Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm - Rezillik

@kelimelerimveben

Selamlar! Yoğun istek üzerine birkaç gün arayla tekrar geldim efenim!

Siz oy verip yorum yazıyorsunuz, ben de bölüm atıyorum. Bence güzel anlaşma. 👍

O halde buyursunlar bakalım, iyi okumalar!

 

 

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Üç gün sonra...

Elimde yanan sigarayı izlerken ondan bir duman almak ve almamak arasında gidip geliyordum. Zihnimin bulanıklığı onu içme isteği uyandırıyordu ama hayır, bunu yapmayacaktım.

Önümdeki göle vuran yakamoz çok güzeldi. Onun sebebi ay olsa da yattığım yerden izlediğim yıldızlar daha bir çekici geliyordu. Son yarım saattir aklımda gezinen bir şarkı vardı. Yalnızca bir kısmı zihnimin duvarlarını aşındırıyordu ama bu bile fazlasıyla anlamlıydı.

Sana sıkılan kurşun

Ciğerime saplanır

Bilmem bu acı nasıl

Yüreğimde saklanır

İnsanlar yakılıp bırakılmış sigaralara benziyordu. Evet, yarım saatten daha uzun bir süredir yanan sigaraları izleyerek bunu düşünüyordum. Delirmiş de olabilirdim çıldırmış da, umurumda değildi.

Kendi halimizde yaşayıp giderken birisi gelip bizi yakıyordu. İyi veya kötü, yanıyorduk bir şekilde. İlk heyecan geçtiğinde acı çekmeye başlıyorduk ve kahrımız daha hızlı dinsin diye bizi yakan kişiden medet umuyorduk. Bakıyorduk, belki de yalvarıyorduk ama o arkasını dönüp gidiyordu. Öylece kalakalıyorduk, senelerce içten içe yanarak kendimizi tüketiyorduk. Ruhumuz yıldığında insanlar söndüğümüzü zannediyordu ama en ufak kıvılcımda tekrar yanmaya başlıyorduk. Küllerimiz havada uçuşup toprağa karışıyordu ve oralarda can çekişiyorduk.

Canımın benden kopmaya hevesli olduğunu hissettiğim zamanlar olmuştu. Hayatım ölümle burun buruna geçmişti, mesleğe girmeden önce de bu böyleydi. Ben kendimi kendi ölümüme hazırlarken hayat yine oyununu oynamış, bir tek beni sağ bırakmıştı. Şimdi ise ne yapacağımı bilmediğim noktadaydım. Birinin yol göstermesine ihtiyacım vardı ama kimseden yardım isteyecek halim de kalmamıştı. En ihtiyaç duyduğum zamanda yanımda olmayan insanlar bugün de bana tekmeyi basmaktan çekinmezlerdi.

Yanışını izlediğim sigaranın külü üstüme düştü, kıyafetimi yaktığını hissettim. Tepkisiz kalmak, hakkını vererek sönmesini izlemek istedim ama bu mümkün değildi. Bedenimde bir de sigara izi görmeyi kaldırabileceğimden emin değildim.

Yattığım yerden hızla doğrulduğumda üstüme dökülen kül de yeri boylamıştı. Bitmek üzere olan sigarayı yanımdaki taş zeminde söndürdüm ve izmariti diğerlerinin yanına bıraktım. Bir paket sigaranın izmariti yanımdaydı ama hiçbirini ben içmemiştim. Onlar kendi kendilerini yakıp söndürmüşlerdi.

Kafamı kaldırıp son kez yıldızlara baktım. Oralarda bir yerde olduklarını biliyordum ama benim yanımda olduklarından artık emin değildim. Yanımda olsalardı bu kadar yalnız hissetmezdim. Ya da hisseder miydim? Alışamadığım ölüm böyle bir şey miydi?

Kendi kendime yanmaya devam edeceğimi bile bile, keşke birer kurşunla ölselerdi diyerek “keşke”lerimi bile kana buladığım kardeşlerimden medet umuyordum. İşte çaresizlik buydu.

Umay Belemir çok uzun zamandır çaresizlik denizinde yüzüyordu ama boğulmaya ilk defa bu kadar yaklaşmıştı. Belki de sonum çok yakındı.

Ateş, yalvarırım bana yardım edin. Çıkmazdayım.

 

 

 

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Yemeğin yendiği akşam, evden çıktıktan hemen sonra...

Sokağa indiğimizde timdekiler sanki anlaşmış gibi ikiye bölünmüştü. Yolun karşısında arka arkaya park edilmiş iki tane araba vardı ve onlara doğru ilerliyorduk, zannedersem bunlarla gidecektik.

Karşıdan karşıya geçtikten sonra Sarp, Çağlar, Yiğit abi ve Mete soldaki araca; yüzbaşı ve Selçuk da sağdaki araca yönelmişti. Hepsi araçlara dağılmıştı ve ben tabiri caizse mal gibi ortada beklemeye devam ediyordum. Mete’nin sürdüğü araç yavaşça hareketlenerek yola çıktığında aslında hangi arabaya bineceğim kesinleşmişti ama izinsiz binmek de istemiyordum açıkçası.

“Yüzbaşım?”

Bir diğer sürücü koltuğunda oturan yüzbaşı bana sesleniyordu. Dönüp baktığımda eliyle gel işareti yaptı. “Hadi, diğerlerine yetişmemiz lazım.”

Gerçekten halden anlayan bir adamı time komutan yapmıştım. Bana da helal olsundu.

Gereksiz bir gurur patlaması yaşayarak hızlı adımlarla arka kapıyı açıp kendimi içeri bıraktım. Kapıyı kapattıktan sonra herkesin kemerini takmış olduğundan emin olan yüzbaşı aracı hareketlendirmişti.

Pek de uzun sürmeyen bir yolculuğun ardından yüzbaşı arabayı park edip el frenini çektiğinde kemerlerimizi çıkartıp arabadan indik. Havada hafif bir meltem vardı, Ankara’nın sıcağı da sıcaktı yani ama bu ılık rüzgar işleri biraz olsun kolaylaştırıyordu.

Geldiğimiz yer çoğunlukla yemekçilerin olduğu bir çarşıydı. Buraları bilirdim, karnım aç olduğunda az arşınlamamıştım. İleride bizi bekleyen diğer grup ile birleştikten sonra gidecekleri yeri biliyormuş gibi çarşıda ilerlemeye başladılar. Bugün uslu bir komutan olup sorun çıkarmadan şu yemek olayını bitirip gitmek istediğim için sessizce peşlerine takıldım.

Birkaç dakika yürüdükten sonra tim yavaşladı ve bir dürümcünün önünde durdu. Anlaşılan seçtikleri yere gelmiştik ve hayat yine benimle dalga geçmenin acımasız yöntemlerinden birini bulmuştu.

Sarp, Çağlar’ı iterek kapıdan içeri sokarken diğerleri de onları takip etti. Ben elim kapının kulbundayken duraksamış, içeri girememiştim. Neden hep beni buluyordu? Neden hep bana denk geliyordu?!

Ömer Yusuf’u içeriye itiyordu. Timin geri kalanı içeri girerken Mert ve Serdar kahkaha atıyordu.

“Komutanım, birer zurna?”

“Zurnana başlayacağım ama artık ha! İçimiz dışımız zurna oldu Ömer!”

“Sana soran mı var, mal herif!”

Bir süredir kulaklarımda çınlayan sesler vardı, sonunda delirmiştim.

Titrediğini fark ettiğim ellerimle kapıyı yavaşça ileriye doğru ittim. Çoktan yerlerine kurulmuş olan Pusat’ın yanına gittiğimde boşta olan tek sandalyeye de ben kurulmuştum.

Garson bizim masaya doğru gelirken masanın üstündeki pet şişelerden birini açıp içindeki suyu kafama diktim. İçimdeki yangın sönmüyordu, lavaboya gitmek için ayaklanacağım esnada yanımda biten garsonla beraber duraklamak zorunda kalmıştım.

“Hoş geldiniz, ne alırsınız?”

Sanki hep beraber bir şey yemek istiyormuş gibi birbirlerine baktılar. Bertuğ yüzbaşı “Siz seçin,” diyerek masanın üstündeki menüyü gösterdiğinde Sarp’ın adeta gözleri ışıldadı. Aklına gelen fikir çok hoşuna gitmiş gibi görünüyordu.

“Komutanım, birer zurna?”

 

 

 

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Aklıma gelen şeyler yüzünden lokmalar boğazıma dizilmiş olsa da yemek mevzusu genel olarak sorunsuz geçmişti. Son lokmamı ağzıma attıktan sonra doyduğumdan emin bir şekilde geriye yaslandım.

Sarp’ın zurna teklifini timdeki herkes onayladığında çıkıntılık etmemek için ben de onaylamıştım. Yemeklerimizi yemiş, içecekleri de tatlılar eşliğinde de sonsuzluğa uğurlamıştık.

Yemek yerken meşgul olduğum işe fazlasıyla odaklandığım için timin garip bakışlarını yeni fark ediyordum. Yemek yemek bir zanaattı, özenle yapılması gerekirdi.

Timle fazla diyaloğa girememiş olsam da aramızdaki buzların biraz eridiğini düşünüyordum. Yani şu an attıkları bakışların sebebini bilmiyor olsam da kötü bir şey olmadığını umuyordum.

Yalnız iyi yedik ha.

Var ki yiyoruz anam.

Garsonu çağırmak için elimi kaldırdığım esnada bakışlar daha da tuhaflaşmıştı. Çoğu şaşkın bakıyor olsa da bazılarının gözlerinde dehşet ifadeleri de görmüştüm. Yüzbaşı bana canlı bombaymışım gibi bakıyordu, onun iflahını keserdim. Kendileri sağ olsun, omzumdaki sargıdan kurtulamadan alnıma dikiş attırmıştım.

Hayırdır yani, ayı mı oynatıyordum burada? Ne bakıyordu bunlar bana böyle?

Daha fazla içimde tutamayıp sordum. “Ne oldu? Ne bakıyorsunuz öyle?”

Daha onlar cevap veremeden gelen garson “Buyur abla,” demişti. İlk başlarda resmi takılsa da yediğimiz onca yemekten sonra biraz samimi olmuştuk kendisiyle. “Ne istedin?”

Gözlerimi timde gezdirdim. Çay içerlerdi herhalde?

Ellerimi masanın dizlerime koyarak garsona döndüm. “Çay var mı, çay?”

“Yok abla, dürümcüde çay ne arasın?”

Oturduğum yerde ofladım. “Hadi ya...” Tamam, moral bozmak yoktu. Bir çözüm bulunurdu.

Umay, karşıda kahvehane var.

Karşımdaki camdan gözüken kahvehane ile birkaç saniye bakıştık. Ayağa kalkıp garsonu bir iki masa öteye çektim. Timin duymayacağı şekilde “Şu karşıdan çay kap gel bize.” dedim. Garson bana boş boş baktığı için onun anlayacağı dilden konuşmaya karar verdim. “Parası neyse veririm oğlum, bahşişini de alırsın...”

Bahşişi duyunca tavuk görmüş tilki gibi dikti kulaklarını tepeye. “Tamam abla.” dedi. Gitmek üzereyken kolundan tuttum, “Dört tane demli, ikisi normal. Bak ne çok açık ne de çok demli olacak, anlaşıldı mı?” Öğlen böyle içmişlerdi diye hatırlıyordum. Kafasını aşağı yukarı salladı. “Anlaşıldı abla.”

Garson muhtemelen karşıya gitmek için izin almak amacıyla Bahtiyar abinin yanına, kasaya doğru ilerledi. Bahtiyar abi beni ya tanımamış ya da fark etmemişti. İkisi de mümkündü ve henüz onun karşısına çıkıp hedef haline gelmek istemiyordum. Hesabı öderken zaten ister istemez yüzünü görecektim. Onu sevmediğimden değildi, kendisi beni ölü biliyordu ve bir anda karşısına çıkmak garip bir deneyim olacaktı.

Masaya dönüp yerime oturduğumda çıt çıkmıyordu. “Evet,” dedim. Masanın üstündeki dürüm kağıtlarını ve künefe tabaklarını kenara iterek ellerimi masanın üstünde birleştirdim. “Sorun nedir?”

Yiğit abi yerinde dikleşti. “Estağfurullah komutanım, sorun falan yok.”

“Eee?” dedim. “Niye gulyabani görmüş gibi bakıyorsunuz bana?”

Sorumun cevabını almak için onlara bakarken bir şey söylemelerine gerek kalmamıştı. Hepsinin gözleri aynı anda az önce kenara ittiğim kağıtları ve tabakları bulmuştu.

O yemek canavarları bile birer zurna ve künefe ile doyarken sen zurnanın üstüne et döner, yanına da iki künefeyle üç tombul ayranı haklayınca doğal olarak şaşırdı millet.

İlk yemek operasyonunda onlar dünyayı yemişti de ben laf etmemiştim, şimdi yediğim azıcık şey mi battı yani?

O zaman sen onların yanında değildin, Umay. Onlara çok yiyorlar diye laf etmiştin ama yanlarında olsan hesap ikiye katlanırdı, emin ol.

Boğazımı temizleyip oturduğum yerde dikeldim. “Şimdiden alışsanız iyi olur çünkü bu durum," elimle yediklerimin çöplerini gösterdim. "Maalesef bu akşama özel değil.”

Masanın benden en uzak yerindeki Sarp kısık sesle ıslık çaldığında duyacağımı tahmin etmiyor olmalıydı. Dönüp direkt olarak ona bakmaya başladığımda duyduğumu anladı. Durdu, yutkundu ve hafifçe boğazını temizledi.

“Pardon komutanım...”

Başımla onu onayladım. Bu onayın alt metninde aferin, yola gel yazıyordu ve o da bunun farkındaydı. Müşterilerin sesleri çok olabilirdi ama benim kulaklarım uykuda bile dışarıdaydı. Yakınımda olup da duymayacağım şeyler yok denecek kadar azdı.

Duymadığın şeylerin başına nasıl belalar açtığını hatırlıyorsun, tabii tetikte olursun.

Birkaç dakika boyunca timin kendi aralarında konuşmalarını dinledim. Şimdiye kadar sorunsuz ilerliyordum.

Yemek boyunca eskiden çalıştıkları yerlerden ve oradaki anılarından bahsetmişlerdi. Ben bu konuya karşı çekimser bir tavır sergilemiş, dahil olmaktan kaçınarak Selçuk gibi yalnızca dinlemeyi tercih etmiştim.

Selçuk için hiç konuşmuyor diyemezdim ama genel olarak geyik muhabbetlerden uzak duruyordu. Birkaç kere yanındaki Yiğit abi ile memleketleri hakkında konuştuklarını yakalamıştım.

Gözlerim sürekli yan yana gezen Sarp ve Çağlar’ı buldu. Gülerek masadakilere bir şeyler anlatıyorlardı. Kediyle köpek gibiydiler, birbirlerine girmeden duramıyorlardı ama en ufak tehditte de sırt sırta vererek kendilerini koruyorlardı. Birkaç senede kardeş gibi oldukları göz önündeydi.

Mete’ye döndüğümde onun da bana baktığını gördüm. Önüme dönmeme fırsat vermeden “Siz nerelerde görev yaptınız komutanım?” diye sormuştu.

Mete’nin arkasından elinde çaylarla beraber yaklaşan garsonu görünce rahatladım. En azından yalnızca bu soruya cevap verip sonrasında tüyebilecektim.

“Hakkari ve Ankara’da görev yaptım ama kısa bir süreliğine Şırnak’ta da bulunmuştum.”

Sağ tarafımdan başka biri konuştu. “Hakkari’de sizi gördüğümü hatırlamıyorum.”

Konuşan kişi Bertuğ yüzbaşıydı. Ben Ankara’ya gitmeden birkaç gün önce Hakkari’deki görev yerime gelmişti. Ben onu görmüştüm ama onun beni fark etmemiş olması çok normaldi.

Cevap vermeme gerek kalmadan garson elindeki çay tepsisini masanın ortasına koydu. “Afiyet olsun.”

Gelen çaylar ile beraber herkes garsona döndü. Bütün sesler kesilmişti. Yüzbaşı tek kaşını kaldırarak gelen çaylardan birini önüme çekti, bu esnada garsona da gerekli soruyu yöneltmişti. “Çay yok demiştin?”

Garson iki adım gerileyip eliyle direkt olarak beni gösterdi. “Ablaya sorun.” dedi ve götünü dönüp gitti.

İnsan öyle parmakla işaret edilir mi, hayvan herif!

Bir anda tekrardan masanın ilgi kaynağı olmuştum. Altı tane adam dümdüz bana bakarken gerilmemek elde değildi. Çaylardan kendime uygun olanı önüme çekip bir yudum aldıktan sonra onlara da tepsiyi işaret ettim. “İçersiniz diye düşündüm.”

Çayı tabağına bırakırken timdekiler gülerek çayları almaya başlamıştı. Bu galiba iyiye işaretti.

Yiğit abi “Valla sağ olun komutanım, yemeğin üstüne iyi gider.” dediğinde diğerleri de teşekkür etmeye başlamıştı.

“Önemi yok.” dedim ve ayağa kalktım. “Ben bir lavaboya gideyim.”

Başlarıyla onayladıklarında masadan ayrılıp yerini bildiğim lavaboya doğru ilerledim. Yanından geçtiğim kasada Bahtiyar abiyi görmeyi bekliyordum ama sandalyesi boştu. Belki de bir işi çıkmıştı, olabilirdi.

Lavaboda ellerimi ve ağzımı sabunladıktan sonra duvardaki aparattan kağıt havlu aldım. İlk elime geleni doğrudan çöpe attım. Tuvalet gibi mikrop yuvası olan bir yerde ucu açıkta duran peçeteyi kullanmak mantıksızdı. Direkt olarak çöpü boylamalıydı.

Başka bir peçete alıp onunla ellerimi ve ağzımı kuruladım. Lavaboda işim bittiğinde dışarı çıkıp direkt olarak kasaya yöneldim.

Kasaya geldiğimde bu sefer sandalye boş değildi ama oturan adamın da beklediğim kişiyle uzaktan yakından alakası yoktu. Biraz kalıplıydı, tahminimce boyu da vardı. Sivri kemikli bir yüzü ve sıfıra vurulmuş saçları vardı. Temkinlice biraz daha yaklaştım.

Gelişimle beraber elindeki telefonu kenara bırakan adam ayağa kalkıp benimle aynı boya geldi. Belki biraz daha uzundu. “Buyurun?”

“Bahtiyar abi nerede?”

Adamın ağzından gülmeye benzer birkaç ses çıktı. Gıcık bir tavır takınarak “Tanıdığım bir tane Bahtiyar olduğu için aynı kişiden bahsettiğimizi düşünüyorum.” dedi.

Sadede gel keltoş, kafana yumurta kırmayayım.

“Bahtiyar bey burayı bana satalı üç sene kadar oluyor. Mekanın yeni sahibi benim.”

Kaşlarım çatıldığında onlara engel olmadım. Gözlerim hemen duvardaki ruhsat belgesini ve çalışma izinlerini buldu. Doğru söylüyordu, belgelerde onun fotoğrafları vardı.

Yılların Bahtiyar abisi çekip gitmişti.

“Anladım... Aslında hesap ödemek için gelmiştim, masa dört.”

Az önceki tavrını bir kenara bırakarak anlayışla başını salladı. Galiba Bahtiyar abi ile aralarında bir çekişme yaşanmıştı. Önündeki adisyon kağıtlarının içinde bizim masanın olanları buldu ve masanın üzerine çıkardı. Hesap makinesini kağıtların yanına koyup önümde toplamaya başladı.

Böyle yaparak aslında fazladan para almadığını kanıtlıyordu. Toplama işi bittiğinde çıkan sonucu direkt olarak bana gösterdi. “Çay istemişsiniz galiba ek olarak, onların parasını garsona verirsiniz.”

“Tamamdır.” İlk yemek operasyonuna kıyasla bu çok az bir meblağ gibi geliyordu.

Cebimdeki cüzdanımı çıkartıp içinden birkaç tane iki yüzlük çekip çıkardım. Lojmana geçmeden önce çarşıdan dönerken yol üstündeki bir bankaya uğrayıp bir miktar para çekmiş ve Ankara’ya geldiğim ilk gün başvurusunu yaptığım kredi kartını teslim almıştım.

Çıkardığım paraları kasa masasının üstüne bıraktım. Para üstümü aldıktan sonra masaya gitmek için arkamı döndüm. Bu iş de hallolmuştu. Güzeldi.

Masaya giderken gözüm bir yandan da garsonu arıyordu. Çocuğa bahşiş vereceğim demiştim o kadar, yalancı çıkmamak lazımdı.

Bizimkilerin birkaç masa yanında aldığı sipariş bitmiş olacak ki bana doğru döndü. Bana dönmüştü ama elindeki kağıda bakarak yürüyordu. Hemen yanına gidip az önce aldığım para üstünü eline sıkıştırdım. Çok bir para değildi ama az bir para olmadığı da kesindi. Bu para çayları ödeyip üstüne bir de fazlasıyla bahşiş bırakırdı.

Verdiğim parayı görünce adisyonlara daldırdığı kafasını hemen kaldırdı. “Sağ ol abla.”

Kafamla rica ederim anlamında bir işaret yapıp en sonunda masaya döndüm. Sandalyemi çekip oturduktan sonra çayımı elime aldım. İlk geldiğindeki kaynarlığı yoktu ama hâlâ sıcaktı.

Çay gerçekten muhteşem bir nimetti. Yemeğin başından beri ara sıra esen soğuk hava dalgasını komple kırmıştı. Genel olarak sorunsuz ilerlemiştim ama bazı noktalarda öğlenki olayı hatırlayıp tavır aldıklarını da fark etmemiş değildim. Artık o tavırlar yoktu, hepsi gülüp eğleniyordu. Nemrut yüzbaşı bile.

Fonda Sarp’ın kahkahası çalarken masadaki herkesin çaylarını bitirdiğini fark ettim. Anlaşılan kalkmak için beni bekliyorlardı. Daha fazla beklemesinler diye parmaklarım arasındaki bardağı kafama dikip sıcak çayı tek seferde mideme gönderdim.

Boğazım tanıdık ısıyla sızlarken karşımdaki Yiğit abi elini uzatarak beni durdurmaya çalışmıştı. “Hop! Ya komutanım n’apıyon ya?! Yanacan yanacan!”

Bir anda Yiğit abiye gelen şive güncellemesi hoşuma gitmişti. Elimdeki bardağı masaya bırakırken “Bir şey olmaz.” dedim ve arkama yaslandım.

Birkaç dakika daha muhabbet ettikten sonra Bertuğ yüzbaşı masadan destek alarak ayağa kalktı. Nereye gidiyordu?

Nereye gittiğini sormak gibi bir mallık yapmayacaktım. Eğer yapsaydım ve hesap için değil de tuvalet için kalkmış olduğunu söyleseydi deli dehşet rezil olurdum. Bırakayım gitsindi. Hesap için gittiyse zaten hemen geri dönerdi.

Döner? Bir de döner mi gömsek acaba Umay ya, canım çekti bak.

İnsani sınırlar içinde kalmam gerektiğini kendime hatırlatarak döner isteğini en gerilere fırlatıp attım. Şu sıralar canımın çekmediği şey yoktu, insanın içinde bulunduğu ülke iştahını etkiliyordu herhalde.

Normalde hesap işini nasıl yapıyorlardı bilmiyordum ama bu seferlik ben ödeyivermiştim.

Bu daha sonrasında onlara kilitleyeceğin yemeklere yol yapmak değil de ne?

Yüzbaşı kasaya doğru ilerlediğine göre ya sırayla ödüyorlardı ya da bugün yüzbaşının içinden gelmişti. Belki de bir kurban seçip her seferinde ona ödetiyorlardı, bilemezdim. Zamanla öğrenecektim.

Kasadaki adamla konuşup gelen yüzbaşının yüzünde garip bir ifade vardı. Sınırlı desem değil, şaşkın desem değil, mutlu desem hiç değil.

Masaya döndüğünde direkt olarak bana bakıyordu. “Yüzbaşım?” diye bir şeyler ima etmeye çalıştı. Ne ima ettiğini anlamıştım ama anlamamazlıktan gelecektim. Hâlâ bana bakıyordu. Bu hikayedeki tren ben, öküz de galiba Bertuğ yüzbaşı oluyordu.

“Bir seferlikti, yüzbaşım.” dedim ve onun gibi ayağa kalktım. Bizim kalkmamızla beraber tim de ayaklanmıştı.

“Ama bu iki oldu,” dedi ve kollarını göğsünde bağladı. Şu kollarını bağlama işini çok sık yapıyordu.

Doğruydu, pratik açıdan iki kere yemek ısmarlamış oluyordum ama işler teoride değişiyordu.

O teori ve pratiğin yerini karıştırmış olabilir misin?

Hayır. Pratikte iki yemeği de ödeyen bendim ama teoride ilkini Şilan, ikincisini ise Umay ödemişti. Hâl böyle olunca teorik olarak ben ilk defa yemek ısmarlamış oluyordum.

Albay gelip savunmanı yaz dese bunu yazardım yeminle. Bir Sokrates, bir de bendi yani. Kıymetimi bilemediler efendim.

Yüzbaşıya tüm bunları anlatmaya üşendiğim için yalnızca omuz silkerek cevap verdim. Daha yeni bağladığı kollarını çözerken “İyi madem, kesenize bereket.” dedi ve kapıya yöneldi.

Hep beraber arkasından giderken Çağlar’ın “Umay hanım mı ödemiş hesabı?” dediğini duydum. Sarp kızarak araya girmişti. “Hanım ne lan? Komutanım diyeceksin.”

Kafaya geçirilen bir şaplak sesi kulaklarıma ulaştı. “Ne diyeyim kardeşim? Umay hanım komutanım mı diyeyim?”

Onlar birbirlerine girmeden önümdeki yüzbaşı “Çağlar, Sarp, yine başlamayın.” Diyerek uyarıda bulunmuştu. Anlaşılan onun da kulaklar radardı.

Çağlar’ın sesi anında kesildi. Anlaşılan o ki göt korkusu hat safhadaydı. Yerine göre korku salmak iyiydi.

Anlaşılan o ki yüzbaşı onları nereden tanıdığım konusunu gerçekten de kendi içinde kapatmıştı. Kapatmış olmasaydı illaki yemekte de sorusunu tekrarlardı.

Geldiğimiz düzenle aynı şekilde lojmana döndük. Herkes dairelerine girerken birbirine iyi geceler diledi.

Bu evde bana geceler anca kabus olurdu. Kapıyı kilitler kilitlemez salona daldım ve işime kaldığım yerden devam etmeye başladım.

Bu ev temizlenmeden bana uyku yoktu.

 

 

 

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Uzaklardan gelen alarm sesi beni kabusumdan kopardığında kan ter içinde uyandım. Aldığım nefes bana yetmiyordu. Hızla ayağa kalktığımda gözüm kararsa da sanki odanın içinde oksijen kalmamış gibi pencereye koştum.

Titreyen elimle pencereyi biraz zorlanarak da olsa açabilmiştim. Kafamı dışarı doğru uzattığımda temiz hava ciğerlerime dolmuştu ama yine de nefes alamıyordum. Boğulmak üzere gibiydim.

Sol elim ağrıyan göğsümü bulduğunda sarsak adımlarla balkon kapısına doğru ilerledim. Yatak odasının tek iyi yanı bir balkona sahip olmasıydı.

Zar zor kendimi balkona attığımda daha fazla direnemedim ve kendimi yere bıraktım. Hava yeni yeni aydınlanıyordu, tam vaktindeydik. Yerdeki soğuk fayanslara yasladığım ellerim üşüyordu. Gözlerim yanıyordu ama ağlayamıyordum. Belki de ağlasam her şey düzelecekti.

Hiçbir şeyin düzeleceği falan yok. Kendini kandırma, Umay.

Boynum işlevini yitirmiş gibiydi. Enseme giren ağrıyla beraber tansiyonumla alakalı ters giden bir şeyler olduğuna emin oldum. Şu anki durumum hiç normal değildi.

Solumda kalan balkonda bir hareketlilik sezdim ama şu an onunla uğraşabilecek durumda değildim. Derin birkaç nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Sol elimin altında kalan kalbim sanki onu tutup sıkan birisi varmış gibi delicesine çırpınıyordu. Alt tarafı rüyamda gördüğüm şeylere vücudum böylesine tepkiler verirken omları yaşadığımda nasıl ayakta kalmıştım? Nasıl hissizleştiğimi daha iyi anlayamazdım.

Boğuk bir ses duydum ama anlamak imkansızdı. Kulaklarım uğulduyordu. Aynı ses bir kez daha bana ulaştı. Yine anlamamıştım.

“Umay!”

Birinin bana seslenmesiyle beraber az önce kapattığım gözlerimi açtım. Başımı eğdiğim yerden kaldırmak istedim ama çok ağrıyordu. Yine de kendimi fazlasıyla zorlayarak sesi duyduğum yöne döndüm.

Görüşüm bulanık olduğu için gözlerimi birkaç kez kapatıp açtım. En sonunda görüntüler netleştiğinde karşılaşmayı en son isteyeceğim şeyle karşı karşıyaydım.

Solumdaki balkonda, elinde yanan sigarasıyla bana endişeli gözlerle bakan bir Bertuğ yüzbaşı vardı. Bu saatte niye uyanıktı?

Acilen kendimi toparlamam lazımdı. Toparlanıp içeri girmem lazımdı ama şu an değil içeri girmek, ayağa kalkacak gücüm bile yoktu. Çöktüğüm yerde kendimi neredeyse tüm gücümü kullanarak duvara yasladım ve az öncekinin aksine kısmen düzgün bir şekilde oturmaya başladım. Başıma şiddetli bir ağrı girdiğinde kafamı duvara yaslayıp kollarımı iki yana bıraktım.

“İyi misin?” diye soran yüzbaşıya hiçbir cevap veremedim. Takatim yoktu.

Kendi balkonunun korkuluğuna yaslanarak bana yaklaşabildiği kadar yaklaştığını gördüm. Balkonların arasındaki mesafe zaten fazla değildi, şu an beni net olarak görüyor olmalıydı. “Ne oldu?” diye sordu.

Ne olduğunu anlatmaya ne dilim varırdı ne de yüreğim dayanırdı. Gördüğüm şey yalnızca bir kabus değil, aynı zamanda geçmişten bir kesitti.

Bir anlığına kapattığım gözlerimin önüne patlayan bir depo geldiğinde kalbim göğüs kafesimden çıkıp gitmek istiyormuş gibi atmaya başladı. Az önce de çok hızlı atıyordu ama şu an bambaşka bir şeydi.

Yeter Umay, çok uzadı bu mevzu. Yüzbaşıya rezil oluyorsun, kendine gel!

Yutkunarak kafamı yasladığım yerden kaldırıp ona baktım. “İyiyim.” dedim ama buna kendim bile inanmamıştım. Zaten sesim de fısıltıdan öteye geçememişti.

Yüzbaşının bir şeyler daha dediğini fark etmiştim ama şu an ne dediğini kavrayamıyordum. Acilen kendime gelmem gerekiyordu. Gözlerimi kapattım ve bana acı veren tüm görüntüleri tek tek sildim. Bir süre boyunca zihnimi tamamen boşaltmaya çalıştım.

Nefeslerim düzene girdiğinde gözlerimi tekrardan açtım. Denediğim şey işe yarıyor olacak ki birkaç dakikanın ardından çok daha iyiydim. Kalbim bana biraz izin vermişti, en azından üstüme çöken ağırlıktan kurtulmuş ve uzuvlarını hareket ettirebilir hâle gelmiştim.

Yerden destek alarak ayağa kalktığımda başım hâlâ ağrıyordu. Ellerimi birbirine vurarak onlara bulaşan tozlardan kurtuldum. Yüzbaşının hâlâ aynı yerde durup bana baktığını anlamak için illa ona bakmam gerekmiyordu.

Sağımdaki sandalyeyi balkonun en sol köşesine çekip oturdum. Fazla ayakta kalmamakta fayda vardı.

Daha fazla uzatmak istemeyerek kafamı kaldırıp ona baktım. Ben oturuyordum ama o hâlâ ayaktaydı. Elindeki sigara az önce yanıyordu ama şimdi sönmüştü. Birkaç kül tanesi ayaklarının hemen dibine düşmüştü.

“İyi misin?” dedi tekrardan. Sesinde hâlâ bariz bir endişe vardı ama az öncenin aksine biraz daha sakindi. Ne olduğunu merak ettiğinin de farkındaydım. Timindeki bir askeri dizleri üstüne düşüren şeyin ne olduğunu bilmek istemesi gayet normaldi.

Yutkunarak sesime ulaşmaya çalıştım. Bu sefer “İyiyim,” dediğimde en azından onun duyabileceği kadar yüksek sesle konuşabilmiştim. “Sigara versene.”

Kırk yıllık asker arkadaşın gibi konuşup durma adamla. “Hayırdır, ne bu samimiyet?” derse göt gibi kalırsın ortada.

Bertuğ yüzbaşı kırk yıllık olmasa da asker arkadaşım olduğu için bunu sorun etmeyecektim. Konuşma şeklimi beğenmeyen varsa kusura bakmasındı ama siktirip gidebilirdi.

Bir anda gelen isteğimle afalladı ama çok da belli etmek istemeyerek kendini toparladı. Eline eşofmanının cebine atıp çıkardığı sigara paketini ve çakmağı kendi balkonundan benim balkonuma doğru uzattı. Balkonlar arasındaki mesafe muhtemelen bir metreye yakındı.

Birinden diğerine atlamak dördüncü katta olduğumuz için sıkıntı yaşatabilirdi ama sohbet etmek ve bir şeyler alıp vermek için elverişli olmadığı söylenemezdi.

Ayağa kalkıp uzattığı şeyleri aldım. Paketten bir dal alıp dudaklarımın arasına koydum. İçime derin bir nefes çekerek sigarayı yaptığımda paketi ve çakmağı ona geri uzattım.

Hani bırakacaktın sigarayı?

Şu an hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Daha kargalar bokunu yememişken yaşadığım rezillik bana yeter de artardı.

Elimdekileri alıp tekrar cebine attı. Ben karşıya bakarak sigaramdan birkaç duman çektiğim esnada sol kulağıma ulaşan kulak tırmalayan sandalye sesiyle beraber onun da sandalyesini bana yaklaştırdığını anladım. Göz ucuyla baktığımda tahminimde haklı olduğumu görmüştüm.

O da benim gibi oturup karşıya bakarak bir sigara yaktı. Aslında karşıdaki binanın gri duvarında izlenecek hiçbir şey yoktu. Ben onun yüzüne bakıp rezilliğim ile yüzleşmek istemiyordum, o ise buna saygı duyarak bana bakmamaya çalışıyordu.

Sessizce sigaralarımızı içtik. Ne o beni rahatsız etti ne de ben onu. Sağ elimdeki daldan son dumanı içime çekip dışarı bıraktıktan sonra balkonun korkuluğunda söndürdüm. Dizlerimden destek alarak ayağa kalktığımda o da kalkmıştı.

Açık bıraktığım kapıdan içeri girmeden önce dönüp ona baktım. “Gördüklerini unut, yüzbaşı.” Şimdi bana ifadesiz bir şekilde bakıyordu. Kafamla kendisini işaret ettim, “Bana hep böyle bak.” dedim ve evin içine girip balkonun kapısını kapatıp kilitledim. Kimseyle gereğinden fazla samimi olmak istemiyordum, sonra canım yanıyordu. O kadar yanıyordu ki böyle oluyordu işte, kendimi bir balkonun zemininde buluyordum.

Bu son olan şeyle beraber benimle arasına koyduğu mesafeler ya ikiye katlanacaktı ya da sıfırlanıp hiçliğe karışacaktı. Birazcık insan psikolojisi biliyorsam bu iki seçenekten birisi olacaktı ve ben de ona göre bir yol izlemek zorunda kalacaktım.

Mesafeler ikiye katlanırsa işim işti. Mesafe iyiydi ama her şey gibi onun da fazlası zararlıydı. Operasyonlarda sırt sırta verip savaşacağı biriyle bu denli uzak durmaması gerekirdi.

Olur da sıfırlanırsa buna çok da üzülmezdim. Hatta bu beni kendi timinden biri olarak göreceği anlamına geldiği için sevinme olasılığım bile vardı. Bir tim komutanı sizi kabul ettiyse o tim tarafından kabul edilmiş sayılırdınız. Bunun en iyi örneği öğlen beni masaya çağırmaları olabilirdi.

Yatağa oturup başımı iki elim arasına aldım. Birkaç gündür rezilliklerim üst üste geliyordu. Önce Selçuk kabus gördüğümü görmüştü, ertesi gün Çağlar kollarımı fark etmişti, şimdi ise yüzbaşıya güçlü bir koz vermiştim. Her geçen gün daha fazla batırıyordum.

Seçim hakkın yok, komutan.

Yorgunluktan kapanan gözlerimi hızla geri açtım.

İzle!

Bu sesler artık susmalıydı. Dayanamıyordum. Galiba deliriyordum.

Yatak odasından çıkıp yavaş adımlarla salona doğru ilerledim. Lojmanda eşyalı bir daire bulmak nimet gibiydi, hele hele eşyalar yeniyse imkansıza yakını başarmışım demekti.

Dün evi incelerken aslında hiçbir mobilya ihtiyacım olmadığını görmüştüm. Çoğu mobilya yeni gibiydi. Tek sıkıntıları beyaz olmalarıydı, onları da zamanla boyayarak falan hallederdim herhalde.

Mobilyalar yerli yerinde olsa da evde neredeyse hiç eşya yoktu, yalnızca mutfakta sebil, salonda klima ve televizyon vardı. Su içecek bir bardak bile yokken mutfak dolabının içinde bulduğum onlarca el bezi ve temizlik malzemesi de şaka gibiydi. Yatmadan önce susadığımda kireç sökücüyü kafama dikmeyi düşündüğüm için ben değil, eski ev sahipleri utanmalıydı. Olsundu, en azından evi silebilmiştim.

Tam bir ruh hastasısın, manyak kadın!

Bütün mobilyaları sakince silip toz kalmadığına emin olana kadar uyumamıştım. İçim rahat bir şekilde sırtımı yatağa bıraktığımda ise pek rahat bir uyku çekebildiğim söylenemezdi.

Dün evden çıkmadan önce girişe rastgele fırlattığım kıyafetleri derleyip toparlamış, yatak odasındaki gardıroba yerleştirmiştim. Onların haricinde, gardırobu bir gözünde sadece üniformalarım vardı. Hepsini nizami bir şekilde bulduğum askılara asmıştım. Bu bölüme daha nice kıyafetler gelecekti. Kamuflajlar, mevsimlik üniformalar, belki birkaç ekipman...

Telefonumdaki saati kontrol ettiğimde henüz mesaiye zaman olduğunu gördüm. Pencerenin perdesini -balkonun camını da kapatacak şekilde- çektikten sonra üstümdeki terli kıyafetleri çıkartıp odanın köşesine, yıkanacak olanların yanına bıraktım. Önce iç çamaşırlarımı değiştirdim, sonra da dolaptan aldığım bluz ve taytı giydim. Komodinin üstünde duran silahı taytımın beline sıkıştırıp üstüme de dün giydiğim ceketi geçirdim. Saçlarımı açıp tekrardan topuz yaptım, aslında berbat görünüyorlardı ama yapacak bir şey yoktu.

Telefonumu ve cüzdanımı ceketimin cebine attıktan sonra evden çıkmak için hole yöneldim. En azından yakındaki benzinliğe gidip eve birkaç şey alabilirdim, değil mi?

Ayakkabılığa astığım anahtarı alıp evden çıktım. Sitenin ana kapısını da arkamda bıraktığımda yaz mevsimine rağmen hafif serin olan havada ellerim cebimde yürüyordum.

Henüz saat erken olduğu için etrafta pek kimse yoktu. Fazla acele etmeden yakınlardaki benzinliğe gittim. Benzinliğin marketine girdiğimde gözüme bir şey çarpmıştı, kasadaki adam adeta ayakta uyuyordu. Gözleri açıktı ama bedeni kendini çoktan uçak moduna almış gibiydi. Marketin yarısını boşaltsam ruhu duymazdı.

O kameralar da korkuluk niyetine koyuluyor zaten, Umay. Say hi.

Lafın gelişi söylediğim bir şey için açıklama yapmayacaktım. Bir anlığına da olsa gerçekten köşede kırmızı noktası yanıp sönen kameraya bakıp el sallamayı düşünmüştüm, kendime inanamıyordum. İyice salaklaşmıştım.

Bu yol şehir dışına çıkarken sıkça kullanıldığı için benzinlik de hayli büyüktü. Marketi bizim karargah kadar vardı herhalde. Yavaş adımlarla ilerleyip markete girdim. Hızlı bir şekilde her yere göz gezdirdim ve almam gereken şeyleri teker teker belirledim. En son hepsini alıp kasaya götürdüm.

Diş macunu, duş fırçası, pet bardak, burada bulunduğuna şaşırdığım bir tarak, şampuan ve saç kremi almıştım. Aldıklarımı kasaya bıraktığımda çıkan tok sesle beraber çalışan irkildi ve hemen ayağa kalktı.

“Hoş geldiniz.”

Aldıklarımın parasını ödedikten sonra poşeti elime alıp oradan çıktım. Aslında biraz gıda maddesi de almam gerekiyordu ama fiyatları pahalı gelmişti. Gerçi fiyat algım da kalmamıştı, ben giderken ekmek bir liraydı, gelmiştim on lira olmuştu. Ne ucuz ne pahalı anlayamaz olmuştum ama kafamda ekmek hesabı yaparak bir şeylere karar veriyordum.

Ekmek hesabı?

Alacağım şeyin kaç ekmek ettiğine bakıyorum işte. Mesela otuz liraya bir içecek var diyelim, bunu mu alırım yoksa üç tane ekmek mi diye soruyorum kendime, cevabıma göre karar veriyorum.

Aslında mantıklı lan.

Ne sandın yavrum...

 

 

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Poşettekileri banyoda yerlerine yerleştirdikten sonra kısa bir duş almıştım. Şampuan gören saçlarım şaşkınlıktan kabarmayı bile unutmuşlardı. Duştan sonra onları taradığım halde herhangi bir şey gözüme çarpmıyordu.

Gardırobun boy aynasında kendime son kez çekidüzen verdikten sonra geri çekildim. Yedek üniformalarla beraber gelen tişörtü ve onun üstünde giydiğim gömleği pantolonumun içine sokmuş ve palaskam ile sabitlemiştim.

Şifonyerin üstüne bıraktığım tarağı elime alıp tekrar aynanın karşısına geçtim. Dalgalı, hafif nemli saçlarımı düzgünce taradım ve tepeden toplamak üzere elime lastiği aldım. Lastiği saçlarıma dolarken yatağın üstüne bıraktığım telefon çalmaya başlayınca sinir katsayım bir tık zorlanmıştı. Saçımı düzeltmek için o kadar uğraşmışken telefonun çalması haksızlıktı. Mesaiye de yirmi dakika kalmıştı, geç kalmamam lazımdı.

Şu an bu saçı bozmaya gönlüm izin vermeyeceği için hızlı hareketlerle saçlarımı sıkıca topladım ve ardından hemen telefona yöneldim. Ekranda gördüğüm isim ile aceleyle telefonu açtım.

“Kıdemli Yüzbaşı Umay Belemir, dinliyorum komutanım.”

“Günaydın yüzbaşım.”

“Sağ olun komutanım.”

Telefonu sağ omzum yardımıyla tutarken bir yandan da çoraplarımı giyiyordum.

Göktürk albay tok bir sesle devam etti. “Görevden yeni döndüğün için iki hafta izinlisin. Dün söylemeyi unuttum, bugün karargâha gelmene gerek yok. Telefon bilgilerini tim komutanı ile paylaşacağım, herhangi bir görev gelirse haberin olacaktır.”

Ellerim bir anda dururken gözlerim karşımdaki aynaya kilitlendi. Bir kendime baktım, bir telefona.

Bu şimdi mi söylenir ya!?

Açık konuşmak gerekirse üniformaları çıkartmaya üşendiğim için albaya küçük bir soru yöneltmek istedim. “Bugünlük geleyim desem komutanım?”

Albay, gülüşü bana kadar ulaşırken cevap verdi. “Evrak işi derim, yüzbaşım.”

Tövbe de Umay, iki hafta adım atmayalım karargâha!

Çaresizce bir nefes verip el mahkûm “Emredersiniz komutanım.” dedim. Ben bunu dedikten birkaç saniye sonra da albay telefonu kapattı.

Telefonu oflayarak yatağın üstüne bıraktıktan sonra hızla ayağa kalktım ve içimden saniyeleri sayarak elimden geldiğince hızlı bir şekilde üstümü değiştirdim. Böyle yaparak kendimle yarışmadığım zamanlarda genellikle üşengeç kişiliğim ağır basıyordu. Zaten temiz diye bütün gün evde o üniformalarla gezmek istemiyorsam bunu yapmam şarttı.

Giyinmeyi bitirdikten sonra ellerimi belime koydum ve rahatlayarak derin bir nefes verdim. Başıma ne geliyorsa dikkatsizlik ve üşengeçlikten geliyordu.

Yere fırlattığım üniformaları tekrar yerlerine astıktan sonra dolabın kapaklarını kapattım. Askeriyede olmasa bile dışarıda çok işim vardı. Evin eksikleri çok fazlaydı, onları tamamlamam gerekiyordu. Mutfaktaki arıtma cihazını ve sebili bana bırakan eski ev sahiplerine teşekkür ediyordum. Biraz hastalıklı bir zihniyetleri olsa da şu an kendileri sayesinde temiz su içebiliyordum.

En acilinden buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi, fırın, bardak, yemek takımı, havlu gibi şeyleri alıp getirmem gerekliydi. İhtiyaçlar saymakla bitmezdi, hızlı aksiyon almak lazımdı. İşler yapmadan bitmezdi ama ondan önce birkaç saat uyumak iyi gelebilirdi.

Telefonu komidinin üstüne sesinin açık olduğundan emin bir şekilde bıraktım ve altımda pantolon olmasını umursamadan kendimi yatağa bıraktım. Zaten temizlik yüzünden geç yatmıştım, üstüne bir de kabus görüp sabahın köründe uyanmıştım. Uyduğumdan da bir şey anlamamıştım, biraz kaliteli uyku benim de hakkımdı.

İçimden bildiğim bütün duaları üçer beşer kere okuduktan sonra sırtımı duvara yaslayıp gözlerimi kapattım. Bu sefer rahat uyuyamamak gibi bir derdim olacağını sanmıyordum. Şeytandan, cinden, periden, artık her ne varsa ondan korunmak için üç kere okuyun denilen her türlü duayı beş-altı kere okuyup işimi sağlama almıştım.

Hadi bakalım vesveseci, yiyorsa şimdi gel!

İçimden de olsa büyük konuşmayı kesmem gerekiyordu. Gerçekten gelirse mal gibi kalırdım. Hadi o gelmedi diyelim, bir anda karabasan çökerse ebeminkini tersten görmem işten bile olmazdı. Allah korusundu.

 

 

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Gözlerimi ovuşturarak yatakta gerindim. Bütün kaslarım gevşemişti. Çok fazla kaşıdığım için sulanan gözlerimi silerek yavaşça doğruldum. Galiba dualar ise yaramıştı, çok güzel uyumuştum.

Kalkar kalkmaz karşımda gördüğüm kendim ile şöyle bir bakıştım. Saçlarım savaştan çıkmış gibiydi. Önce banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım sonra da odaya geri dönüp saçlarımı tekrar tarayıp topladım. Artık nasıl uyuduysam kendimi çok iyi hissediyordum.

Odanın perdelerini açıp içeriye ışık dolmasını sağladıktan sonra telefonumu elime aldım. Birisi aramış mı diye bakmak niyetiyle ekranını açtım. Açar açmaz ana ekrandaki saat kısmında gördüğüm “15.07” ibaresine birkaç saniye saf saf baktım.

Çüş, kütük gibi uyumuşsun Umay!

Valla biraz daha uyusam kış uykusuna dönebilecek olan o uyku bana öyle iyi gelmişti ki... Bu kadar saat uyuduğuma kızamıyordum, vücudun ihtiyacı varmış ki uyumuşuz yani.

Yatarken ayağımdan çıkıp odanın garip garip yerlerine kaçan çorapları yerden alıp ayağıma geçirdim. Bu kadar dinlenmek yeterdi, işler vardı.

Silahımı takıp ceketimi de giydikten sonra telefonumu ve cüzdanımı pantolonun cebine, evin anahtarını ise ceketin cebine koymuştum. O lanet beyaz ayakkabıları görmek bu evden sonra midemi bulandırmaya başlamıştı. Her şey beyazdı, bari onlar farklı bir renk olsaydı.

Hayata karşı olan sitemlerimi kendime saklayıp ayakkabılarımı giydim ve evin kapısını kapatıp kilitledim. Merdivenlerden aşağı inerken bir yandan da internetten yakınlardaki spotçulara göz atıyordum. Yürüyerek gidebileceğim herhangi bir yer bulamayınca güvenlikten yakınlardaki bir taksi durağının numarasını alıp taksi çağırdım.

Taksi geldiğinde arka koltuğa geçtim. “Çankaya’ya gideceğiz.”

Çok uzun sürmeyen bir yolculuktan sonra istediğim yere gelince taksinin ücretini ödeyip arabadan indim. Bu caddede neredeyse bütün ihtiyaçları karşılayan dükkanlar vardı, elbette bir spotçu da bulurdum.

Biraz yürüdükten sonra yol üstündeki bir dükkana sorup aldığım tarife uyarak büyük bir spotçunun önüne geldim. Yani, spotçu demeye bin şahit yetmez, bin birinciyi isterdim. Büyük markaların satış bayileri bile belki bu kadar büyük değildi.

Cam kapıyı iterek içeri girdim. Birkaç müşteri eşyalar arasında geziniyordu ve yanlarında da bir görevli vardı. Buna ek olarak kasada da nazik görünümlü bir hanımefendi oturuyordu. Benim içeri girdiğimi gördüğünde ayağa kalkarak küçük adımlarla yanıma geldi.

Saçları dalgalı tatlı bir sarıydı, muhtemelen doğaldı. Başına kurdele şeklinde bir bandana takıp onları tutturmuştu. Üstünde de midi, bandanasıyla aynı tonda mavi çiçek desenleri olan beyaz bir elbise vardı. Benim gördükçe çıldırmama sebep olan beyaz spor ayakkabılar ona yakışmıştı.

Aramızda bir buçuk metre kadar mesafe kaldığında durdu ve ellerini birbirine kenetledi. Sıcak bir şekilde tebessüm ederek “Buyurun, hoş geldiniz.” dedi ve geçmem için eliyle işaret etti. Dükkanın ortasına doğru ilerledik. Ben durduğumda o da durdu.

“Evet... Merhaba.”

“Merhaba.”

“Ben beyaz eşya bakmak istiyorum.”

Kadın tekrardan tebessüm etti ve eliyle yolu gösterdi. “Tabii.”

O önde ben arkada ilerlerken aklıma bir şey takılmıştı. Neden bunların adı beyaz eşyaydı? Bu ne saçma işti? İlla beyaz olmaları mı lazımdı yani? Neydi bu beyaz takıntısı?

Neydi seni bana veren günahın adı, Umay?

Bu soruları sonra düşünmek için çokça vaktim olacaktı. Adı beyaz eşya diye beyaz alacak halim de yoktu zaten. Adamlar o kadar uğraşıp inoks falan yapmışlar böyle gri gri, boş gitmesinlerdi.

Allah aşkına ara sıra “Ben ne diyorum ya?” de, kendini sorgula. Allah’ın adını verdim bak.

İlk önce buzdolaplarının olduğu bölüme gelmiştik. Kadın karşımda durup tekrar gülümseyerek konuşmaya başladı. Hatta konuşmadı, resmen şakıdı. Bülbül gibi sesi vardı, maşallah diyeyim de nazara gelmesin yani.

“Kullanım amacınız nedir? Size ona göre bir öneride bulunabilirim.”

“Evde kullanacağım, bana yetse yeter.”

O kutlu dolap sana yetse koca karargahı doyuracak malzeme alır içine Umay.

Kadın anlayışla başını salladı ve biraz daha ilerleyip sanayi tipi olanların aksine daha insancıl boyutta olan dolapların yanında durdu. “İsterseniz ben size özelliklerini anlatayım, siz de karar verin.”

Başımla onayladım. “Olabilir,” dedim ve küçücük bir es verdim. “Ancak rica ediyorum, lütfen gri rengi olmayan modelleri direkt es geçin. Evimde daha fazla beyaz görmek istemiyorum.”

Kadın anlamadı, bana birkaç saniye dümdüz baktı ve zannediyorum ki sorgulamamaya karar verdi.

“Nasıl isterseniz.”

 

 

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

“Anlaştığımıza sevindim. İsterseniz kasaya geçelim?”

Gerekli olan bütün eşyaları seçmiştim. Dükkan yeterince büyüktü ve çok fazla seçenek vardı, başka bir yere gitmeme gerek kalmamıştı. “Tabii.” dedim ve Yasemin Hanım ile beraber ilerlemeye başladım. Sohbet arasında isminden bahsetmişti. Kasa bölümüne geldiğimizde o tezgahın arkasına, ben de öndeki iki koltuktan masaya yakın olana oturmuştum.

Çekmecesinden bir kağıt ve tükenmez kalem çıkardı. “Evet, özellikle istediğiniz bir şey var mı? Ya da sormak istediğiniz bir şey?”

“Bugün kurulum yapabilir miyiz?”

“Adresinizi öğrenebilir miyim?” Söylediğim adresi kağıda not aldı ve bana döndü. “Kurulum ekibi ile anlaşmamız var, bir sorun çıkmazsa bugün akşam saat sekiz gibi gelebilirler, uygun mu?”

Akşam saat sekizde gelmeleri benim açımdan sıkıntı olmazdı ama yan komşularım olacak insansı varlıklar mesaiden dönmüş olacaklardı ve dinlenmek isteyebilirlerdi. Matkap sesleriyle falan onları rahatsız etmek istemezdim.

“Aslında düşündüm de... Yarın olursa daha iyi olabilir.”

Yazdığı bir şeyin üstünü çizdi ve yanına başka bir şeyler yazdı. “Tabii. Yarın öğlen gelmeleri uygun mudur?”

“Evet, öğlen gelirlerse iyi olur.”

Başını salladı ve kalemi masanın üstüne bıraktı. Ellerini masanın üstünde birleştirdi. “O halde bu konuda anlaştığımızı düşünüyorum.”

Oturduğum sandalyede biraz yayıldım ve sağ kolumu Yasemin Hanım’ın masasına dayadım. Belimdeki silah ufak bir rahatsızlık vermişti. “Borcum nedir?” diye sorduğumda kadın çıkarttığı hesap makinesine not aldığı şeylere bakarak birkaç değer girdi. Hesap makinesini bana uzatıp toplam fiyatı gösterirken yan taraftan da başka bir kağıt çıkartıp önüme koydu.

“Bu sizin toplam ödeme tutarınız,” eliyle kağıdı gösterdi, “Bu da fiyat listemiz. Seçtiğiniz modellerin karşısındaki fiyatları toplayarak kıyas yapabilirsiniz.”

Gördüğüm fiyat ile çok şaşırmadım, bu devirde anlaşılan bu fiyatlar normaldi çünkü taksideyken internette baktığım eşyalar da hemen hemen bu fiyatlardaydı. Ama bir gerçek de vardı ki pazarlık sünnettendi. Yapılmazsa olmazdı, Kayserililer alınırdı.

Yaklaşık elli üç bin lira olan toplama bakıp yeniden kadına döndüm. “Biraz indirim yapamaz mıyız?” Silah daha da rahatsız etmeye başlamıştı.

“Üzgünüm, tüm ürünlerimiz sıfır ürünler. Markalar satmakta zorlandıkları eşyaları bize satıyorlar ve biz de minimum kâr düzeyi ile...” Artık canımı acıtmaya başlayan silahımı belimden çıkartıp kolumu yasladığım masanın üzerine koydum. Masa cam olduğu için biraz ses çıkarmıştı. “Onları değerlendiriyoruz...” Sonlara doğru sesi kısılmıştı.

Şimdi biraz daha rahat oturabiliyordum. Yasemin Hanım’a odaklanıp biraz ısrar ettim. “O kadar eşya aldık, sizin de bir güzelliğinizi görelim ama değil mi?”

Kadına bir anda bir haller gelmişti. Tansiyonu mu düşmüştü, şekeri mi tavan yapmıştı yoksa garip bir ruh halinde yaşamayı mı tercih ediyordu bilmiyordum ama bu durum işime geldiği için biraz fırsatçılık, biraz da itlik yapacaktım.

Ellerini masanın üstünden çekti. “Aslında bu pek... Mümkün değil.”

Elbette mümkündü. Yalnızca biraz dürtmek gerekiyordu. İtinayla eleman dürtülürdü.

Yalnız silah orada resmen süs eşyası gibi duruyor. Al şunu şuradan, başına bir şey gelirse zimmet belgesini katlayıp bize montelerler.

Daha bırakalı kısacık bir süre geçmiş olan silahımı tekrar elime aldım. Kenarında leke mi vardı onun? Silahı elimde çevirip hasar tespiti yapmaya çalışırken bir yandan da kadına konuşuyordum. “Bence mümkün. Hem... Nerelisin sen?” Belki hemşeri falan çıkardık da oradan yürürdüm.

Bir yutkunma sesi duydum. “Ankaralıyım.”

Tutmamıştı ama yine de çaktırmayacaktım. “Öyle mi? Ben de Ankaralı sayılırım, az gezmedim bu sokaklarda... Bence hemşeri kontenjanından biraz indirim yapabilirsin.” Leke falan yoktu silahımda, canını yerdim onun. Işıktan falan öyle görünmüştü herhalde.

Kafamı kaldırdığımda direkt olarak bana bakan kadın biraz duraksadı ve hemen ardından “Peki, nasıl isterseniz.” dedi.

Fazla direnç göstermediği için kendisini tebrik etmek istedim ancak bunun yerine sadece küçük bir gülümseme ile yetindim.

Yalandan güldüğünü üç kilometre ötedeki kör eşek bile fark eder, beceriksiz.

“Yani, borcum?”

Bana tezat olarak onun yüzünde artık gülümsemeye dair herhangi bir belirti yoku. Bu galiba kârdan zarar eden esnaf tribiydi. Bir bana bir de hesap makinesine baktı. “Ne kadar indirim istersiniz?”

“Ben düz elli bin yapalım diyorum.”

“Peki, nasıl isterseniz.” dedi ve masanın üstündeki klavyede ellerini gezdirerek bir şeyler yazmaya başladı. Ben tam olarak monitörün arkasında durduğum için ne yazdığını göremiyordum. Galiba fatura falan kesiyordu.

Elimde tutmaktan sıkıldığım silahımı tekrar belime yerleştirdim. Ara sıra rahatsız ediyordu ama bağımlılık da yapıyordu. Garip bir illetti.

Aradan beş dakika geçmesine rağmen işi bitmemişti. İşkillendiğim için hemen “Bir sorun mu var?” diye sordum. Elleri kısa bir süre klavyede duraksadı. Bana baktı, “Depodaki ürünlerin getirtilmesi için arkadaşlara yazı yazıyorum, sonra da fatura keseceğim.” dedi ve yazmaya devam etti.

Sabırla beklediğim birkaç dakikanın daha ardından dükkana üç tane müşteri girdi. Diğer çalışan onların yanına ilerleyip onları karşıladı. Birlikte bir şeyler konuşarak kasaya doğru yaklaştıkları esnada çalışanın eliyle bu tarafı işaret etmeye çalıştığını gördüm. Kaşlarım çatılırken ben de onlara odaklandım. Masanın üzerine koyduğum silahı alıp belime taktım ve tetikte beklemeye başladım.

Direkt olarak kasaya doğru yürüyorlardı. Birkaç saniye içinde yanımıza geldiklerinde ayağa kalkarak karşılarında durdum. Müşterilerden ikisi orta, biri uzun boyluydu. Uzun boylu olan bana elini uzattı ve “Merhaba.” dedi. Bu adamı hiçbir yerden tanımadığıma emindim, nereden çıkmıştı şimdi?

Mesafemi korudum. Şüpheli hareketleri olan tanımadığım birinin elini sıkacak halim yoktu. Yalnızca sözlü olarak karşılık verdim. Sesim sertti. “Merhaba.”

Elini sıkmayacağımı anladığında onu geri indirdi ve eli havada kalmasına rağmen pişkin pişkin sırıtmaya başladı. Orta boylu müşterilerden biri soluma doğru ilerlediğinde diğer orta boylu olan ve dükkanın çalışanı da karşımdaki sandalyelerin önünde ayakta bekliyorlardı. Klavye seslerinin kesilmesi ve geriye itilen bir sandalye sesi ile Yasemin Hanım’ın da ayağa kalktığı tahminine sahiptim. Ne oluyordu ulan?

Hoppala...

Karşımdaki izbandut bana doğru bir adım attığında elim içgüdüsel olarak ceketimin altındaki silaha gitti. Burada ağır bir oyun dönüyordu.

İzbandut bana bir adım daha attığında ve iyice üstüme üstüme gelmeye başladığında kesinlikle bir şey olduğuna emin olmuştum. Galiba sıçmıştım. Az önce oturduğum sandalye ve önümdeki sehpa arasında olduğum için hareket kabiliyetim neredeyse sıfırdı. Zaten arkamda masa vardı, diğer üç yanımı da onlar sarmıştı.

“Kimsiniz?” diye sordum ama hiçbirinden cevap gelmedi. Günah an itibariyle beni tamamen terk etmiş bulunuyordu. Bundan sonrası koyunun can derdinde olması misaliydi, beni kesmek isteyen kasaplara iyi birer tekme atmam gerekebilirdi. Allah taksiratımızı affetsindi.

İzbandutun yüzündeki gülümseme pişkinlikten daha çok tehlikeli bir tavıra büründüğünde “Dur.” diyerek ihtarda bulundum. Durmazsa başına hoş şeyler gelmeyeceğini belirten bir ses tonun vardı. O ise durmadı, bir adım daha attı. Yasada üç ihtar diyordu ama kimse kusura bakmasındı, burada boku yemiş bulunuyordum. İkinci ihtarı bile yapamayacak kadar az zamanım vardı ve sırf her şey yasal olsun diye canımdan olacak değildim.

Ani bir kararla sıkıca kavradığım silahı çekip karşımdaki adama doğrulttum. Malum, kendisiyle aramızda çok az bir mesafe olduğu için bu tehlikeliydi ama mecburdum. Her an silahımı almaya yönelik bir hareket yapabilirdi, temkinli olmam lazımdı.

Benim silahımın ortaya çıkması ile beraber başımın sol tarafında metalin tanıdık soğukluğunu hissettim. Solumdaki herife tepki göstermek için oraya döndüğümde ise ense kökümün sağ tarafında derin bir sızı belirdi. Aldığım darbe ile dengem bozulup gözlerim kararırken silahımı da elimden çekmişlerdi.

Hay kara bahtımı sikeyim, böyle şeyler de hep beni buluyordu.

Çam yarması olan sırıtmayı kesip en sonunda geriye çekildi. “Paketleyin şunu.” dediğinde ise ne olduğunu anlamamıştım. Adamların ikisi kollarıma girip beni öne doğru çekiştirmeye çalıştığında kenarda Yasemin Hanım’ı kolunun altına alıp sarılan diğer çalışanı görmüştüm. Hemen kendime gelmem lazımdı.

Kendimi sandalye ve sehpa arasından kurtardığım anda birisi bana silah tutarken diğeri belinden kelepçe çıkartmıştı. Fırsat bulmuşken hızlı bir şekilde sağımdaki adamın kollarına uyguladığım teknik ile silahını yer düşürdüm. Yere düşen silahı ayağımla kalktığım sandalyenin altına doğru sürüklediğimde solumda bekleyen izbanduttan ağır bir darbe yedim.

Evet, darbenin ondan geldiğini biliyordum çünkü resmen gökten inmiş gibi gelmişti o yumruk. Yukarıdan yere doğru çakmıştı yani.

Daha dikişleri alınmamış sol omzum benden çok çekmişti. Dile gelse anama söverdi. Allah’tan iyileşmeye başlamıştı da çok canım yanmamıştı, yoksa her an bağımsızlık ilan edip beni terk edebilirdi.

İçeriye girip direkt olarak yanımıza doğru ilerleyen birkaç silahlı adam gördüm. Hızlı davranmaya çalışarak yumruk haline getirdiğim sağ elimle az önce silahını attığım adamın yanağına sağlam bir kroşe geçirdim. Ben ona geçirdim geçirmesine de, bana da soldan geçirdiler. Sonra muhtemelen benden daha fazla darbe almamak için birkaç adım gerileyip silahlarını göstermekten çekinmediler.

Üstüme tabancalarla yürüyen yedi kişi varken yaşamak hiç kolay değildi. Gerçi silahını aldığım adamı da sayarsak sekiz ediyordu.

“Kaldır ellerini!”

Ankara’nın ortasında terörist saldırısına uğramadım da demezdim artık. Gözlerim hızlı bir şekilde adamların arasında gidip geliyordu. Hepsiyle baş etmem imkansızdı.

İzbandut tekrar etti. “Kaldır elleri!”

Gittikçe yaklaşan silahları görünce mecburen yavaşça ellerimi kaldırdım. Teker teker gelselerdi hallederdim ama kimse kusura bakmasındı, ben Kürşad değildim. Kırk kişi ile Çin kalesi basamazdım, zaten basabiliyor olsaydım tek başıma bir dükkanın ortasında sekiz kişi ile de başa çıkardım.

Bu sefer üç kişi direkt olarak bana silah doğrulturken iki kişi beni tuttu, biri de ellerimi arkada kelepçeledi. Ben neler olduğunu anlamaya çalışırken meymenetsiz izbandut karşımda durdu ve gayet rahat bir şekilde cebinden cüzdanını çıkardı.

Bileklerimdeki kelepçe dokunduğu yerleri yakarken içine düştüğüm duruma lanet ettim. Siktiğimin kelepçeleri dönüp dolaşıp bana geliyorlardı.

Sırık kılıklı herif cüzdanda aradığı şeyi bulduğunda bana küçük bir kart gösterdi. Kartın arkasını çevirdiğinde ise gördüğüm polis teşkilatı amblemi bana sırıtıyordu. Anlayamamıştım, polis ne alakaydı?

“Ben Komiser Ömer Yüksek. Silahlı tehdit ihbarının üzerine eklenen kasten yaralama ve kasten öldürmeye teşebbüs suçları nedeniyle bizimle karakola geliyorsunuz.”

Hassiktir.

 

 

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Söylemek istediklerinizi buraya alalım...

Lütfen oy vermeyi unutmayın, kendinize iyi bakın!

Loading...
0%