Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm - Bembeyaz

@kelimelerimveben

Selam! Yeni bir bölümle karşınızdayım, bilgisayardan bölüm aktarmak ne kadar kolaymış ya :D Telefonda elli saat kopyala yapıştır, italik düzenle falan... Burada ctrl+v, bitti :DD

Valla çok sevindim bu duruma ama daha çok sevindiğim bir olay oldu. 1K OLDUK :')

Adamsınız, adamın dibisiniz. Bir de oy verip satır arası yorum yapsanız tadından yenmeyecek :')

O halde sizi oylamadan, buyurun efendim. İyi okumalar!

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü desem yeriydi. Hayatta ne olacağı gerçekten belli olmuyordu.

Aklımdaki not defterinin Pusat Timi başlığının altına bir madde daha ekledim: Hepsi dengesiz.

Daha önceden düşündüklerimi kendi içimde tasdik etmiştim. Hayat gerçekten oyunbozandı, yine düşündüklerimin aksinin olmasını sağlamıştı ama bu durum bazen işime de geliyordu.

Yüzümde belirgin bir mimik olmasa da en derinlerde bir şeyler hissettiğim kesindi. Belki sevinçten havalara uçmuyordum ama kalbimin en alt tarafında oluşan sızı, hâlâ duygularım olduğunu bana hatırlatıyordu. Buradayım, diyordu. Sana rağmen buradayım!

Bana beklentiyle bakan gözleri tek tek gezdim. Hepsi oturmamı istiyordu ve gözleri sıcacık bakıyordu. Dudaklarım hafifçe iki yana kaymaya başlamıştı, bunu rol haricinde yapmayalı uzun zaman olduğuna emindim.

Kim olduğunu bilse böyle bakar mıydı Selçuk sana? Yoksa boğazına mı yapışırdı dersin?

Daha tam olarak gülmeye bile fırsatım olmamışken boğazıma bir yumru oturdu ve mimiklerim dondu. Sertçe yutkundum ama yumru gitmiyordu. Ne onların yanına oturmaya, ne de yüzlerine bakmaya hakkım yoktu ama ben arsız gibi onların yanına oturmayı düşünmüştüm.

Yüzbaşı benim için kendi sandalyesini çekmişti, otur demişti. Oturmamak büyük kabalık olurdu ama oturduğum zaman da kendi yüreğime derin bir hançer darbesi indireceğime emindim.

Araftaydım, yüzüm gülmeye çalışıyordu ama gönlüm urganın ucundaydı. Ya oturup o darağacının altındaki iskemleyi itecektim ya da oturmayıp arkamda hayal kırıklığına uğramış bir tim bırakacaktım.

Daha fazla düşünmeden yüzbaşının yanına ilerledim. O çektiği sandalyeye oturmamı beklerken ben yanından geçip masanın başucundaki sandalyeyi çektim. Onun gibi elimle çektiğim sandalyeyi işaret ettim. “Burayı hak ediyorsunuz yüzbaşım.”

Yüzbaşı önce çektiğim sandalyeye, sonra da bana baktı. Yüzümde herhangi bir mimik göremiyor olsa da o bana gülümsedi ve kafasını sallayıp yanıma geldi. Onunla yerleri değiştikten sonra beraber oturduk. Şimdi o masanın başında oturuyordu, ben de onun eski yerinde.

Onları kıracağıma kafamı kırardım, gerekirse kalbimi de söküp atardım. Önemli değildi.

Benim masaya oturmamla beraber bir anda Cafer başımda bitti. Elinde çay tepsisiyle pişmiş kelle gibi sırıtıyordu ve maalesef ki elimin tersindeydi.

Tek gözümü ne var der gibi kırparak derdini öğrenmeye çalıştım. Bu sefer dişleri görünecek şekilde güldü, “Pusat Timi’ne mi atandınız komutanım?”

O timi ben kurdum, salak herif.

Boş sorusuna cevap vermedim, tepkisizce yüzüne bakmaya devam ettiğimde tepsideki çaylardan birini önüme koydu. Bu çayın rengi diğerlerinden farklıydı, muhtemelen sevdiğimi bildiği için bergamotlu getirmişti.

Her ne kadar bu adama uyuz olsam da “Teşekkür ederim.” demek gibi bir zorunluluğum vardı. Aslında yoktu ama neyseydi. Bir kere demiştik sonuçta.

Masadaki boşları alıp diğerlerine de yeni çaylarını verdikten sonra “Afiyet olsun.” dedi ve şükürler olsun ki yok oldu.

Muhtemelen masaya oturmamla beraber rahatlayan tim özüne dönmeye karar vermiş olacak ki Sarp ve Çağlar bir şeyler konuşmaya başladı, diğerleri de onlara eşlik ediyordu.

Solumda Mete, onun solunda Yiğit abi, tam karşımda Selçuk ve onun solunda da Sarp-Çağlar ikilisi vardı. Aslında onlar Selçuk’a göre sağda kalıyorlardı ama neyseydi. Yüzbaşı da soldaki uçta oturuyordu.

Aradan biraz süre geçti. Her ne kadar onların yanına oturmuş olsam da oturduktan sonra gözlerimi çayıma sabitlemiştim ve tim kalkıp gidene kadar da o gözleri kaldırmak gibi bir niyetim yoktu. Garip bir ruh halindeydim, çayımı içmeyi unuttuğumu bile yeni fark ediyordum.

Kardeşinin ölümüne sebep olduğun adamla aynı masada oturmak nasıl bir duygu, bayan cani?

Soğumuş olan çayı elime aldım. Bardağın sıcak olmaması gerçekten soğuk olduğunu bana kanıtlıyordu. Çayı kafama dikip tek seferde bitirdim. Normalden daha acı olan çayın garip tadı boğazımdan aşağı inerken bardağı yavaşça bıraktım ve ellerimi dizlerime hafifçe vurarak kalkmaya yeltendim.

“Komutanım?”

Umarım bu laf bana değildi, gitmek istiyordum.

Sandalyeden kalktığımda bir anlık gafletle masadakilere bakmış bulunmuştum. Az önce bana seslenen Çağlar dâhil olmak üzere hepsi bana bakıyordu.

Bu noktada galiba kurtuluşum yoktu. Ne olacaksa hızlıca olup bitsin diye “Efendim?” dedim.

“Bizimle tanışmak istemez misiniz?”

Hepinizi ezbere biliyorum diyemedim, öylece bakmaya başladım.

Bana merakla bakan birkaç gözün farkındaydım. Yalnızca yüzbaşı farklı bakıyordu, bir şeyleri biliyormuş gibi.

Sesim istediğim kadar sabit çıkmasa da “Elbette. Eğer siz de istiyorsanız,” diyebilmiştim. Kısık çıkan sesimi düzeltmek için boğazımı temizledim. “Tanışalım tabii.”

Mecburen kalktığım sandalyeye geri oturdum. Kaçma girişimimde başarısız olmuştum ama bu Çağlar’ı mutlu etmişe benziyordu. Heyecanla bana kendisi tanıtmaya başladığında aslında tekrar oturmaya karar vermenin pek de kötü bir fikir olmadığını düşünecek kadar delirmiştim.

“Ben Çağlar, timin bomba imhacısıyım.” Biliyorum. Yine de ilgiyle dinliyormuş gibi yapmaya çalıştım. “Her türlü bombayla başa çıkabileceğimi de temin ederim.” Biraz böbürlenerek söylediklerinin hemen ardından bir ses duyuldu. Fazlaca yüksek çıkan bu ses, Çağlar’ın ensesine inen bir ele aitti ve bu el Sarp’ın olmak gibi bir hataya düşmüştü.

Bana gülerek kendini anlatan adam birden kaşlarını çattı. “Hadi oradan be! Her türlü bombaymış da, üstesinden gelirmiş de, temin edermiş. Daha geçen oyundaki yanlış kabloyu kesip patlatmadın mı oğlum bizi?” Sarp kendi kuyusunu kazıyordu. “Yalnız ne vurdum he,” Çağlar’ın ensesine geçirdiği elini birkaç kere havada salladı. “Elim sızladı.” Hatta kuyuyu biraz fazla geniş kazıp onu direkt mezar da yapabilirdi.

Çağlar’ın yüzü yavaş yavaş kırmızıya dönmeye başladığında hiç iyi şeyler olacağını sanmıyordum ki benim sezgilerim biraz kuvvetliydi.

 

-0-0-0-0-0-0-0-

“Yeter!”

Tim tim değil, tımarhane çetesiydi. Geçtiğimiz on dakikanın ardından buna emin olmuştum.

“Ama-“

“Kes sesini! Ayrılın!”

Bertuğ yüzbaşının olaya girmesiyle olayı bitirmesi bir olmuştu. Anlaşılan on dakikalık bir eğlence ona yetmişti çünkü az önceki eğlenen ifadesiyle şu anki ifadesi taban tabana zıttı. Yüzbaşının bu halini gören Sarp ve Çağlar tam anlamıyla kan ter içinde ayrıldı. Çağlar hâlâ Sarp’a yan yan bakışlar atıyor olsa da onu bırakmıştı.

“Sayende komutana rezil olduk, hayvan!” Ciddi manada burnundan soluyordu.

“Yalan mı söyledik sanki a...“ Tam sözünü devam ettirecekken bakışları beni buldu. “...rkadaşım.” Bunları söyleyen Sarp da nefes nefeseydi.

Az önce birbirlerini yemişlerdi ama birazdan barışıp yine can ciğer kuzu sarma olacaklarına şüphem yoktu. Onlara dair okuduğum raporlar sayesinde bu tür şeylerin hep olduğunu biliyordum.

Mete bana doğru dönüp tebessüm etti. “Siz bunlara bakmayın komutanım, hep böyledirler.” Anlayışla başımı salladım. Elbette öylelerdi.

Çayını masaya bırakan Bertuğ Yüzbaşı’nın yüzünde az önceki ciddi ifadesinden ufacık bir kırıntı bile yoktu. Anlaşılan o ki yeri geldiğinde bu ikiliyi ayırmak için anlık maskeler takıyordu. Mantıklıydı, aksi halde ayrılmaları biraz zor gözüküyordu zaten.

Yiğit abi de bana döndü, “Onları kafaya takmayın komutanım, biz tanışma işine devam edelim.” dedi. Aslında Sarp ve Çağlar birbirlerine girmişken aradan tüymem gerekirdi, neden hiç aklıma gelmemişti? Oturup boş boş onları izlemiştim ve garip bir şekilde eğlenmiştim de.

“Ben Yiğit, bildiğiniz üzere sıhhiyeyim.” Son kelimeleri biraz can sıkıntısıyla masaya bakarak söylemişti ve maalesef ki derdini biliyordum. Derdi sol omzunda sızlıyordu.

Sarp tarafından vurulduğumda bilerek fazla sıkı sardığı sargı beni kolumdan edebilirdi ve bunu biliyordu. Açık konuşmak gerekirse onlara kızamıyordum çünkü beni bir terörist zannediyorlardı.

“Sorun değil.” dediğimde anlık bir şaşkınlıkla başını kaldırıp Mete’nin ardından bana baktı. Neye sorun değil dediğimi anlamaya çalışıyor gibiydi. Kendimi zorlayarak yüzüme küçük bir tebessüm kondurdum.

Her kafadan başka bir ses yükseliyordu. “Ben de Mete, keskin nişancıyım.” Onu da anladığımı belli edercesine başımla onayladım.

Tam Sarp söze girecekti ki Bertuğ yüzbaşının “Buna ne kadar devam edeceksiniz, yüzbaşım?” diyen sesi duyuldu. Kafamı ona çevirdiğimde doğrudan bana baktığını gördüm.

Yüzümde eğri durduğuna yemin edebileceğim tebessümü geri gönderip ona cevap verdim. “Neye, yüzbaşım?”

Göğsünde bağlı olan kollarını çözdü ve masanın üstünde tatlı bir ritim tutmaya başladı. “Bizi tanımıyormuş gibi yapmaya.”

İki sol, bir sağ, sus, bir sol, bir sağ.

Kaşlarım benden bağımsız olarak çatıldı. “Bizi tanıdığınız her halinizden belli. Görevdeyken Sarp’ın, Çağlar’ın ve Yiğit abinin Fransızca bilmediğinden çok emin bir şekilde bahsettiniz. Ayrıca apoletler olmadığı halde Yiğit abiye başçavuş dediniz.” Tuttuğu ritmi bıraktı ve avuçlarını masaya yasladı. Bu sefer tebessüm eden oydu. “İçeride bir hain olabileceğinden bile şüphelenmiştim.”

Doğruydu, içeride bir hain vardı ancak taraflar farklıydı. Hain olan bendim ve içlerine sızdığım kişiler bizim düşmanlarımızdı.

Sen yalnızca onlara hain değilsin ki Umay, hatırla!

Kaşlarımı serbest bırakmak için küçük bir uğraş verdim ancak buna değdi. Onlara karşı fazla sert olmak istemiyordum. Kan yerine kor pompalayan kalbime inat, onlarla aramı iyi tutacaktım.

Masaya oturduğumdan beri hiç konuşmayan Selçuk sözü devraldı. “Bizi nereden tanıyorsunuz?” Sesinde saf merak vardı.

Eğer merak ettiğin buysa, seni bir cenazede tanıdık Selçuk.

Yalan söylemem gereken yerlerde susmayı öğrenen birisiydim, ağzımı açıp tek kelime etmedim.

Bu sefer öncekilerden daha meraklı bakıyorlardı. Sanki bu gerçeği Bertuğ Yüzbaşı ve Selçuk konuşmadan önce fark etmemiş gibiydiler. Yüzbaşı vereceğim cevabı beklerken gözlerimin içine içine bakıyordu. Mete biraz geride oturduğu için direkt olarak birbirimizi görebiliyorduk.

Bir dakikaya yakın bir süre bekleyip de cevap alamayınca konuşmayacağımı anladılar. Yüzbaşı sesli bir nefes verirken “Peki,” demişti. “Öyle olsun.”

Masada az önceki havanın aksine sert rüzgârlar esmeye başlamıştı. Boşları almaya gelen Cafer bile bu havayı sezmiş gibi tek kelime etmeden bardakları alıp gitmişti.

Telefonumdaki saati kontrol ettiğimde mesainin bitmek üzere olduğunu gördüm. Onların yanında zaman fazla hızlı geçmişti.

Telefonu time doğru çevirerek saati onlara da gösterdim. “Mesai bitmek üzere, sonra görüşürüz.” dedim ve ayaklandım. Bu sefer kimse seslenip de beni durdurmamıştı.

 

-0-0-0-0-0-0-0-

“Şimdi ben lojmana başvuru yapamıyorum, öyle mi?”

“Normalde Ocak ayında internetten başvuru yapmanız gerekiyordu. Bildiğim kadarıyla birkaç daire şu an boş, yönetimle konuşursanız belki sizi alabilirler.”

“Anladım... Teşekkürler.”

Ellerimi ceplerime sokup lojmandan ayrıldım. Lojmanın kapısından desem daha doğru olurdu çünkü içeriye dahi alınmamıştım ve başvuru için kim olduğunu bilmediğim yönetimle konuşmam gerekiyordu. Tüm bunlarla uğraşmak yerine maaşımın yarısını kiraya bağlasam daha iyiydi.

Sorun ev tutmakta değildi. Şu an Ankara’nın lüks sayılabilecek sitelerinden birinde istediğim daireyi alacak kadar param vardı ancak ben büyük, abartılı bir yer istemiyordum. Birincisi, temizlemesi zor olurdu; ikincisi, ben orada sıkılırdım. Küçük bir lojman dairesi istemek suç muydu yani?

Ben Türkiye’den ayrılmadan önce internetin şehrin ortasında çekmediği oluyordu, şimdi ise internetten başvuru yapmayanı lojmana almıyorlardı. Aradan o kadar uzun süre de geçmemişti aslında.

Yapacak bir şey yoktu, albay kozumu oynama zamanım galiba gelmişti. Cebimdeki telefonu çekip çıkardım ve ekran kilidini açtım. Eski numaramı aldığım için sim kartı takar takmaz bütün rehberim telefonuma aktarılmıştı. Rehbere de bir ara el atmam gerekiyordu.

Yapılacak çok fazla işim birikmişti. Mesela sivil kıyafetim yoktu, bu büyük bir sorundu. Lojman askeriyeye yakın olduğu için sorun olmazdı ancak günlük hayatta şehrin içinde üniformalarla dolaşamazdım. Keşke dolaşabilseydim ama yapamazdım.

Ani bir kararla caddenin karşısındaki giyim mağazasına yöneldim. Yürürken ekrandaki Yıldırım Göktürk yazısına tıkladım ve telefonu kulağıma dayadım.

Telefon birkaç kere çaldıktan sonra tam ben mağazaya girerken açıldı. “Umay? Bir şey mi oldu?”

Fazla kalabalık olmayan dükkânın içinde yürümeye başladım. Biraz patavatsız olduğum için selam bile vermeden direkt konuya giriş yapmıştım. “Lojman için son başvuru süresi geçmiş galiba. Birkaç daire boş dediler ama biraz uğraştırıcı bir şeye benziyor.”

Telefonu kulağım ve omzum arasında sıkıştırıp gözüme kestirdiğim düz siyah tişörtü elime aldım. “Tamam, hallederim.”

Gözlerimi tişörtten çekmeden cevapladım. “Teşekkürler.”

Ellerim kumaşın yüzde kaçının pamuk olduğunu öğrenmek için etiketi ararken kapanmasını beklediğim telefondan albayın sesi yükselmeye devam etti. “Umay,” derken bir sıkıntısı var gibiydi.

Kaşlarımım otomatik olarak çatıldığını fark ettiğimde serbest kalmaları için küçük bir mücadele verdim. Etiketi aramayı bırakıp ciddi bir hâl takındım. “Emredin.”

“Kızım-” diyecek oldu ama izin vermedim. Aramızdaki mesafeyi korumak için sözünü kesmek pahasına “Komutanım?” diye atıldım.

Albayın verdiği nefes telefondan bile duyulacak kadar derindi. Birkaç saniyelik sessizlik onu huzursuz etmişti. “Yapma böyle,” dedi ve bir cevap vermemi bekledi.

Bir şey yaptığım falan yoktu. Dümdüz yaşıyordum işte, onların istedikleri de bu değil miydi? Cevap falan vermeyecektim, istediği kadar bekleyebilirdi.

“Görevden döndüğünden beri doğru düzgün yüzüme bile bakmadın. Sana bir yanlış mı yaptım?”

Tavırlarım onu gerçekten meraklandırmış gibi görünüyordu. Albay ona tavır yaptığımı düşünüyordu ve sebebini öğrenmek istiyordu. Ortada bir sebep yoktu çünkü tavır falan almamıştım.

Değiştiğimin farkındaydım, bendeki bazı şeyler eskisi gibi değildi ve asla da olamazdı. Bundan sonraki yaşantımı böyle sürdürecektim, bu acıydı ama gerçekti.

Kendimi sorguladığım anlarda matematiğe sığınırdım. O anki durumumu gözlemlemek böyle çok daha kolaydı.

Hayatımdaki her olumlu şey +1 olarak benliğimde yer edinir, kötü olgularla savaşırdı.

Son görevim benden çok şey almıştı. Savaşacak pozitif değerlerim kalmamıştı, tümüyle eksideydim ve buradan dönüşüm de yoktu. Son birkaç senede yaşadığım şeylerin tek olumlu yönü Lui’yi öbür tarafa kendi ellerimle yollamış olmamdı. Eksi dağının içinde bu artı, çok küçük kalmıştı.

Bu çöküşten kurtulmak için bazı şeyleri feda ettim. Artık ne artı vardı ne eksi, nötr kalmıştım. Mutlu değildim belki ama mutsuz olduğum da söylenemezdi. Huzurlu değildim belki ama kimse dışarıdan bakıp da bu kadını rahatsız eden bir şeyler var demezdi. Saklamayı öğrenmiştim. Bu uğurda hislerimden, kendimden vazgeçmiştim. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi kalkıp da beş sene önceki deli dolu Umay gibi davranmamı bekleyemezlerdi. Ben numara yapmadığım sürece mimiklerimi oynatmakta bile güçlük çekerken şen şakrak birisi olamazdım, kimse kusura bakmasındı.

Sessiz kalırken albayın önemli bir şey söylemeyeceği kanaatine varmıştım. Elimdeki tişörtü geri yerine bıraktım ve uzun kollu ama ince olan bir şeyler bulmak için etrafıma bakınmaya başladım. Aslında tişört giymeyi düşünmek bile aptallıktı. Kollarım morluklar ve çürüklerle doluyken bu imkânsızdı.

Cevap vermeyeceğimi sonunda anlayan Göktürk albay umutsuzca telefonu kapatmaya yeltendi. “En geç bir saate kadar lojmanda yerin hazır olur, gider anahtarını alırsın.”

Bu sefer susmaya gerek görmedim. “Teşekkürler.”

“Bir şey olursa yine ara, tamam mı?”

İleride gördüğüm uzun bluzlara yöneldim. “Emredersiniz.”

Telefonun kapandığını belirten ses sağ kulağıma ulaştığında telefonu alıp pantolonumun cebime attım. Allah’tan gömleğin cepleri büyüktü de beremi, apoletlerimi falan oraya sıkıştırabilmiştim. Eğer öyle olmasaydı askeriyeden çıkmak hayal olurdu. Şehir içinde enayi gibi bordo bere ve yüzbaşı yıldızları ile gezip açık hedef olamazdım, başka kıyafetim de olmadığı için resmen orada mahsur kalırdım. Üniformalar karargâha yakın olduğum için çok da sorun değildi.

Postallarımın yeni silinmiş zeminde çıkardığı gıcırtılar sinirimi bozmaya başlamıştı. Evet, mesai bitiminde hemen o beyaz ayakkabılardan kurtulup yedek üniformalarımı ve postallarımı teslim almıştım. Şu an yedek üniformalarım hangarda bir köşede duruyordu, lojmana bugün geçebilirsem onları da yarın eve getirirdim.

Askıların yanına geldiğimde yavaşladım. Aynı modelden gazla alakasız renkler vardı. Kahverengi, mavi, sarı ve neon pembe bluzlar gözlerimi acıtınca elimle askıları karıştırmaya başladım. Bluzlar karışık yerleştirilmişti, her sırada çeşit çeşit renkler vardı.

En sonunda siyah bir tane bulduğumda onu almak isterken birçok askının birbirine geçtiğini gördüm. Biraz arkada kaldığı için el yordamıyla bir şekilde çıkartmaya çalıştım ve başarılı da oldum. Diğerlerinden kurtardığım askıyı çekip çıkarttığımda alnımda atan bir damar hissettim.

Bak bu sana çok yakışır, askeriyede eğitimde falan giyersin.

Benim istediğim bluz bu değildi! Elimdeki leopar desenli garip şeyi hemen arka sıralarda bir yere tıkıştırdım. Neden şunları düzenlemiyorlardı ki!

Anlık bir sinirle askıların karışmış olduğu sıradaki bluzların hepsini tutup asılı oldukları yerden kurtardım ve kucağıma aldım. Yanımdaki süveter reyonunun üstüne onları bıraktım ve tek tek askıların yönlerini düzeltip onları geri yerlerine aşmaya başladım. Sanki buranın görevlisi bendim, işlerini düzgün yapmayanlar yüzünden düştüğüm haller içler acısıydı.

Leopar desenli olanı en arkada bıraktığımdan emin olup bütün bluzları astığımda resmen burnumdan soluyordum. Sinirlendiğim şey o garip giysinin deseni değil, mağazadaki düzensizlikti.

Diğerlerinden ayırıp kenara koyduğum siyah bluzu elime alıp arkamı döndüm. Burada kaybettiğim beş dakikamı hemen şimdi geri istiyordum. Resmen hayatımdan beş dakika çalınmıştı!

Elimdekini denemek için kabinleri doğru giderken yolun üstünde gördüğüm sade bir siyah kot pantolon, mevsimlik ince bir ceket ve taytı da yanıma aldım. Hepsi olursa her şey mükemmel olurdu. Tahminimce hepsi tam olacaktı çünkü eskiden kalma bilgilerimi konuşturarak ölçülerine bakmıştım.

Allah’tan mağazada klima vardı da terlemiyordum, buna da şükürdü. Deneme kabinlerinin olduğu yere geldiğimde içeriye göz attım, kabinlerin hepsi boştu. Rastgele bir tanesine girip perdeyi sonuna kadar çektim. Bu perdelere de gıcık oluyordum, kamuya açık bir alanda her an açılabilirmiş gibi duran bir kumaşın arkasında soyunmak fazlasıyla rahatsız ediciydi. Bir kapı en fazla ne kadar para edebilirdi? Allah’ın cimrileri, yine sinirimi tepeme çıkarmışlardı.

Bluzu denemek için soyunduğum esnada elimden geldiğince aynaya bakmamaya çalıştım. Vücudumdaki izler geçene kadar aynalarla biraz küs olmamda herhangi bir sakınca görmüyordum. Hızlıca deneyip çıkardığım kıyafetlerin bedeni bana uymuştu, tek seferde bedenimi bulabilmek iyi hissettiriyordu.

Hepsini alıp kabinden çıktım. Seçtiğim giysilerin kumaşları kaliteliydi ve beni uzun süre idare edeceklerine de kesin gözüyle bakabiliyordum. Tamamdı, bunlar bana yeter ve artardı. İç çamaşırı reyonundan da bedenime göre bir şeyler ve çorap aldıktan sonra başka bir ihtiyacım kalmamıştı.

İleride tişörtleri katlayan bir görevli gördüğümde yanına ilerledim. Şimdi sadece bunların aynılarından bulup ücretlerini ödemek kalmıştı.

-0-0-0-0-0-0-0-

“Buyurun komutanım,” diyen güvenlik taşıdığı poşetleri yere bırakıp cebinden bir anahtar çıkardı. “Daireniz burası, yeni boşaltıldığı için fazla kirli olduğunu sanmıyorum ama yine de siz bakarsınız.”

Anahtarı elinden alıp kapının kilidini açtım. Anahtarın doğru olduğuna emin olduktan sonra dönüp “Teşekkürler.” dedim ve yerdeki poşetlere uzandım.

Anlayışla başını sallayıp griye doğru bir adım attı. “Bir şeye ihtiyacınız olursa arkadaşlara ya da bana haber verebilirsiniz. Diyafonun üstündeki numara güvenlik kulübesine ait, acil durumlarda arayabilirsiniz.”

Başımı aşağı yukarı sallayarak anladığımı belirttim. “Tekrar teşekkür ederim.”

Git artık be adam.

“İyi akşamlar.” dedi ve sonunda arkasını dönüp merdivenlere doğru ilerledi. Ben de yerdeki poşetleri alıp açtığım kapıdan içeri bırakmaya başladım. Poşetlerin hepsini bıraktıktan sonra postallarımın bağcıklarını çözüp ayaklarımı onlardan kurtardım. Her ne kadar kendilerini pek sevmesem de o spor ayakkabılara bin basarlardı.

Çıkarttığım postalları alıp evin içine girdim. Akşamüstü olduğu için koridor loş görünüyordu. Apartman kapısından sızan ışık sayesinde lambanın düğmesini gördüğümde kapıyı komple kapattım.

Sağ tarafımda kalan düğmeye bastığımda koridor aydınlandı. Gördüğüm manzara kâbuslarımın asıl şimdi başladığını anlatıyordu. Koridor böyleyse evin geri kalanı acaba nasıldı? Ben burada kafayı yerdim!

Bütün mobilyalar beyazdı. Bembeyaz.

Mobilyaları görmemle beraber muhtemelen psikolojik nedenlerden dolayı burnuma toz kokusu dolmuştu. Gözlerimi sıkıca kapatıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Tamam, alt tarafı birkaç mobilyaydı. Evin hepsini deli hastanesi gibi bembeyaz yapacak halleri yoktu ya?

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Elimdeki bezle beraber yavaşça yere çöktüm. Artık gücüm kalmamıştı.

Dairenin benden önceki sahipleri sağ olsun, bundan sonraki yaşantımda kendimi bir deli hastanesinde gibi hissedecektim. Bozulan sinirlerim yüzünden aldığım nefesler hızlanırken resmen ağlamak istiyordum.

Her yer tozluydu. Tozlu olmasa bile bana tozlu gibi görünüyordu. Sil sil bitmiyordu. Üniformalarımı bile çıkartmadan bu işe girişmiştim ve artık tamamen emindim, ben burada kafayı yerdim.

Kafamı nereye çevirsem beyazdı. Televizyonun çerçevesinden koltukların ayaklarına kadar her yer beyazdı. Odadaki tek renk, temizliğin ortasında kafayı yiyip kenara fırlattığım gömleğimdi. Üstümdeki kısa kollu askeri tişört ise terden tam anlamıyla sırılsıklamdı.

Kendimi oturduğum yerde geriye doğru bıraktığımda tüylü halının vücudumda bıraktığı his bende nefret uyandırmıştı. Bir hışım daha yeni oturduğum yerden ayaklandım ve yerdeki tüylü şeyi yuvarlayarak topladım. Onu omuzlayıp salondan çıktığımda hedefim dış kapıydı.

Şu lanet şeyden bir an önce kurtulmak için demir kapının kilidini yere fırlattığım anahtarla açmaya çalıştım. En sonundaki kilidim açılma sesi geldiğinde boşta olan elim ile kapının kulübünü indirip hızlıca açtım.

Dışarıya bir adım atacağım esnada eli havada kalan Çağlar ile göz göze geldik. Bakışlarımda artık ne gördüyse elektrik çarpmış gibi birkaç adım geri çekildi.

Mükemmeldi! Timimdeki askerlere omzumda halı ile yakalanmadım da demezdim artık.

Çağlar’ın geri çekilmesiyle beraber halıyı apartmanın koridoruna bıraktım. Kollarım o şey yüzünden kaşınıyordu.

Bırakmadın Umay, fırlattın. Bayağı bazuka gibi attın yani.

Kollarımı kaşırken ensemden aşağı süzülen ter damlalarını hissediyordum. At kuyruğumdan kurtulan saçlarım da ter yüzünden kıvırcıklaşmışlardı. Anlamıyordum zaten, dalgalı mıydım kıvırcık mı belli değildi.

Ellerimde saçlarımı yüzümden çekerken Çağlar’a doğru döndüm. Önemli bir şey olmasa bu saatte evimin kapısına gelmezdi herhalde. Sahi, oturduğum yeri nereden bulmuştu lan bu?

Sakin olmak için aldığım derin nefesi verirken Çağlar’a da “Söyle.” demiştim. Ne diyecekse desindi. Leş gibi terlemiştim zaten, duş almam şarttı. Allah’tan yedek üniformaları yanıma almayı yarına bırakmayıp gidip getirmiştim. Yoksa yarın bu şeyleri tekrar giyip akşamına da derimi yüzmek zorunda kalacaktım.

“Siz,” dedi. Beni baştan aşağı süzdü. Gözleri kollarımda oyalandığında yutkunduğunu gördüm. “İyi misiniz?”

İyiydim fakat biraz cinlerim tepemdeydi. O evi komple yaksam yine temizlenmezdi. Ben için için kendimi yerken Çağlar hâlâ bön bön kollarıma bakıyordu, bok vardı sanki!

Üstünde sadece tişört var Umay, gömleği salona çıkarttın ya hani...

Temizliğe girişirken çıkarttığım gömleği geri giymeyi unutmuştum. Kollarımdaki izlerin hepsi gözler önündeydi. Açık vermiştim, hem de öyle böyle değil...

Boğazımı temizleyip rahat bir tavır takındım, gerildiğimi belli etmeyecektim. Sinirden kıpkırmızı kesilmiş, burnumdan soluyor olabilirdim ama tavırlarımı değiştirmek benim için zor değildi. Benim işim buydu, şekilden şekile girmek uzmanlık alanımdı.

“İyiyim,” dedim. “Sen nasılsın?”

Maalesef buradan dönüşüm yoktu. O kolları görmüştü bir kere. Kendini toparlayıp yüzüme bakmaya başladı. Bakışları afallamış gibi görünüyordu. “İyiyim, sağ olun.”

“Bir şey mi oldu?” Bu saatte derdi neydi ki?

Biraz çekingence lafa girdi. “Bizimkilerle yemeğe gidelim demiştik,” eliyle evimin kapısını gösterdi, “Siz de yeni geldiniz ya hani, evde yemek yoktur diye çağıralım dedik. Yani, isterseniz tabii...”

Öğlen bana karşı aldıkları tavır ile bu yemek kararı tamamen çatışıyordu. Belki de beni gerçekten tanımak istiyorlardı, belki de onları nereden tanıdığımı öğrenmek için sorguya çekmek. Bilemiyordum ama davete icabet etmek sünnetti, onları reddedip gözlerinde iyice garip birine dönüşmeyecektim. El mahkûm, gidecektim.

Bir hafta içinde iki tane yemek operasyonu çekmek de tam bana göreydi.

“Ne zaman?”

“On dakika sonra çıkarız, size de uyarsa.”.

Kafamı tamam anlamında salladım. Arkamı dönüp eve girecektim ki sormayı unuttuğum şeyi dillendirdim. “Buraya nasıl geldin?”

Eliyle arkasındaki daireyi gösterdi. “Ben ve Sarp burada kalıyoruz,” solumdaki daireyi gösterdi, “Mete komutanım ve Yiğit abi burada,” ve son olarak sağımdaki daireyi işaret etti, “Bertuğ komutanım ve Selçuk komutanım da burada kalıyor. Numaranız bizde yok ama albay Bertuğ komutanımı arayıp buraya geleceğinizi söylemiş, Biz yemeğe gidelim deyince Bertuğ komutanım sizi de çağırmamız gerektiğini söyledi.”

Çok iyiydi. Üç tarafım Pusat Timi ile çevrilmişti, tek yanlışımda kim vurduya giderdim. Bayağı iyiydi.

“Anladım,” dedim. “On dakika sonra buradayım.” Arkamı dönüp kapıdan içeri girerken kendimi garip hissediyordum. O izleri gören üçüncü kişi Çağlar olmuştu ve bundan time bahsedip bahsetmeyeceğinden emin değildim.

Bir izi en fazla iki kişi bilmeliydi. İzi bırakan ve onunla yaşayan. Bir başkasının onu bilmesi beraberinde bilinmezliği getirirdi, onunla vurulacağından korkardı insan.

Yaşayıp görecektim. Çağlar gördüklerinden time bahsederse -ki muhtemelen bahsedecekti- o yaraları sarmak da onların elinde olacaktı, beni sürekli onlarla vurmak da. Görmezden gelirlerse hiç sesim çıkmazdı, ben yaralarımı kendim sarmaya alışıktım.

-0-0-0-0-0-0-0-

Hayatı hızlı yaşamaya alışkın olduğum için beş dakika içinde hızlı bir duş almak benim için zor olmamıştı. Kıyafetlerimi giyerken kafama sardığım tişört de olduğu kadarıyla saçlarımın nemini alıyordu.

İlk başta duşa kabinin beyaz kapılarını görünce fenalık geçirecek gibi olsam da her şeyi hallettim sayılırdı. Yalnızca suda geçip çıkmıştım, şampuan falan hak getireydi. En kısa zamanda evin ufak tefek ihtiyaçları için bir alışveriş yapacaktım.

Girişe fırlattığım poşetlerin içinden çıkardığım tişörtlerden iki tanesini maalesef şimdilik havlu niyetine kullanmak zorunda kalmış bulunuyordum. Biriyle vücudumdaki su damlalarından kurtulurken diğerini saçlarıma havlu gibi sarmıştım. Diğer bir poşetin içinden çıkardığım iç çamaşırlarımı giymiş ve koparttığım etiketlerini de ayakkabılığın üstüne koymuştum. Başka bir poşetten çıkardığım pantolon ve uzun kollu bluzu da giydiğimde idare eder gibiydim.

Kafamdaki tişörtü çıkartıp kendisiyle aynı olan diğer tişörtün yanına fırlattım. Artık eskisi gibi çeşitlilik takıntım yoktu, üstüme uyan şeylerden 9-10 tane alıp kenara koyuyordum ve kendileri beni epeyce idare ediyorlardı. O yüzden siyah her zaman en iyi seçimdi, her ortama giderdi.

Yeni aldığım şeyleri yıkayıp giysem daha çok içime sinerdi ama olsundu, elde olanla yetinmeyi bilmek zorundaydım. Ayakkabılıktaki boy aynasının önüne geçip saçlarımı ellerimle açmaya çalıştım ama imkânsızdı. Bu saçlar iflah olmazdı, kafamı kazıtmamak için zor duruyordum.

Duşta karışmamaları için özellikle sarf ettiğim çabaya rağmen kabarıp garip bir görüntüye sahip olmayı başardıkları için elimdeki tek tokayı verimli kullanmaya karar verdim. Elimle en tepeleri olabildiğince düzeltip ensemde bir topuz yaptım, şimdi saçlarım da idare eder gibi duruyordu.

Paketli olan çoraplardan bir çift çıkartıp ayaklarıma geçirdim. Salondan telefonumu ve cüzdanımı alıp geri geldiğimde etrafın resmen savaş alanına döndüğünü yeni fark ediyordum. Eve girer girmez çılgınlar gibi orayı burayı silmeye başlayınca hâl böyle oluyordu tabii. Neyse, gelince hallederdim.

Pantolon üstüme tamamen yapışmasa da hafif dar kesim olduğu için postalları giyip giymek konusunda kararsız kalmıştım. Telefondan saati kontrol ettiğimde yalnızca bir dakikam kaldığını gördüm. On dakika dediysem on dakika sonra orada olmalıydım.

Postallardan birini ayağıma geçirip yere basmadan aynaya bakıp kendimi süzdüm, çok garip durmuştu. Bana kalsa sakıncası yoktu ama time henüz böyle görünmek istemediğime kanaat getirdim. İlerleyen vakitlerde belki olabilirdi ama şimdi değil.

Kendi kendime kısık sesle birkaç küfür savurarak en uzaktaki poşeti açtım ve bugün kurtulduğum için bir lokma döktürmediğim kalan beyaz spor ayakkabıları elime aldım. Getirdiğim telefon ve cüzdanı pantolonun ceplerine sokuşturduktan sonra girişe bıraktığım silahımı da belime sıkıştırdım. Silahı kamufle etmek için aldığım mevsimlik ceketlerden birini paketinden çıkartıp üstüme geçirdiğimde hazırdım. Açık olan lambaları kapatıp çıkmak için hareketlendim.

Dış kapıyı açıp ayakkabılarımı giydiğim esnada sağ tarafımdaki dairenin kapısının açılma sesi kulaklarıma ilişti. Ayakkabılarımı giydikten sonra doğrulup arkamı döndüm ve kapıyı kilitledim. Şimdi sırasıyla diğer iki kapının da sesi gelmişti.

Anahtarı cebime atıp arkamı döndüğümde tüm timi sivil kıyafetlerle beraber görmüştüm. Kimisi ayakkabısını giymeye çalışıyor, kimisi birbiriyle şakalaşıp konuşuyordu. Ya bana alışmaya çalışıyorlardı ya da görmezden geliyorlardı, ikisinden biri olduğu kesindi.

Hepsinin içinde kollarımı bağlamış bana bakan biri vardı. Özgüvenli bir duruş sergiliyordu, belki de beni anlamaya çalışıyordu. Timini ailesi gibi görüyordu ve bir tehdit mi yoksa gerçekten dost canlısı mı olduğumu bilmek istiyordu. Sonuç olarak kimse yıllarca koruduğu timine yeni gelen bir yabancının zarar vermesini istemezdi.

Herkes hazır olduğunda kapılarını kilitledi ve yüzbaşının yanına gitti. Ben de birkaç adım ile onlara yakınlaştım. Bana baktığını fark etmeme rağmen gözlerini üzerimden çekmemişti. Tam karşısında durup ona bakmaya başladığımda en sonunda boğazını temizleyip arkasını dönmüştü.

“Hadi bakalım,” diyerek merdivenlere yöneldiğinde hepimiz peşinden gittik. En arkada ben vardım ve bu durumdan hiç de şikâyetçi değildim.

Umarım birinin arabasında bizim için yer vardır, yoksa yandık ki ne yandık...

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Lütfen oy vermeyi unutmayın, kendinize iyi bakın!

Loading...
0%