@kelimelerimveben
|
Toprak Bertuğ Altay’ın ağzından... “Oğlum dur lan!” Timin kahkahaları arasında çaresizce kafasını tutup onu inatla alnından öpmek isteyen Sarp’tan kurtulmaya çalışan Çağlar, gayet gülünç bir duruma düşmüştü. “Anla artık Çağlar, öpmeden bırakmayacağım.” Sarp’ın sırıtarak söylediği şeylerin üstüne gözleri kocaman olan Çağlar dokunsam ağlayacak gibi duruyordu. Onun yerinde olmak istemezdim, her ne kadar kendimi gülmemek için sıksam da dudaklarımdan birkaç saçma ses dökülmesine engel olamadım. “Komutanım beni bu sapık heriften kurtaracağınıza gülüyorsunuz ya,” dedikten sonra kısa bir es veren Çağlar cümlesini çok bekletmeden tamamladı, “Size de yazıklar olsun!” İşte bu sefer gerçek bir kahkaha patlattım. Haklıydı ama bundan bana neydi? Daha fazla Çağlar’ın içine düştüğü bu durumda çırpınmasına içim el vermedi ama direkt bırakmak da istemedim. Gülümseyerek kollarımı göğsümde birleştirdim, “Çağlar bırak da öpsün bir kez alnından, ne olacak sanki ırzına mı geçecek?” dedim. Benim söylediklerimle daha da çok gülen tim ile Çağlar’a biraz üzülmüş olabilirim ama umurumda mı? Pek sanmıyorum. Kenardan lafa atılan Yiğit abi, “Bak Çağlar, komutanım doğru söylüyor. Bırak bir kere öpsün de kurtul aslanım.” Diyerek Çağlar’ı gazlamaktan geri kalmadı. Çağlar birkaç saniye daha çırpındıktan sonra ellerini teslim olurmuş gibi havaya kaldırdı. Çağlar, “Tamam, yap şunu.” Dedikten hemen sonra gözlerini sımsıkı yumarak beklemeye başladığında bu olayın en gülünç noktasındaydık sanırsam. Sanki gerçekten namusuna el uzatılıyormuş gibi yapması bizi bizden alıyordu... Sarp Çağlar’ı alnından öpüp bıraktığında o da pişmiş kelle gibi sırıtmaktan geri kalmıyordu. “Ne demişler Çağlar’ım? İlişkideki ilk öpücükte dudaktan öpersen o ilişkinin ömrü tek gecelik, alından öpersen ömürlük olurmuş...” Bizim güleç yüzlerimizin aksine bir anda ifadesi sertleşen Çağlar’ı gördüğümde Sarp’ı uyarma gereği duymuştum. “Sarp, kaç.” dedim, şayet kaçmazsa artık Çağlar’ı tutabileceği elleri, alnından öpebileceği dudakları olmayabilirdi. Sarp’ı sertçe itip üstüne üstüne yürümeye başlayan Çağlar ile bu tezim doğrulanmış oldu. Çağlar yavaş yavaş Sarp’a yaklaşırken bu sefer yüzüne bir gülümseme konduran kişi Çağlar, korkuyla bakan kişi ise Sarp’tı. Karşımda rolleri değişmek kavramının kanlı canlı örneği vardı. Aslında az önce ve şu an yaşanan olayı birer kere fotoğraflamış olsaydım ilköğretim Türkçe ders kitaplarında yerini alabilirdi fakat iş işten geçmişti. Hoş, zaten bizimkiler o yaştaki çocuklar için fazla vahşi kalırdı, böylesinin daha iyi olduğu kesin bir gerçekti. Ben Sarp’ı kaçması için uyararak kendi görevimi yerine getirdiğimi düşünürken Sarp arkama geçerek beni kendisine siper etti ve “Komutanım, Bertuğ Komutanım! Komutanım Allah aşkına, kurbanınız olayım tutsanıza şunu, aç ayı yiyecek beni!” diyerek benden daha fazlasını bekledi. Çağlar’ı öperken bana mı sormuştu, bana neydi? Sarp’a dönerek benden umudu kesmesi için omuzlarımı silktim, sağ elimle onu hafifçe geriye doğru iterek kendimden uzaklaştırdım, ellerimi pantolonumun iki yanındaki ceplerime soktum ve doğruca kapıya doğru yürümeye başladım. “Yiyin birbirinizi amına koyayım...” Kapıdan çıkmadan önce kısık sesle söylediğim halde bütün timin duyduğu şey ile Sarp ve Çağlar hariç herkesin kahkahaları duyulmuştu. Odadan çıktıktan sonra dinlenme odasının kapısını kapatıp bahçeye doğru yürümeye başladım. Sarp ve Çağlar için endişe etmiyordum çünkü benim timimdeki herkes böyle ortamlarda şakalaşır fakat dozunu kaçırmaz, birbirlerine aşırı derecede zarar vermezdi. Bunu bilmek beni de rahat kılıyordu. Karargâhın bahçesindeki çardakta bazı astsubaylar oturmuş birbirleriyle sohbet ediyor, şakalaşıyorlardı. Onlara doğru yönelmiş giderken aralarından birisi beni görüp ayağa kalktı, yüzündeki gülümsemeyi sildi ve diğerlerini dürttü. Ben hız kesmeden onlara doğru ilerlemeye devam ederken diğerleri de ayağa kalkmış esas duruşta bekliyorlardı. “Rahat, keyfinize bakın.” Verdiğim komutla beraber hepsi başıyla selam verip yeniden oturdu fakat saygısızlık etmemek için şakalaşma olayını biraz azalttılar. Bu olay hep hoşuma gitmiştir... Birileri seni sevsin veya sevmesin; saygı duymak zorunda kalıyordu. Bu düşünce dudağımın çok hafif sola doğru kıvrılmasına sebep olduğunda çardaktaki bankların boş olan kısmına oturdum. Bacaklarımı hafif açarak oturduğum yerde biraz yayılırken canım çay çekmişti. Çardakta oturan ve gövdesi bana dönük olan askerlerden birinin soyadını gözüme kestirdim. Çayımı kalkıp kendim almaya şu an çok üşenmiştim. “Akkuş!” Ona seslenmemle beraber bir anda irkilip ayağa kalkan asker esas duruşa geçti. “Emret komutanım!” Herkes benim onun bir hareketine kızdığımı, onu cezalandıracağımı falan sanıyor olabilirdi çünkü merakla bakanların yanı sıra korkuyla bakanlar da vardı. “Koş bana bir çay kap gel, hatta varsa bergamotlu olsun.” Söylediğim şey ile korkuyla bakanlar rahatlarken herkes önüne dönmüştü. Asker bana başıyla onay verip koşar adımlarla çay almak üzere karargâhın kapısına doğru ilerlemeye başladı. Aradan birkaç dakika geçmişti ki karargâhtan koşarak çıkan bir asker çok kısa bir süre duraksayıp etrafa göz gezdirdikten sonra aradığını bulmuş gibi bana doğru koşmaya başladı, hemen arakasından da elinde çayla beraber Akkuş geliyordu. Koşarak gelen asker önümde esas duruşa geçti, “Komutanım Göktürk Albay Pusat Timi ile beraber acilen harekât merkezine gelmenizi emretti.” Anlaşılan görev vardı, hemen ayağa kalkıp karargâha yöneldim. O sırada benimle karşı karşıya gelen Akkuş elindeki çayı bana uzattı. “Afiyet olsun Akkuş.” diyerek askerin bana uzattığı çayı reddedip elimden geldiğince hızlı bir şekilde harekât merkezine gittim. Karargâhtan içeri koşarak girdiğimde bana dönen bakışları ve esas duruşa geçen bazı askerleri görüyordum fakat şu an onlara karşılık selam verecek kadar vaktim yoktu. Harekât merkezinin önündeyken koşar adımlarla bana doğru gelen timimi gördüğümde daha fazla bekletmeden kapıyı açıp içeri girdim, hemen ardımdan da timim geldi. Harekât odasının genelde hafif loş olan ışığı bugün sanki daha da karanlıktı. İçeri girer girmez odanın ortasındaki uzun dikdörtgen masanın baş köşesindeki yerine oturmuş, bazı belgeleri inceleyen Göktürk Albay’ı gördüm. Bizim girdiğimizi duyunca kafasını kaldırdı. “Bizi emretmişsiniz komutanım.” “Oturun, bu sefer mevzu her zamankinden daha ciddi. Bu, şimdiye kadar çıktığınız görevler arasında en özeli.” Aldığımız emirle beraber hepimiz rütbe sırasına göre masadaki yerlerimizi aldık. Göktürk Albay masanın ucunda, ben onun hemen sağında, benim sağımda Yiğit ve onun yanında da Çağlar olmak üzere masanın bir tarafını kaplıyorduk. Karşı tarafta ise sırayla Selçuk, Mete ve Sarp vardı. Herkes merakla Göktürk Albay’ın söyleyeceği şeyi beklerken o ayağa kalkıp masanın boş olan ucundaki projeksiyon perdesinin önüne geçti. “Bahar, görüntüleri ver evladım.” Bahar Astsubay bilgisayarda birkaç dokunuş yaptıktan sonra perdeye bir herifin yüzü yansıdı, aynı anda da Bahar masadaki herkese dosyaları dağıttı. Adamın dalgalı saçları kumrala kaçan bir sarıydı. Yüz hatları biraz keskindi fakat fotoğraftan belli olan mavi gözleriyle normalde yolda yürürken gören bir kızı etkileyebilecek tip vardı pezevenkte. Zaten yüzündeki piç gülüşü nedeniyle belli olan sağ yanağındaki gamze bunun işareti değilse neydi? Tipini belirleyen genetik kodlarını sikesim vardı. “Bu Louis, kod adı da ismine benzer bir şekilde Lui. Görmüş olduğunuz kişi örgütün üst rütbeli elemanlarından birisi.” Herif çoğu teröristin aksine gayet bakımlıydı, ismine bakılırsa Fransa kökenliydi. Bebek suratlı, iki tane üflesem yere devrilecek adamları başa geçiriyorlardı. Önümdeki dosyayı açıp adamın fotoğrafının altında yapılmış olan açıklamaya kısa bir göz gezdirdim. Kendi emeğiyle örgütün tepesine tırmanmıştı, kafasına yazıktı. Bugüne kadar çokça eylem gerçekleştirmiş, sivil ya da asker fark etmeksizin çokça insanın yaşamını yitirmesine sebep olmuştu. Bunlarla da yetinmeyip uyuşturucu, insan kaçakçılığı, örgüte dâhil olmadığı zamanlarda işlediği taciz ve tecavüz suçlarından aranıyordu. Kırmızı bültenli olduğunu söylememe gerek yok zannedersem. Şimdi ben bunu gördüğüm yerde sikmeyip ne yapsaydım? “Komutanım bu operasyonu özel kılan nedir?” diye soran Mete harika bir noktaya parmak basmıştı. Biz bordo bereliyiz, zaten asıl amacımız kimsenin ruhu duymadan kırmızı ile arananları indirmek... Peki o zaman bu operasyonu daha özel ve ciddi kılan şey neydi? “Bu operasyonda tek tim çalışmayacaksınız.” Ha? Pusat Timi? Başkalarıyla? Komutan görmeden uyanmanın tam sırasıydı. Uykunun yedinci evresine geçeli çok olmuş, biz kalkalım artık karpuzu sonra keseriz kafasına girmekte gayet haklıydım bence. Rüya olup olmadığını anlamak için elimi hafiften çimdikledim, bir sinek ısırığı gibi incecik bir sızı anlık gelip gitti, karşımdaki görüntüler değişmedi. Kesin bir bok yemiştik. Pusat Timi, benim timim, özel bir timdi. Bu timdeki herkes daha harp okulunun ilk gününden izlenmeye başlanmıştı, bordo bereli olup olamayacağımızı geçin, mezun olup olamayacağımız bile belli değilken seçmişlerdi bizi. Her göreve bir avuç asker olarak gider, almamız gereken kelleri alıp gelirdik. Gerektiğinde şerefsizlerin kanından göl oluşturur, üstüne hilal ve yıldız koyar bayrak yapar, gerektiğinde köye yapılmış baskından kurtardığımız çocuklarla yakar top -onların tabiriyle ortada sıçan- oynardık. Ne olmuştu da komutan bizi bu göreve tek göndermiyordu? Timdeki herkes dut yemiş bülbül gibi suskunlaşmışken şaşkınlığını gizlemeye çalışıyordu. Masadaki birkaç kafa ne nane yediğimizi düşünür gibi hafifçe yere doğru eğilmiş dururken kaşlarım çatıldı. Gerçekten neden tek değildik? Komutanın önünde durduğu perdedeki resim değişti. Şu an karşımızda koordinatlarıyla beraber bir arazi görüntüsü vardı. “Görev için gideceğiniz arazinin uydu görüntüleri bu şekilde.” Timin sözcüsü olarak araya girerek “Komutanım neden tek değiliz bu sefer?” diye sorma ihtiyacı hissettim. Farkındaydım, diğerleri çekindikleri için soramıyorlardı. “Bordo bereli olmanız 6 kişi ağır silahlı yaklaşık 170 kişiyle başa çıkabileceğiniz anlamına gelmediği için.” Timdeki herkes bu sefer pür dikkat Göktürk Albay’ı dinlemeye başlamıştı. Dile kolay, 170... İşte şimdi Göktürk Albay’a hak vermiştim. Oraya 6 kişi gidersek yaşama ihtimalimiz eksilere düşerdi. Zor bir operasyon olacağı belliydi ama hallederdik. Şimdiye kadar neyi halledememiştik ki? Aklıma bir an istihbaratın yanlış olabileceği düşüncesi düştü. Ya bu bir tuzaksa? 170 kişilik bir eylem hazırlığı kolay kolay ortaya çıkmazdı sonuçta. “Komutanım... İstihbaratın doğruluğu kesin mi? “Haber Nilda’dan geldi.” Tek bir cümle bize yetti. Timdeki herkesin sorgular ifadesi daha çok gergin bir ifadeye dönüştü. Nilda TSK’nin en başarılı istihbarat askeriydi. Her asker namını bilirdi. Bir şey dediyse kesinlikle olurdu, bugüne kadar bir tane bile olsun yanlış istihbarat vermemişti. Onlarca önemli eylem hazırlığını haber vermiş, önlenmesini sağlamıştı. Bazen ondan gelen istihbaratlar doğrultusunda göreve çıktığımız olurdu, çıktığımız görevler içinde ise genelde en tehlikelileri de onlardı. Herkes merak ederdi, herkes ara sıra düşünürdü, Nilda kim? Şimdiye kadar yüzünü gören yoktu. Dahası, bazen çömezler arasında şehir efsanesi olduğu söylentileri bile ortaya çıkardı. Bence Nilda tek bir kişi değil, bir istihbarat topluluğuydu. Tek başına bir insanın bu kadar büyük eylem bilgilerini bulup sızdırması imkânsız gibi bir şeydi. Evet, kesinlikle birden fazla kişiden oluşan bir topluluktu. Düşüncelerimin arasından sıyrılıp yeniden toplantıya odaklandım. Perdeye bu sefer bir kadının fotoğrafı yansıdı. İlk gözüme çarpan şey kadının dalgalı saçları oldu. Burada fotoğrafı döndüğüne göre beyin hücreleri saçlarından akıp gittiği için ne bok yediğini bilmeyen, siktiri boktan işlere bulaşan kadının tekiydi. “Görmüş olduğunuz kadın Lui gibi üst rütbelilere bile emrini geçiren Şilan kod adlı bir terörist.” Önümdeki dosyadan kadının fotoğrafının olduğu sayfayı açıp okumaya başladım. Kod Adı: Şilan Gerçek Adı: Bilinmiyor Yaş: Bilinmiyor “TC uyruklu bu terörist bir vatan haini.” TC? Türk müydü yani? Kafamı dosyadaki yazılara çevirdiğimde maalesef beklediğim yazıyı gördüm. Uyruk: TC Kafamı kaldırdığımda gördüğüm manzara hiç de şaşırtıcı değildi. Timdeki herkesin bakışlarına yüklenen kin gözle görülür cinstendi. Hepimizin bakışlarına birer damla siyah mürekkep damlamıştı. Bir Türk ihanet etmezdi. Ola ki ihanet ettiyse; o gerçek bir Türk değil demekti. Yargılanacağı Suçlar: İnsan kaçakçılığı, uyuşturucu madde ticareti, kaçak patlayıcı madde üretimi ve ticareti, silah kaçakçılığı, terör örgütleriyle iş birliği yapmak, bölücü terör örgütlerini silahlı kuvvet olarak desteklemek, anayasaya karşı çıkmak, firar etmek, kasten adam öldürmek, kasten adam öldürmeye azmettirmek, vatan hainliği. Vatan hainliği. Şu iki kelime bile onun anasından emdiği sütü götünden kusturmam için bir sebepti. Biz burada vatan, millet, bayrak diye uğraşıp can verirken bu geri zekâlı kendisini ülkesini satacak kadar düşürebilmişti. Kendi kanından onlarca kişiyi şehit edebilmişti. Dağda yerlerde gezen böcekleri bile kabul eden midem buna karşı çıkıyor olmalıydı ki tiksintiden midem bulanmıştı biraz. Kadındaki mideyi sevesim gelmişti. Allah belasını versin demeye lüzum yoktu, şayet ona bizzat ben bela olacaktım. Aranma Durumu: Kırmızı Bülten Hakkında: Son birkaç yıldır aktif bir şekilde eylemler düzenleyen Şilan kod adlı şahısın örgüt içerisinde yüksek bir rütbede olduğu biliniyor. Örgütün en üstlerinden olan Lui kod adlı Louis’in sağ kolu olmakla beraber Louis’in Şilan’ın emir niteliği taşıyan her cümlesini eksiksiz yerine getirdiği gözlendiği için daha da üst rütbelerde olabileceği düşünülüyor. Ruhsal dengesizlikleri var. Bazen sebebi bilinmeyen bir şekilde meydanda kendi adamlarını yakıyor, üstlerine bomba bağlayıp patlatıyor, işkence ederek öldürüyor. Ani sinir krizleri onun vazgeçilmezi. Psikolojik bozuklukları olabileceği tahmin ediliyor. Şahısın normal olmadığı belli olsa da örgütte el üstünde tutuluyor. TC uyruklu olduğu bilinse de daha önce hiç Türkçe konuşurken görülmedi. Ailesinden birisi Türk olduğu için uyruğunun TC olduğu düşünülüyor. Yurt dışında yetişmiş olması muhtemel. İngilizce, Fransızca, Arapça ve Kürtçe olmak üzere en az dört dili ileri düzeyde konuşabiliyor. Okumaya devam ederken Göktürk Albay’ın yeniden konuşmaya başlaması kafamı kaldırıp perdeye odaklanmama sebep oldu. “Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinleyin. Söyleyeceklerimin dışına çıkan, ihraç edilir.” Zaten gerilen tim, ben de dâhil olmak üzere daha da gerildi. Tek başarısız görevde hiçbir asker ihraç edilmezdi, bu ilkti. Bence bu görevi asıl özel yapan sebep tam olarak buydu. “Suriye’nin kuzeyinden Ankara’ya doğru bu gece yola çıkacak olan sığınmacı görünümlü yaklaşık 170 terörist üç gün sonra Ankara’nın farklı yerlerini ateşe vermeye ve meydanlarda canlı bombalar patlatmaya çalışacak. Sınırdaki karargâhlara baskın atma olasılıkları ise oldukça yüksek. Emir net, teröristlerin yolunu kesip eylemi engelleyeceksiniz. Bu görevde size Kartal Timi de destek olarak siz çatışmak için gideceğiniz bölgeye varmadan doğudan bölgeye intikal edecek. Orada Kartal Timi ile buluşacaksınız. Sizin konvoyu bekleyeceğiniz noktanın birkaç kilometre ötesine ise bir tim yönlendirdik. Bu durumda 170 kişinin tamamı size ulaşamayacak fakat duracaklarını sanmıyoruz. Kalanları temizlemek sizin işiniz.” Göktürk Albay en önemli yeri söylediğini belli edecek şekilde elini masaya vurdu. “Elinize geçen teröristlerin içinde zorluk çıkartan olursa Lui dâhil hepsini öldürebilirsiniz, sadece kadını sağ istiyorum.” Bu, kadının örgütün en üst düzey adamlarından daha değerli olduğu anlamına geliyordu. Kadında vardı bir şeyler, çıkardı kokusu. O çıkmazsa, ben çıkartırdım. “Anlaşılmayan bir şey var mı?” Kimseden ses çıkmadı. Herkesten tek tek anlaşıldığını belirten kafa hareketleri gelince toplantının sonuna gelmiş olduk. “Hazırlanın, yarım saat sonra helikopter pistinde olacaksınız. Çıkabilirsiniz.” Ayağa kalkıp tek tek Göktürk Albay’a selam verip hangara doğru ilerlemeye başladık. -0-0-0-0-0-0-0- Hangarın bir köşesinde oturduğum sandalyede neredeyse hazır durumdaydım. Tabancamın şarjörünü kontrol ettiğimde her şey tamamdı. Tabancamı belime taktım, birkaç adım ötede duran hazırladığım çantayı yanıma çektim, silahımı ise dizlerimin üstüne yatırdım. Gözlerimi diğerlerinde gezdirdiğimde henüz tam olarak hazır olmadıklarını gördüm. Biraz daha zamanımız olduğu için onları beklemeye karar verdim. “Komutanım?” Bana seslenen Selçuk’a kafamı çevirmeden bir bakış attım. “Efendim?” “Bu kadın sizce neden bu kadar önemlidir?” Artık Selçuk da tamamen hazır bir şekilde bekliyordu. Sorusu beni şaşırtmamıştı, diğerleri de meraklı gözlerini bana çevirdiklerinde bu sorunun herkesin kafasını kurcaladığını anladım. Benim dosyamda yazan her detay onların dosyasında yazmıyordu tabii, benim tim komutanı olarak üstünlüğüm vardı. Ellerimi dizlerime koyup arkama yaslandım. “Muhtemelen Lui kadından emir alıyor. Bu da kadını örgüt içinde değerli kılıyor.” Sarp sarı kafasıyla aradan lafa atladı. “Yani şimdi bu kadın örgütün lideri gibi bir şey mi komutanım?” “Tam olarak öyle değil.” Yiğit abi hazırlığı bitince yavaşça sandalyesine oturup çantasını bacak arasına çekti. Tek dirseğini dizine yaslayıp eliyle sakalını kaşırken benim de gözüme batan, çok doğru bir noktaya parmak bastı. “Hemen hemen onun kadar söz hakkı vardır bence. Bir de o pezevenkler dağda dişi cinse hasret olunca kene gibi yapışıp yüceltmişlerdir kadını.” “Haklısınız komutanım. Allah bilir o konuma gelesiye kadar kaç kişi geçmiştir üstünden...” Sarp’ın söylediği şey üstüne hangarda birkaç saniye sessizlik oluştu. Herkes dönüp Sarp’a baktı. Eğer ki normal bir kadına böyle deseydi, o sarı kafasını keser, top niyetine kaleye şut çekerdim ama kadın normal değildi işte. Çağlar Sarp’ı desteklercesine ayaklandı. “Sarp haklı komutanım, hiç öyle bakmayın valla. O şerefsiz vatanına ihanet etmiş, onu mu yapmayacak?” Hatırladığım şey ile sinirlerim öyle bir gerildi ki, kafamdaki birkaç damarın bağımsızlık ilan etmek istediklerini düşündüm. “O şerefsiz elime geçtiğinde ne yapacağımı iyi biliyorum ben...” Konuşurken istemsizce dişlerimi sıkmıştım. Çenem gerilmiş, birkaç kasım seğirmişti. Türk milleti her şeyi affederdi, hainlik hariç. Ben millet adına burada duruyorsam o hainin kellesi kucağıma düşmeden rahat etmezdim. Yine olmayacak değildi, öldürecektim o kadını ama bu sefer sadece biraz geç olacaktı. Ah, albay sağ istiyorum demeseydi... Muhtemelen Göktürk Albay benim onu orada boğacağımı bildiği için ihraç edilme kozunu oynamıştı. Beni gerektiğinden fazla iyi tanıyordu. En son söylediğim söz üstüne herkes sessizleşmişti. Birkaç dakikanın ardından timim hazırdı. Duvardaki saate kısaca göz attığımda henüz on beş dakikamız olduğunu gördüm. Normalde hazırlanmamız bu kadar bile sürmüyordu fakat bu sefer zamanımız bol olduğu için herkes ağır ağır hazırlanmıştı. Herkes kendine bir sandalye kapmış üstünde tünüyordu. Koskoca on beş dakika böyle boş boş geçmezdi. “Sarp.” “Emredin komutanım.” “Çay kap gel.” Sarp oturduğu sandalyeden hızlıca ayağa kalktı, çantasını kalktığı yere koydu. Silahını dolaba bırakıp koşar adım karargâha gitti. Normalde görevlerden önce bu timden tüm karargâha yayılan kahkaha sesleri yükselir, bizim göreve gittiğimizi herkese duyururdu. Askeriyede bu hangardan gelen gülüşme seslerini duyan herkes Pusat Timi’nin göreve gideceğini bilirdi. Şimdiki sessizliğin sebebi belliydi, o salak kadının ettiği ihanet adeta hepimize buz kestirmişti. Buzları eritmek için çay şarttı. Bu timin çıktığı her görevi tehlikeli, her görev özeldi. Gidip de dönmememiz işten bile olmadığı için her görevden önce burada sanki son defaymış gibi gülüp eğlenmemiz gerekiyordu. O şerefsizin yediği bok bunu değiştiremeyecekti. Aradan iki dakika geçmişti ki Sarp elinde çay tepsisiyle hangarın girişinde belirdi. “Komutanım Sarp’ı çaycı kılığında gördüm ya, daha da gam yemem.” Çağlar daha çayı içmeden yumuşamıştı. Bu çocuğun hareketlerine akıl sır ermezdi. Sarp önce benim yanıma gelip çayımı uzattı. “Buyurun komutanım.” dediğinde çayı elinden alıp tepsideki küp şekerlerden iki tanesini açıp çayıma attım ve ardından tepsideki tahta çubuklardan birini kullanarak karıştırdım. Ben kendi çayımı karıştırırken Sarp herkese çaylarını dağıtmış, Çağlar’ı ise sona saklamıştı. Ben sırada o var sanırken Sarp Çağlar’ı es geçip kendi sandalyesinin yanına gitti, tepsiyi yere bıraktı, yerine oturdu ve tepsiden çayını alıp höpürdeterek içmeye başladı. Eli boş kalan Çağlar şaşkındı. “Lan benimki nerede?” Sarp cevap olarak çayından bir yudum daha aldı. En seslisinden. “Lan Sarp!” “Ne var?” “Benim çay nerede?” Sarp yavaşça Çağlar’a doğru döndü ve gülümseyerek ayağının dibini işaret etti. Tepside son bir bardak kalmıştı. “Burada.” “E versene a-“ Son anda dişlerini sıkıp kendisini durdurdu. Durdurmasa onu seveceğimi biliyor tabii. Kafasını çevirdiğinde Çağlar ile göz göze geldik. Tek kaşımı kaldırarak ona cümlenin devamını sorarcasına baktım, o da hafiften gülümseyerek kendini düzeltti, “Yani, verir misin arkadaşım?” dedi. Bunu o kadar komik bir şekilde söyledi ki herkes gerginliğini üstünden attı, birkaç kişi güldü ve hangar bizim enerjimizle yeniden ısındı. Sarp pişmiş kelle gibi sırıttı. “Gel de al.” Ayağıyla hafifçe bardağı itti, bardak tepsinin içinde yana devrildi, çay ise tamamen tepsiye döküldü. Bundan sonrasını kısaca özet geçmek gerekirse Çağlar Sarp’ın üstüne atladı, durum böyle olunca Sarp’ın bardağındaki yarım çay da yere döküldü, birbirlerini kovalamaya başladılar ve en sonunda yerde kan ter içinde iki koalaya benzer şekilde birbirlerine sarılı halde kaldılar. Biri diğerini bıraksa dayak yiyeceğini bildiği için ikisi de bir şey yapamıyordu. Tek korkum o hengâmede üstlerindeki yeleklerdeki bombalardan birinin patlamasıydı. Herkes bu ikiliyi izlerken çaylarını bitirdi, gülmekten yanak kasları ağrıyıncaya kadar güldü. O sırada hangarın girişinde bir asker göründü. “Komutanım, Göktürk Albay Pusat Timi’ni helikopter sahasına bekliyor.” “Eyvallah aslanım. Gidebilirsin.” Asker ortalıktan kaybolurken tim ayaklandı, Sarp ve Çağlar birbirlerini bıraktı, Sarp dolabından silahını aldı, herkes ayakucundaki çantaları sırtladı. Kasklar da takıldığında ben önden kapıya yöneldim. “Hadi beyler. Vurmamız gereken piçler var.” |
0% |