@kazelina1
|
Abdurrahman Külliyenin bir odasına çekilmişken kafamda binbir türlü şey dönüyordu. İktidar ve muktedir olmanın bu kadar zor olacağını tahmin etmemiştim. Ülkemi ileriye taşımaya çalıştıkça dibe çekilmiş linçlerle ölümden dönmüştüm. Önceki başkanları gözümün önüne getirdim. Bazıları bu yolda ölmüş bazıları ölümden dönmüştü, ben istisna değildim. Düşüncelere dalmışken kapı çaldı. ''Gel'' Gelen kişi bana Ahmed Hoca'nın geldiğini söylemişti. Hemen ayağa kalktım ve onun gelmesini bekledim. Ahmed Hoca, Ömür ve Ömer'in babasıydı ve Üç Hilal medresesinin de başıydı. Onu ağırlamak benim için şerefti. İçeriye girdiğinde onu inceledim, beyaz sarığı, beyaz cübbesi yine beyaz şalvarı ile sade ve dünyevi hayattan uzaktı. Yüzündeki nur bana huzur veriyordu. Daha cumhurbaşkanı olalı bir ay bile olmamıştı ama ben keşke ben de onun gibi dünyadan uzak sadece maneviyatımla ilgilensem demiyor değildim. ''Hoş geldin hocam'' Ahmed Hoca ''Ben hoş geldim ama seni pek hoş bulmadım evlat, çabuk pes etmişsin'' içimi okumuş gibi konuşmuştu, gülümsedim. ''Sadece neden bu kadar zor olduğunu merak ediyorum. Onlar için en iyisini yapmaya çalışmama rağmen, adaletle hükmetmeye çalışmama rağmen neden bazıları hep bana karşı, neden beni öldürmeye kalktılar?'' Ahmed Hoca gülümsedi. ''Peygamber efendimiz (s.a.v.), müşrikleri İslama davet ederken onların iyiliğini düşünüyordu evlat, bazıları bunu anladı ve onun yolundan gittiler ama azılı müşrikler onu öldürmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar. Velhasılkelam herkes doğru olan tarafı seçmez bu yollar her zaman zorludur ama sen pes etmeyeceksin, yoluna devam edeceksin ve bir yerden sonra seninle ilerleyenlerin senin karşında olanlardan çok olduğunu göreceksin.'' Başımı salladım, bir süre daha konuştuktan sonra Ahmed hoca ayrıldı. O an maneviyata önem veren insanları ne kadar özlediğimi fark ettim. Belki de biraz dinlenmeliydim. Daha güçlü dönmek için gitmeliydim. Başladığım yere... *** Medreseme bakarken derin bir nefes aldım, buranın oksijeni bile farklı gibiydi. Fahrettin Paşa Medresesi, tarihi ve manevi atmosferiyle insanı etkileyen, huzur dolu bir mekândı. Yüksek dağların eteğinde, sessiz bir vadiye kurulmuş olan medrese, doğayla iç içe, sade ama ihtişamlı bir yapıya sahipti. Dışarıdan bakıldığında, taş duvarları ve kubbeleriyle klasik Osmanlı mimarisini yansıtan bir yapıydı. Geniş bir avluya açılan kemerli bir kapısı vardı. Bu avlu, medreseye ilk adım atan herkesi sükûnetle karşılıyordu. Merkezde bulunan büyük bir çeşme, akan suyun huzur verici sesiyle ortama manevi bir hava katıyordu. Medresenin ana binası, avluyu çevreleyen taş duvarların içinde yer alıyordu. Her köşesinde bilgelik kokan bu yapı, sade ama ihtişamlı bir zarafete sahipti. Yüksek kubbeler ve geniş pencereler, içeriyi doğal ışıkla aydınlatıyor ve ferahlık hissi veriyordu. Kubbelerin iç kısımlarında yer alan ince hat sanatı ve çini süslemeler, geçmişin derinliklerinden gelen estetiği yansıtıyordu. İçeride, ders yapılan geniş salonlar ve kütüphaneler bulunuyordu. Medresenin kütüphanesi özellikle dikkat çekiciydi. Raflarda asırlık el yazması eserler, Kur’an-ı Kerim tefsirleri, hadis kitapları ve İslam düşüncesinin en önemli kaynakları yer alıyordu. Kütüphaneye adım atan biri, kitapların arasına gizlenmiş ilmin huzurunu hissedebiliyordu. Sessizliğin hâkim olduğu bu ortamda, öğrencilere ve misafirlere sadece kitapların fısıltıları eşlik ediyordu. Aynı zamanda öğrencilik yıllarımda oradan çıkmadığım ve derslere bu yüzden geç kaldığım için Yusuf Hoca'dan az azar yememiştim. Medresede yatakhaneler de sade ve işlevseldi. Her oda, bir öğrencinin ihtiyacını karşılayacak şekilde döşenmişti: küçük bir yatak, bir masa, birkaç kitap rafı ve namaz kılmak için ayrılmış özel bir alan. Pencereler, dışarıdaki doğaya açılıyor ve odalara ferah bir hava katıyordu. Burada kalanlar, sade yaşamın ve maneviyatın içinde kayboluyordu. Medresenin dışına baktığımda bile hatırladığım şeyler beni talebelik yıllarıma götürüyordu. Selahaddin ile oda arkadaşıydık. Fahrettin Paşa Medresesin'deki arkadaşlarımın hepsini severdim ama Selahaddin'in yeri benim için talebelik yıllarından beri ayrıydı. İçeri adım attım ve Yusuf Hoca'nın odasına ilerledim. Yusuf Hoca'nın odası medresenin en üst katında bulunuyordu. Bu oda, medresenin kalbi gibiydi. Sadelik ve bilgelik, odanın her köşesinde hissediliyordu. Bir duvarda eski bir Kur’an-ı Kerim asılıydı; hemen yanında da Hoca’nın öğrencilerine ders anlattığı büyük bir masa duruyordu. Masanın üzerinde ise bazı eski kitaplar ve hat sanatı örnekleri yer alıyordu. Odaya giren herkes, orada bir asırdır süregelen ilmi ve manevi derinliği hissedebiliyordu. Yusuf Hoca önce bana baktı sonra da beni bekler gibi gülümsedi. "Hoşgeldin evladım." Başımı salladım. "Hoşbuldum Hocam"eliyle yeri işaret etti. "Buyur, otur." Hemen karşısına oturdum. Yusuf Hoca sanki derdimi biliyor da benim anlatmamı bekliyor gibi bir hali var gibiydi. "Hocam, bazen keşke sizin yanınızda kalsaydım diyorum. Sizin yanınızda kalsaydım da sizin gibi olsaydım. Belki insanlara daha fazla faydam olurdu." Yusuf Hoca gülümsedi. "Bütün müslümanlar dinini güzel yaşamak ister evlat, maneviyatını artırmak dünyadan vazgeçmek ister. Bazıları yapamaz, dünya sevgileri ağır basar. Bazıları yapar, Abid olur. Alim olur. Bazılarının da ikisini de yapması gerekir ki Dünya'da kâfirin zulmü artmasın. İşte bunlar adil, İslam'ı yaşayan yöneticilerdir." Biraz durdu, muhtemelen konuştuğu şeyi düşünmemi istiyordu. "Fatih Sultan Mehmed, evlat eğer ki hoca olsaydı, İstanbul'u esaretten kurtarabilir miydi?" Başımı hayır anlamında salladım. "Peki sence Fatih Sultan Mehmed İslam'ı yaşayan biri miydi?" Kendimden emin bir sesle cevap verdim. "Muhakkak ki öyleydi, öyle olmasa İstanbul'un fethi ona nasip olmazdı." Yusuf Hoca başını salladı. "Bazı insanlar böyledir işte evlat. Böyle olmaları gerekir. Sen de böyle olmayı seçtin ve sen de İslam'ı yaşayıp adil bir yönetici olacaksın." Başımı salladım. "Çok zor hocam, pes etmemem gerektiğini biliyorum ve bu yolu ben seçtim bunun da farkındayım ama bu kadar zor olacağını düşünmemiştim." Yusuf Hoca derin bir nefes aldı. "Abdurrahman, Allah bize Dünya hayatı boyunca mutluluk ve refah mı vadetmiş yoksa bizi sınayacağını kazanırsak ahiretteki sonsuz hayatımızda mı mutluluk vadetmiş?" "Elbetteki bizi sınayacağını söylemiş ve ahirette sonsuz mutluluk vadetmiş hocam." "Öyleyse mutluluk ve refahı neden Dünya'da arıyorsun evladım?" Yutkundum, başım öne eğildi. Kendimi hiç bu kadar küçük hissetmemiştim. Ben ne ara bu kadar isyankar ve bir cahil gibi davranır olmuştum? Yusuf Hoca haklıydı, mutlu elbette olacaktık ama bu mutluluğumuz sonsuz olmayacaktı. Zorluklar olacaktı ve biz bu zorlukların üstesinden gelmek zorundaydık. Eğer sınavı geçersek sonsuz mutluluğa kavuşacaktık. "Başını dik tut evlat, ve Allah'ın şu ayetini unutma. إنَّ مَعَ ٱلْعُسْرِ يُسْرًۭا (Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.) (İnşirah 94/6) *** Kendinize İyi Bakın Allah'a Emanet Olun
|
0% |