@kelimelerimveben
|
Selamlaaar! Çok mutluyum çünkü hem oy oranlarımız yükseldi hem de BU BÖLÜMLE BERABER 1K OKUNMAYA ULAŞIYORUZ :) Böyle durumlarda aslında hiçbir şey olmamış gibi duruyor ama benim içimde çok şey yaşanıyor, çaktırmayın... Yeni bölümler sizin oylarınıza ve taleplerine göre geliyor, bunu unutmayın. Lütfen bölüme oy verip satır arası yapın çiçeklerim 💖 (opsiyonel değil) O halde daha fazla uzatmadan, iyi okumalar! -0-0-0-0-0-0-0- Hayat bazen sizi hazırlıksız yakalardı, bazen de hazırlıklı olsanız bile size çelme takmak için yer arardı. Bazı filozoflara göre yaşam akış içindeydi, bazılarına göre ise yalnızca durağanlıktan oluşuyordu. Bana kalırsa kafasına göre takılan bir yapısı vardı. İstediğinde durup bekliyor, istediğinde de insanı altüst ediyordu. Var olan düzen maalesef oyunbozandı ve hep öyle kalacaktı. Bundan birkaç sene önce başka bir timde, başka insanlarla beraberdim. Her şey mükemmel ilerlerken hayatın taktığı bir çelme ile yere düşmekle kalmamış, bataklığa savrulmuş ve oraya saplanıp kalmıştım. Çok şeye katlanmak zorunda kalmış, vatan için diyerek yüreğimi avutmuştum. Avutmuştum da ne olmuştu, hiçbir şey düzelmediği gibi daha da derine çekilmiştim. Aldığım darbelerin izi geçmemişken bir diğerine kucak açmak zordu ama buna da katlanabilmiştim. Kapısından içeri girebilmek için hayatımı alt üst ettiğim binanın önünde bana hain diyerek bileklerime kelepçeler indirmişlerdi. Zaten zar zor ayakta durduğum zamanlardı, kendimi savunmak için ağzımı açmaya bile takatim yoktu. Henüz ikişer tane olan yıldızlarımı söküp almışlardı, silahıma el koymuşlardı da sesim çıkmamıştı. Önümdeki asker en sonunda kasaturamı da almak için bacağıma uzandığında elektrik çarpmış gibi irkilmiş, ona dokunmamaları için çabalamaya başlamıştım. O kasaturanın üstünde benim timimden izler vardı, alamazlardı. Almamaları lazımdı. Kasatura her askerin son umudu olurdu. Onda bir ışık yakar, en çaresiz anlarında ufak bir ‘belki’ yaratırdı. Her görevden önce yaptığımız şey aklıma gelmişti. Zihnimde kendi sesim yankılanıyordu, belki de delirmek üzereydim. "Bombalar," diyordum. Bana verilen el bombalarının hepsini karıştırıp rastgele timime dağıtıyordum. "Kasaturalar," Herkes bacağındakini çekip çıkarıyordu, ucu keskin demirler helikopterin içinde ışıldıyordu. Bunlar artık yalnızca kafamın içinde canlandırabildiğim sahnelerden ibaretti. Ateş Timi yok olmuştu, geriye bir tek ben kalmıştım ve onların ölümünden sorumlu tutularak hain ilan ediliyordum. Artık “Eksik var mı?” diye sorabileceğim bir timim yoktu. Hepsi eksikti. Gözümden akan bir damla yaş ile adeta kısa bir aydınlanma yaşamıştım. Karargahın önünde tek başımaydım. Etrafımda beni götürmek için gelen birkaç asker vardı ama yalnızdım işte. Bileklerimde kelepçeler vardı. Ailem dediğim insanlar, silahım ve apoletlerim yoktu. Geriye yalnızca göğsüme hafifçe temas eden künyenin soğukluğu ve ağır bir kalp ağrısı kalmıştı. Kasaturamı da almışlardı. O andan itibaren tüm umudum yavaşça sönmüştü. Gözlerim umudun ışığından yoksunken karanlığa alışmış, buna uyum sağlamıştı. Artık bu karanlıktan çıkmak gibi bir derdim yoktu, sessizce bu dağlarda sonumun geleceği günü bekliyordum. Kaybolduğum karanlık dehlizlerde önümü bile göremeyecek hale gediğimde katran karası vücudumu sarıp kalbime yeltenmişti, buna engel olamamıştım. Teselli edecek bir yüreğim bile kalmamıştı. Bu gerçekle yüzleştikten sonra konuşmayı da kesmiş, kendi kendime buna layık değilsin demiştim. O yüzleşmeden sonra belki dilimden kelimeler dökülmeye devam etmişti ama hepsi benim nezdimde anlamsızdı. İçinde Türklük barındırmayan her şey bende gereksiz vasfındaydı. Ben yüzüm olmadığı için Türkçe konuşmayı bırakmıştım, insanlar beni Türk düşmanı sanmıştı. Başkasının eli değmesin diye kan akıttığım bayrağa ihanet ettiğimi söylüyorlardı ve ben artık öyle bir durumdaydım ki buna bile şaşırmamıştım. Ağırdı. Çok ağır. Ölmeyi beklediğim dağlarda ölüm saçmıştım. Nevra zaten ölmüştü, artık Umay da yoktu. Şilan dağları inletiyordu ama ben bir hiç olalı çok uzun zaman olmuştu. Çabaladım. Öldürmek için yeminli olduğum şerefsizlerin içinde yükselmek için çabaladım. Her seferinde bedenim beyaz bayrağı çekip iflas edene kadar kendimi zorladım. Hain olduğuma önce kendimi, sonra da dağdakileri inandırdım. Damarlarımda akan kızıl kan gökteki bayrağıma renk katarken bunu yapmak için bazı şeyleri feda etmem gerekmişti. Kendimden fazlasıyla ödün vermiştim. Yaptıklarım aklıma geldikçe vücudumda şiddetli bir kusma isteği baş gösteriyordu. Gerçekten hain olsam bu kadar canım acımazdı. Şimdi de kendimi inandırdığım bu yalanla uğraşmam gerekiyordu. Kabuslarımın baş rolü her seferinde değişse de temelinde yatan şey hep aynıydı ve ben bundan sıkılmıştım. Kim ne derse desin bunu atlatmanın uzun süreceği ortadaydı. Olsundu, ben yıllar sonra rahat bir nefes almak için çabalamaya karar vermiştim. Pusat Timi’ni yaşatmak için yaşayacaktım. Diğer senaryolarda kafama sıktığım son kaçınılmazdı. Onların kurucusu bendim. Zorunda kalmadığım sürece bunu onların yüzüne çarpmayacak, sessiz sakin takılacaktım. Belki başlarda beni istemeyebilirlerdi, bunu gayet normal karşılamam gerekirdi. Saygı sınırlarını aşmadıkları sürece herhangi bir tepki göstermemek belki de iki taraf için de en sağlıklısıydı. Tepkileriyle şu an başa çıkabilecek durumda olmadığımı düşündüğüm için time katıldığımı söyledikten hemen sonra arkamı dönüp oradan ayrılmıştım. Zaten gördüğüm kâbustan hallice rüya nedeniyle uykumu tam anlamıyla alamamıştım, bu nedenle sinirlerim fazla gergindi ve onlara gereksiz tepkiler vermek istemiyordum. Uzun zamandır beni uykusuz bırakan kâbusların normal olmadıklarını bilecek kadar aklım başımdaydı ancak bunun için şu an harekete geçmem maalesef ki mümkün değildi. Bu kadar işin içinde sıra uzun bir süre psikolojim ile ilgilenmeye gelmeyecek gibiydi. Ek hizmet binalarından birinin arkasına doğru yürümeye devam ettim. Şu an vücudum nikotin aşkıyla yanıp tutuşuyor, ciğerlerimden içeri girecek bir yudum dumanı arzuluyordu. Sigarayı bırakmakta kararlıydım çünkü mesleğimi tehlikeye atıyordu. Sigara içtiğim sürece tüm askerlerden bir adım gerideydim. Onlar kadar rahat koşamaz, onlar kadar uzun süre suyun altında kalamaz, onlar kadar hareketli olamazdım. Yaptığı her işte en iyisi olmak için çabalayan mükemmelliyetçi yanım maalesef bu durumu egosuna yediremiyordu. Sigara sağlığına da zarar veriyor ama bu senin umurunda değilmiş gibi, Umay. Evet, sağlığıma da zarar veriyordu. Ne kadar çok hayatta kalabilirsem o kadar fazla vatanıma hizmette bulunabilirdim ve bu illet kesinlikle benden o yılları çalıyordu. İşkolik manyağın teki olduğunu biliyorsun, değil mi? İçimdeki nikotin isteğini bastırmak için adımlarımı ve nefeslerim aynı oranda yavaşlattım. Yavaş yavaş nefes alıp veriyor, nabzımı bilinçli bir şekilde yavaşlatmaya çalışıyordum. Ellerimi ceplerime soktuktan sonra başımı yerden kaldırıp etrafıma bakınmaya başladım. Şimdilik askeriyede meydana gelen değişiklikleri incelemek güzel bir başlangıç olabilirdi. Yavaş yavaş yürürken elimden geldiğince bahçeye odaklanmış ve aklımda değişen şeylerin kısa bir listesini yapmıştım. Çardaklar ve Atatürk büstü yenilenmiş, banklar boyanmış, kaldırım taşları beyazlatılmış, ek hizmet binalarının dış cephesi yapılmıştı. Şimdilik fark edebildiklerim yalnızca bunlardı. Başıma keskin bir ağrının girmesiyle beraber önüne geldiğim kaldırıma sessizce çöktüm. Başımı iki elimin arasına aldığımda etrafımda hiç kimsenin olmaması benim daha fazla gerilmeme engel olmuştu. Ek hizmet binaları ana binadan biraz daha uzaktı ve arka cephelerinde hiçbir pencere yoktu. Bu binaların arka kısımları genel olarak tenha olurdu, çoğu asker vakit geçirmek için bahçedeki çardakları veya bankları kullanırdı. Bu baş ağrısının sigara yoksunluğu yüzünden olduğunu biliyordum ve bunun beni yenmesine izin vermeye hiç niyetim yoktu. Gözlerimi diktiğim yer taşlarından yukarı kaldırıp sigara isteğini bastırmak için dikkatimi etrafımda gördüğüm şeylere vermeye çalıştım. Hemen ileride, sağda bir bank vardı. Mert yeter, bir yerini sakatlayacaksın! Otur artık bir yere Serdar! Hamza abi, kurban olayım yardım et. Göreve sakat çıkamazsın beyefendi! Atlamayın şunun tepesinden! Biraz gerideki çimlerin üstünde duran, yemek yemek için koyulmuş olan tahta piknik masası çürümeye yüz tutmuştu. Komutanların bir tanesi, aç karnımızı doyurmak için ne mükemmel bir gün, değil mi? İnin şu masanın tepesinden! Sıkma yaptınız mı? Zıkkım ye Ömer. Bu ayı doymuyor komutanım! Allah’ım, ben ne günah işledim? Sigaranın da olmayan kafamın da evveliyatını severdim. Buraya gelmek kötü bir fikirdi. Askeriyenin neresine gidersem gideyim olduğum yere sığamadığımı fark ettim. Dikkatimi dağıtmak için başka bir şeyler yapmam gerekiyordu, bu şekilde sadece daha da beter oluyordum. Daha geleli beş dakika olmamışken kalktım ve yönümü yemekhaneye çevirdim. Sonuçta insan arasına karışmak her zaman iyi gelirdi. -0-0-0-0-0-0-0- “Buyurun komutanım, ne istersiniz?” Ne istediğimi ben de bilmiyordum ve tabiri caizse mal mal karşımdaki askere bakıyordum. Boş bakışlarımdan bir şey anlamayan asker bütün kozlarını sıralamaya başladı. E biraz da yeni gelen rütbelinin gözüne girme çabası vardı tabii. “Tost var çok güzel, bugün sayılı su böreği çıktı kahvaltı için, peynirli poğaça biraz bayat gibi onun yerine patates kızartabilirim isterseniz, çayı da yeni demledim zaten yanında güze-” Çay. Evet, çay. “Bergamotlu çay var mı?” Aferin Umay. O kadar şeyin içinde en basit seçeneği seç ama onun da teferruatlısını iste. Aynen böyle devam et tamam mı, böylece daha rahat küfür yersin. Asker afalladı. “Anlayamadım komutanım, ne istediniz?” Gözlerimi kantin dolabında gezdirdim. Paketli yiyeceklerin hiçbiri ilgimi çekmiyordu. Eskiden uğruna kurşun atıp kurşun yiyebileceğim çikolatalar şu an yalnızca mide bulantısı yaratıyordu. Başka isteyecek bir şey bulamayınca mecburen tekrar aynı soruyu sordum. “Bergamotlu çay var mı,” göğsündeki soyada bakıp ekledim, “Çelik?” Özellikle böyle olması için bir çaba sarf etmiyordum ama sesim sert çıkıyordu. Anlaşılan bu durum zamanla bende alışkanlık haline gelmişti. Olsundu, zaten böylesi daha iyiydi. Fazla samimiyet bizim mesleğimizde ancak ve ancak ölümü beraberinde getirebilirdi. Asker bu sefer ne istediğimi anlamış olacak ki hevesle başını salladı. “Var tabii komutanım.” En azından değişmeyen bir şeyler hala vardı. “Demli, şekersiz ve büyük bardakta.” Talimatları verdikten sonra yemekhanedeki boş masalardan birine yönelmiştim ki kantindeki asker tekrar bana sesledi. “Komutanım!” Yavaşça arkamı döndüm. Ne istiyordu bu şimdi? Kaşlarım çok hafif çatılırken “Ne oldu?” diye sordum. “Yani bergamotlu çay var da, hazırda demlenmiş yok. Demlemem lazım.” O halde niye var dedin, adi herif! Bir adım atarak tezgaha yaklaştım. “Adın ne senin?” “Cafer, komutanım.” Dibinde olduğum tezgahın üzerine biraz eğildim ve sağ elimin işaret parmağıyla yaklaş işareti yaptım. Az önceki dolu dizgin hali yok olurken galiba bu sefer biraz tırsmıştı. El mahkum bana yaklaştığında bilerek kısık çıkardığım sesimle kısa bir emir verdim. “Demle o zaman, Cafer.” Hemen geriye çekildi, “Emredersiniz komutanım.” dedi ve mutfağa doğru uçtu. Uçtu derken ciddiydim. Hızlıca mutfağa girmeye çalışırken ayağı kenardaki sandalyeye takılmıştı ve mutfak kapısından içeriye uçarak giriş yapmıştı. Çıkan patırtıya göre inişi de fazlaca sert olmuş olmalıydı. Geldiğim ilk günden beri, ki geleli yalnızca iki gün olmuştu, fazlasıyla rezilliğe şahitlik etmiştim. İlk gün albayın postası bana “Bi’ dur bacım be!” diye çemkirmiş, ikinci gün ise kantinci er mutfağa uçarak girmişti. Ulan askeriyedeyiz, ciddiyetsiz herifler! Başımı bu durumları onaylamayarak iki yana salladım. Burnumdan sert bir nefes verirken biraz sabır için içimden birkaç duayı sıralamıştım. Biraz akıl, biraz da sabır Allah’ım. Amin, çok amin. Tekrar arkamı döndüm ve yemekhanedeki boş masalardan birine geçtim. Oturduğum masa en köşede olduğu için diğer yerlere göre biraz tenha kalıyordu ve çevremdeki çoğu masa boştu. Oturduğum sandalyeyi yan çevirip sırtımı duvara yasladım. Kollarımı göğsümde bağladım ve sakince yemekhaneyi izlemeye başladım. Kantine yakın olan tarafta erler ve zannedersem şu an benim gibi işi olmayan birkaç tane bordo bereli oturuyordu. Aramız çok açık değildi ama konuştukları şeyleri duyamayacağım kadar mesafe olduğunu söylesem yalan olmazdı. Çayın demlenmesini beklerken canım sıkıldığı için kendi kendime bir şeyler yapmak istedim. Böyle durumlarda yapmayı sevdiğim genel olarak iki şey vardı: Şarkı söylemek ve dil oyunu oynamak. Dil oyununu bir zamanlar kendim uydurmuştum. Aklımdan bir kelime seçip o kelimenin bildiğim diğer dillerdeki karşılıklarını hatırlamaya çalışıyordum. Bazen kelime yerine bir cümle kurup onu çevirmeye çalıştığım da oluyordu. Böylece hem dil pratiği yapmış oluyordum hem de zaman geçiyordu. Bir süre boyunca kendi kendime dil oyunu oynadım. En sonunda sıkıldığımda çayın hâlâ gelmemesi beni germeye başlamıştı. Yine de bir şey dememeye karar verdim. Getirebilecek olsaydı o hızla zaten çoktan getirirdi. Cebimden telefonumu çıkartıp internette psikolojiyle alakalı birkaç makale aradım. Yabancı kaynaklar bazı konularda daha zengin olduğu için onlara da göz atıyordum ve bu durum fazlasıyla beyin jimnastiği yapmamı sağlıyordu. İkinci makaleye geçmek üzereyken Cafer çayımı getirmişti. Çayı masaya bıraktı ve geri çekildi. “Buyurun komutanım, aynen istediğiniz gibi.” Övünür gibi bir hali vardı. “Şekersiz, demli ve büyük bardakta.” Kafamı kaldırıp ona baktığımda sırıtan yüzüyle karşı karşıyaydım. Bardağı elime alırken sapını iyice kavradım çünkü şu an bu çayı Cafer’in gevşek ağzına çarpma isteğim emin adımlarla zirveye doğru ilerliyordu. Kendime engel olmam gerekiyordu ve sonuç olarak böyle bir çözüm bulmuştum. Herhangi bir yorum yapmadan önce dumanı üstünde olan çaydan ufak bir yudum aldım. Sıcak sıvı boğazımdan aşağı indi ama doğru düzgün bir şey anlamamıştım. Bu sefer daha büyük bir şekilde yudumladım. Normal çaya göre oldukça keskin olan o tadı aldığımda yüz kaslarımın gevşediğini net bir şekilde hissetmiştim. Bardağı az önceki gerginliğime tam olarak zıt bir şekilde sakince masaya bıraktım. Başımı teşekkür edercesine salladım. “Спасибо.” Makaleye devam etmek için sol elimdeki telefonun ekranını açtım ama Cafer hâlâ başımda dikiliyordu. Başımı kaldırmadan “Что случилось?" diye sordum. İstifamı vermeye hazırlanıyorum. Ne oldu şimdi durduk yere?! Adamın yüzüne bak, aptal! Pes ederek kafamı kaldırdım ve Cafer’e baktım. Elindeki çay tepsisiyle beraber gözlerini kırpıştırarak bana bakıyordu ama bakışları bomboştu. Hatta bu öyle bir boş bakıştı ki öküz bile trene daha anlamlı bakıyor olabilirdi. Bu duruma daha fazla kayıtsız kalamayarak “Ne oldu oğlum, söylesene!” diye çıkışmış bulundum. Kusura bakmasındı, bence iyi bile dayanmıştım. Hem ilkinde düzgünce sormuştum da ne olmuştu, mal aynı maldı. Bu adamda bir şeyler olduğu en başından belliydi. Fazla gevezeydi, yalakaydı ve bunların yanına artı olarak da sakardı. Anlaşılan o ki değişmeyen şeylerden biri de buydu, nerede boş adam varsa koca karargahta bulaşmak için beni seçerdi. Biraz çekinerek bakmaya devam etti ama sonunda bir cevap verdi. “Ben ne dediğinizi anlamadım komutanım...” Sinirden kaslarım seğirmesin diye çaktırmadan birkaç kere derin nefes alıp verdim. “Nesini anlamadın, Cafer?” “Sipa...” Durdu. Çok önemli bir şeyi hatırlamaya çalışıyormuş gibi bir yüz ifadesi vardı. “Sipasi... Sipasi’li bir şey... Öyle bir şeyler dediniz de komutanım, anlamadım ben.” Bu sefer kaş çatma sırası bendeydi. Gerçekten böyle bir aptallık yapmış olabilir miydim? “Kusura bakmayı-” Elimi kaldırıp hemen onu durdurdum. Anladığım kadarıyla burada suçlu olan bendim ve onun özür dilemesini gerektirecek bir şey yoktu. Boş yere özür dilemesindi. Kuşkularımı doğrulamak için istemeye istemeye gerekli olan soruyu sordum. “спасибо?” Allah’ım, lütfen hayır desin! Başını hızlı hızlı aşağı yukarı salladı. “Aynı böyle dediniz komutanım. Anlamadım işte, ne yapayım?” Kafamı masaya geçirmek istiyorum. Normal birisi olsaydım şu an utançtan önce domates kırmızısına, oradan da patlıcan moruna dönerdim ama ben neyse ki utanmaz arlanmaz birisiydim. Domates, patlıcan falan deyince canım karnıyarık çekti. Bir anda gelen karnıyarık isteğini kenara fırlatarak içimden Cafer’e saydığım her şeyi geri aldım. Benim kafa gitmişti, adama Rusça teşekkür etmiştim ve muhtemelen sonrasında da yine Rusça konuşarak ne oldu diye sormuştum. Üstüne bir de cevap vermiyor diye kızmıştım. “Teşekkür ettim.” dedim ve telefonda halihazırda açık olan Rusça makaleyi gösterdim. “Biraz aklım karışmış olabilir, asıl sen kusura bakma.” Cafer anlık gelen aydınlanmayla beraber “Haa... Anladım komutanım, afiyet olsun tabii.” dedi ve usulca uzaklaştı. O gittikten sonra ister istemez oflamıştım. Ayıp olmuştu çocuğa ama yapacak bir şey yoktu. Çayımı sağ elime alıp makaleleri okumaya devam ettim. Belki böyle zaman geçerdi. -0-0-0-0-0-0-0- “Afiyet olsun komutanım.” Yanlış saymadıysam altıncı bardaktaydım. Sigarayı geçiştirmek için çay içmek mükemmel bir seçenekti. “Teşekkürler.” Ben çayı kendime çekerken kantinden sorumlu olan diğer asker boş bardağı tepsiye koyup götürdü. Saat öğlene doğru geldiği için yemekhane biraz daha dolmuştu ve zannediyorum ki o yüzden kantine iki kişi bakmaya başlamıştı. Yaklaşık yarım saat önce canım sıkıldığı için makaleleri kapatıp etrafı izlemeye başlamıştım. Şu an yalnızca mesaiyi bitirip lojman başvurusu yapmak niyetindeydim. Askeriyeye geldiğimden beri eskiden tanıdığım kimseyle karşılaşmamıştım. Zaten sözleşmeliler hariç olmak üzere bütün erler her dönem yenileniyordu, onları tanımamın imkanı yoktu. Muhtemelen sınırlardaki hareketlilik yüzünden tecrübeli timleri benden sonra sınır illerine dağıtıp burası için de yeni timler oluşturmak oluşturmuşlardı. Yüksek ihtimalle Pusat da bu timlerden biriydi. Emin değildim ama aklıma gelen en mantıklı seçenek buydu. Tanıdığım çoğu komutanı da görememiştim, ya emekli olmuş ya da başka bir yerde görev yapıyor olmalılardı. Olsundu, en azından bir albay ve bir general aynıydı. Diğer albaylar burada mı diye daha sonra göz atacaktım. Bunları düşünürken yaklaşık on beş dakikadır bana bakıp bir şeyler konuşanların yine bana baktıklarını gördüm. Bordo berelerini apoletletlerine asmış olan iki astsubaydı, ilk geldiğimde de onları görmüştüm. Onları duyamıyor oluşum dediklerini anlamayacağım anlamına gelmedi. İstersem çok da güzel dudak okurdum ancak ilk günden kimsenin başına bela olmak istemiyordum. Bana baktıkları yetmiyormuş gibi ara sıra birbirlerine kaşlarıyla beni gösteriyorlardı. Çevremdeki masalar boş olmasa üstüme alınmazdım ama dümdüz beni işaret ediyorlardı. Beni tanımıyor oldukları için konuştukları çok belliydi. Zaten tanısalardı bu kadar rahat konuşamazlardı. Kısık bir sesle sabır çekip ayağa kalktım. Kararlıydım, kimseye bulaşmayacaktım. Sakindim ve sakin kalacaktım. Kalan yarım bardak çayı iki seferde kafama dikip bitirdikten sonra bardağı masaya bırakmıştım. Bardağın masada bıraktığı tok sesin desibeline bakılırsa biraz fazla sert davranmış olmalıydım. Kır! Öyle olmaz, iyice kır! Tırnaklarımı yüzüme geçirip kendimi yırtasım vardı. Utançtan değil belki ama sinirden kıpkırmızı kesildiğim kesindi. Bakışlarımı yavaşça masaya indirdiğimde bardağın kenarının gerçekten çatladığını gördüm. Öyle böyle bir çatlak da değildi, boydan boya çizilmiş gibi duruyordu. Bu zaten daha fazla kullanılmaz diye düşündüm. Aklından geçeni biliyorum, yapma! Yapacağım. Allah’ım, sen bana sabır ver. Bu sefer bardağı masaya bilerek sert vurdum. Kırılacaksa tam kırılsın, beni deli etmesin amına koyayım. Son yaptığım hareketle beraber bardak çatlayan yerinden tam ikiye ayrılmış, öylece kalakalmıştı. O da şaşırmıştı tabii duruma, onu da anlıyordum. Ben olsam ben de bu duruma kırılırdım. İki cam kırığını da sağ elime alıp yemekhanenin diğer köşesindeki çöp kutusuna doğru ilerlemeye başladım. Asla bu iki parçayı o iki astsubayın boyunlarına dayayıp susmalarını sağlamak istemiyordum. Yoktu öyle bir şey. Benim olmadığım bir yerde iyi veya kötü, benim hakkımda konuşulmasından hoşlanmazdım. Galiba bugün sınanma günümdü. Sınavı geçebilmek için camları hızlıca çöpe attım. Derin bir nefes alıp yavaşça ağzımdan dışarı üfledim. Evet, şimdi biraz daha sakindim. İçtiğim çayların ve kırdığım bardağın ücretini ödemek için kantine geri döndüm. Ödemelerimi aksatmayı sevmezdim çünkü iki dakika sonram belli değildi, kimseye borçlu bir şekilde ölmek istemezdim. Kantindeki görevli diğer ere durumu uygun bir şekilde izah edip yapmam gereken ödemeyi yapmıştım. Şimdi kafam rahattı. Çıkıp gitmek adına yönelmek üzere olduğum yemekhane kapısı açıldığında içeri girenleri görmemle beraber bir yere oturmak için hareket etmem bir olmuştu. Pusat Timi bütün heybetiyle yemekhaneye giriş yapmıştı ve benim şu an çıkmam akıllara farklı düşünceler getirebilirdi. Onlar gelince kaçmaya çalıştığımı düşünsünler istemezdim açıkçası. Ben önceki yerimden birkaç masa ilerideki duvar dibi masasına yerleşirken Pusat Timi de benim gıcık astsubayların hemen yanındaki masaya kurulmuştu. Muhtemelen öğlen yemeği yemek için gelmişlerdi, yemekten sonra hangara geçmeleri de fazlasıyla olasıydı. Burada çok kalacaklarını düşünmediğim için onların kalkmalarını beklemeye karar verdim. Beni izleyen bir çift gözü üstümde hissettiğimde gözlerimi Pusat Timi’nden çekip hızla oraya döndüm. Evet, astsubaylardan biri bana bakıyordu ve bunu da artık hiç gizlemeden yapıyordu. Galiba belasını arıyordu. Benim de ona baktığımı fark eder etmez önüne döndü. Yüzleri buradan çok net görünüyordu. Merakıma yenik düştüm ve dudaklarını okumaya başladım. Sonuç olarak ben de bir insandım ve benim de iradem bir yere kadardı. “Gördü.” Yanındaki asker tabildotundaki yemekle uğraşırken yemeğine bakarak konuştu. “Neyi gördü?” Diğeri de yemeğiyle uğraşmaya başladı. “Fark etti diyorum işte.” Çok kısa bir an tekrar benim olduğum yere baktı. Hâlâ onlara bakıyor olduğumu gördüğünde “Gözlerini dikmiş bize bakıyor, sıçtık.” Bu göt korkusu onlara yeterdi. Biraz daha onları izledim ama hiçbir şey demeden yemeklerini yemeye devam ettiler. Sonrasında gözüm yan masaya kaydı. Pusat Timi’nin masasına çay götüren Cafer fazlasıyla mutlu gözüküyordu. Demek ki bu yalaka halleri bir tek bana değildi. Herkes ondan çekiyor olmalıydı. Çaylarının gelmesiyle beraber timin yüksek sesli gülüşmeleri duyulmaya başlamıştı. Kendi aralarında kurdukları bağlar ve ilişkiler hoşuma gidiyordu. Yerine göre hareket ediyorlardı ve bu sayede hiç kopmuyorlardı. En yüksek sesi çıkaranlar şüphesiz Sarp ve Çağlar’dı. Bana arkaları dönük bir şekilde oturuyorlardı ama onların sesini tanımam için yüzlerini görmem gerekmiyordu tabii. Bu kadar bekleme yeterliydi. Ayağa kalktım ve gitmek için hareketlendim. Pusat Timi’nin masasına yakınlaştıkça özellikle daha hızlı hareket etmeye çalıştım çünkü onlara rahatsızlık vermek istemiyordum. Time yeni gelen birinin kabullenilmesinin zaman alabileceğini biliyordum ve onları buna zorlamak niyetinde değildim. Beni bir kere görmezden gelmişlerdi ve bunu anlayışla karşılaşmıştım ancak bundan sonra görmezden gelemezlerdi. Yanlarına gittiğim zaman beni kovamazlardı, rahat rahat konuşamazlardı. Bu koşullar altında yanlarına gidersem bana gösterecekleri saygı bile mecburiyetten olurdu ve ben bunu istemiyordum. Benim amacım gerçekten onlardan biri olmaktı ve bu durumu tamamen zamana bırakacaktım. Tam masanın yanından geçip gidecekken bir ses beni durdurdu. “Yüzbaşım!” Yemekhanede yalnızca iki yüzbaşı vardı. Seslenen kişi de bir yüzbaşı olduğuna göre bu cümle direkt olarak bana ithaf edilmişti. Mecburen adımlarımı yavaşlattım. Ağır bir hareketle arkama döndüm. Masadakilerin hepsi susmuş, bana bakıyordu. Ona doğru döndüğümü gördükten sonra Bertuğ yüzbaşı ayağa kalktı. Sol eliyle yanında duran sandalyeyi biraz geriye çekti. Dudakları sola doğru kavislendi. Yüzüne kondurduğu gülümseme ne küçümsüyordu ne de alay ediyordu. Gülümsemesi samimi hissettiriyordu ve açık konuşmak gerekirse çok masum görünüyordu. “Siz,” Sağ eliyle kendi sandalyesini gösterdi ve başını yana eğerek devam etti. “Bizimle oturmak istemez misiniz?” Şaşkına döndüm. Buna hazırlıksız yakalanmıştım. Gözlerimdeki tereddütün her açıdan görüldüğüne emindim. Timin buna vereceği tepkiyi kestiremediğim için masadakilerin hepsine tek tek göz gezdirdim. Bu defa yüzlerinde tereddüt yoktu, hepsi ufak bir gülümsemeyle bana bakıyordu. “Sonuçta dediğiniz gibi, artık siz de bizdensiniz.” -0-0-0-0-0-0-0- Bölümle ilgili görüşlerinizi buraya yazabilirsiniz... Lütfen oy vermeyi unutmayın, kendinize iyi bakın! |
0% |