@kayip_hayaller
|
Uçak alçalmaya başladığında, gökyüzünde hissettiğim hafiflik, yavaşça içimde yükselen bir gerginliğe dönüştü. Pencereden dışarı baktım; bulutların arasından süzülerek, şehrin ışıklarına doğru yaklaşıyorduk. Şehir silueti, puslu bir manzarada, belirsiz ve büyülü bir biçimde ortaya çıkmaya başladı. Her şey hem çok uzaktı hem de bir o kadar yakın.
Pilotun anonsu duyulduğunda iniş takımlarının açıldığını hissettim. Gözlerim piste kilitlendi. Zemin hızla yaklaşırken yüreğim gerginlikle doldu. Tekerlekler piste dokunduğunda, hafif bir sarsıntıyla güvenli bir şekilde indiğimizi anladım. İçimde bir rahatlama vardı ama aynı zamanda derin bir boşluk.
Uçak tamamen durduğunda derin bir nefes aldım. Yolculuk sona ermişti, ama kalbim hâlâ ağır ağır çarpıyordu. Kapılar açıldığında, yüzüme çarpan sıcak hava içimdeki soğukluğu eritemeyecek kadar zayıftı. Etrafımdaki yolcular aceleyle hareket ediyordu; kimi sevdiklerine, kimi işine yetişiyordu. Fakat ben sanki zamanın dışında, ağır çekimde hareket ediyordum.
Daha fazla oyalanmanın anlamı yoktu. Eşyalarımı toparlayıp yavaşça koridora çıktım. Havalimanının bağlantı yolunda tabelalara göz gezdirdim; önümde kimse kalmamıştı, herkes gitmişti. Bavulum dönen bantta tek başına, sabırla beni bekliyordu. Onu aldıktan sonra dış kapıya yöneldim. Acaba beni karşılamaya gelen şoför orada mıydı?
Kapıdan çıktığımda, karşımdaki siyah takım elbiseli, yaklaşık 1.70 boylarında bir adamla göz göze geldim. Yüzünde kayıtsız bir ifade vardı, uzun süre beklemekten yorulmuş gibi görünüyordu.
“Lavinya Hanım, merhaba. Sizi bekliyordum. Gelmeyince annenizi arayacaktım. Anneniz, sizi benim karşılayacağımı söylemiştir,” dedi.
“Evet, söyledi. Kusura bakmayın, biraz geciktim.”
“Ne kusuru efendim. Valizinizi alayım, araba şu tarafta,” diyerek nazikçe valizime uzandı.
“Gerek yok, ben taşırım,” dedim yavaşça.
“Olmaz efendim,” diyerek valizi nazik ama kararlı bir şekilde elimden aldı. “Bu taraftan efendim,” dedi ve önümde yürümem için geriye çekildi.
Derin bir nefes alıp kendimi sakinleştirmeye çalışarak gösterdiği yöne doğru yürüdüm. Arabanın önüne geldiğimizde, şoför arkamdan kapıyı açtı.
“Buyurun efendim.”
Sessizce koltuğa oturdum. Kapı arkamdan kapandı, ardından bagajın açılıp kapanma sesini duydum. Telefonum çalmaya başladığında şoför koltuğa oturmuş, arabayı çalıştırıyordu. Arayan babamdı.
"Efendim, baba?"
"İndin mi kızım?"
"Evet baba, şimdi eve doğru gidiyorum."
"Annenle konuştum, Zeynep hastalanmış. Seni karşılamaya gelmeyeceğini, şoförü göndereceğini söyledi. İyi misin?"
"Evet, uçaktayken mesaj attı. İyiyim, bir sorun yok. Şimdi eve gidiyoruz. Sen ne yaptın, toparlandın mı? Uçağa binmeden önce beni ara."
"Merak etme kızım. Eşyalarını zaten sen hazırlamıştın; sadece birkaç dosyam kaldı. Uçağa binmeden seni ararım. Aklın bende kalmasın. Annen de çok istiyordu seni karşılamayı, ama ani bir rahatsızlık işte. Modun düşmesin, olur mu Lavinya'm?"
Canım babam. Onun ona karşı yaptığı once şeyden sonra yine de onu koruma çabasını görmek, daha da zorlaştırıyordu her şeyi. Yine de sakince cevapladım:
"Merak etme, modum düşmedi. Dediğin gibi olabilir. Aklın bende kalmasın, iyiyim."
"Seni seviyorum, dikkat et kendine. Şimdi kapatmalıyım, dosyalar için hastaneye uğrayacağım. Seni sonra ararım."
"Ben de seni seviyorum. Görüşürüz." Telefonu kapatıp derin bir nefes aldım.
Arabada sessizliği bozmamak için müzik uygulamamı açtım, ama önce yoldan emin olmam gerekti. "Ne kadar kaldı?" diye sordum.
"Yaklaşık 45 dakika, efendim."
“Yuh! Dağ başında mı bu ev?” Şaşkınlıkla biraz yüksek sesle konuşmuştum. Umarım duymamıştır.
"Bir şey mi dediniz efendim?" diye sorunca, durumu toparladım.
“Ev uzakta galiba,” dedim. Şehrin bu kadar dışına gitmek garip gelmişti.
"Öyle denebilir, efendim. Şehrin dışında olduğu için yolumuz uzun."
“Anladım, teşekkür ederim.” Kafasını sallayıp yola döndü. Sohbetimiz burada son buldu.
Telefonumu tekrar açtım, kulaklığımı taktım. Bu uzun yolu ancak müzikle geçebilirdim. Dedublüman ve Can Kazaz’ın "Bunca Yıl" şarkısını açtım; ruh halime en uygun şarkıydı.
Yıllar boyunca telefon konuşmalarında birkaç dakikayı bile zor bulduğum biri şimdi hayatımın en önemli yerini alacaktı. İlk karşılaştığımızda ne yapacaktım? Bana sarılacak mıydı? Ben ona sarılabilecek miydim? Bu düşünceler, şimdiden içimi daraltıyordu.
Sadece beni rahat bırakmasını istiyordum. O, çoktan seçimini yapmıştı ve belli ki yaptığı bu seçimle mutluydu. Yıllar önce babamdan boşandıktan beş ay gibi kısa bir sürede Fatih Amca’yla evlendi. Onların dünyasında hızla akıp giden yılların ardından üç kardeşim oldu; önce ikizler, Beren ve Aren, sonra Zeynep. Üç üvey kardeşim… On iki yıl boyunca görmediğim, isimleri ve fotoğrafları dışında hiçbir şey bilmediğim kardeşlerim.
Yıllarca onu görmekten kaçarken, aslında kardeşlerimden de kaçmıştım. Bütün o bastırdığım duygular, boğazımda düğümlenmiş kelimeler gibi bir bir yüzeye çıkıyordu. Bana annelik yapmayı beceremeyen kadının, onlara nasıl anne olduğunu görmekten kaçtım. Beni terk eden, bana sevgisini esirgeyen bir kadının, onlara nasıl sarıldığını görmekten kaçtım. Yıllardır içimde susturduğum bu acı, şimdi gerçek bir çığlığa dönüşüyordu.
Düşünceler dört bir yandan beni kuşatırken, araba aniden yavaşladı. Camdan dışarı baktığımda, ağaçların arasında kaybolmuş, heybetiyle göz kamaştıran bir köşk gördüm. Aman Allah'ım… Bu ne? Bir ev değil, gerçek bir köşk!
Fatih Amca'nın zengin olduğunu biliyordum, ama böylesini hayal bile etmemiştim. Kafamın içinde bu düşünceler dolanırken, açılan ağzımı kapatmak için kendime çeki düzen verdim. Gözümün önünde canlanan tablo, onun yeniden yaptığı seçimi yüzüme tokat gibi vuruyordu. Kendime bile itiraf edemediğim bir kırgınlık, boğazımda bir düğüm oldu. Boşuna Fatih Amca’yla evlenmemiş…
"Geldik, efendim," dedi. Görmediğimi sanıyordu ya da az önceki tepkimden dolayı benimle dalga geçiyordu.
"Evet, görüyorum. Teşekkür ederim," dedim.
Araba durur durmaz kapı açıldı ve önce onun indiğini gördüm, ardından diğer aile üyeleri. Derin bir nefes alıp kulaklığımı kulağımdan çıkararak boynuma taktım. Çantamı alıp kapıyı açtım. Arabadan inmemle, işte, karşımdaydı. Çok da değişmemişti, bıraktığım gibiydi; belki de daha güzeldi. Saçları hatırladığımdan daha sarı, gözleriyse daha derindi. Masmavi, içime işleyen bir deniz gibiydi.
Birbirimize bakıyorduk, öylece. Hiçbir hamle yapmadan, yalnızca bakışlarımızın sözüyle duruyorduk. Ben onu nasıl inceliyorsam o da beni öyle incelemekteydi. Gözleri her geçen saniye daha dolgun bir hüzne bürünüyordu; ne yapacağını bilmez haldeydi sanki. Yanında duran Fatih Amca'nın koluna dokunmasıyla, trans halinden çıkmışçasına irkildi. Ellerini ağzına götürüp bana doğru birkaç adım attı ve tam önümde durdu. Gözlerimin içine bakıyordu; mavi gözleri yaşla dolmuş, yüzünde hüzün ve mutluluğun karmaşık bir tebessümü vardı.
"Aman Tanrım, Lavinya… geldin. Buradasın, geldin… geldin," dedi. Gözlerinden yaşlar süzülürken hem ağlıyor hem gülümsüyordu. Arkasına dönüp "Fatih, geldi! Görüyorsun değil mi? Lavinya burada!" dedi, sonra tekrar bana döndü. Herkes bizi izliyordu. Ben ise yalnızca ona bakıyordum; içimde hissettiğim dalgaları, yüreğimdeki kasırgayı tarif edemiyordum. Dışarıdan da hissediliyor muydu acaba bu depremler?
Yavaşça ellerini yüzüme doğru kaldırdı, yüzümün hemen önünde durdu. Dokunmak ister gibi bir hali vardı, ama durakladı. Gözlerim ellerindeydi; titriyordu, yüzüme dokunmaktan bile çekiniyordu. Yüzüne baktıkça, gözlerinden süzülen yaşların kalbime nasıl ağır bir yük bindirdiğini hissettim. Her damla, sanki içime bir zehir gibi işliyor, yüreğimi acıta acıta akıyordu.
"Seni o kadar çok bekledim ki... sonunda buradasın." Ellerini nihayet yüzüme koydu, yanağıma dokundu. Sağ eli, yanağımın üzerinden saçlarıma uzandı. Dokunuşu o kadar hafifti ki, neredeyse hiç hissetmiyordum, sanki elleri orada değilmiş gibiydi.
"Çok güzelleşmişsin. Büyümüşsün," dedi. Ağzımı açabilseydim "Ağlama," derdim, "Ağlama, çünkü içim acıyor." Ama sadece başımı hafifçe sallayabildim.
Gerçekten güzel miydim? Beni sevebileceği kadar güzel olmuş muydum? Evet, büyümüştüm. Büyürken o yoktu. Ona ihtiyacım olduğunda yoktu. Her kurduğu cümlede, bu kelimeler beynimde yankılanıp duruyordu.
"Sarılabilir miyim?" dediğinde, sesi acıyla doluydu. Boğazımda düğümlenen kelimeleri çıkaramıyordum, sadece gözlerimi kırptım. İçimde, ona sarılmayı merak eden o küçük çocuğun da rızasını alarak kabul ettim. Onu kabul edişimle birlikte, kollarını ağır ağır kaldırdı ve bedenimi içine çeken o sıcaklıkla sarıldı bana ama benim kollarım sanki bedenime mıhlanmış gibiydi. Onun kolları, sanki beni kaybetmekten korkan birinin telaşıyla sımsıkıydı ama yine de incelikliydi. Kalp atışlarını duyabiliyordum; sanki her atış, benden uzak kaldığı yılların pişmanlığını, derin bir iç çekiş gibi yankılıyordu. Gözlerimi kapattım. Kendimi, yıllardır eksikliğini hissettiğim bir boşluğa düşüyormuş gibi hissettim. Eksik bir parçanın yerine oturması mıydı bu? Yoksa sadece anlık bir yanılsama mıydı? Sadece içimdeki eksik yanı kalmış küçük çocuğun hisseyatı mıydı? Bilmiyordum. Tek bildiğim, içimde hüzün ve acının birbirine karıştığı tarifsiz bir sızı vardı. Omzuma düşen yaşları hissettim; gözyaşları sıcak ve ağırdı, adeta bana geçen tüm zamanın ve uzaklığın yükünü taşıyor gibiydi. Bir ara, sessizce fısıldadı, “Nasıl oldu bilmiyorum, neden bu kadar bekledim, ama şimdi… artık buradasın, Lavinya…” Yüzümü elleri arasına aldı, gözlerime baktı. O mavi gözlerin derinliğinde, kendimi bir yabancı gibi hissettim. Yabancılaşmış, belki de yeniden tanışmak zorunda olduğum biri vardı. Ancak o bana sarılırken hissettiğim tek şey, geçmişin o kapanmamış yaralarıydı. Affetmek bu kadar kolay değildi, onun tüm özlemi ve pişmanlığı bir anda içimdeki boşluğu dolduramıyordu. Kalbimdeki o boşluk, geçmişteki soğuk gecelerde, yanımda onun olmadığını hissettiğim anlarla dolmuştu; o yüzden, gözlerimi yavaşça indirdim, hiçbir şey söylemeden orada öylece durdum. O sarılışana karşılık vermediğimi anlayınca ellerini yavaşça indirdi, bir adım geri çekildi. Yüzündeki hüzün, kalbimde bir yara gibi duruyordu, ama onu affetmek, o yaraları silmek… ikimiz için de artık çok zordu.
O, derin bir nefes alarak yanıma yaklaştı ve sıcak, umut dolu gözlerle bana baktı. "Burada, seninle tanışmayı dört gözle bekleyenler var," dedi. Kolumdan çekerek beni arabadan uzaklaştırdı ve etrafımızdaki herkesin dikkatini çekecek şekilde durduk.
Karşımdaki beş kişi, gözlerini üzerimde yoğunlaştırmıştı; hepsi gözlerinde merak dolu görünüyordu. Fatih Amca, kalabalığın arasından öne çıkarak benimle yüz yüze geldi. Kollarını açarak, içten bir kucaklama bekliyordu. Onu yalnızca iki kez görmüştüm, ancak hayatımın en karanlık dönemlerinde yaptığı iyilikler, içimde ona karşı derin bir minnettarlık uyandırmıştı. O an, ona karşı hissettiğim sıcaklık, geçmişte yaşadığım acıları unutturuyordu.
Yavaşça onun kolundan sıyrıldım ve Fatih Amca'nın yanına yaklaştım, açtığı kolların arasına girmekten başka bir şey düşünemezdim.
"Hoş geldin evine, Lavinya! Gözümüz yollarda kaldı," dedi, yüzündeki samimi gülümseme ve sıcaklığı, içimi ısıttı.
Yavaşça kollarından ayrıldım, hafif bir gülümsemeyle "Teşekkür ederim," dedim. Sözlerimin ardından, onun derin bir iç çekişte bulunduğunu hissettim; yüzündeki ifade, rahatlamış gibiydi. Tam o sırada, arkamdan ince bir ses duyuldu. "Şükür, sesini duyduk! Bir an, konuşamadığını düşünmeye başlamıştım," dedi, alaycı bir tonla. Gözleri soğuk ve mesafeli, bana karşı bir sıcaklık taşımıyordu. Sanırım Fatih Amca'nın ikiz kardeşlerinde bu Cemrey' di.
Fatih Amca hemen Cemre’ye döndü, gülümsemesiyle onu uyararak "Cemre, çok ayıp. Ona aldırma, seni çok merak ettiğinden söylüyor," dedi.
"Sorun değil," dedim, sesime hafif bir alay katarak. "Tabi ki konuşuyorum, senin konuştuğun gibi."
Cemre'nin yanında duran siyah saçlı genç adam – sanırım Melih’ti – kahkahasını tutamayarak gülmeye başladı. Melih, sıcak bir gülümsemeyle yanımda duruyor, gözlerindeki enerjiyle içimi ısıtıyordu. "Merak etme, Lavinya! Cemre hep böyle soğuk, ama o da seni tanıyınca ısınır," dedi Melih, gülümsemesiyle biraz olsun samimi bir hava yaratmaya çalışıyordu.
Cemre, Melih’in yanındaki duruşuyla daha mesafeli bir hava sergiliyor, bakışlarıyla biraz daha dikkatli görünmeye çalışıyordu. Ama içindeki merakın izlerini gizlemeye çalışıyor gibiydi.
Arka planda, Aren, Cemre ve Melih'in biraz gerisinde, ürkek ama merak dolu bir ifadeyle bir adım öne çıktı. Kırılgan bir çiçek gibi, çekingenliğiyle beni izliyordu. O an, tatlı bir gülümseme ile yüzüme baktığında, içimde bir sıcaklık hissettim. Açık kahverengi saçları alnına dökülüyor, masum mavi gözleri parlıyor ve her an gözlerini kaçırmaya hazır bir ifade taşıyordu. Gözlerinde beni tanımak için bir cesaret arayışı vardı; sanki içindeki özlem, yüzüne yansıyan sıcak bir ışık gibi parlıyordu.
İkiz kardeşim Aren, benden daha cesaretli görünüyordu; onun bu cesareti bana da bir ivme verdi. Kendimi bir adım ileri atarken, Aren’e doğru yaklaştım. O, gerçekten çok güzeldi; gözleri tıpkı benimkiler gibi derin ve büyüleyiciydi. Boyu göğsüme kadar geliyordu, bu mesafe bile aramızdaki bağı hissettiriyordu.
"Merhaba, Aren," dedim, sesimdeki sıcaklığı hissederek. Gözlerimin içine o kadar masum bakıyordu ki, bu bakış beni içine çekiyor ve tüm pişmanlıklarım etrafımı sarmalıyordu. Gülümsedim; o an utandı ve yüzünü eğerek mahcubiyetini saklamaya çalıştı. Ellerini arkasına atarak hafifçe başını kaldırdığında, bana olan sorusunu hissettim.
"Sen benim ablam mısın?" diye sordu, sesi hafif titrek ama umut doluydu. Cevabını zaten bildiği halde, ondan duymak istiyordu; ablası olduğumu teyit etmek istiyordu.
"Evet, ben senin ablanım," dedim, içimdeki sevgiyle karışık bir burukluk hissederek.
Ancak Aren’in sorduğu ikinci soru, içimde tarifsiz bir acı uyandırdı. "Peki, neden hiç yanımıza gelmedin? Bizi görmek istemedin?" dedi. Bu soruyla, yüzümdeki ifade, onun umutsuz bakışlarını taşırken, o tarifsiz acı tekrar benliğimi sardı. Onun saf bakışları, tüm içsel çatışmalarımın yüzeye çıkmasına neden oldu. Yüzüme cevabımı bekler bir şekilde bakarken, içimden geçen düşüncelerle baş başa kalmıştım. Ona ne diyecektim ki? Onu kırmadan nasıl bir cevap verebilirdim? Cevap veremeden, ona doğru bir adım attım ve kollarımı açarak onu kucakladım. Küçük bedeni, sarılmamla birlikte kendini tamamen bana bıraktı. “Çok istiyordum ama gelemedim,” dedim, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak. Aren, verdiğim cevapla kollarını daha da sıkılaştırdı, sanki bu anı sonsuza dek sürdürmek istercesine. O an, zaman sanki durdu ve ikimiz için sadece bu an vardı. Geriye çekilerek gözlerinin derinliklerine daldım. “Gidecek misin? Bizi bir daha görmeyecek misin?” dedi, sesindeki ince tını kalbimde yankılandı. Sorduğu sorular, o kadar zorluydu ki, yanıt vermek için doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyordum. Aren’den böyle bir sıcaklık beklemiyordum; aslında böyle bir beklenti içinde olmamıştım.
Aren’in gözlerinde beliren kaygı, kalbimde bir sıkıntı oluşturdu. Derin bir nefes alarak, “Hayır, gitmeyeceğim. Şimdi buradayım ve sizlerle birlikteyim,” dedim, içten bir gülümseme ile onu teselli etmeye çalışarak. Ama onun gözlerinde hâlâ beliren endişe, beni daha da dağıttı.
“Ablam beni seviyor musun?” diye sordu Aren, gözlerindeki umut ışığı parlayarak. Bu sorusu, içimdeki acıyı daha da derinleştiriyordu. “Beren dedi ki, ablam bizi sevmiyormuş. Sevseydi, gelip bizi görürdü,” diye ekledi. Aren’in bu sözleri, kalbimdeki yarayı daha da açmış gibi hissediyordum. Onun gözlerinde beliren derin üzüntü, benim içimdeki acıyı katbekat artırıyordu. Kendimi korumaya çalışırken, aslında kardeşlerime de hasar verdiğimin farkında bile değildim.
“Aren, seni ve Beren’i çok seviyorum,” dedim, duygularımı içten bir niyetle ifade etmeye çalışarak. “Ama bazen hayat, insanları birbirinden uzaklaştırıyor. Şimdi buradayım ve sizinle olmak istiyorum.” Bu sözlerim, Aren’in gözlerinde bir nebze rahatlama yarattı; ama içimde, Beren’in soğuk tavrı ve onun bu durumu nasıl karşılayacağı hakkında bir endişe büyüyordu.
Tam o anda Fatih amca yanımıza yaklaştı, sesindeki sıcaklık havayı biraz olsun yumuşatmıştı. “Beren, buraya gelsene kızım. Ablanla tanış,” dedi. Sesi, ortamın gerilimini hafifletirken, Aren’in yanında taşıdığı neşeli hali Beren’in yaklaşmasıyla birlikte kaybolacak mıydı, düşüncesi aklımı meşgul ediyordu.
Beren, mesafeli bir tavırla yanımıza geldi. Gözleri, sanki benden uzak durmaya çabalıyor gibiydi; içindeki duvarları daha da yükseltmiş gibi görünüyordu. Onun bu donuk tavrı, beni derin bir karamsarlığa sürüklese de, bunu anlamaya çalışmak içimdeki karmaşayı daha da artırıyordu. Aren, Beren’e dönerek, “Beren, bak! Ablam gitmeyeceğim diyor. Bizi seviyormuş,” dedi. Sesindeki heyecan, soğuk bir rüzgârın etkisiyle dağılmış gibi, ama Beren’in ifadesi bir buzul gibi sert ve donuk kalmıştı.
“Merhaba, Beren,” dedim, ama yanıtımın karşılığını bulamayacağımdan korkarak. Gözlerindeki boşluk, sanki benim için bir duvar örmüştü. Yanımda duran Fatih’in anlayış dolu bakışları, bir nebze teselli verse de, Beren’in mesafesi içimdeki sıcaklığı donduruyordu.
Kendimi açıklamaya çalışırken, Beren’in yüzündeki donuk ifade, onun iç dünyasında ne kadar büyük bir karamsarlık barındırdığını gösteriyordu. İçimdeki boşluk ve üzüntü, ailenin sıcaklığının yanında Beren’in soğukluğuyla daha da derinleşiyordu. O an, her şeyin benim elimde olmadığını fark ettim; |
0% |