
Sabahın erken saatlerinde banka binasının önü alışılmışın dışında bir neşeye bürünmüştü. Evrak çantaları, dizüstü bilgisayarlar yerine bu kez renkli piknik örtüleri, yiyecek dolu kaplar ve katlanır sandalyeler vardı.
Mehtap, evde özenle hazırladığı zeytinyağlı sarmaları dikkatle çantasından çıkarıp ortak toplanan yere yerleştiriyordu. Çünkü düzen açısından tek bir yerde toplanması daha rahat olacaktı. O sırada genç kadına yaklaşan Nilüfer, eğilip göz attı ve gülerek,
“Senin elinden çıkanlar ilk beş dakikada biter, iddiaya girerim,” dedi.
Biraz ileride Dinçer, elinde kömür torbasıyla Faruk’un yanında durmuş, görünüşte mangal hazırlığına yardım ediyordu. Ama gözleri ara sıra Mehtap’a takılıyordu. Göz göze geldiklerinde hafifçe başını eğdi. Mehtap ise kısa ama anlamlı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Kimse fark etmese de, bakışlarında sessiz bir yakınlık vardı.
Dinçer, mangal kömürünü arabasının arka kısmına yerleştirirken Mehtap çantasını toparladı ve arabaya doğru yürüdü.
“Hazır mısın?” diye sordu Dinçer, kapıyı açarken.
“Tam zamanında,” diye yanıtladı Mehtap, koltuğa oturup kemerini takarken.
Araba banka önünden yavaşça hareket etti. Şehrin gürültüsü arkada kalırken, yeşilin huzur veren kokusu ve hafif esen rüzgar camdan içeri doldu. Mehtap pencereye yaslanıp derin bir nefes aldı.
“Bugün çok güzel olacak,” dedi.
Dinçer gülümseyerek direksiyona odaklandı.
“Sen varsan zaten her şey güzel,” diye karşılık verdi.
Yol boyunca küçük sohbetlerle, hafif kahkahalarla ilerlerken araba piknik alanına doğru yumuşakça süzülüyordu.
Araba şehirden uzaklaştıkça etraf yeşilin binbir tonu ile doluyordu. Mehtap pencereye yaslanıp dışarıyı izlerken Dinçer arada göz ucuyla ona bakıyordu.
“Buralar çok güzelmiş,” dedi Mehtap, hafifçe gülümseyerek.
Dinçer tebessüm etti.
“Senin gibi güzel birini getirmek de iyi oldu buraya.”
Mehtap alaycı bir sesle, “Yani benden önce burası çorak mıydı?” diye takıldı.
Dinçer kahkaha attı.
“Kesinlikle, sen gelince hayat renklendi.”
Yol boyunca birbirlerine küçük espriler yaparak, hafif sohbetlerle ilerlediler. Piknik alanına geldiklerinde, geniş çimenliklerin ortasında uygun bir yer buldular.
Dinçer arabayı park edip kapıyı açtı. Mehtap inerken derin bir nefes aldı.
Dinçer elindeki mangal kömür torbasını kaldırdı.
“Burada olunca her şeyi unutuyorsun, değil mi?”
Mehtap gülümseyerek, “Unutmak mı? Daha çok yenilenmek diyorum ben buna.”
Dinçer gözlerini kısıp, “Seninle yenilenmek çok daha güzel,” dedi.
Mehtap başını hafifçe yana eğip, “Umarım mangal da aynı şekilde güzel olur,” diye şaka yaptı.
Dinçer alayla, “Eğer yakmazsam garanti ederim,” dedi.
Dinçer elindeki dolu poşeti uygun bir yere bırakıp Mehtap’ın yanına doğru yürüdü. Hafifçe gülümsedi ve yumuşakça elini tuttu. Gözleri Mehtap’ın gözlerinde kaybolmuş gibiydi.
“Biraz yürüyelim mi?” diye sordu.
Mehtap gözlerinde parlayan mutlulukla başını salladı.
“Harika olur,” dedi.
El ele tutuşup piknik alanının yeşilliklerine doğru yürümeye başladılar. Yumuşak çimenlerin üstünde adımları senkronize olmuş, birbirlerine olan yakınlıkları kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyordu. Dinçer arada bir Mehtap’ın saçlarını nazikçe kulağının arkasına attı, Mehtap ise gözlerini Dinçer’den ayırmadan hafifçe gülümsüyordu.
Dinçer hafif esen rüzgarla savrulan saçlarını arkaya attı ve Mehtap’a döndü.
“Seninle böyle huzurlu ve özel anlar biriktiriyor olmaktan son derece mutluyum,” dedi.
Mehtap gülümseyerek, “Ben de senin gibi düşünüyorum,” diye cevap verdi. Adımlarını yavaşlatıp Dinçer’in koluna hafifçe yaslandı.
Yürürken etraflarındaki dünya küçülmüş, sadece birbirlerine ait bir evrene dönüşmüştü. Göz göze geldiklerinde aralarında kelimelere sığmayan bir bağ vardı; sessiz ama derin bir anlayış.
Biraz ileride çiçeklerle dolu küçük bir açıklığa vardılar. Sarı papatyalar ve mor yabani çiçekler arasından hafif bir esinti geçiyor, yapraklar hışırdıyordu. Mehtap durup çevresine baktı.
“Şu güzelliğe bak… Sanki doğa da bizim için hazırlanmış gibi,” dedi, sesinde hayranlıkla karışık bir huzur vardı.
Dinçer onun bu haline bakarken gülümsedi.
“Sen yanımdayken her yer güzel,” dedi sesini alçaltarak. Ardından hafifçe eğilip Mehtap’ın eline bir papatya uzattı.
“Bu da bugünün hatırası.”
Mehtap papatyayı aldı, kısa bir an tereddüt etti, sonra saçının kenarına iliştirdi. Dinçer bakışlarını kaçırmadan ona hayranlıkla baktı. O anda zaman durmuş gibiydi.
Uzakta Serdar’ın yüksek sesi duyuldu:
“Mangal hazır ha! Geciken aç kalır, söylemedi demeyin!”
İkisi de gülerek birbirlerine baktı.
Dinçer başını eğdi.
“Dönelim mi?”
“Olur.”
El ele geldikleri patikadan geri dönmeye başladılar. Yüreklerinde o kısa yürüyüşe sığan uzun bir hatıra gibi.
Herkesin katkısıyla kurulan büyük piknik sofrası, çimenlerin üzerine serilmiş renkli örtülerin üstüne kurulmuştu. Geniş bir çam ağacının gölgesi sıcağı biraz olsun hafifletiyor, hafif esen rüzgar ise yiyeceklerin kokusunu etrafa yayıyordu. Minderler yere gelişigüzel ama içten bir düzenle yerleştirilmişti. Sofranın tam ortasında paylaşılan tabaklar; ev yapımı salatalar, mangaldan yeni inmiş sıcacık etler ve tatlılar bir arada, her elin uzanabildiği kadar yakındı. Neşe, kahkaha ve sohbet sofranın en bol malzemesiydi.
Dinçer, Mehtap’ın yanına oturdu. Nilüfer ise Mehtap’ın diğer tarafındaydı. Yemeğe başlamadan hemen önce meraklı bir ifadeyle eğilerek,
“Siz ikiniz nerelere kayboldunuz böyle?” diye sordu, kaşlarını hafifçe kaldırarak.
Mehtap bir an duraksadı, sonra başını eğip hafifçe güldü. Yanağına yayılan kızarıklığı gizleyemedi.
“Biraz yürüyelim dedik,” dedi kısa ama samimi bir ifadeyle.
“Hım,” diyerek imalı bir karşılık verdi Nilüfer.
Dinçer gülümseyerek araya girdi.
“Temiz hava aldık, pikniğe hazırlık gibi düşün,” dediği an Nilüfer başını sallayıp kendi tabağına döndü ama gülümsemesi yüzünden eksik olmadı.
Dinçer başını Mehtap’a çevirdi.
“İyi ki geldik,” dedi. Sesi hafifti ama taşıdığı anlam derindi.
Buraya gelmeyi başta ikisi de pek gönüllü değildi, baş başa farklı da zaman geçirebilirlerdi.
Mehtap yan gözle baktı ona, hâlâ yanaklarında kalan utangaçlıkla.
“Bazen böyle bir masa, birkaç tanıdık yüz… yetiyor insana,” dedi. Sonra masanın ucundaki kahkahaları gözleriyle işaret etti.
“Ve o sesler...”
Dinçer gözlerini kısarak baktı Mehtap’a. Başını hafifçe salladı.
“Ama en çok da sen yanımda olduğunda.”
İkisi de aynı anda gülümsedi. Kalabalığın, kahkahanın ve yemek kokularının ortasında, kısa bir an için sadece birbirlerini duyuyorlardı. Ve o an, sofradaki tüm lezzetlerden daha doyurucuydu.
Yemekler bitmiş, herkes el birliğiyle sofrayı toplamaya başlamıştı. Tabaklar boş, karınlar tok, yüzler gülüyordu. O sırada Faruk, elinde hâlâ kemirmekte olduğu tavuk kanadıyla bir köşeden seslendi:
“Şu güzelim köftelerden bir tane daha olsaydı… yeminle tam doyacaktım!”
Bir anda kahkahalar yükseldi.
Nilüfer, çay tepsisini hazırlarken başını çevirip gülümsedi.
“Faruk, sen doymayı bir efsane gibi anlatıyorsun, hiç o hissi bildiğini düşünmüyorum.”
Serdar yanlarına yaklaşırken dudak büktü.
“Üç tabak yedin, sonra da tatlının yarısını sen götürdün. Hâlâ midende köfteye yer mi var? Pes doğrusu.”
Faruk elindeki kemikle havaya işaret etti.
“Bu sondu ama… Vallahi bu sondu. Bundan sonra sadece tatlı varsa yerim.”
Dinçer güldü.
“Tatlıyı da üç dilimle sınırlandıralım,” dedi.
Nilüfer, çay tepsisinden bir bardak uzatırken,
“Köfteyi unut, çayı iç de sindir,” dedi.
Faruk bardağı alıp iç geçirdi.
“İçeyim içeyim… Belki midem yeni boşluk açar.”
Bu söz üzerine yeni bir kahkaha tufanı koptu.
Herkes çimenlere yayılmış, çaylar yudumlanmıştı. Gün boyu süren neşe yerini yavaş yavaş tatlı bir yorgunluğa ve dinginliğe bırakmıştı. Konuşmalar azalmış, sessizlikte sadece rüzgarın ve fincanların hafif tınısı kalmıştı.
Davut Bey bir an aklına gelenle gözlerini Serdar’a doğru çevirdi.
“Umarım senden rica ettiğim şeyi unutmamışsın.”
Serdar unutmadığını belli edercesine başını hafifçe salladı ve yerinden kalkıp kısa bir süre sonra arkadaşlarının yanına geldi, kılıfından çıkardığı baba yadigarı sazı kucağına aldı.
Saz, birkaç deneme tınısından sonra kararlı bir ezgiyle süzülmeye başladı. İlk notalar yükselirken sohbetler yavaşladı. Birileri sessizce çayını yudumladı, kimisi gözlerini uzaklara dikti. Sazın tellerinden tanıdık bir hüzzam usulca dökülüyordu:
Ben gamlı hazan, sense bahar,
Dinle de anla aşkımızı.
Bir gün bu gönül senden uzak
Kalırsa bil ki öldüğüm an...
Sözler ince ince çimlere seriliyor gibiydi. Mehtap ellerini dizlerine koymuş, başını hafif eğmişti. Dinçer, o şarkının sanki Mehtap’a yazılmış hâli olduğunu düşünmeden edemedi. Nilüfer göz ucuyla Mehtap’a baktı; gözlerinde yumuşak bir gülümseme vardı.
Ben zayıf bir dal, sense rüzgar,
Gel sarhoş et sevda sözünle.
Bir gün bu gönül senden uzak
Kalırsa bil ki öldüğüm an...
Şarkı uzadıkça kalplerde biriken kelimeler dağıldı. Hiç kimse bir şey söylemedi. Gerek de yoktu zaten.
“Ne güzel söyledin, ağzına sağlık,” dedi Davut Bey başta olmak üzere Serdar’a övgüler yağdı.
Serdar sazını elinden bırakacağı sırada,“Bir istekte bulunabilir miyim?” dedi Dinçer, sesi yumuşaktı.
“Söyle be Dinçer,” diye cevapladı Serdar, hafif bir tebessümle.
Dinçer bir an duraksadı, sonra samimiyetle ekledi: “Eski, güzel bir türkü çalsan ya...”
Serdar kısa bir an çevresine baktı, sonra bakışlarını Dinçer’e döndürüp hafifçe başını aşağı yukarı salladı — sessiz, ama içten bir onay gibiydi bu. Ardından sazı kucağına alarak telleri hafifçe okşamaya başladı.
İlk notalar sessizliği doldurduğunda sohbet yavaşlamış, ortam daha da durulmuştu.
Sonra Serdar’ın sesi, hafifçe titreyişle o eski türküyü mırıldanmaya başladı:
Gözlerine değdiğim o ilk an
Havalar bir başka güzel olur.
Sözlerin içimi ısıtan bir fısıltı,
Her bakışında dünya durulur.
Dinçer’in dudakları çok geçmeden kıpırdamaya başladı; şarkıya kısık, samimi bir tonla katıldı. Sesi Serdar’ınkiyle birleştiğinde türkünün duygusu büsbütün derinleşti.
Sen yanımda oldukça ben tamamım,
Gönlümde hep aynı bahar…
Senden uzak düşersem bir gün,
Bil ki o an söner yıldızlar.
Mehtap başını hafifçe kaldırıp göz ucuyla Dinçer’e baktı; onun bu hâli, bu sessiz ama içten eşlik edişi onu derinden etkilemişti. Nilüfer de belli belirsiz bir tebessümle Mehtap’a baktı.
Türkü sona erdiğinde kimse alkışlamadı; o anın sessizliği, sözcüklerden fazlasını anlatıyordu.
Mehtap yavaşça aşık olduğu adama döndü ve fısıldadı:
“Sesinde tıpkı kalbin gibi beni gafil avladı.”
Dinçer başını hafifçe eğip gülümsedi, sesi bir iç çekiş kadar hafifti:
“Ödeştik.”
Piknik sona ererken, herkes yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı. Tabaklar toplandı, örtüler katlandı, sohbetler son birer tebessümle noktalandı. Birkaç kişi hâlâ ufak tefek işlerle ilgilenirken, diğerleri çoktan arabalarına yönelmişti. Günün hafif yorgunluğu yüzlerde tatlı bir huzura dönüşmüştü. Vedalaşıp ayrılırken, geride sadece esen rüzgârın hafif sesi ve çimenlerdeki izler kaldı.
Dinçer direksiyona geçerken, Mehtap pencereye yaslanmış, dışarıdaki ağaçların yumuşak yeşil siluetlerine dalmıştı.
Dinçer bir an Mehtap’a bakarak hafifçe gülümsedi.
“Eve gitmek için biraz erken değil mi sence?” diye sordu sessizce.
Mehtap bakışlarını yoldan alıp ona çevirdi. Gözlerinde ufak bir merak, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirmişti.
Dinçer devam etti, sesi daha yumuşaktı bu kez:
“Vaktin var mı? Biraz daha zaman geçirsek diyorum. Sadece biz, başka kimse olmadan…”
Mehtap kısa bir an düşündü, sonra başıyla hafifçe onayladı.
“Olur,” dedi, sesi fısıltı gibi ama içten.
Dinçer’in yüzüne yayılan gülümseme, o anı daha da aydınlattı.
“Harika,” diyerek vitesi değiştirirken ekledi: “Nereye gideceğimizi bana bırak o zaman.”
Mehtap derin bir nefes alarak başını camdan yana çevirdi. Günün güzelce bitiyor oluşu, onun için sözcüklere dökülemeyecek kadar kıymetliydi.
Araba ormanlık yolda ilerlerken, ikisinin de aklında aynı his vardı; günün bitmesini istemiyorlardı.
Dinçer bir süre daha arabayı sürdükten sonra sahile yakın bir yere park etti. Güneş ufka yaklaşmış, gökyüzünü pembeden turuncuya boyamıştı.
Mehtap, bu sessiz güzelliğe hayran bakarken içinde bir huzur yayıldığını hissetti. Gün boyu kalabalıkla, sohbetle geçen saatlerin ardından şimdi sadece onunla olmak, onun yanında durmak garip bir şekilde çok değerliydi.
Dinçer kapısını açıp indi, hemen ardından onun tarafına geçip kapısını açtı.
“Gel,” dedi yumuşacık bir sesle, elini uzatarak.
Mehtap onun elini tuttu, arabadan inerken yüzüne vuran rüzgârı içine çekti. Ayakları ıslak kumun üzerinde hafifçe gömülürken, göğsünde tatlı bir heyecan vardı.
Yan yana yürümeye başladılar. Dalgaların ritmik sesi, uzaklardan gelen martı çığlıkları ve hafif esen rüzgârın tenlerine değen serinliği, her şeyi geride bırakmış gibiydi.
Dinçer’in aklı hâlâ biraz önceki sohbetlerdeydi, ama en çok onunla yalnız geçirebildiği bu anı uzun uzun yaşamak istiyordu, birlikte baş başa kalınca başka bir dünyanın kapıları aralanıyor gibiydi.
Mehtap durup onun gözlerine baktı. O bakışı Dinçer’in göğsüne ılık bir dalga gibi yayıldı.
“İyi ki yanımdasın” dedi Dinçer alçak bir sesle. Bunu söylerken kendi içindeki heyecanı gizleyemediğini fark etti.
Mehtap hafifçe gülümsedi. Birlikte geçirilen her dakikanın ona ne kadar iyi geldiğini düşünürken, onun bakışlarında aynı duygunun yansımasını gördü.
Dinçer bir adım daha yaklaştı. Avuçlarının arasına aldığı yüzüne baktı, ardından başparmağıyla onun yanağında ufak bir hareket yaptı.
İçinden geçen cümle çok sade ama çok gerçekti:
"Ömrümce bana, hep böyle baksan yeter.”
Mehtap nefesini tuttu. Kalbi hızlı hızlı atarken onun bu sözle kendi içini nasıl titretmiş olduğunu hissetti.
Sonra ikisi de aynı anda hafifçe öne doğru eğildiler. Dudakları kısa ama içten bir öpücükle buluştu. O an, gün batımının ılık ışığı yüzlerinde titreşiyor, onların sessiz yakınlığında zaman ağırlaşıyordu.
Mehtap gözlerini açtığında gökyüzüne baktı; hâlâ pembe ve turuncuydu, ama artık onun için çok daha özel bir renkti.
Dinçer’in elini sıkıca tutarak yürümeye devam ettiler. İkisi de konuşmaya ihtiyaç duymuyor, sessizliğin içindeki yakınlığı yaşıyorlardı.
Dinçer elini onun elinden ayırmadan yürürken zihninde eski bir an canlandı; ilk tanıştıkları sabah, Mehtap’ın hafif telaşlı ama gülümseyen yüzü, sohbetlerinin başlangıcı… Hiçbir plan yapmadan, akışına bıraktıkları o ilk an, meğer çok uzun bir hikâyenin ilk sayfasıymış.
Mehtap ise başını hafifçe onun omzuna yaslayarak yürürken içinden bir dilek geçirdi. Birlikte geçirecekleri daha nice sade ama kıymetli günün, nice sabahın, nice akşamın olması için sessizce dua etti.
Gökyüzü iyiden iyiye koyulaşırken, ufukta son pembelikler usulca silinmişti. Ama onun yanında olmak, Mehtap’ın içinde hep aynı sıcak rengi canlı tutuyor gibiydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.19k Okunma |
674 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |