@karvoni
|
Kral havada Char’a doğru fırlamışken, Char tüm savaş boyunca çevreye saçılan ve duvarlara saplanmış olan 51 kartını, elindekiyle beraber aynı anda güçlü bir aleve verdi. Kartlarla beraber kendi kor bedeni de ateşler içerisinde parlamaya başladı. İşaretin bu olduğunu anlayan Anna, “Koş!” diyerek beni kıyafetimden tutup odanın dışarısına fırlattı. Hemen ardından meydanda tüm şehri uyandıracak bir patlama gerçekleşti. Basıncın ve ateşlerin etkisi ile binanın içinde bir oraya bir buraya savrulduk, bina yıkılmaya başlamıştı bile. Zorla dengemizi sağlayıp koridorda koşarak parçalanıp devrilen binanın içinden çıkmaya çalışırken Anna söyleniyordu. “Tüm sinekler başımıza üşüşecek. Ne yaptığını sanıyor bu adam?” Hayatımızın tehlikede olması konusunda hiç endişeleniyormuş gibi gözükmüyordu. Devrilen molozların bir sağından bir solundan, yolu tıkamış duvarların altından ve üstünden geçerek tuzla buz olmakta olan binanın yan kısmına ulaştık. “Ria! Bana güveniyor musun?” Yana açılan pencerelerin oradan limanı, şehrin bir kısmını ve karanlık okyanusu görüyorduk. Tutulduğum ‘Barış Meskeni’ meydanın öteki tarafında kalıyordu. Uzun yıllar burada, bu aptal terk edilmiş komplekste, karanlığın en dibinde esir tutuluyordum. Oysa burayı iç savaş sonrası yok olmuş topraklardaki insanların barınması için inşa ediyorlardı. Sonra öylece yarım bırakıldı, kirli işlerin döndüğü bir pislik yuvasına döndü. Tekrar terk edildi, en sonunda da benim hapishanem haline geldi. Yıllar boyunca buradan gerçekten kaçmaya en yaklaştığım anda, karşımda hiç tanımadığım bir kadın bana elini uzatıp ona güvenmemi söylüyor. Sanki başka seçeneğim varmış gibi…
Aynı anda, Char:
Tüm ateş gücümü kullanmıştım. Zar zor ayakta duruyordum. İskambil destem elimde tekrar oluşmuştu, zorla kavrıyordum onları. Bulut ayın önüne geçmişti. Duman perdesi yavaş yavaş dağılıyordu. Eğer o adam hala ayaktaysa işimiz tamamen bitecekti. Ne Anne bizden haber alabilirdi; ne Ria ve Anna buradan kaçabilirdi, ne de ben canlı kalırdım. Ama şu an elimden hiçbir şey gelemezdi. Sadece umabilirdim. Sağ omzumun sızlamasıyla orayı acı içerisinde kavradım. Bu yaralar benim için bile fazlaydı. Anne bu göreve beni gönderirken Kruz’un ya da benzeri birinin gelebileceğinden şüphe ederek mi yapmıştı bunu? Ria… Bu kız tahmin ettiğimden daha değerli olmalıydı. Ama bu düşüncelerin bir anlamı olabilmesi için ilk olarak o trene yetişmeliydik. Anne’ye soracak çok sorum vardı. Tedirginlikle etrafıma bakıyordum. Eğer onu hiçbir yerde göremezsem, bu bizim sonumuz demekti. Dumanın hafif hafif dağılmaya başlamasına takriben meydanın koya kıyısı olan tarafından öksürük sesleri duydum. Sessiz adımlarla tetikte bir şekilde sese doğru yaklaştım. Senfoni dinmişti. Onun da takati kalmamış olmalıydı. Rahatladım. Duman tamamen dağıldığında onu bir moloza yaslanmış halde koyu izlerken gördüm. Maskesi kırılmış, kırışık yaşlı yüzü açığa çıkmıştı. Ama gülümsemesi yine de düşmemişti dudaklarından. Cebini yokluyorken yaklaştım. Söyleniyordu aynı anda. Sigara aradığını fark ettim. Yanına sokulup kendiminkilerden bir tanesini uzattım. “Büyümüşsün Charesse. Kaç yıl oldu? Yirmi?” Öksürükler arasında cümlesini zorla tamamladı “Ne yirmisi. O zamanlar on dört yaşındaydım. Şimdi ellime dayanıyorum.” İstemsiz bir tebessüm yerleşti suratıma “Beni unutmamana şaşırdım. Onca öfkenin arasında, kaybolup giderim sanmıştım.” dedi Kruz, aynı anda çakmağını çıkardı ve ağzına götürdüğü sigarasını yaktı. Bir nefes çekti ve öksürerek dumanları tüttü. “Sana çok uzun süre kızamadım Kruz. Sen gittikten sonra, hareketlerini anlamaya başladım. Birçok kez hayatımı kurtardılar. Hatta bir keresinde-” sanki en başından beri anlatmak istediğim şeyleri konuşmaya başlamış gibi bir heyecanla devam ederken, Kruz sözümü böldü: “Benden nefret et Char. Artık başka taraflardayız. Şarkımız hiçbir zaman yan yana çalınmayacak, her an çekişme halinde olacağız. Bu dünyanın çivisi çıktı. Her şeyi içimi ısıtan o şarkıyı bir daha duyarım diye yapıyordum. Huzurlu bir ölüm, sıcak bir veda için. Ama şu an da hiç fena değil.” Dedi gözlerime bakarak. “Öldür beni Char. Eğer yaparsan, Anne Valimur’a karşı çok büyük bir avantaj elde eder. O kız için-” Kruz kan öksürmeye başladı. Zar zor nefes alıyor gibiydi. “Fazla vaktin yok. Arkamdan başka bir organizasyon desteğe geliyor. Önden gelmek benim inisiyatifimdi. Şu işi bitir Char. Eğer senin elinden olacaksa, şarkıya yeğlerim.” Kruz kendini böyle bir sona hazırlamış gibiydi. Belki de gelmeden önce, en başından beri… “Sen böyle kolay pes edecek birisi değilsin Kruz.” dedim “Karşıda işler sandığın kadar sakin değil evlat. Fakat artık elimden bir şey gelmiyor. Daha fazlasını yapacak takatim kalmadı. Artık vadem doldu.” Bulutlardan kurtulup ışığıyla bizi yıkamaya başlayan Ay’a dikti kafasını. “Anne izliyorken yap.” “Hayır. Sana ödeyeceğim bir borç vardı. Şimdi ödüyorum. Bana değerini kanıtla.” Gözümün önüne Kocnah’ın ara sokaklarında Kruz’la ilk karşılaştığım an geldi. Bu sefer rolleri değişmiştik. Bir bedel ödenmişti. Bundan pişman olmayacaktım. Anne’ye ne diyeceğime gelirsek… Şimdilik kafamı aya çevirip omuz sirktim. “Heh, bizim küçük Charesse’ye bak sen. Peki evlat, öyle olsun. Pişman olmak yok ama.” dedi Kruz gülümseyerek. “Zaten beş yılın varsa vardır, dokunmasam da öleceksin. Pek bir şey değiştirmeyeceğim yani.” Arkamı dönüp giderken ona biraz daha sataşmak istedim. “O kadar yaşlı değilim ben, daha sadece yetmiş, ya da altmış? Öyle bir şey işte, seni gömerim be.” dedi bağırarak “Evet dedeciğim evet gömersin.” “Savsaklanma Char. Yakındalar.” “Senden bir adım öndeyim, Karo Papazı.” Omzumu sıkıca kavrayarak hafif tempoyla yıkılmış binaların arasındaki moloz dumanının içine dalıverdim. Anna’yı bulmam gerekiyordu. Fazla uzaklaşmış olamazlardı.
Sonrasında, Anna:
Ria’yı kapsülden çıkardığımda kendine gelmesi ilk seferkinden daha uzun sürdü. Aynı gün içerisinde 2 kere gücümden etkilenmesinin sonucu olarak böyle bir bedel çok da kötü sayılmazdı. Bu kızda garip bir şeyler olduğu kesindi. Kral Kuzgan’ın Valimur’dan buraya gönderilmesi, işi veren kişi, kızın vücudundaki garip semptomlar… En başında neden burada tutuluyordu ki? Uyandığında sormak istediğim çok fazla şey vardı ama birine bile vaktimiz olur muydu ki? Onu sırtıma bağlamış, incinmiş ayağımın üzerine zorla basarak raylara doğru ilerliyordum. Yıkılan binaların arasından bir ondan ötekine atlamak fazlasıyla zorlamıştı vücudumu. Bu tarz durumlara uygun birisi değildim. Ama kapsülleme gücüm bu kızı çıkartmamız için zaruriydi. Şikâyet edemezdim. Vücudundaki sıcaklık gitmişti. Tepkilerinin senfoninin başlamasına müteakip olması fazlasıyla garipti. Küple bir bağlantısı olduğunu düşünmeden edemiyordum, ama neydi? Eğer bir kullanıcı olsaydı kesinlikle güçleri garipsemezdi. Daha farklı bir durum olduğu barizdi. Ama neydi? Anne bu işi gerçekten birinden mi almıştı? Ondan böyle bir şüphe duyuyor olmak bile bana kötü hissettiriyordu, yine de Bitakkzan’dan eski bir tanıdığın talebi olduğunu söylemesini anlamlandıramıyordum. Bir şeyler yerine oturmuyordu. Hepsi bir yana, Roach’a ne olmuştu? Anne’nin bizi gözetliyor olduğunu biliyorduk fakat bir hamle yapıp yapmadığını öğrenme imkanımız henüz yoktu. Raylara ulaşana kadar sinyal bozucunun etki alanından çıkamayacaktık. Roach zorlu birisiydi, öyle kolay kolay pes etmeyeceğini biliyordum ama yine de endişelenmeden edemiyordum. Beni Kahmolt’taki insan tacirlerinin elinden o kurtarmıştı. Hayatımı ona borçluydum. Öylece bırakıp gidemezdim ama görev öncelikliydi. Char’ın ne olursa olsun bize ulaşacağına dair güvenim tamdı. Şu an ne kadar yol kat edersem o kadar avantajlı olurduk. Destek birimlerinin söz konusu olup olmadığından emin olamazdım. Kral Kuzgan’ın Valimur’dan tek başına gelmiş olma olasılığı çok yüksek olsa da, dış ailelerin hala kıta içerisindeki belirli organizasyonlar üzerinde hakimiyeti yadsınamazdı. Acele etmeliydik. Önümüzü aydınlatan tek ışık Ay’ınkiydi. Anne’nin bizi izliyor oluşunu bilmek içimi rahatlatıyor olsa da, yine de burada yalnızdım. Meskenden uzaklaşmıştık. Daha kırsal sayılacak, evlerin ve yolların fazlasıyla azaldığı çayırlık bir çevrede raylara doğru ilerlerken ufak bir tepeyi tırmanmaya çalışıyordum. Bu esnada Ria’nın kıpırdaştığını hissettim. “Kendine geldin mi?” diye sordum bir şey demeden. Zorla da olsa cevap verebildi: “Neredeyiz?” en başından beri koruduğu soğukkanlılığını kaybetmişe benzemiyordu. Daha on yedi yaşında olmalıydı. Neler yaşamıştı bu küçük kız? Onu bu dünyanın içine çeken şey kim bilir neydi. “Raylara ilerliyoruz. Vitoldorro sınırındayız. Yolumuz var, yaklaşık dört beş saat daha. Yürüyebilir misin?” “Evet.” sade bir cevapla onu sırtıma tutturan bağlardan kurtuldu ve yere indi. “Char nerede?” diye sordu. Gerçekten onun hakkında endişelendiği için mi, yoksa çevresi hakkındaki her şeye hakim olma arzusundan mı doğuyordu bu merakı, kestiremiyordum. “Yakında bize katılacaktır. Durmamalıyız.” “Evet. İkincil gruplar gelebilir. Çıkış yollarımız sınırlı, nereye gittiğimizi tahmin etmeleri işten değil.” Fazlasıyla yüksek bir analiz yeteneği vardı. Buna yetenek demek ne kadar doğru olurdu bilemiyordum tabii, hayatın onu sürüklediği zorluklar sonucunda edinmiş olabilirdi, eğitilmiş olabilirdi. Ya da gerçekten yatkın da olabilirdi. Yine de şu durumda hiçbirinin önemi yoktu. Yıldızsız göğün altında tek başına bir yetimdi yalnızca. Hayatta kalmak için her şeyi yapabileceğinden emindim. “Bu olan şeyler de… Neyin nesiydi?” diye sordu olayları özümsemeye çalışırmış gibi. Her ne kadar uyum sağlamış olsa da, hiçbir şeyden haberi yoktu sonuçta. “Şahit olduğun savaşlara sonat da deniyor. Yani küp kullanıcıları arasında yapılan savaşlar.” “Küp mü? Bu gücün kaynağı o mu?” “Göstermesi daha kolay olur.” dedim ve boynumdaki kolyeyi nazikçe çıkardım. Elime aldığım kolye birkaç saniye içerisinde şekil değiştirerek, değişken bir maddeymiş gibi duran, her bir yanında çıkıntıları olan ve kalbin atışı gibi hareket eden bir küpe dönüştü. “Bu küpün bir parçacığı. Gücünü organizasyonumuzun başındaki kişiden alıyor, yani Anne’den. Bizim potansiyelimizin ve ruhumuzun uygun olduğu şekli ve gücü alıyor. Benimkinin şekli kolye, gücüyse herhangi birini ya da bir şeyi kolyenin kapsülü kadar sıkıştırıp saklayabilmem. Gücü ne kadar kullanabileceğimiz tamamen küpü elinde bulunduran kişinin yeteneklerine ve hakimiyetine bakıyor. Eğer parçayı kaybedersen, gücü kaybedersin.” Tek seferde çok fazla şey açıklamıştım. Hepsini anlamasını beklemiyordum tabii. “Küpler parça halinde ve organizasyonların başındaki kişilerden güçlerini alıyorlar. Tek bir organizma bölünmüş gibi. Bir olmaya çalışıyorlar. Yakınlaştıklarında da senfoni ortaya çıkıyor. Bu tarz bir şey mi? Kaynağını biliyor musunuz?” Kızın bu kadar bilgiden böylesine doğru çıkarımlarda bulunmuş olması beni tam anlamıyla dehşete düşürmüştü. “Sen… Çevrende bir kullanıcı var mıydı?” başka bir açıklaması olamazdı. “Bilmiyorum. Yalnızca… Babamın kafamın içinde müzik duymam durumunda kaçmam gerektiğini söylediğini hatırlıyorum. Geçmişe dair anılarım fazlasıyla bulanık.” Babası demek. Acaba kimdi. “Eğer öyle bir tembihte bulunduysa, küp camiasını biliyor olmalı. Seni korumak için söylemiştir. Yine de, senfoniden bir parça duymak için bir küpe sahip olman gerekiyor. Bunun istisnası yok. Küp genelde kullanıcısının hayatı ile bağdaşan bir objeye dönüşür. Benimkinin kolye olması ya da Char’ınkinin is-” sözümü kesti “İskambil destesi olması gibi. Evet, ben de onu düşünüyordum. Hiçbir şeyim yok. Ne küpüm ne de gücüm. Öyleyse neden duyuyorum?” gökyüzüne baktı. Uçsuz karanlığın üzerinde sanki bir şeyler görüyormuş gibi uzun uzun inceledi yukarıyı gözleri. “Aynı bir lanet gibi. Bir lanet.” diye sayıkladı hafifçe. Ona bakınca sanki kendimi görüyormuşum gibi hissettim. Bu kıtaya adım attığım ilk anda, lanetlendiğimi sanırdım. Bu hayatın beni istemediğini. Şimdiyse… İkimiz de düşüncelere dalmış ilerlerken geldiğimiz yoldan bir arabanın son sürat üzerimize sürdüğünü görüp panikle birbirimize baktık. Düşmanlar mıydı? Eğer öyleyse bu kadar bariz bir şekilde hareket ederler miydi? Peki ya Char? Ama o da böylesine ses çıkarmazdı. O zaman..? “Kovalanıyor. Doğru davranmalıyız. Atlamaya hazırlan.” dedim Ria’ya kaşlarımı çatarak. Çoktan hazır gibi gözüküyordu. Dosdoğru ileriye koşmaya başladık. |
0% |