Yeni Üyelik
9.
Bölüm

Amerika Ziyareti

@kazelina1

 

Uçak, Washington DC'nin soğuk, gri bulutlarının arasında süzülürken, pencereden gördüğüm manzara bana memleketimin havasını anımsattı. Ancak, burada eksik olan bir şey vardı; ülkemin huzurlu, mis kokulu esintisi. Amerikan başkentinin üzerindeki bu karanlık ve ağır atmosfer, aslında şehrin de göğsünde taşıdığı kirli oyunların bir yansıması gibiydi. Burada, ne kadar ileri teknoloji ve görkemli binalar olursa olsun, insanın ruhuna dokunan bir eksiklik hissediliyordu. Kendi topraklarımın, baştan sona temiz bir yürekle atıldığını bir kez daha anladım.

 

Yanımda oturan, köklü duruşuyla güven veren Savunma Bakanım Yavuz Mirza Hanoğlu düşünceli bir ifadeyle bana döndü ve fısıldar gibi konuştu, “Başkanım, savunma sanayinde çok ileride olsak da bazı alanlarda teknoloji transferi elbette işimize gelecektir.” Sözlerindeki ihtiyat ve bir o kadar da gözlerinde parlayan vatanseverlik, Mirza’nın bu konularda nasıl titizlikle düşündüğünü açıkça belli ediyordu.

 

Kafamı sallayıp sözlerini destekledim. “Haklısın Mirza,” dedim, “Ama bunu Amerikan mandası olarak değil, bağımsız Türkiye olarak yapmalıyız.”

 

Mirza, koltuğunda hafifçe doğruldu ve sesini biraz daha alçaltarak bana yaklaştı. Uçağın hafif homurtusu arasında söylediklerini sadece biz duyabiliyorduk. “Başkanım, diğer Türk devletleri tek devlet olma fikrine sıcak bakıyorlar fakat bazıları yönetimlerinin bu amaç için daha uygun olduğunu iddia ediyor. Türk şiveleri, farklı alfabeler, eğitim sistemleri ve para birimi gibi birçok ayrılık var. Bunların birleşmeden önce halledilmesi gerektiğini özellikle vurguluyorlar.”

 

Ona güven dolu bir bakış attım. “Mirza, bu konunun üzerine beş yıldır çalışıyorum. Önceki başkan döneminde birçok Türk devletinden öğrenci değişim programları başlattık. O gençler şimdi birikim dolu ve bizimle aynı amaca hizmet etmeye hazırlar. Tüm bu öğrencileri, eğitim alanında reform yapmak için Tahir’in emrine vereceğim. Şive ve alfabe sorununu Tahir’in önderliğinde çözeceğiz. Beş yıl içinde dil ve eğitim adına hiçbir ayrılığımız kalmayacak. Ancak, bu işlerin gizli yürütülmesi şart.”

 

Yanımdaki çay bardağını elime aldım, uçağın içinde yer alan küçük, mahremiyet dolu dünyamızda sıcak bir yudum aldım. Çayın buharı gözlük camlarımın kenarında iz bırakırken, geleceğe dair umutlarımı Mirza’ya aktarmaya devam ettim. “Para birimi konusunda da adımlar atıyoruz. Kapsamlı bir hazırlık var; bu yılı bitirmeden para birimini tek çatı altında toplamak için çalışmalara başlayacağız."

 

Mirza, sessiz bir kararlılıkla başını salladı, sözlerimi dikkatle tarttığı gözlerinden okunuyordu. “Başkanım, bunların hepsi hallolsa dahi yönetim meselesi gerçekten büyük bir düğüm. Özellikle Kazakistan Cumhurbaşkanı, bir araya gelecek Türk devletlerinde liderliğin Kazakistan’da olmasını savunuyor. Başkent olarak da Nur Sultan’ı öneriyor. Bu konuda oldukça ısrarcı.”

 

Bu mesele yıllardır üzerinde düşündüğüm bir konuydu, ancak Mirza ile tüm detaylarını konuşmanın yeri ve zamanı değildi. Derin bir nefes alıp, uçakta bize eşlik eden diğer danışmanların dikkatini çekmemeye özen göstererek Mirza’ya döndüm. “Anlaşıldı Mirza, bu konuyu daha derinlemesine değerlendireceğiz. Çin ziyaretimizden sonra Kazakistan’a da gizli bir ziyaret planlayabiliriz. Yüz yüze görüşmek, belki de o inadı kırmak için iyi bir fırsat olur.”

 

Mirza, saygıyla başını eğdi. “Siz nasıl isterseniz, Başkanım. Gereken hazırlıkları yaparız.”

***

 

Washington’a iniş yaptıktan sonra Clayton McAllister ile yapılacak toplantıya giderken, üzerimde alışık olmadığım bir ağırlık vardı. Amerikan başkanıyla, sadece ülkelerin değil, fikirlerin de savaştığı bir zeminde buluşmak, bir satranç ustası gibi her hamlemi düşünmem gerektiğini hatırlatıyordu. Karşımdaki adamın zekasını küçümsemek aptallık olurdu; McAllister her şeyden önce, Amerika gibi bir devin lideriydi ve bu görüşmede bana bir “kardeş” gibi yaklaşmayacağı kesindi. O kendi topraklarına her şartta çıkar gözüyle bakıyor, ben de Türkiye’nin bağımsızlık idealini her fırsatta savunarak ona sınır çizmeye hazırlanıyordum.

 

Toplantı odasına girdiğimde, McAllister beni karşıladı. Gözlerinde o tanıdık ve soğuk ışıltı, dışarıya pek belli etmese de kendisini oldukça iyi hazırladığını hissettiriyordu. "Başkan Karakoç," dedi, o karakteristik Amerikan vurgusuyla. “Sizinle sonunda karşılıklı oturmak büyük bir onur.”

 

Elini sıktım ve sakin bir sesle yanıtladım, “Başkan McAllister, aynı onuru biz de paylaşıyoruz. Ancak unutmayın ki, dostluk iki tarafın da kendi sınırlarını bildiği bir ilişkidir.” O sırada, tam karşımda duran çerçeveli Amerikan bayrağını dikkatle izledim; karşılıklı sınırlar konusundaki mesajımın, bir detayda bile gizli kalmaması gerekiyordu.

 

Görüşme, güler yüzlerin ardında adeta bir zekâ düellosuna dönüştü. McAllister, Amerikan menşeli teknoloji şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarını öne sürerek aramızdaki "bağımsızlık" tartışmasını daha derinleştirmeye çalışıyordu. Gözlerini kıstı ve yüzüne hafif bir tebessüm yerleştirerek dedi ki, "Bakın Başkan Karakoç, teknoloji iş birliğimizin iki ülke için de kazan-kazan olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Türkiye’nin, dünya devleri arasında kendi yolunu çizerken desteğe ihtiyacı olabilir. Biz bu desteği sunmaya her zaman hazırız.”

 

Bu incelikle gizlenmiş teklifin ne anlama geldiğini anlamak zor değildi. Amerika’nın desteği, aslında her zaman bir ip daha takmayı beraberinde getirirdi. O sırada McAllister’ın gözlerinin içine baktım, o da hiç gözlerini kaçırmadan bana dik dik bakıyordu. “Sayın McAllister,” dedim, “Biz, teknolojiyi devralmak değil, geliştirmek istiyoruz. Türkiye, artık kendi yolunu çizecek kadar güçlü. Sizin yardımınıza minnettarız, fakat bizim bağımsız duruşumuza da aynı minnetle yaklaşmanızı bekleriz.”

 

McAllister hafifçe omuz silkti, belli ki lafımı doğrudan geçiştirecek başka bir yanıt hazırlıyordu. Bu kez daha sert bir ifadeyle, “Bakın, Başkan Karakoç, dünyanın dengeleri öyle herkesin bağımsızca hareket edebileceği bir yapıda değil. Küresel bir arenada yer almak istiyorsanız, dostlarınızın kimler olduğunu iyi bilmeniz gerekir. Sizin genç ve gelişen sanayiniz için iş birliği, yalnızca bir seçenek değil, bir gereklilik.”

 

Tam o anda, içimde bir mizah duygusu kıpırdandı. Kaşlarımı hafifçe kaldırıp, "Öyle mi, Sayın McAllister?" dedim, gülümsemeye çalışarak. “Sizden öğreneceklerimiz var elbette, fakat dostlarımızı seçmeyi de gayet iyi biliriz. Üstelik dostlarımızla mesafeyi koruyarak dost kalmanın önemini de çok iyi biliriz. Bağımsızlık yalnızca bir slogan değil, Türk halkının damarlarında akan bir tutkudur.”

 

McAllister’ın gülümsemesi aniden soldu, ama yüzünde hafif bir zorlanma belirdi. Kendi sınırlarını hissettiren bu sözler, ona hem meydan okuyucu hem de dostça bir uyarıydı. Ancak, sözleriyle değil de bakışlarıyla bana meydan okumayı tercih etti.

 

Aramızdaki soğuk sessizliği ben bozdum, masada duran kahve fincanımı elime alarak. "Kahveniz güzelmiş," dedim, göz ucuyla ona bakarak. “Ama bizim Türk kahvesinin yerini tutmaz elbette. Kendine has bir tadı, bir dokusu vardır. Yalnızca biz biliriz o kahvenin sırrını. Aynı kahveyi başka bir ülkede yapmaya çalışırsanız, sadece taklit etmiş olursunuz.”

 

Bu ufak ima, McAllister’ın çenesini biraz daha sıkmasına neden oldu. Ben bu gerginliğin tadını çıkarıyordum; onun ne demek istediğimi gayet iyi anladığını görmek, bir nevi zaferdi.

 

Görüşmenin sonuna doğru, aramızdaki konuşmalar daha da derinleşti, konular ekonomik iş birliği ve savunma stratejilerine kadar uzandı. McAllister’ın yüzünde zoraki bir gülümseme vardı. Anladı ki Türkiye’nin, Amerikan yönetimi tarafından yönlendirilmesi artık imkansızdı. Bir yandan birbirimize dostluk sunarken, diğer yandan sinsi bir rekabetin kılıçlarını çektiğimizi ikimiz de çok iyi biliyorduk. Bu dostluk, aslında her iki tarafın da kendi çıkarlarına göre bükülecek bir dostluktan ibaretti.

 

Son olarak, el sıkışırken McAllister, sanki söylenmemiş bir şeyi paylaşır gibi konuştu. “Başkan Karakoç, dünya sahnesinde varlığınızı artırdığınızı görmek memnuniyet verici. Umarım dostluğumuz sizin büyüme yolculuğunuzda hep yanınızda olur.”

 

Gözlerinde o tanıdık parıltı vardı; yine taktiksel bir hamle yapıyordu. Tokalaşmayı sürdürerek gözlerinin içine baktım ve alttan alta kükreyen bir kararlılıkla cevap verdim. “Dostluk bizim için çok değerlidir, Sayın Başkan. Ancak, dostluğumuzun gerçek bir dostluk olması için sınırlarımızı korumak zorundayız. İşte o zaman, gerçek bir dostluğun temeli atılmış olur.”

 

Toplantıdan ayrıldığımda, Amerikan başkentinin gri bulutlarının altında, burada olmaktan duyduğum huzursuzluk yerini daha güçlü bir bağımsızlık hissine bırakmıştı. Washington’daki kirli oyunların ortasında bile, ülkemin temiz rüzgarlarını yanımda hissediyordum. Bu topraklarda belki farklı bir geleceğin adımları atılacaktı, ama Türkiye, hiçbir zaman bir başka ülkenin gölgesine girmeyecekti.

***

 

Bölüm nasıldı sizce?

 

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.

 

Kendinize İyi Bakın

 

Allah'a Emanet Olun

 

 

 

 

Loading...
0%