak yerine denize açılmasıydı. Gelenekler dâhilinde her yıl bu haftalarda ilk av etkinlikleri düzenlenirdi. Bu ekinliklere ülkenin taht varisleri öncülük ederdi. Geçen seneki etkinlikte abim onun en az abim kadar iyi atış yaptığından bahsetmişti. İşin aslına bakarsak nasıl atış yaptığını da merak etmiyor değildim. Birkaç saniye sonra babamın eliyle oturmamızı işaret etmesi üzerine düşüncelerimi bir kenara koyup sandalyeye oturdum.

Oturmamızın ardından abim hızlı bir şekilde söze girdi. “Hoş geldiniz Kral Brenden. Sohbetinize katılmayı çok isterdim ama ilk av etkinliği için avcı birliğimle yer belirlemeye gitmeliyim.” Kral ile göz göze geldikten sonra sözüne devam etti. “Prens Cedric ‘i göremiyorum. Yoksa o da mı avcı birliğiyle?” Sorduğu sorunun cevabını bilmenin verdiği ani heyecanla söze başlayacakken babamla göz göze geldim. Bana mektup yazdığını bilmiyorlardı. Abime bile söylememiştim. Bunu söylemem sorun yaratır mıydı, bilemediğim için cevap verme fikrinden vazgeçtim. Babam işkillenmiş bakışlarla bakmaya devam ederken bakışlarımı ondan çektim.

Kral Brenden, abimin sorusu ardına hafif rahatsız olmuş bir durumda cevap verdi. “Öyle olmasını çok isterdik ama maalesef ki avcı birliğiyle değil. Ani gelişen bir gemi seferinde, forsasıyla birlikte...” Abim aldığı cevaptan sonra kafasını salladı ve ayaklandı. Reverans yaptıktan sonra babama döndü, “O halde kralım izninizle çıkabilir miyim?” demesinin ardına bakışlarım ondan babama ilişti. Babam, eliyle hafif bir şekilde kapıyı gösterip, “Avcı birliğine ve sana kolaylıklar diliyorum. Çıkabilirsin.” dedi.

Abim aldığı izinin ardından büyük işlemeli kapıdan çıktı. Onun çıkmasının ardından bende babam ve Brenden’ ı dinemeye başladım. Aslında şuan burada olmam saçma geliyordu. Genelde toplantılara abim katılırdı ve toplantı yapmıyorduk. Sadece ikisi konuşuyordu ve bende onları dinliyordum. Benimle ya da beni ilgilendiren bir konu konuşmamalarının ardından bu odada olmak beni rahatsız hissettirmeye başlamıştı. Böyle toplantılara hayatım boyunca iki kereden başka katılmamıştım. Zaten benim alanımda değildi. Şuan burada olduğumu gerçekten anlamıyordum. Evet, öğlen Cedric ve benim evlendirilmem hakkında konuştuklarını biliyorduk ama bunu bana soracaklarını düşünmüyordum.

Genelde bu tür konularda sadece erkekler söz sahibi olurdu. Biz kadınların çoğu olayda fikri alınmadığı gibi kendi hayatımızı etkileyecek konularda da fikri alınmazdı. Zaten içinde bulunduğumuz birkaç saatin içinde de bu yüzden abimle düşünüp durmuştuk. Birçok fikir üretmiştik ama hiçbirini hayata geçiremezdik. Nasıl oluyordu bilmiyordum ama her düşüncede bir şekilde çıkmaza düşüyorduk. Bir ara abimin bile evlenmesini düşünmüştük ama bu benim evlenmemden farksız değildi böyle bir şey yapmaya kalkacak olsa kabul etmezdim. Zaten yeterince fedakârlık yapıyordu hem de herkes için daha fazlasını isteyemezdim. Onun birine âşık olduğunu bile bile onu bu ateşe atamazdım. Ben en azından gönlümü birine kaptırmış değildim.

Kral Brenden’ ın bana seslenmesiyle düşünmeye ara verip ona döndüm. Sabit bir yüz ifadesiyle “Anlaşılan pek bu siyaset konularıyla ilgilenmiyorsunuz?” dedi. Aynı onun gibi bir yüz ifadesiyle karşılık verdim. “ Bu işlerle genelde abim ilgilenir, benim ilgi alanım değil.” Kafasını salladı, “Genelde prensesler böyle işlerler ilgilenmezler evet haklısın.” Dediği sözlerle ne kadar sinir olsam da tepki veremedim. Artık kadınların hor görülmesinden ve kısıtlanmasından bıkmıştım.

Onun konuşması bittiğinde babam konuşmaya başladı. “Elbette herkesin akademik yönde görevleri ayrı,” Yönümü babama döndüm ve konuşmasını dinledim. “Herkes görevini tam ve doğru yaptığı sürece sorun yok.” Brenden ‘ı baktıktan sonra yeniden konuştu. “Asıl konumuz ise şu kızım, eminim ki sende anlaşmışsındır biz iki lider olarak hem sizin hem geleceğimizin hem de halklarımızın güveni için Prens Cedric ‘i ve seni evlendirmeyi düşünüyoruz.” Hafif bir yutkunmayla ona baktım ve yine hafifçe kafamı salladım. Brenden konuştu, “Ama bu şu demek değildir ki hemen sizi evlendireceğiz. Biz istiyoruz ki siz birbirinizi tanıyın, anlayın en azından bunlar olmuyorsa bile aranızda duvarlar olmasın.”

Gözlerimin dolmasına izin vermeden konuştum. “Halkımızın ve bizim güvenliğimiz için gereken her şeyi yapmaya hazırım,” Sözcükler ağızımdan çıkana kadar boğazımı sıkıyor gibi hissediyordum. Sanki kelimelerin keskin bıçakları vardı ve kursağımı kesiyordu. “Tabi bu hazırlık karşı taraftan da gelecekse hayata geçirilmeli.” Midemde oluşan kusma isteğiyle ağızımı kapattım. Kafamda bin bir türlü ses yankılanırken sesleri boş verip onları dinlemeye çalıştım. Son söylediklerimin ardından biraz rahatsız olmuş gibi görünseler de onlarda benim gibi bozmamaya çalıştılar. Babam, “Öyle olacak zaten, her iki tarafta hazır olduğunda evlilik gerçekleşecek.” Konuşurken Brenden ‘a baktı. Ondan da cevap gecikmedi.

“Emin ol ki karşı tarafında düşüncesi senden farklı değil.” Kafamı salladım. Sanki ağızımı açsam kelimeler yerine ağızımdan alev çıkacak gibi hissediyordum. Boğazıma bir şey sıkışmış gibi yutkunmamı engellemeye başlamıştı. Babamda Brenden ‘a kafa sallayıp konuşmaya devam ettiler. Daha fazla burada kalmaya dayanamayacağımı anlayıp ayağa kalktım. “İzninizle odama geçiyorum.” Babam bana bakıp konuştu. “Bugün suikast ekiplerinin liderleri saraya gelecek Amaris, abin olmadığı içinde senin bu toplantıya katılmanı istiyorum. Sözcü sana onlar geldiğinde haber verir.” Kafamı sallayıp Toplantı Odasından çıktım. Hızla geçiş koridorundan geçecekken Ivan ‘a çarpmamla hafifçe geriye sendeledim.

Akmaya hazır olan gözyaşlarımı saklamaya çalışıp ona baktım. “Pardon sizi görmedim Prenses…” Sözü yarım kaldığında kaşları çatık bir şekilde bana baktı. Yanından geçecekken önüme geçmesiyle durmak zorunda kaldım. Gözleri etrafı kısaca tarayıp yeniden bana döndü. “iyi misin sen Amaris? Çok solgun görünüyorsun.” Derin bir nefes alıp ona döndüm. “İyi değilim Ivan abi…” Kaşları daha da çatıldığında sadece benim duyabileceğim bir sesle fısıldadı. “Kendini toparladıktan sonra Kütüphaneye gel orada olacağım abicim.” Kafamı sallayıp aynı hızla odama yürüdüm. Odama girdiğimde kapıyı örtüp başımdaki tacı yere fırlatmam bir oldu. Gözümden düşen yaşlar ile yere çöktüm. Elim giydiğim elbisenin yakasını çekiştirip birkaç düğmeyi koparttı. Taca sıkıştırılmış saçlarım yüzüme döküldüğünde bir elimi yere dayayıp ağlamaya başladım. Hıçkırıklarım iç çekişlerime karıştı. Birçok kez yüzümü sildim ve birçok kez yüzüm yeniden ıslandı.

Ağlamam durmadan ayağa kalktım. Gözümün önü hafif kararırken dengede durmayı bir şekilde başarıp banyoya yürüdüm. Soğuk suyu yüzüme defalarca çarptıktan sonra gözlerimdeki kızarıklık azda olsa gitti. Islanmış bebek saçlarım alnıma yapışmıştı. Yaş ellerle banyodan çıktığımda aynanın karşısına geçip oturdum. Elime tarağı alıp saçımı hunharca taramaya başladım. İçimdeki acı istemsizce beni kendime acı çektirmeye yöneltiyordu. Bu bir nevi beynimi harekete geçirme duygusuydu. Konuşurken sesim titremesin diye tırnaklarımı avuç içlerime geçirirdim. Davetlerde tiksindiğim kişilere karşı olan mide bulantım geçsin diye parmak etlerimi yolardım. Ağlarken ağlamam durulsun diye saçlarıma zarar verirdim. Ben içimdeki acıyı dışımdaki acıyla yarıştırıp dışımdakinin kazanmasını sağlardım. Çünkü biliyordum ki dışımdaki yara ne olursa olsun kapanırdı. Ama içimdeki yaranın kapanması imkânsızla eş değerdi.

Tarağı saç köklerime batırırken yüzümdeki ifade gördüğüm en kötüsüydü. Tarak her kafa derime battığında vücuduma acı yayıyordu. Hafif karıncalanma hissi gözlerimi kapatıp açmamı sağlıyordu. Elim bu işkenceye daha fazla ortak olamayıp güçsüzleşti ve tarağı yere düşürmemi sağladı. Başımı makyaj masasına yaslayıp ellerimi saç diplerime sabitledim. Pekte uzun olmayan bir sessizliğin ardından kafamı kaldırdım ve derince nefes alıp verdim. Düşen tarağı yeniden elime alıp saçımı düzledim ve sıkı bir topuz yaptım. Sağ gözüm seğirmeye başladığında içimdeki çöküş çoktan bana sinyal veriyordu. Yeni bir taç alıp kafama oturttuktan sonra aynadan son kez kendime bakıp gözlerimin altında biriken yaşları sildim ve şalımı alıp odamdan çıktım. Cam merdivenleri kullanıp aşağı indiğimde Ana Salon boş boştu. Ayakkabılarım sesi yankılanırken daha fazla duramayıp diğer şatoya geçen cam merdivenleri tırmandım.

Ana mutfaktan gelen seslere aldırmayıp hızla koridorda ilerleyip derslikleri geçtim ve kütüphanenin büyük kapısına vardım. İki muhafız kapıdaydı ve beni görür görmez selam verip kapıyı açtılar. İçeri girdiğimde devasa raflar ve bu raflara çıkan asma merdivenler beni karşıladı. Bu manzara beni karşılarken içimdeki acı yavaşça azaldı. Ağır kitap kokusunu derince içime çekip sakinleşmeye çalıştım. Bakışlarım etrafta gezindi. Tarih bölümünde rafları inceleyen Ivan ‘ı gördüğümde ona doğru yürüdüm. Abim sarayda olsaydı o da burada olurdu. Ama abim yoksa ikinci abim olan Ivan buradaydı. Ciddi manada bana abilik yapan ikinci kişiydi. Ruhumdaki yorgunluk çoktan bedenime yansımıştı ama yine de bugün normal görünmem gerekiyordu. Rafların yanındaki ders masasına oturdum. Ivan da eline bir tarih kitabı alıp yanıma geldi. Masaya kitabı koyduğunda önce ona sonra da kitaba baktım. Şimdiye kadar örendiğim hiçbir dile benzemiyordu kapağındaki yazı. Omuz silkip karşıma oturdu.

Kitabı bana doğru itip ellerinin masanın üzerinde birleştirdi. Kaşlarım çatıldığında ona döndüm. “Bu kitap ne abi?” Hafifçe omuz silkti. Kitabı başıyla işaret ederek, “Ne anlatıyor olabilir sence?” dedi. Gözlerim yeniden kitabı üzerinde gezindi. Daha önce hiç görmediğim bir alfabeyle başlık atılmıştı. Üstünde garip motifler vardı. Birkaç ayrı renk şeritler halinde sayfaya yayılıyordu. Yeniden bakışlarımı ona çevirip konuştum. “Tarihle ilgili olabilir mi?” Hafifçe güldü. Ardından kitaba bakıp bana döndü. “Sana böyle düşündüren ne?” Kaşlarım çatıldı. Şimdi neden böyle saçma bir konu hakkında konuşuyorduk ki? Derince nefes verip yeniden söze girdim. “Tarih rafından almış olman.” Başını eğip kafasını salladı ve uzanıp kitabı aldı. Eldivenlerini çıkarıp kitabın kapağını açtı. Sessizlik arttığında merakıma yenik düşüp soru sormaya başladım. “Nereden çıktı bu kitap?” Birkaç sayfayı açtıktan sonra konuşmadan kitabı önüme itti. Sayfada çeşitli kuş tasvirleri vardı. Yanlarında da yine aynı alfabe ile yazılmış kısa metinler eklenmişti. Kitabı iyice önüme çekip sayfalarını karıştırdım. Cidden kuşları anlatan bir kitap mıydı?

Şaşkın gözlerle Ivan’ a döndüm. “Kitabı tarih rafından aldığım için tarihe ait olduğunu düşündün öyle değil mi?” Hafifçe nefes verdi. “Üstündeki yazıyı anlayamadığın içinde başka bir tahminde bulunmadın.” Kafasını salladı. “Hayatta çoğu yerde böyle yapıyoruz Amaris. Nereden geldiyse oraya ait olduğunu varsayıyoruz. Birçok kişiyi yüzeysel tanıyıp ona göre hayatımızdaki yerini belirliyoruz.” Kitabı önümden çekip kapattı. Yüzümde nasıl bir ifade gördü bilmiyorum ama belli ki bu ifadeden rahatsız olmuştu. “Bakma öyle, şimdi mutsuzsun Cedric’ i belki de kafanda çapkın bir prens olarak tanımladın. Babasının davranışlarından yola çıkarak onu zihninde oluşturdun. Balo da olan davranışı ona kötü yönler eklemene yol açtı.” Seni anlıyorum dercesine kafasını salladı. “Ama belki de o hiçte düşündüğümüz gibi değildir. İyi ya da kötü yandan, bundan emin olamayız.”

Krallığa ait rozetini düzeltti. “Senin yerin bende Bert’ ten farksız değil. Kız kardeşim yok ama sen o yokluğu hissettirmiyorsun. Çocukluğumuz beraber geçti. Mevki farkı zerre sikimde değil. Nasıl sen bizim duygu durumumuzu bir bakışta anlıyorsan bizde öyle anlıyoruz.” Hafifçe gülümsedi. “Boşuna sıkıntıya düşme. Konu sen olduğunda hiçbirimiz müttefikliği düşünmeyiz.” Hafifçe kafamı salladım. Dediği her şeyde haklıydı. Yine de kendimi endişeye sokmaktan alıkoyamıyordum. Gözlerimdeki yanma gitmiş olsa da hâlâ üstümde ağlamanın vermiş olduğu bir durgunluk vardı. Bakışlarım kütüphanede gezinmeye başladığında buraya gelmeyeli uzun zaman olduğunu hatırlayıp iç çektim.

Eskiden günümün burada ya da seramda geçerdi. Şimdi ise anca böyle zamanlarda buralara geliyordum. Gözüm dev pencerelerden gelen ışıklarda gezindi. Devasa bir kuleye inşa edilmişti kütüphane. Asma merdivenler en üst kata kadar çıkıyordu. Hatta bazı yerlerde asma balkonlarda vardı. Kapının açılması ile oraya döndük. Babamın muhafızı gelmişti. Üstündeki zırh ile ağır ağır yürüyüp karşımda durdu. Selam verip hazır ola geçti. “Prenses Amaris, kralımız sizi Taht Salonu’nda bekliyor. Misafirlerimiz geldi.” Kalbimin hızlı atışı ile kalkıp Ivan’ a döndüm. “Sende katılacak mısın?” Ağırca başını sallayıp ayaklandı. “Evet Prenses.” Bende ayağa kalktım ve kütüphaneden çıktık. Birinci Geçiş Koridorunu kullanarak Ana şatoya geçtik ve Taht Salonunun önüne geldik. Muhafız önden girip babamı bilgilendirdi ve ardından da bizi içeri çağırdı. Salona girdiğimde babamın ve Brenden’ ın karşısında dikilen Çelik Şimşek ve Kristal Pençeyi gördü. Abimi böyle görmek beni endişeye soktu.

Öyle bir giyinmişti ki ilk başta acaba o değil mi diye düşünmüştüm ama oydu. Bunu bana sadece birkaç saniyeliğine attığı bakıştan anlamıştım. Babamın oturduğu tahtın sağ tarafına geçtim. Genelde annemin oturduğu yere Brenden oturmuştu. Onun sol tarafı ise boştu. Demek ki Âmâya gelmemişti. Gözlerim sırasıyla odada olan kişilerde gezindi. Birkaç kâtip, ordunun idari komutanı ve sağ kolu, Bert ve Darion, benim hemen yanımda da Ivan, Brenden’ ın tarafında ise saydığım kişilerin mertebesine sahip olduğunu düşündüğüm birkaç kişi daha vardı. Herkes yerine yerleştikten sonra babam abime ve Çelik Şimşeğe hitaben konuşmaya başladı.

Kalp atışlarım kulağımda çınlayacak şekilde atmaya başladığında gözlerimi etrafta gezdirmeye devam ettim. Sanki bir şey vardı ve istemsizce beni geriyordu. Gözlerim Çelik Şimşekte durduğunda burnuna kadar inen pelerine baktım. Tamamen gizli kalmak için ikisi de önlerini bile göremeyecek şekilde giyinmişlerdi. Aynı kıyafeti giyinmişti ama sanki farklı bir şey daha vardı. Beni huzursuz hissettiren bir şey… Elim benden bağımsız olarak boynumda asılı olan kolyeye gitti. Dışarıdan görünmese de kolyenin ipine elimi hafifçe sürttüm. Hala orada olması beni rahatlatmıştı. Bert bana bakıp hafifçe kaşlarını çattığında, sorun yok dercesine kafamı salladım. Babamlar ikisi ile de konuşuyordu ama ben ne dediklerini anlamıyordum.

Gece olduğu gibi şuanda sesleri normalden farklıydı. Yani en azından abimin ki öyleydi. Anlaşılmaması için öncesinden Mantaria gözlemcilerinin yaptığı bir karışımı içiyorduk. Bu hem sesin kalınlaşmasını sağlıyordu hem de hasta olduğunuzda boğazınıza iyi geliyordu. Yani yan etkisini avantaj olarak kullanıyorduk. Sesler yükseldiğinde babama döndüm. Alın çizgileri belirginleşmişti ve sol eli hafifçe titriyordu. Kapıda ki muhafızlar hareketlendiğinde babam elini kaldırıp onu durdurdu. “Sizi buraya çağırdık anlaşma için ama siz saçmalıyorsunuz.” Hiddetle konuştuğunda destek almak için tahtının koluna tutundu. Brenden ise oldukça sakindi. Bu adamdan çok gıcık kapıyordum. Babam bu kadar sinir olurken o sanki hiç burada değilmiş gibiydi. Bunca zamandır nasıl tahta kalabilmişti ki? Cedric neden tahta geçmemişti?

Sessizlik sona erdi ve Çelik Şimşek konuştu. “Bizde en az sizin kadar anlaşma taraftarıyız. Ancak bu şartlar altında hayır.” Kaşlarım hafifçe çatıldı. Amaçları neydi bunların? Biz abimle böyle konuşmamıştık ki. O sırada Brenden ‘ın sırıttığını gördüm. “Bu sözler yarı suçlu ve kaçak olan kişilere göre fazla yürek demiş şekilde değil mi sizce de?” Bakışlarımı ona diktim. Çelik Şimşekte başını ona çevirdi. “Sizi adam yerine koyup karşımızda böyle dimdik tutuyorsak sizde bunun kıymetini bilmelisiniz.” İçimdeki sinir beynime hücum ettiğinde konuşmamak için hafifçe yanağımı ısırdım. Ama bana gerek bile kalmadı.

“Bence, asıl siz böylesine dimdik karşınızda dururken sizi o tahtan iki parça halde indirmediğimiz içim bizim kıymetimizi bilmelisiniz.” Gözlerim fal taşı gibi açıldığında gülmemek için kendimi sıktım. Rahattım çünkü şunu fark etmiştim; onun nefreti Brenden ’ydı. Ivan yavaşça başını eğdi ve öksürüyormuş gibi yaptı. Alttan alttan güldüğünü yakınında olduğum için fark etmiştim. Çelik Şimşek yeniden önüne döndüğünde babam nefesini verip hafifçe tahtta doğruldu. “Tamam yeter. Anlaşma için toplandık. İç karışıklık istemiyoruz. Anlaşma sizin maddelerinizde eklenerek yeniden düzenlensin.” Belli etmemeye çalışarak derince nefes verdim. En azından bir konu da artık suçlu olarak görülmeyecektik.

 

                                      

 

Geçitten çıkıp körü üzerinde yürümeye başlayalı yaklaşık beş dakika oluyordu. Abim ise sanki dudaklarınızı dikmişiz gibi tek bir ses bile çıkarmamıştı. Birkaç soru sormuştum ama cevaplamadığı için vazgeçmiştim. Normalde olsa üsteler kavga edene kadar bırakmazdım ama şuan durum benim sandığımdan çok farklıydı. Bir sorun vardı ama ketumluk yapıp içine atıyordu. Sinir bozucu prens bozuntusu abicim.

Adaya ayak bastığımızda Soltist ve Çelik Yılanı beklemeye başladık. Çok sürmeden onlarda geldi ve meşaleler ile ilerledik. Bu sefer daha dikkatliydik çünkü krallık bizi izinsizce bulmak istemiş olabilirdi. O yüzden meşalenin ışığı daha sönüktü. Kazaya mahal vermemek için oldukça yakın yürüdük ve karşıdan gelen ışığı gördüğümüzde emin olana kadar olduğumuz yerde bekledik. Kızıl Kartel olduklarını anladığımızda ise daha fazla zaman kaybetmeden harabeye girdik. Yine aynı düzende oturduk. Abim ise hiç oturmadı. Sanki onu tedirgin eden şey çok farklıydı çünkü bana bile bakmaktan kaçınıyordu. Sessizlik çok sürmedi.

“Bugün bildiğiniz üzere Batı Krallığında krallar ile görüştük ve anlaşma yapıp yapmayacağımızı konuştuk. İlk başlarda sorun vardı ama sonrasında hallettik. Artık müttefikiz. Ama eskiden olduğu gibi yine iki tarafta birbirine karışmayacak. Sadece gerekli yerlerde müdahale edilecek.” Çelik Şimşekte dalgın bakışlarını kaldırarak ilk ben olmak üzere hepimizin üzerinde gözlerini dolaştırdı ve ellerini masanın üstünde birleştirip daha da yaklaştı. “Aynen öyle belgeleri sizin adınıza biz imzaladık. Tüm sorumluluk bizde... Bu konu çözüldüğüne göre şimdi gruplara ayrılıp yerleri belirlemeli ve göreve çıkmalıyız. “Herkes onaylar şekilde kafasını salladığında üstümüzde nedenini bilmediğim bir durgunluk vardı. Sanki bir şey beynimizi himayesi altına almıştı ve bizi derince düşünmeye itiyordu. Böyle olmayan tek kişi ise Soltistdi. Ayağa kalktı ve haritanın önüne geçti. “Çok durgun ve sıkıcısınız. Biraz heyecan ya!” Ciddi miydi yoksa dalgaya mı vuruyordu bilmiyordum. Ama haklıydı. Bu matem havasından çıkmalı ve en kısa sürede ki cinayetler her an işleniyor olabilirdi, katili ya da katilleri bulmalıydık.

Soltistten sonra kendine gelen kişi Demir Yumruk olarak hatırladığım kişi oldu ve kafasını sallayıp hafif alaylı şekilde konuşurken arkasına yaslandı. “Bu kadar sıkıcı bir ekip olacağımızı bilsem hiç dâhil olmazdım.” Soltist pelerinin altında kalan kılıcının kabzasından tutup bize bakındı. “Grupları iyi oldukları alanlara göre seçelim. Mesela iyi dövüşen biri ve iyi iz süren biri gibi... Biri diğerini dengelesin.” Kafamı salladığımda artık daha canlı duruyorduk.

Az çok kimin ne olduğu biliyorduk. Buna göre sırasıyla gruplara ayrıldık. Bazen fikir ayrılığına düşsek de en sonunda gruplar belli olmuştu.

Kristal Pençe ve Demir Yumruk…

Soltist ve Çelik Yılan…

Kızıl Yakut ve Zümrüt Pala…

Ve ben ile Çelik Şimşek… Soltist ve Kızıl Yakut yine eski ekipteki üyeler ile olmuştu çünkü öyle olması daha mantıklı gelmişti. Beni şaşırtan ise en başından beri Çelik Şimşeğin ben Gümüş Mızrak ile olmalıyım diye tutturmuş olmasıydı. Görevde iyi bir grup olursak benim açımdan sorun olmazdı ama üstelemesi rahatsız etmişti. Sıra hangi grubun nerede olduğuna geldiğinde ise grupları oluşturmaktan daha kolay oldu. Kristal Pençe, Demir Yumruk, Çelik Şimşek ve ben Doğu Krallığında Soltist, Çelik Yılan, Kızıl Yakut ve Zümrüt Pala ise Batı Krallığında olacaktı. Bir süre böyle ilerleyecektik.

Bölüm : 26.11.2025 21:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...