@kedijedi
|
Arkamı dönüp geldiğim yola baktım ve otobanın başladığı yere kadar yürüyerek çevremi dikkatle incelemeye koyuldum. Ne bir tabela ne de bir iz vardı. Tek bildiğim, buradan bir çıkış yolu bulmam gerektiğiydi. Güneş batarken hava hızla kararıyordu. Geceyi dışarıda geçirmek zorunda kalacağım gerçeğiyle yüzleşerek, etrafta barınabileceğim bir yer aramaya başladım. Neyse ki sahilin biraz ilerisinde küçük bir mağara buldum. İçimi bir korku kaplasa da başka bir seçeneğim yoktu. Mağaranın içi beklediğimden daha büyüktü. Hava karardıkça soğuk etkisini göstermeye başlıyordu. Bir yere kıvrıldım ve sabırla gecenin bitmesini bekledim. Tüm gece gözüme bir damla uyku girmemişti. Tek yaptığım uzanmak ve mağara duvarların taş fırlatmaktı. Güneş kendini göstermeye başladığı an dışarı çıktım. Mağaradan dışarı adımımı attığım an gökyüzünden gelen helikopter sesi beni korkutmuştu. Beni kurtarmaya geldiler düşüncesi ile kollarımı sallayarak bağırdım. Bir yandan deli gibi koşuyordum. Koşarak otobana çıktım çünkü beni fark etmelerini istiyordum. Ben gökyüzüne bakarken birden üç tane polis arabasının kasaba yönünden bana doğru gelmekte olduğunu fark ettim. Saniyeler içinde yanımda bittiler ve etrafımı sardılar. Beni kurtarmak için değil, beni bulup kasabaya geri götürmek için uğraşıyorlardı... Arabalardan daha önceden tanıdığım altı polis memuru indi ve bana doğru yaklaştılar. "Ölsem de oraya geri dönmem." dedim daha onlar ağızlarını bile açmadan. Giderek bana yaklaşıyor ve etrafımı sarıyorlardı. "Kaçma girişimlerinde size ceza vermek durumundayız." dedi içlerinden en yetkilisi. Bu kasabaya hapsedilmiş olmam zaten bir ceza değil miydi? Ben ormana doğru kaçma planları yaparken birden boynunda tanıdık bir acı hissettim ve saniyeler içerisinde gözlerim kapandı. *** Gözlerimi açtığımda bulunduğum yer tanıdıktı. Kasabadaki evimde uyanmıştım fakat ayak bileğimde bir cihazla: takip cihazı. Etrafıma bakındım, içimi derin bir huzursuzluk kapladı. Güneş ışıkları odama dolarken, bu kasabadan kaçmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha anlamıştım. Pencereden dışarı baktım; dışarıdaki dünya bana ne kadar yabancı ve soğuk geliyordu. Kasaba halkı, her zamanki rutinlerine devam ediyordu. Kimse, benim çektiğim sıkıntıları umursamıyordu. Ayağımdaki takip cihazını inceledim. Kaçış planlarımın önündeki en büyük engel şimdi bileğimdeydi. Ancak, bu küçük kasaba beni yıldıracak değildi. İçimde bir yerlerde hala özgürlüğe olan inancımı koruyordum. Salondan gelen ses beni düşüncelerimden sıyırdı. Ahizeli telefonum çalıyordu. Salona doğru gittim ve telefonu kulağıma götürdüm. "Merhaba Nihan Hanım. Umarım kasabamızdan memnunsunuzdur. Son kaçma girişinizden sonra verilen ceza: Phonex Park'ı temizlemek. İyi eğlenceler!" Ve birden telefon kapandı. *** Phonex Park'ı temizleme cezamın ikinci gününde, sabahın erken saatlerinde işe koyulmuştum. Hava serin ve hafif nemliydi. Kuşlar yeni uyanmış, cıvıltıları parkın her köşesinde yankılanıyordu. Etrafta kimseler yoktu; yalnızlığımın huzuru içinde, sessizce çalışıyordum. Yavaş yavaş çöp toplarken, birden hissettim. Arkama dönmeden bile, bir çift gözün beni izlediğini anlamıştım. Başımı kaldırıp etrafa bakındım. Ağaçların arasında, bir bankta oturan bir figür gördüm. Gözlerimi kısarak daha dikkatli baktım ve onu tanıdım: Dorian. Elimi kaldırıp gayriihtiyari bir selam verdim. Bana karşılık vermesini beklerken o ise oturduğu banktan kalktı ve okul yoluna doğru ilerlemeye başladı. Tek yapabildiğim arkasından bakakalmaktı. O an cezamın sadece bileklik ve park temizleme görevi olmadığını anlamıştım. Yalnızlaştırma da cezamın bir parçasıydı ve Dorian da bu işin içindeydi. Onlarla çalışıyordu. Ona olan öfkem ve hayal kırıklığım daha da artmıştı. Parkta çalıştığım diğer günler Dorian'ı görmeye devam ettim. Normalde bana selam vermiyordu fakat o gün şaşırtıcı bir şekilde yanıma doğru ilerlediğini gördüm. "Nihan." dedi usulca. Benimle konuşmuş olması beni epey şaşırtmıştı fakat bundan dolayı başına bir şey gelebileceğini tedirgin tavırlarından hissettim. "Efendim." dedim soğuk bir şekilde. "İyi misin?" diye sorduğunda gözlerinde eski, tanıdık şefkat emaresi vardı. "İyiyim sen?" diye sordum. "Tek yapabildiğim seni uzaktan izlemek..." dedi. "Evet farkındayım." O esnada yanımızdan geçen bir devriye polis arabasını fark etmemizle aramızdaki mesafeyi birkaç adım açtık. Dorian sanki bana laf atıyormuş gibi bağırarak; "Burayı temizlemek için fazla sıskasın, iyi beslenmelisin Nihan!" dedi. Anlamadım ve ne alaka? der gibi suratına baktım. "Ispanak ve tatlı patates öneririm." dedi yine yüksek bir sesle. "Sebzelerin geldiği yol, seni sağlıklı yaşama götürür..." diye ekledi ve arkasını dönüp uzaklaştı. Dorian'ın uzaklaşan silueti gözden kaybolurken, söylediklerini düşünmekten kendimi alıkoyamadım. "Sebzelerin geldiği yol, seni sağlıklı yaşama götürür..." Bu sözlerin ardında bir anlam gizliydi, bunu biliyordum. Onun bu işin içinde olduğunu düşündüğümde hissettiğim öfke ve hayal kırıklığı yerini meraka bırakmıştı. Ertesi gün yine sabahın erken saatlerinde, elimde çöp torbasıyla parkı temizlerken Dorian'ın söylediklerini aklımdan geçirdim. "Sebzelerin geldiği yol..." Gıda stoğunun yapıldığı yeri kastediyor olmalıydı! Bu adaya gıda ürünleri, ambalajlı ürünler mutlaka dışarıdan geliyordu. Park; kasabanın tam orta noktasında, her yere eşit mesafede olan bir bölgedeydi. O yüzden burada çalışıyor olmam benim fazlasıyla işime geliyordu. Kurumuş yaprakları süpürürken etrafımı izlemeye başladım. Akşamüzeri -neredeyse cezamın son dakikalarında- küçük bir kamyonun parkın etrafından dolaşıp kasabanın manavına doğru ilerlediğini gördüm. Elimdeki çapayı bir kenara atarak çimlerin üzerine düşmesini sağladım. Yavaş adımlarla ve etrafımı inceleyerek manava doğru yaklaştım. Kamyon durmuş, manav sahibi kamyonun kasasının kapılarını açmıştı çoktan. Plansız programsız bir şekilde ilerliyordum. Manav elinde bir kasa domates ile içeri girdiğinde adımlarımı hızlandırdım ve kimseye çaktırmadan kamyonun ön tarafına ilerledim. Sağ tarafından dolaşıp içeri göz attığımda şoför koltuğunda tanıdık birinin oturduğunu gördüm: Bu kişi Dorian'dı... "Çabuk bin!" dedi ve ekledi, "kimse fark etmeden." Kamyonun iç kısmına atladım ve sessiz bir şekilde bekledim. Manav sebzeleri almayı bitirdikten sonra sert bir şekilde kapakları kapattı ve kamyonun arka kısmına vurdu. Dorian kısa bir korna çaldıktan sonra ilerlemeye başladı. "Nereye gidiyoruz?" diye sordum. "Gıda stoğunun yapıldığı yere." dedi. Daha önce kasabanın bu bölgelerine hiç gitmemiştim. Depo gibi görünen ufak bir binanın önünde durduk. Dorian torpido gözüne uzandı ve orayı açtı. İçinden bir adet silah çıktı. "Bunu nereden buldun?" diye sordum merakla. "Sen hariç hepimizde var." demesi şaşkınlığımı daha da arttırmıştı. Arabadan indik ve içeri doğru ilerlemeye başladık. İçerisi tam bir curcunaydı, o kadar kalabalıktı ki insanların bizi fark etmesi imkansız diye düşündüm ve biraz olsun rahatladım. Etrafı dikkatli bir şekilde izleyerek Dorian'ın arkasından ilerlemeye devam ettim. İşçiler kasaları taşıyor, meyveleri ayrıştırıyordu fakat onların başında ellerinde ismini dahi bilmediğim uzun silahlar tutan siyah giyimli adamlar vardı. Dorian elimden tutarak beni bir koridora yönlendirdi. Koridor tenhaydı ve burada yakalanma riskimiz daha fazlaydı. Yanımdan geçen işçiler beni fark etmesin diye başım yere eğik yürüyordum. Koridorun sonundan döndüğümüzde bizi bir tünel karşıladı. "Burada başını eğmen gerekecek." diye fısıldadı Dorian. Başımı eğdim ve dediği şekilde tünelin içine girdim. Tünel aşağı doğru kıvrılıyordu. Dakikalar boyunca yürümeye devam ettik fakat unuttuğumuz bir şey vardı. Aniden sirenlerin çaldığını duyduk. Bu sirenler bileğimdeki kelepçeden dolayı çalıyordu. "Bunun olmasını bekliyordum, bölgeden çıkmış olmalıyız." dedi Dorian. Herkesi alarma geçirmiştik. Tünelin üstünden koşma sesleri geliyordu. Tünel kıvrımlara ve yol ayrımlarına sahipti. Beni korkutan şey; Dorian'ın da nereye gittiğimizi tam olarak bilmiyor oluşuydu... |
0% |