@karvoni
|
Aynı Anda, Char: Siktir. Siktir. Siktir, siktir, siktir. Tahmin ettiğimden hızlı geldiler. Ya da ben mi yavaş kaldım? Roulond’un bu işe bulaşacağını beklemiyordum. Kruz… Hangi ailenin içine sokmuştu kendini? Elleri bu kadar uzanıyorsa… Yoksa alakasız mıydı? Çocuğu esir tutanların öylesine bir paralı çete olduğunu zannediyorduk. Belki de onların bağlantısıydı? Bu iş bize söylenenden çok daha karmaşıktı. Ah, Anne! Hadi artık! Zorlu arazide, eski teşkilatlanmadan kalan çaldığım teçhizat yüklü askeri aracı devirmeden son sürat sürmeye ve arkamdaki konvoya yakalanmamaya çalışıyorken aynı anda gökte tek başına duran mavi Ay’a bakıyodum. Artık bir şey yapmalıydı. Bir başka grubun daha dahil olduğu durumda güçlerim kendine gelse bile buradan çıkamayabilirdik. Anna! Ria! Nerelerdeydi bunlar? Rotamız bu sınırın üzerindeydi. Sapmadıkları durumda onları kaçırmış olmam imkansız- Aha! Sekiz yüz metre ileride iki kişi çarptı gözüme. Gecenin bu saatinde buralarda koşuşturan başka iki kişi olamazdı ya? Korna çalarak yan taraflarına hizaladım arabayı. Bu esnada arkamdaki konvoy gitgide yaklaşıyordu. Onları sapasağlam araca bindirmem sonra da arkamızdakileri atlatmam gerekiyordu. Ama bu kadar araçtan nasıl kurtulacaktım ki? Belki trene yetişene kadar yakalanmazsak lokomotife atlayıp kurtulabilirdik, ama bu mümkün müydü ki? Kendine gel Char. Şu an ilk işin Anna’yı ve Ria’yı arabaya almak olmalı. Dört yüz metre kaldı, artık onlar olduğuna eminim. Koşuyorlar. Tek başlarına binemeyebilirler, fazla yavaşlama lüksüm yok. Yan koltuğun altında duran mermi kutusunu kaldırdım. Yüz metre kala arabanın devrini biraz düşürdüm ve direksiyonu sabitleyip gaz pedalına mermi kutusunu koydum. Araba aniden hızlanırken yan koltuğa geçip üstü açık arabanın demirlerine tutundum. Anna kendi başına binebilirdi, Ria’yı tutmam gerekiyordu. Ne yaptığımı anladılar. Ria kolunu benim olduğum tarafa uzatarak depara kalktı. Onu kolunu tutup hemen ardından belinden kavrayarak kucaklayıp arabaya almamla birlikte Anna çoktan arka demirlere zıplayarak tutunmuş, yarım ayağı aracın dışarısında bir şekilde dengesini korumaya çalışıyordu. Ria’yı oturttuktan hemen sonra Anna’yı içeri çekmek için arka kısma yöneliyordum ki son hızla yaklaştığımız toprak rampayı fark ettim. Arabanın kontrolünü alıp manevra yapmam gerekiyordu, yoksa devrilmemiz işten bile değildi. Ama bu durumda Anna kesinlikle yola savrulacaktı. Milisaniyeler içerisinde Anna’ya uzanmaya karar verdim. Onu kolundan tutup var gücümle arka koltukların arasına çektim ve fırlamadan önce güvende olması için üzerine kapandım. Araba ani bir manevrayla sola kırıp rampayı atlattı. Ne olduğunu anlamak için kafamı kaldırdığımda Ria’nın çoktan şoför koltuğuna geçip direksiyonun kontrolünü eline aldığını gördüm. İçimden kontrol edemediğim bir coşkuyla yükseldi kelimeler: “Küçük hanım, sen neymişsin ya! Anna! Silahlara!” Kaybedecek vakit yoktu. Ria’nın bize güvendiği gibi, biz de ona güvenmeliydik. Arkamızdaki birlikleri yalnızca arabayı sürerek atlatamazdık. Neyse ki bulduğum araç silah ve mermi yüklüydü. Arkamızdakilerin bize ateş açabileceklerini zannetmiyordum. Ria’yı vurmayı göze alamazlardı. Koltuğa siper alıp sarsıntılar arasında arkamızda gördüğümüz ışıklara ateş açmaya başladık. En azından biraz daha böyle dayanabilseydik… Gücüm yavaş yavaş kendine geliyordu. O durumda bu kadarcık arabayı atlatmamız fazlasıyla kolay olurdu. Mermilerimiz arkamızdaki birkaç ışığı söndürdü. Fakat ne kadar ateş edersek edelim, daha fazla ışık var oluyor ve bize gitgide daha da yaklaşıyorlardı. Böyle olmayacaktı. Bu açık arazide sınırı takip ederek raylara ulaşabilecek olsak da, arkamızdakileri atlatmamız mümkün değildi. Üzerine hala sinyal bozucunun alanından çıkamamıştık. Anne’den gelecek mesajları duyamıyorduk. Roach şimdi yanımızda olsaydı bu iş çok daha kolay halledilirdi. Acaba başına ne iş gelmişti. Bir an önce buradan kurtulup ona yardıma gitmeliydik. Şoför koltuğunun arkasında duran soketteki haritayı çıkardım. Anna’nın saçtığı kurşunların ve silahın çıkardığı ışığın yardımıyla incelemeye başladım. Vitoldorro’nun içine girmemiz başka organizasyonların canını sıkabilirdi. Direkt merkeze kırmamız ise fazlasıyla büyük bir kargaşaya yol açabilirdi. Anne’nin buna tolerans göstereceğini hiç zannetmiyordum. Şu anki rotamızı izlemeye devam etmekten başka bir şansımız yok gibi gözüküyordu. “Anna! Ne kadar dayanabiliriz?” Anna ateş etmeyi bırakmadan koltukların altındaki boş mermi kutularına baktı. Yaklaşık yirmi dakikadır durmaksızın ateş ediyorduk. Fazla mermimiz kalmamıştı. “Ateş gücümüz on dakikaya tükenecek. Seninki ne durumda?” diye gücümün toparlanıp toparlanmadığını sordu. “En az yarım saatim var. Buralarda yararımıza olabilecek bir yerleşke biliyor musun? Dağ, tepe, ormanlık alan? Her şey olur.’’ “Buralı olmadığımı biliyorsun Char.” diyerek ateş etmeyi bıraktı ve şarjörünü değiştirmeye başladı. Ay’ı izliyordu. “Gelmelerine dek dayanmamız lazım.” Ardından tekrar koltuklara siper alarak ateş etmeye başladı. Dayanmalıydık dayanmasına, ama nasıl? Elimle etrafda işimize yarayabilecek bir şeyler aramaya başladım bu esnada. Herhangi bir şey. “Ria, orada her şey yolunda mı?” diye sordum aynı anda “Yol harici bir sorun yok. Ah, bir de benzin azalıyor. Sanırım… 20 dakikamız kaldı.” “Ne! Siktir.” Acilen bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Bu esnada elim koltukların altında bir kapağa denk geldi. Kafamı aşağı gömüp hızla ve heyecanla açtığımda eski model el bombalarının saklandığı bir kabini bulduğumu fark ettim. İşte! Bu işe yarayabilirdi. “Anna! Çabuk aşağı bak!” “Bunlar bize zaman kazandırır.” Anna’yla birkaç saniye birbirimize baktık ve tüm kabini boşalttık. En azından gözlerini korkutabilsek, zemine zarar versek bile işimize yarardı. “Aynı anda.” dedi, bir düzine bomba bulunuyordu. İşaretiyle fırlatmaya başladık arkamızdaki araçlara. Sıra sıra patlamaya başlayan bombalar ışıkların aralarında parlıyor, birkaçı ile beraber sönüp gidiyorlardı. Bazıları alakasız yerlerde, bazıları yolun arka ve önünde patlıyordu. Bu işe yaramalıydı. Yavaşlamalarını bekliyorken, birden ateş açarak karşılık vermeye başladılar. Beklemediğimiz anda saldırıya uğradığımızdan hemen sipere inemedik. Anna sol omzundan vuruldu ve acıyla inleyerek koltuğa sırtını yasladı. “Silah tutabilir misin?” diye sordum. Yarası ölümcül durmuyordu. “Başka şansım var sanki.” diyen Anna, aynı anda kıyafetinden birkaç parça yırtıp omzuna tampon uyguluyordu. “Ria! Durumun ney?” diye sordum, kızın durumu her şeyden daha önemliydi. “Bir şeyim yok, mermiler yakınımdan geçmiyor. Tekerlere hedef alıyor gibiler.” doğru. Anna’nın vurulması kötü şanstan ibaret olmalıydı, yolcu kısmına ateş etme riskini alabilecek durumda değillerdi. Yine de verdiğimiz hasara karşın elleri armut toplamaya devam edemezdi. “Anna! Ateşi kesme! Tekerleri hedef alıyorlar!” Bomba kabininin yanına bıraktığım silahımı aldım ve ben de ateş etmeye başladım. Sayıları azalmıştı, evet, ama takibi bırakmıyorlardı. “Ah!” tekerlerimizden bir tanesine mermi isabet etmesiyle sarsıldık. Anna neredeyse arabadan dışarıya savruluyordu, son anda sağlam kolunun içiyle direklerden birini yakaladı. O kendini toparlıyorken ön tarafa yaklaştım. “Direksiyonu ver Ria, kontrol etmen zor-” “Hayır! Yapabilirim. Siz onları halledin. Elimden yalnızca bu geliyor. Özgürlüğümü hak edeceğim.” öfke ve kararlılıkla çatılmış kaşları, kızın sözlerine karşı çıkmamı fazlasıyla zorlaştırıyordu. Bir yandan da fazlasıyla iyi idare ediyordu durumu, arkada kalıp savaşmam bizim için daha iyi olacağı için ona güvenmeye devam etme kararı aldım. Arkaya döndüğümde Anna toparlanmış, kalan son şarjörünü takıyordu. “Senden ne kadar çıkar?” diye sordu. “Yalnızca iki. Dikkatli kullanmalıyız.” derken Ria’nın bağırışıyla solumuza kilitlendik: “Işıklar! Tepenin arkasında!” Ah, bu bizim sonumuzun ışığıydı. Artık bir şey yapamazdık. Destemi iyice sıktım. Elimdeki son kozu oynamalıydım “Ne yapıyorsun Char! Bu çok tehlikeli!” “Başka bir çaremiz yok! Üçümüzün de burada ölüp gitmesinden iyidir!” Haklıydı. Bu çok tehlikeliydi, ama elimdeki tek koz da buydu. Kartlarım tekrar öz küp formuna dönmekteyken, arkamızdan saçılan mermilerden bir tanesi daha tekerimize denk geldi. Arka iki tekerin de patlamasıyla iyice savrulan arabayı Ria ustaca bir manevrayla devrilmeden durdurabildi. Bu esnada tepenin arkasındaki arabalar çoktan orayı aşmış, üzerimize doğru gelmektelerdi. Küpe baktım. Sıram gelmişti. Kruz… Seni yaşlı adam. Gerçekten de beni gömeceksin he. “Char! Dur! Baksana!” Anna’nın bağırışlarıyla irkilerek yanımıza hızla yaklaşan arabalara dikkatlice baktım. Bunlar… “Bunlar bizimkiler!” Tepeyi aşıp gelen konvoy etrafımızdan dönerek arkamızdaki grubun üzerine sürmeye başladılar. Birkaç tanesi aralarından koparak yanımızda durdu. “As kaptan Char! Yardımcı kaptan Anna! Çıkartma birimi emrinizdeler efendim!” Arabadan inip takım elbisesindeki tozu temizleyen gözlüklü bir üye yanımıza gelip konuşmaya başlamıştı. Derin bir nefes verdim. Ria’ya baktım. Hala fazlasıyla tetikte dursa da gerginliği azalmıştı. Anna arabadan inip adamla konuşmaya başlamıştı bile. Ben de diğer taraftan inip yavaşça Ria’nın yanına gidiyorken beni durdurdu. “Char, ben ve ekibin geri kalanı Roach’ı çıkartmaya gidiyoruz. Anne’nin gördüğüne göre hala meskende bir yerde tutuluyormuş. Çok geç olmadan onu çıkartmamız lazım.” Anna’yı böyle endişeli görmek pek sık rastlanabilecek bir manzara değildi. “Tamam, nereye gidiyoruz?” benim aklım da Roach’taydı. Kurtarma esnasında fazlasıyla işlerine yarayabilirdim. “Sen değil Char. Sen kızla trene binip teslimatı yapacaksın.” “Anna, bensiz yapamazsınız” “Anne’nin kesin emirleri Char. Hem, yerinde olsam bizi hafife almazdım.” Anna daha fazla konuşmadan kalanlarıyla arabalara binip uzaklaştılar. Neyse ki geriye sağlam bir araba bırakmışlardı da, yolumuza sorunsuz bir şekilde devam edebilirdik. Tüm süreç boyunca Ria’nın başında üç üye bekliyordu. Benim başına geçmemle beraber diğerlerine katılıp uzaklaştılar. Kızla baş başa kalmıştık. Bu tarz durumlara hiç uygun değildim. Bebek bakıcısı falan değildim ki? İç çekerek tekerleri patlak arabanın şöför koltuğunda, dizlerini gövdesine çekmiş oturan genç kıza baktım. Yaşadığımız şeyleri düşününce, bebek denecek bir tarafı pek de yoktu. Hatta, yaşamış olabileceği şeyleri düşündükçe üzülüyordum. Ama böyle bir dünyada yaşıyorduk. Buranın yakınından geçen herkes öyle ya da böyle benzer şeyler yaşamak zorunda kalıyordu. Yine de, hala rahat hissetmiyordum. Ne demem gerekiyordu şimdi? Ya konuşmamdan sıkılırsa, hiç mi konuşmasaydım? Ya o zaman rahatsız hissederse? Ne yapmalı- “Gitmiyor muyuz?” “Gidelim. Bu sefer ben sürüyorum.”
Devamında, Ria:
Tehlike geçtiği anda başıma üç kişi dikildiği için kaçabilecek fırsatı bulamadım. Aynı anda içimdeki mahkum kaçsam bile kurtulamayacağımı söyleyip durduğundan herhangi bir hamle yapmaya cesaret gösteremedim. Şimdi de bu yaşlı adamla raylara yaklaşıyorduk. Yol boyu bir iki saçma şey geveledi, karşılık vermediğimde hiçbir tepki vermeden sustu. Sessizlik beni daha güvende hissettiriyordu. Belki kaçırıldığımdan beri duyduğum seslerin bana yalnızca acı getirmesindendir, belki de birileriyle konuşmaya alışık olmadığımdan, bilemiyordum. “Rayları görüyoruz artık. Tren yakında gelir- Dur. Şu giden şey…” “Ah, sanırım bizim tren bizi beklememiş.” Bıyık altından güler gibi alaycı bir ses tonuyla konuştum. Char soğukluğunu kaybetmiş gibi bağırmaya başladı. “Ah! Olamaz olamaz! Hiçbir yere gidemez! Gel ulan buraya!” Bir anda gaza asılmasıyla koltuğa yapıştım. Zorlanarak emniyet kemerine ulaşıp güçlükle çekerek taktım. Vücudumun takati kalmamıştı. Sanki, daha fazla uğraşmak istemiyor gibiydim. Yalnızca, uyumak… Dinlenmek istiyordum. Bu koltuk… Çok… Rahattı. Uzun zamandır, ilk defa yumuşak bir zemine yaslanabilmiştim. Sanki… Evde gibiydim… Babam… Burnuma sıcak çikolata kokusu geliyordu. Babam yine hamaratlığını sergilemişti herhalde. Ah… Evimiz… Huzurluydu… O sıcak… Atışlar… Ria… Ria… “Geliyorum babacığım.” Ria. Ria! “Ria! Atlayacağız. Ria!” Char’ın kemerimi çıkartıp beni sarsmasıyla kendime geldim. Kolumdan kavramış, direksiyona ve pedala bir şeyler tutturmuş, atlamaya hazır bir şekilde beni yerimden kaldırıyordu. “Ria! Atlayabilir misin?” “Atlayacağım.” “Güzel.” Yüzündeki bakışlar bana güveniyormuş gibi yumuşaktı. Beklemediğim, alışık olmadığım bir yumuşaklıktı bu. Atlamalıydım. Atlayacaktım. *** Trenin vagonlarının arasından aracın yavaş yavaş uzaklaşmasını izliyorduk. İkimiz de başardığımız için fazlasıyla rahatlamıştık. Bense… Sonunda huzurlu bir nefes çekebilirmişim gibi hissediyordum içime. Yine de hala tetikte olmam gerekiyormuş gibi bir his de vardı. Yanımdaki kişiler ve onlara olan güvenim sayesinde buraya kadar gelebilmiş, kısmı özgürlüğüme kavuşuyordum. Fakat sonrası? Nereye gidiyordum? Kime teslim edilecektim? Buradan sonra beni nasıl şeyler bekliyordu? Savunmasız ve hazır olmadığım bir dünyanın içerisine çekiliyormuş gibi hissediyordum. Her zamankinden daha fazla tetikte olmamı gerektirecek, her zamankinden daha acımasız bir dünyaya adımlıyordum sanki. Acaba o karanlık hücrelerde kalmak, benim için daha iyi mi olurdu? Ait olduğum yer orası mıydı? Hayır. Kendime gelmeliydim. Şimdiye kadar hayatta kaldım, alıştım, ayak uydurdum eve uyum sağladım. Buna devam edecektim. Son ana kadar, yaşayacak ve babamı bulacaktım. Evet. Babamı bulmalıydım. Acaba onun sayesinde mi buradan çıkıyordum? Ama öyleyse niye şimdi? Hem, o geceden sonra ne durumda olduğunu bilmiyordum. Hatırlayamıyordum. Her düşündüğümde başıma dayanılmaz bir ağrı saplanıyor, kesik ve belirsiz hatıralar içerisinde sürüklenip duruyordum. En azından tam şu an ne yapmak istediğime karar vermiş olmam içimi biraz rahatlatmıştı. İlk önce duruma ayak uyduracak, özgürlüğümü elde edecek ve babamı arayacaktım. Ama yanımdaki adam… İki vagonun arasındaki basamakta korkulukla vagon arasında çökmüş, oturuyorduk yan yana. Char’a döndüm “Şimdi ne olacak?” Ay’ı izliyordu. “Seni Bitakkzan’a götürmem gerekiyor küçük hanım. Anne’nin emirleri bu yönde. Neyse ki işimiz karmaşık değil. Bu hatta kaldığımız sürece eninde sonunda oraya varacağız.” Bana bakmadı. “Peki ya sonra?” Afalladı “Orada seni bekleyen birileri olacak.” “Kimler?” Gözünün içine bakmaya devam ediyordum. “Ben…” “Kim beni bekleyecek? Bilmem gerekiyor. Ne için? Neden?” Öfkeleniyordum, Char’a karşı değildi bu öfkem ama yine de hâkim olamıyordum kendime. “Bilmiyorum.” dedi. Kontrolümü kaybedip bağırmaya başladım: “Ben neden yıllardır bir o deliğe, bir diğerine tıkılıyorum bilmiyorum! Niye farklı farklı dillerde konuşan insanlar gelip bana dokunuyorlar bilmiyorum! Ben… Ben neden babamdan ayrı düştüm bilmiyorum anladın mı? Benim yanımdayken senin bilmemeye hakkın yok. Asıl ben bilmiyorum! Dış dünyayı bilmiyorum. Nereye gittiğimi bilmiyorum. Neden yaşadığımı bilmiyorum.” Kırılıyordum. Bir yandan yaşlar akıyordu gözlerimden, devam ettim: “Neyle karşılaşacağımı hiç bilmiyorum. Sizin şu saçma ‘sonat’ınızı neden duyuyorum bilmiyorum. Ben neyim? Neyin nesiyim? Bir şeyler yanlış, en azından bunu anlayabilecek kadar basıyor aklım ama bilmiyorum! Ne oluyor, ne bitiyor, bunları neden çekmek zorundayım bilmiyorum! Şu an neden yaşıyorum ki? Babamı gerçekten bulabilecek miyim ki? Özgür olabilecek miyim? Hiçbir şey bilmiyorum, bilmiyorum.” Ayağa kalktım oturduğum yerden. “En başından, sadece ölüp gitmeliydim. Neden yaşamaya çalışıyorum ki? Bilmiyorum.” Korkuluğun boşluğundan altımızdan kayıp giden rayları izliyordum. Ayağımı boşluğa uzattım. “Seni durdurmayacağım, Ria.” dedi Char. Yüzüne döndüm. Suratı, çaresizliğini dışa vuruyormuşçasına ekşimişti. Yaralar ve kırışıklıklara gömülmüş yüzü sıcak hissettiriyordu. Ama bir o kadar da uzakta gibiydi. “Seni durdurmayacağım ya da devam etmeni sağlayabilecek laflar etmeyeceğim, çünkü buna hakkım yok.” Sonunda gözlerini Ay’dan alıp bana bakmaya başlamıştı. “Ben basit bir emir adamıyım. Bir iradem, ruhum yok.” Gözleri solgun duruyordu. Yüzünün geri kalanının aksine onlar, pes etmiş bir adamınkine benziyordu. “İleride ne olacağını ya da seni kimin beklediğini bilmiyorum. Ama yıllardır ona hizmet ettiğim ve onu tanıdığım için bir şeyi çok iyi biliyorum ki, birileri için değerliysen, Anne için çok daha değerlisin demektir. Seni öylece başkalarının eline bırakmayacaktır. Bizle olduğun sürece, söz veriyorum ki seni kanatlarımın altında, güvende tutacağım. Bana son bir kez güvenebilir misin?” İstediğim bu değildi. O da bunu çok iyi biliyordu. Ama ikimizin de bildiği bir değer şeyse, şu an ne bundan daha iyi bir imkânım vardı, ne de fırsatım. Öylece yüzüne bakabildim yalnızca. Sonra da sürekli uzun uzun baktıkları devasa mavi aya çevirdim gözlerimi. “Anne bizi izliyor, değil mi?” *** Loş, kırmızı ışıkla aydınlatılan ince, uzun ve şık bir odaydı. Sağ ve sol duvarları boylu boyunca kitaplarla dolu, kısa kenarlardan bir tanesinde kapı, diğerinde de devasa bir pencere vardı. Pencerenin hemen dışında büyük mavi ay bulutların arasından parlamaktaydı. Ay’ın ışığı altında koltuğundan dışarıyı izleyen bir kadın, kapıyı tıklatıp izin alarak içeriye giren adama döndü yavaşça. “Adamlarımız ulaştılar, Anne.” dedi adam, sesi tok odanın içinde kaybolup gitmişti. “Biliyorum. Kurt ve kuzu lokomotifteler. Sağ salim varacaklardır.” Fazlasıyla alçak konuşmuştu kadın. Yine de kelimeleri kaybolmadı içeride. Sanki duyulmaya devam etmek için dönüp duruyorlardı kitapların arasında. “Gerçekten onlara teslim edilecek mi?” “Sen ne düşünüyorsun?” “Şu anki duruma bakarsak en iyi sonuç bu. Fazlasıyla kaynak elde edeceğiz, ilerideki planlarımız için işimize çokça yarayacaktır. Üzerine her ne kadar haz etmesem de onlarla böyle bir ilişki kurmak da faydalı olacaktır. Sonuçta karşı kıtalarda hareketlenmeler var, eğer burada toparlanamazsak, ezilip gideriz.” “O zaman teslim etmemiz en iyisi olacaktır. Ne oldu Oliver? Sen böyle cevabı bariz sorular sormazdın oysa?” Anne yerinden kalkıp odada Oliver’a doğru adımlamaya başladı. “Evet, Anne. Ama yine de, bu hikâyede yerine oturmayan bir şeyler var. Sanki…” Oliver konuşurken, Anne çoktan onun dibine gelmişti bile. “Sanki bize yalan söylüyorlar gibi. Böyle düşünmeni anlıyorum Oliver. Ama biz hislerimize göre hareket etmeyiz, öyle değil mi?” Anne ilk önce Oliver’in yanağını okşadı, ardından omzuna indirdi ellerini. Oliver konuştu “Gördüğümüze göre hareket ederiz.” Oliver odaya girip masanın karşısında dikildiği andan beri bir milim bile kıpırdamamıştı, ne bedeni ne mimikleri. “Ve…” omzunu bırakıp tam arkasına geçen Anne’nin sırtı Oliver’inkine dayanmıştı. “Ve Anne her şeyi görür.” O an bulutların geçip gitmesiyle mavi ay sanki şaha kalkarmışçasına parladı doğruca camdan içeriye. “Ay ışığının rüyası, dünyayı şekillendirecek.” Anne kapıya doğru adımlar ve ayakkabısının sesleri odanın içinde yankılanırken konuştu. O dışarıya çıkarken Oliver hala kıpırdamadan yerinde duruyordu. “Gelebilirsin, Oliver. Karşılayacak misafirlerimiz var.”
-ARC I SONU- |
0% |