Yeni Üyelik
1.
Bölüm
@kaynarbuz

 

“…bir kadın, dudakları titriyor soğuktan

Melek peşimde hatırlarsın benle somurtan

Bebek uyandı buhar çıkıyor her soluktan

Melek uyandı, kadın bebek gibi, rüyadan...”

 

Genç kadın dirseklerini dayadığı masada pencereden batacak olan güneşi seyrediyordu. Ellerini çenesine kapatmış düşünüyor düşündükçe kendi aklı içinde kayboluyordu. Bu hayatı daha fazla yaşamak istemediğini, bu yaşında hala kendi kararlarını alamamanın verdiği tutsaklık içinde boğulurken kapısı çalınca toparlanmak için kendini zorladı. Saatlerdir konuşmadığından dolayı kısık çıkan sesi ile kapıyı çalan kişiyi buyur etti.

“Dolunay hanım merhaba, Gökhan Işık ben. Kusura bakmayın geciktim, çok önemli bir davayı takip ediyordum. Sekreteriniz de daha çıkmadığınızı söyleyince şansımı denemek istedim.” diyerek kadının masasının önünde durdu. Sesi hâlihazırda mahcubiyetini belirtmekteydi. Dolunay ise eve biraz daha geç gitmenin her zamanki gibi kendisini biraz daha rahatlatacağını bildiğinden sandalyesine yaslanarak adamı masasının önündeki sandalyelere eliyle işaret etti. “Sizi dinliyorum Gökhan Bey.”

Dolunay adamın neden geç kaldığıyla ilgilenmiyordu. Dahası bir randevusu olduğunu bile bilmiyordu. Patronu ona bu müşteriyle ilgileneceksin der ve ilgilenirdi. İşini ve hayatını kendi planlamalarına göre gitmezdi asla. Bu yüzden diğer insanların planlarını pek umursamıyordu. Genç adam derin bir nefes aldı, anlatacaklarına şekil verir gibi gözleri hareketlendi. Dolunaya baktı. Vücudunu ona doğru çevirdi ve ellerini önünde birleştirerek dizlerine dayandı ve konuşmaya başladı

“Anlatacaklarım benim için pek kolay değil Dolunay hanım. 30 yaşında adamım ve bunu hazmetmekte gerçekten zorlanıyorum. Bu sebeple en başından anlatmak daha kolay olacaktır.” Dolunay sandalyesinde biraz daha dikleşti. Tüm dikkatini adamın anlatacaklarına vermeye çalışarak sol gözünün arkasındaki zonklamayı yok saymaya çalıştı. Başını eğerek onay verdiğinde Gökhan sözlerine devam etti.

“Ben boşanma avukatıyım. Çocuklarını trafik kazasında kaybeden bir çift anlaşmalı boşanma için bana başvurdular. Başta sebebini şiddetli geçimsizlik olarak aktarsalar da daha sonra mal paylaşımı için çiftin mal varlığını sırasında bir isim dikkatimi çekti, Ali Acar. Çünkü soyadları Faruk ve Zeynep’inki ile aynıydı. Durumu anlamak adına bu kim diye sorduğumda oğulları olduğundan ve vefat ettiğinden bahsettiler. Oğullarının geleceği için bir ev almışlar ve tapusunu onun adına yapmışlar. Daha çocuk olduğu için ve vasileri olduğu için hak ikisine de düşüyordu. Evi satıp parayı eşit olarak paylaşmalarını önerdim. Zeynep işte burada dağıldı. Oğlumun hakkını bu iğrenç adama yedirmem falan diye ağlamaya başladı, şaşırdım. Asıl beni Faruk Bey şaşırttı ‘Karnında taşımadığın çocuğa oğlum deyip durma! Satalım evi alalım parasını!’ deyince şok oldum. Zeynep daha fazla ağladı, Faruk bey de sinirlenip kapıyı çarpıp çıktı. Ben Zeynep’i yatıştırmaya çalıştım derken her şeyi anlattı bana. Eşinin sperm sayısı yetmediğinden çocuk sahibi olamıyorlarmış ve evlatlık edinmeye karar vermişler. Çocuk bir gün erken kalkıp annesine kahvaltıda yardım etmek için ekmek almaya gitmiş ve arabanın biri çocuğa vurup kaçmış. Fail ortada yok bulunamamış. Neyse gel zaman git zaman bizim Zeynep’le olan arkadaşlığımız gelişti” bu ana kadar sirke satan adamın yüzü yavaşça aydınlanmaya başladı, Gökhan’ın sadece dudakları değil gözlerinin içi de gülüyordu. “Bu arkadaşlık süresince o bana oğlunu anlattı ben de onu dinledim. Arada Ali’yi aldıkları yetimhaneye gidiyor hem çocuklarla oynuyor hem de Zeynep merhum oğlu gibi yetim çocukları eğlendirerek bir nebze olsun acısını hafifletiyordu. Faruk bu süreçte çirkinleşti ve karşı dava açtı. Bu davayı daha sonra konuşuruz zaten de asıl olay yetimhanede patlak verdi. Yine yetimhaneye yaptığımız ziyaretlerin birinde dolaşırken bir fotoğraf dikkatimi çekti. Fotoğrafta bir kadın elinde 2 - 3 yaşlarında bir oğlan çocuğu tutuyordu ve fotoğraf yetimhanenin önünde çekilmişti. Dahası fotoğraftaki çocuk benim çocukluğuma tıpatıp benziyordu. Hemen gidip aile albümlerimizi karıştırdım ve çocukluk fotoğraflarımı inceledim. Yetimhanedeki fotoğraftaki çocuğun ben olduğunu düşündüm…” Gökhan durakladı. Konuşma esnasında Dolunay masaya kendini yaklaştırmış ve ellerini birleştirerek tüm dikkatini adama vermişti. Derin bir nefes aldı Gökhan ve gözlerini batan güneşe çevirerek anlatmaya devam etti.

“İçime bir şüphe düşmüştü bir kere. Annem vefat ettiği için ona soramazdım. Babamla yıllardır bir küs bir barışık yaşayıp gidiyorduk, ona da soramadım. Meseleyi araştırmaya başladım ve buldum. Faruk ve Zeynep’in Ali’yi evlat edindikleri yetimhanede bir zamanlar ben kalıyordum…” adam duraksadı ve boğazını temizledi hafif öksürüklerle. Dolunay ise bu hareketi üzerine masasından kalktı ve kapının yanındaki komodinden iki bardak ve bir su şişesi alarak Gökhan’ın karşısına oturdu. Bardağı adamın önüne koydu ve suyla doldurdu. Gökhan gülümsedi “Teşekkür ederim,” dedi.

Başka söze gerek yoktu. Dolunay kendi için de doldurduğu suyu içti ve adamı inceledi. Koyu kumral saçları ve yeşil gözleriyle oldukça hoş bir adam olsa da gözlerinin altındaki mor halkalar ve gözlerindeki hüzün adamı güçsüz ve yorgun gösteriyordu. Yapılı bir vücudu olsa da yaşadıklarından olsa gerek dik duramıyor ve düşük omuzlarıyla bitkin ve zayıf görünüyordu. Gökhan parmaklarını kirli sakallarında gezdirerek devam etti

“Uzun lafın kısası, Ben 30 yaşında evlatlık olduğumu öğrenip babamla yüzleşiyorum, birbirimize bağırıyoruz derken mesele dallanıp budaklanıyor, karmaşık bir durum haline geliyor. Bu süreç içerisinde Zeynep’in davası ile de ilgilenemedim. Yetenekli bir avukatsınız, yaptığınız işleri duyuyor ve takdir ediyorum Dolunay Hanım. Ben bu ruh halindeyken Zeynep’e yardımcı olamıyorum. Zeynep ile sizin ilgilenmeniz için rica etmeye geldim”

Dolunay kaşlarını kaldırarak derin bir nefesi içine aldı. Sırtını oturduğu sandalyeye yaslayarak adamın kızarmış yorgun gözlerine baktı “Gökhan Bey ben… Ne diyeceğimi bilmiyorum. Çok üzgünüm bunca zaman sonra bu gerçeği öğrenmek sizi yıpratmış olmalı.”

“Evet, Dolunay Hanım yıprattı,” dedi, gülümseyerek ekledi “Zeynep yanımdaydı, bana çok yardımcı oldu. Arkadaşlığı bana iyi geldi. Biraz da bu yüzden devam etmek istemiyorum onun davasına. Bir belirsizlik içerisindeyim ve kafamı toparlayamıyorum. Bunca zaman bana söylenen yalanları hazmedemiyorum. Dahası beni evlat edinen kadın ölmüş ben hoyrat ve kaba bir adamla yaşamak zorunda kaldım. Gençliğim hevesim gitti onun yüzünden. İstediğim okula gidemedim. Görmek istediğim yerleri göremedim. Hep onun dediği, onun istediği biri olmaya çalıştım. Ona yetemeyince de kendime kızdım!” Dolunay sanki adamın ağzından kendini dinliyormuş gibi bakakaldı. “Sizi anlıyorum Gökhan Bey” gerçekten anlıyordu.

Dolunay böyle yapmazdı. Müvekkillerinin nedenleri veya sebepleri ile ilgilenmez onlarla empati kurmazdı. Ama Gökhan’a bakarken kendini görmekten ve yaşadıklarını yaşamaktan kendini alamıyordu. “Ee Dolunay Hanım, ne diyorsunuz?” Dolunay kalktı ve tekrar masanın arkasındaki koltuğa yerleşti. Ellerini masaya koyarak sırtını dikleştirdi. “Tabii Gökhan Bey Zeynep Hanımın davasını kabul ediyorum.”

Gökhan’ın içi rahatladı ve bir nefes vererek Dolunay ile dava detaylarını konuşmak ve Zeynep Acar Çevik ile de görüşmek adına sözleştiler. Gökhan ve Dolunay’ın elini sıkarak tekrar teşekkür etti ve ofisten çıktı. Dolunay cama doğru ilerledi ve neredeyse 32. Kez titreyen telefonunu görmezden geldi. Gözlerini artık batmış ve yerini kızıllığa bırakmış ufka dikti. Kararmaya başlayan havanın etkisiyle bir bir yanmaya başlayan sokak lambalarını evlerin ışıklarını izledi. O evlerdeki hayatları merak etti, hangisinin içinde fırtınalar koptuğunu, hangisinde oturup akşam keyifle ve huzurla yemek yendiğini düşündü. Derin bir nefes alarak artık eve gitmeye karar verdi.

Son birkaç haftadır her akşam yapıyordu bunu. Gözünün değdiği her yerde aklını kendinden uzaklaştıracak şeyler arıyordu. Genç kadın bu karamsarlıkla nereye kadar devam edebileceğini bilmiyor ve çıkar yol aramaktan yorgun hissediyordu. Gökhanın bıraktığı Zeynep’in dosyasını da alarak ofisten çıktı. Her şeye rağmen başını dik tuttu ve kalbini bir saniye bile bırakmayan yangınla arabasının olduğu otopark katına indi. Arabasına bindi, bileğindeki tokayla saçlarında dağınık basit bir topuz yaptı. Tekrar derin nefes alarak arabasını çalıştırdı ve eve doğru yol aldı.

Ne kadar nefes alsa da bu yangın sönmeyecek ve aklını adeta prangalarla tutan düşüncelerin acısından kurtulamayacağını bildiği eve doğru yol aldı.

* * *

Dolunay evin otuz beş senelik hizmetçisi Nesrin Abla’nın gülümseyen ışık dolu yüzü ile eve girdi. Bu evin tek katlanılır yanı Nesrin Abla’nın inanılmaz lezzetli yemekleri, tombul pembe yanakları ve genç kadını her gördüğünde ışıldayarak karşılayan gülümsemesiydi. “Hoş geldin kuzum!” bu içten ve sıcakkanlı kadını bugün sadece başını eğerek ve solgun gülümsemesiyle karşılık verdi. Nesrin ablanın yüzü düşse de genç kadına duyduğu sevgi ve şefkatle omuzlarından tuttu “Noldu kuzum, neyin var,” elini genç kadının alnına koydu “hasta mısın yoksa?” Dolunay’ın gülümsemesi genişledi ve Nesrin Abla’nın elini tutarak dudaklarına ve sonra alnına götürdü “Merak etme, iyiyim. Altın kafesime geri dönerken kanatlarımın koparıldığını unutmuşum, sürünerek gelmek zorunda kaldım” dedi son kelimelere doğru karamsarlıktan ağırlaşan sesi ile. Nesrin ablanın yüzündeki hüzün dalgası Kemal Karasu’nun duvarları inletip, hayvanları kaçıran sesi ile yerini korkuya ve endişeye bıraktı.

“Dolunay!” yeri döven adımlarından sonra evin girişinde belirdiğinde arkadan bağladığı ellerini çözdü. Sağ elini kaldırıp saatine baktı “Saatin kaç olduğundan haberin var mı senin!” bu bir soru değildi. Bu bir hesap sorma da değildi. Bu bir köpek ve bir sahibinin arasında geçen ‘otur, kalk, yuvarlan’ emirlerinin Dolunay ve babası Kemal Karasu arasında evrimleşmiş bir haliydi. Babasını pürüzlü tok sesi yüzünün buruşmasına sebep olmuştu ‘Artık katlanamıyorum’ diye düşündü. Nesrin Abla da ayni düşüncedeydi.

Bu ev, ofis arasında gidip gelmekten bitkin, sevgisiz ve ilgisizlikten sulanmayı unutmuş bir çiçeğe benzetiyordu Nesrin genç kadını.

Çocukken pek anlamazdı Dolunay. Babasının sert davranışlarını, annesinin göstermelik ve yapmacık ilgisini, abilerinin yaramazlık ve oyun adı altında kendine yaptığı türlü çocuk işkencelerini. Yıllar öyle geçip gitmişti. Dolunay alışmıştı fakat çevresine baktığında bunun normal olmadığını anlaması uzun sürmemişti. Arkadaşlarının ailelerine baktığında kendi ailesinde bir sorun olduğunu fark etmişti. Fark etmesine rağmen bu onu daha beter ve koyu bir yalnızlığa itmişti. Çocukken oynarken düştüğünde yarasını öpüp saran bir annesi, başı sıkıntıya düştüğünde kollarına koşabileceği bir babası, büyük çocuklar ona sataştığında önünde durabilecek ağabeyleri yoktu. Var ama yoktu, en kötüsü de buydu.

Varlık içinde yokluk çekmek, zenginlik içinde yoksulluk, karnı tokken bile aç hissetmek. Uzun lafın kısası arafta kalmak. Son zamanlarda genç kadını her uyandığında ve her uykuya daldığında tekrar tekrar yaralayan, sanki gökyüzü onu hayattan koparmak istiyormuş gibi nefesini kesen ama son anda vaz geçerek sadece bedenine yetecek miktarda nefesi ona veren bu hisse artık katlanamıyordu. Derin bir nefesi tekrar ciğerlerine aldı. Saymıştı, bu bugün 97. İç çekişiydi. Tıpkı babası gibi sağ kolunu kaldırarak bileğindeki saate baktı. “Dokuzu çeyrek geçiyor baba neden sordun?” dedi Kemalin öfkesine karşın ölü sakinliğiyle

Kemal Karasu elleri arkasında, öfkeyle açtığı gözlerini genç kadına dikerek emin adımlarla yaklaştı. “senin dilin bu aralar fazla uzadı. Bana saygısızlık edemeyeceğini hatırlatırım sana”

Dolunay göğsünün ortasından kalkarak diline taşan hisse bu kez engel olmadı “Ne yaparsın? Özgürlüğümü elimden mi alırsın? Beni istemediğim bir yerde yaşamaya mecbur mu edersin? Ama sen bunların hepsini yaptın! Daha ne yapabilirsin!” diyerek bir adım da babasının dibine attı “Sen beni, bana geçmişte yaptığın her şeyi gelecekte de yapmakla tehdit edemezsin!” demesiyle sol yanağına bir tokatın inmesi bir oldu. Genç kadının başı yana savrulurken birkaç adım geriden onları izleyen Nesrin Abla anlık korkudan ağzından kaçan nefese hâkim olamadı ve ellerini ağzına kapattı.

Dolunay açıkçası rahatlamıştı. Adamın öfkelendiği zamanlar dışında onunla konuşmuyor, vurmak dışında elini kaldırmıyordu. İçindeki çürümüş çocukluğun, bu hastalıklı ilişkiye gülümsemesiyle rahatlamıştı. Acı dolu gülümsemesini dudaklarındaki şekline geri vererek “Pek sevgili babacığım, bu samimi karşılamanızla içimi kaplayan sıcaklığı tahmin bile edemezsiniz. Size teşekkür ediyor ve yemeğe katılamayacağımı üzülerek bildiriyorum. Zira bugün yoğun bir gündü ve yeni bir dava aldım. Raporu masanızda olur, iyi akşamlar!” dedi ironi cümlesinin her kelimesine gerektiği vurguyu yaparak ve çantasını da alıp telaşsız adımlarını odasına çıkan merdivenlere yöneltti. Geniş salonun önünden geçerken masada hiçbir şey olmamış gibi yemek yiyen ailesine kısa bir göz gezdirdi. En mükemmel gülümsemesi dudaklarında tekrar yerini buldu “afiyet olsun canım ailem!” dedi.

Odasına çıktı ve kapıyı kapattı. Banyoya girerek kıyafetlerini çıkardı, sadece iç çamaşırları ile kalmıştı. Aynada yüzünü inceledi. Işıltıları kaybolmuş gözlerine, gözlerinin altındaki mor halkalara, asık suratına ve en son kızarmış yanağına. İz kalacaktı, bedenindeki diğer izler gibi. Sonra yarım tur döndü ve sağ kalçasının üstünden kürek kemiklerine uzanan kemerin oluşturduğu yara izlerine baktı. Avukat olmayı her zaman istemişti ancak boşanma ve iş hukuku yerine daha çok ceza hukukuna yönelmek daha sonra savcı belki de hakim olmayı hedeflemişti üniversitede okurken, bu düşüncesini babasıyla paylaştığında aldığı ödül bugünkü gibi bir tokattı. O tokatla Dolunay savrulmuş ve belini cam sehpaya çarpmıştı. Sehpanın kırılan parçaları batmıştı beline.

Ellerini izin verdiği kadar beline uzattı ve dikiş izlerinde gezdirdi. Yara çoktan iyileşmiş olsa bile hala kendini belli eden hayalet ağrısıyla hafifçe inledi. Gözünden bir damla yaş süzüldü, ‘Artık dayanamıyorum…’

Kestane rengi saçlarını çözerek omuzlarına attı ve kendini soğuk suya bıraktı.

* * *

Duştan çıkmış rahat bir şeyler giyip çalışma masasında akşam saatlerinde Gökhan’ın kendisine bıraktığı dosyayı inceliyordu Dolunay. Ali Acar’ın üzerinde görünen ev için hak iddialarını, Zeynep ve Faruk boşanmadan yapamayacakları için dava özelinde boşanmayı kolaylaştıracak, Zeynep’e yarar sağlayacak bir şeyler bulmalıydı. Bu süreç içerisinde ise Zeynep’in aleyhinde olmuş veya olabilecek her şeyi bilmeliydi. Telefonundan Gökhanın Dolunay için bıraktığı kişisel bilgiler kısmından Zeynep’in numarasını tuşladı, saat biraz geç olmuştu, ‘umarım cevap verir’ diye düşündü avukat hanım.

Telefonun açılmasıyla Dolunay kendini tanıtarak direkt konuya girdi. “Tabii Dolunay hanım Gökhan sizden çok bahsetti, davamı siz devralmışsınız çok teşekkürler.” dedi. Dolunay kadının dosyadaki fotğrafına bakarak konuştu “Rica ederim Zeynep hanım, ancak bu benim işim. Teşekkür etmenize hiç gerek yok.” dedi. Bu sırada odasının kapısı çalındı ve içeriye Nesrin abla’nın tombul yanakları ve ışıldayan gözleri girdiğinde gülümsemesine engel olmadı. Nesrin abla bu gülümsemeyi elindeki tepsiyle karşılayarak içeri girdi ve odanın kapısını kapattı. Dolunay masasına gelen kokularla aç olduğunu fark ederek Zeynep’e detayları konuşmak, tanışmak ve buluşmak istediğini kısaca anlattı. Zeynep buluşma yerini mesaj atacağını ileterek telefon görüşmesi sonlandırıldı. Genç kadının masasına tepsiyi koyan Nesrin abla koltuğun ucuna oturdu. “Rahatsız mı ettim?” mahçup bakışlarıyla gözlerini kıstı.

“Nesrin abla senin varlığın bana rahatsızlık vermez estağfurullah,” dedi ve tepsinin içindeki tarhana çorbası, yanına konulan yarım dilim ekmek ve birkaç parça siyah zeytin üzerinde gözlerini gezdirirken açlığı artık odada duyulmaya başladı. “Bak şuna aç acına dolaşıyorsun dışarılarda, bir deri bir kemik kalmışsın kuzum, ye hadi!” dedi Nesrin ablası küçük bir çocuğu azarlar gibi, bu dünyada onun açlığını, iyiliğini ve sağlığını düşünen tek insan olmalıydı.

Dolunay ikiletmeden yemeye başladı. Çorbadan aldığı ilk yudumda gücünün yerine geldiğini düşündü. Nesrin abla’dan başarılı bir tepki gördüğünde ikinci kaşığı da alırken bir zeytin ve bir parça ekmeği de ısırmayı ihmal etmedi. Üçüncü kaşığı ağzına götürürken genç kadının bugün ve geçmişte yediği yemekler, oturduğu sözde aile sofrası aklına gelince gözlerindeki acıyı durduramadı ve bir damla yaş aktı. buna rağmen yemeye devam etti ve tüm kaseyi yanındaki ekmeği ve zeytinleri bitirmişti bile.

Nesrin ve Dolunay dolu gözlerlerini birbirlerinden kaçırıyorlardı. Genç kadının kalbinden yükselen çığlıklar bu evin tüm soğukluğunu sineye çekmiş, dahası küçük kız çocuğunun bu soğuktan donarak büyümesini gerek gülümsemesi gerek köyden gelen bir parça ekmek ve bir kavanoz tarhanayla destekleyerek izlemişti. Elinden geleni yapmış, ailesinin vermediği sevgiyi bir kase çorbada genç kadına sunmak için yirmi beş senedir varını yoğunu ortaya koymuştu.

Nesrinin bir çocuğu veya kocası yoktu. Köyde kendinden birkaç yaş büyük ablası, babasından kalan yıkık dökük bir evi, geçmişi kederle boğulan büyümeyi unutmuş ay gözlü Dolunay dışında hiçbir varlığı yoktu. Yerinden kalkıp sessizce gözyaşları akıtan çocuğa gitti ve ona sarıldı. Saçlarını öpüp okşadı dertli nefesleri arasından.

‘Bu sevgi işte’ diye düşündü genç kadın kimseden alamadığı ve kimsesi olmayan bu yaşlı kadından başkasına veremediği sevgiyle boğuldu ve taşan gözyaşları oldu. Nesrin ablasına sarıldı. Annesinden daha yakın olanına. Bunca yıldır dostu, sırdaşı, dert ortağına. Hastalandığında ona bakan, babası onu dövdüğünde yaralarını temizleyen, yükünü saçlarını okşayarak hafifleten bu kadının göğsüne tüm yüklerini bıraktı “Teşekkür ederim,” dedi sessiz hıçkırıkları arasından.

Nesrin ablanın şefkatli elleri kızın sırtını sıvazlıyor, saçlarını okşuyor, kolları arasındaki bu küçük çocuğun acısını bir nebze olsun hafifletebilmek için yıllardır sarılmaktan başka bir şey yapamadığı için kendine kızdı. “Birkaç gün bir yerlere mi gitsen ha kuzum? Hem sana da iyi gelir. Adli tatil de yaklaşıyor biraz kafa dinlersin? dedi. Genç kadının gözyaşları durulmuş ağlamaktan kızarmış gözlerine baktı. Yanaklarındaki gözyaşlarını parmaklarıyla sildi. “Beni bırakırlar mı sence? Hem de bugün olanlardan sonra. Hem her adli tatilde ‘Biz mükemmel bir aileyiz! partisini de unutuyorsun. Serpil Karasu hazırlıklara başlamıştır bile” dedi. “Hem yeni bir davam var, ortalık karışacak gibi duruyor.” diyerek Nesrin ablasına davadan bahsetti. Gününün nasıl geçtiğinden yarın Zeynep’le buluşacağından ve Gökhandan.

Nesrin abla Dolunay’ı dinledi. Dertleştiler, gülüştüler ve bir aileye sahip olmuşken melek olmuş Ali’nin arkasında okudular. Dolunay yatmaya hazırlandığında, Nesrin köydeki kardeşini aramak için müştemilattaki odasına çekildi. Bugünü anlattı, Dolunay’ı anlattı ve kardeşine, geçmişinin ortakçısına dertlerini açtı “Ne olacak bu çocuğun hali bilmem! Ah bir fırsat bulabilsem de çekip kaçırsam kızı evden. Cehennem zebanisi o babası olacak meymenetsi adam bırakmıyor ki!” derken bir yandan da camdan dışarı kimsenin gelip geçmediğinden emin olmak istiyordu “Ablam demişsin işte köye göndereyim diye, kız yanaşmıyor sen yapacağını yaptın,” dedi. Arkadan sesler geliyordu. “Bir dur bakalım kız bugün olanları atlatsın. Hem davası varmış, dediğin gibiyse o evladını kaybeden kadına da yazık vallaha! Bahar, Demir! bir susun kız! Teyzenizle konuşuyorum şurada!” dedi azarlarcasına. Kardeşinin tepkisine sadece gülümsemekle yetindi. Elinden gelse koca kadınla koca adam olmuş çocukları meşe odunuyla kovalayacağını bilerek.

Yine mahalle toplanmış yenilip içiliyor olmalıydı. Dünkü çocuklar büyümüş ama çocuk olmayı bırakmazlardı orada. Toprağı bereket, havası şifaydı memleketin. Eski hatıraları gelince gözlerinin önüne ‘Ahh!’ dedi içinden. ‘Keşke Dolunay’ı memleketine götürsem, iyi gelir ona. Ölmeden son bir kez olsa gözlerinin güldüğünü görsem!’

* * *

Dolunay arabasından inerken tepeden atkuyruğu yaptığı saçlarını sol omzunun üzerine bıraktı. Zeynep’in buluşmak için seçtiği yer, Günışığı Yuvası’nın demir kapısı önünde durdu. Burası o kadar karamsar bir yer değildi. Önceden villa olarak kullanılan büyük ev yetimhaneye dönüştürülmüş gibiydi. Taş duvarla çevrilmişti evin etrafı, yarım duvarın üstü zarif, şık demir parmaklıklar yerleştirilmişti. Her birkaç metrede bir parmaklıkların üzerinde etrafı net bir şekilde görebilecek kameralar yerleştirilmişti. Bu gayet mantıklıydı zira çocuklar duvarın üzerinden rahatla kaçabileceği gibi içeriye herhangi biri rahatlıkla girebilirdi.

Kapıdaki güvenliğe adını söyleyip ziyaretçi defterine imza attıktan sonra demir kapı açıldı ve Dolunay içeri adımını atar atmaz hanımeli kokusunu içine çekti. Bu koku ona her zaman yuva gibi hissettirirdi. Taşlı yolun iki tarafında bitkiden duvar örmüş gibi duran hanımeli çalılarında gözlerini gezdirdi. Taşlı yol üç diğer yola ayrılıyordu. Biri çocukların oyun alanına biri daha çok genç yetimlerin yoğunlukla vakit geçirdiği kamelyalara, ortadaki yol ise yetim, öksüz, sahipli sahipsiz herkesi kabul edercesine kapıları ardına kadar açılmış eve kadar uzanıyordu.

Bedenini sarmalayarak iyileştiren tanıdık hanımeli kokusunun büyüsünden adının seslenişi ile ayrıldı. Kamelyaların birinde kendine daha yakın olan Gökhan ona gülümseyerek el sallıyordu. Adamın gerisinde duran kamelyada yaşlı bir adam, yanında genç bir kadın oturuyordu. Dolunay elinde olmayarak Gökhan’ın gülümsemesine karşılık vererek kamelyaya doğru yol aldı. İçinde bu yollardan daha önce yürümüş, bu kokuyu daha önce duymuş tandık hissi göz ardı etmek isteğiyl

 

e…

Loading...
0%