@kedijedi
|
Öpüşü sıcak ve yumuşacıktı. Gözlerimi kapattığım an varlığımı bile unutmuştum. Elleri ellerimi okşayıp yavaşça kollarımdan yukarı doğru gidiyordu ki ahizeli telefonumun çalma sesiyle ikimiz de dudaklarımızı ayırıp olduğumuz yerde aniden sıçradık. Neden çaldığını çok iyi bildiğim telefonun yanına giderek ahizeyi kaldırdım. "Nihan Hanım. Kan tahlili için lab arabalarına bekleniyorsunuz. Son tahlil saati 20.00. Sağlığınız her şeyden önemli! İyi günler." Derin bir nefes verip telefonu geri yerine bıraktım. "Gitmemiz lazım." dedi sanki göreve giden bir asker gibi. Ayağa kalkarken onu durduran ses tonumun ciddiyeti oldu. "Bu kan verme olayının arkasında ne var? Neden her gün kan vermek zorundayız?" diye sordum. "Tabii ki sağlığımız için. Kan değerlerimize bakılıyor hepsi bu." "Dorian... Bu insanların hepsi... İkimiz de dahil... Her gün kan verirsek asıl bu sağlığımızı kötü etkiler. Bunu düşünemeyecek kadar aptal olmadığını bugün yeterince anladım." Dorian bir anlığına sustu. Ela gözlerini önce yere sonra tekrar bana çevirdi. "Merak etme," dedi. "Onu kan transfüzyonu (takviyesi) ile hallediyorlar." "Bana henüz transfüzyon yapılmadı?" dedim. Vücudumdaki kanın yarısı bir haftadır alınmış olmalıydı neredeyse. Bütün bunları düşününce aslında hiçbir kansızlık belirtisi göstermiyordum. Baş dönmesi, vücudumda beyazlık görünmüyordu... Kafam düşüncelerden karışmaya başlamıştı yine fakat Dorian ceketini eline alarak kapıya yöneldi. Başka çarem olmadığını düşünerek arkasından ilerledim. *** Günlerim Dorian ile oldukça keyifli ve eğlenceli geçiyordu. Akşama kadar okulda çalışıyor, molalarda bir şeyler içiyor veya müzik dinliyorduk. Eski tip mp3 çalar laboratuvarın üzerindeki tezgahta duruyordu. Dorian onu sahiplenmişti ve artık ikimizin olmuştu. Bu kasabada her şey antikaydı. Teknolojinin t 'si bile yoktu maalesef. Eşyalarımdan ise iki haftadır haber yoktu. Polisler ya uğraşmak istemiyorlardı ya da gerçekten eşyalarım buhar olup uçmuştu. Yine bir laboratuvar çıkışıydı. Dorian bulaşıkları yıkamaları için lisans öğrencilerine talimat verdikten sonra çantamı aldım ve beraber okuldan dışarı adımımızı attık. "Moleküler biyoloji konusunda baya heveslisin, ha?" dedi. "Evet yıllarımı verdim ve vereceğim de bu alana." diyerek cevapladım. Bugün hava gerçekten çok güzeldi fakat nem beni mahvediyordu. Sanki Muğla'daymışım gibi hissettim bir an. Otobandan yürürken de burada kaldığım süreçte de ne deniz ne de bir göl görmüştüm oysa ki. Havadaki nemin sebebini anlayamamıştım. Türkiye'den ayrılmadan önce Dreadmoore'a haritadan baktığımda ise etrafı tamamen şehirle kaplı kara parçası görmüştüm. Denize kıyısı olan hiçbir kenarı yoktu. "Bu nem de neyin nesi?" diye sordum onun fikrini almak için. Buna cevabı sanki hazır gibiydi; "Çok fazla ağaç ve orman var gördüğün gibi. Bitkiler de terler unuttun mu?" dedi. Bu açıklama diğer sorularıma aldığım cevaplara kıyasla daha tatmin ediciydi. O yüzden konuyu devam ettirmedim. "Buraya geldiğime pişman olduğum söylenemez fakat evimle ilgili özlediğim çok şey var..." dedim. "Türkiye mi?" diye sorduğunda olumlu bir şekilde başımı salladım. Yürümeyi kesti ve olduğu yerde durdu. Bana dönerek hafifçe başını yaklaştırdı. Yüzü neredeyse yüzüme değmek üzereydi. "Ne mesela?" diye sordu ilgiyle. Aklıma ilk gelen şeyi söylemiştim. "Ailem..." Dudakları büzüldü. "Ve.." diyerek ekledim. "Sinema." "Sinema mı?" diye sordu. "Evet." dedim. "Burada teknolojik hiçbir şey yok. Sinema olduğunu da sanmıyorum." dedim. Bunun üzerine birkaç saniye düşündü ve şöyle söyledi; "Gel benimle" Sıkıca elimi kavradı ve ben ilk defa el ele yürüyor olmamızın sevinciyle ilerlerken onu takip ettim. *** İlk defa Dorian'ın kaldığı eve gelmiştim. Benimkiyle bire bir aynıydı ve bu beni epey şaşırtmıştı. Tüm eşyalar... Eşyaların konumları... Biblolar bile... Sadece dolabında erkek kıyafetleri olduğunu düşünüyordum. Vitrini açarak içerisinde bir şeyleri kurcaladı ve en sonunda aradığı şeyi bularak bana gösterdi. "O bir... " "Evet" diyerek güldü. Elinde tuttuğu makine bir ev tipi projektördü fakat o kadar eskiydi ki boyutu kocamandı. Projektörü aldı ve beni arka bahçesine götürdü. Ben sandalyede otururken o epey çalışmıştı. Önce beyaz bir güneşlik çıkarıp iki ağacın arasına ip ile bağladı. Sonra projektörü kurarak doğru mesafeyi ayarladı ve filmi takıp çalıştırdı. Film eski bir Copolla filmiydi. 1974 yapımı Kıyamet filmini izlemiştik. "Film zevkini sevdim." dedim. "Teşekkür ederim, istersen başka filmler de bulabilirim sonrası için." dedi. "Bulabilirim mi?" Sanki uyuşturucu maddeden söz ediyor gibi bahsediyordu. "Yani evde... arayıp bulabilirim demek istedim." dedi. Kıkırdadım fakat kulağıma gelen bir sesle gülüşüm aniden kesilmişti. Çok uzaklardan gelen çok hafif bir sesti bu. "Bu ses..." diye fısıldadım. Hemen oturduğum sandalyeden kalkıp hızlı adımlarla ormanın içine daldım. Arkamdan gelen Dorian'ın sesini duyuyor fakat aldırmıyordum. "Nihan!" Sese yaklaştığımı hissettim çünkü giderek artıyordu. Daha iyi duymaya başlamıştım artık. Koşmaya başladım. "Nereye gidiyorsun?" Çalıları elimle itip ilerlemeye devam edecektim ki yaprakları araladığımda gördüğüm manzara ile yerimde çakılıp kaldım. Doğru tahmin etmiştim. Ses büyük dalgaların sesiydi. Deniz dalgası... Dorian arkamdan soluk soluğa yetişmişti. Gözlerimi engin denizden ayırmadan fısıldadım; "Burası Dreadmoore değil..." ___________________ Bölüm sonu |
0% |