@kelimelerimveben
|
Madem bu kadar çok istediniz, alın size yeni bölüm! (Arkadaşlar, bildiğiniz üzere okullar açıldı ve ben gariban bir lise 3 öğrencisi olarak ders çalışmak ZORUNDAYIM. O yüzden bölümler biraz geç geliyor, kusura bakmayın.) Lütfen satır arası yorum yapmayı ve yıldızımızı parlatmayı unutmayın, iyi okumalar! -0-0-0-0-0-0-0- Anlayamadım? Silahla tehdit? Kasten yaralama? Kasten öldürmeye teşebbüs? Ne oluyor lan siktiğimin yerinde?! Bileğimdeki kelepçeleri çekiştirirken koluma giren iki kişi beni çıkışa doğru götürmeye başladı. “Ne tehdidi kardeşim?” Dükkanın önüne yanaşan polis aracını gördüğümde beni sürükleyenlerden kurtulmaya çalıştım. “Askerim ben!” Benim önümden yürüyen çam yarması dönüp bana yandan bir bakış attı ve yoluna devam etti. Kime konuşuyordum ben? Kollarımı tekrar kurtarmayı denedim ama bu sadece daha sıkı tutmalarına sebep oldu. “Arkadaşım, bıraksana!” Sinir katsayım her geçen dakika daha da artıyordu. Şu kelepçelerden kurtulursam soracağım ağır bir hesabım vardı. Arabanın önüne geldiğimizde “Bakın cüzdanımda askeri kimliğim var,” demeye çalıştım ama ne faydaydı, kimse beni iplemiyordu. Aracın kapılarını açtıktan sonra beni bindirmeden önce üstümü arayıp tüm eşyalarımı aldılar. Cüzdanımı alan adama kafamla işaret edip, “Aç içini, bak kimliğim var orada.” dedim ama beyefendinin şeyinde bile olmadı. O aldıklarını bir poşete koyarken izbandut kılıklının verdiği emirle diğerleri beni arabaya bindirdi. Kapı yüzüme doğru sertçe kapandığında kendimi daha fazla tutamadım. “Hay yapacağınız işe sokayım ya!” -0-0-0-0-0-0-0- “Bekle burada.” Polis memuru beni nezarethanenin içine kullanılmış mendil gibi attıktan sonra arkasını dönüp ıslık çala çala gitti. Adamdaki keyif sultan kızında yoktu. Onun da Allah belasını versindi. Herkes mutlu ve huzurluyken ben işlemediğim bir suç yüzünden nezarethanedeydim! Yine! Yine, yeni, yeniden! İşlemediğim suçlar yüzünden kırmızı bültenle bile aranmış olan birisi olarak söylüyorum: Beni bir salın amına koyayım! Beni bir rahat bırakın! Düşün ulan yakamdan! Siktirin gidin hayatımdan! Hayır yani Yasemin denen o kadını da anlamış değildim. Ne yapmıştım da gidip beni ihbar etmişti o? Belimizdeki silah rahatsız edince çıkarmak da suç olmuş mübarek, direkt yapıştırın onları o zaman bize? Yapıştırın da etrafta RoboCop gibi gezelim anasını satayım? Sinirlenince ağzın çok bozuluyor. Sus, benimsin falan demem evveliyatına uçarım. Sinirden kıpkırmızı kesildiğime emin olarak köşedeki banka oturdum. Tek elimle kelepçelerden kurtulmuş olsalar da psikolojik olarak yanan bileklerimi ovuşturuyordum. Zaten her şey mükemmeldi, bir siz eksiktiniz! Aferin, böyle devam edin! Bana o kelepçeleri taktıran yarmadan hallice herif, seninle de artık görülecek bir hesabım var. İlla ki işin düşer, o zaman sıçtım çarkına Ömer! Komisermiş, külahımın komiseri! İnsan önce bir dinler, medeniyetsiz herif! Tek bacağımı sallayıp durduğumu fark ettiğimde kendimi kontrol altına alarak buna bir son verdim. Pekâlâ, suçsuzsam -ki öyle olduğumu düşünüyorum- beni zaten birazda salacaklardı. Evet, pozitif düşünmek gerekiyordu. Kendimi mutlu edecek şeyleri düşünmem gerekiyordu ki sakinleşebileyim. Elimi bileğimden güçlükle de olsa çektim ve sırtımı duvara yaslayıp gözlerimi kapattım. Evet, sakinleşmek için mükemmel bir fırsattı. Gözümün önüne güzel görüntüler getirerek kendimi dizginleyebilirdim. Bunu hemen şimdi denemek istiyordum. Kapalı gözlerimin ardından bir şeyler hayal etmeye çalıştım ama aklıma hiçbir şey gelmedi. Tam ümidimi kesip vazgeçmek üzereyken zihnime doluşan görüntüler biraz da olsa rahatlamama yardımcı oldu. Loş ışıklı bir odadaydım. Karşımda sandalyeye bağlanmış bir adet izbandut bulunuyordu. Yavaşça yanına gidiyordum ve onu bağlayan ipleri çözüyordum. Ayağa kalkıp karşıma dikiliyordu, birkaç saniye sadece birbirimize bakıyorduk ve hemen ardından onu dövmeye başlıyordum. Eşek sudan gelene kadar durmak haramdı. Bir polis olabilirdi, bir çam yarması olabilirdi ama gözümün gördüğü hiçbir şey teke tek şartlar altında -ellerim kelepçeli veya bağlı değilken- beni dövemezdi. Belki hırpalanırdım ama dayak yemezdim. Adamın aklını alırdım ve maalesef çok acıydı ki hiçbir eşek sudan geri gelmezdi. Allah taksiratını affetsindi. Güzel hayallerimi bölen bir kilit sesi ile hemen gözlerimi açtım. Az önce beni buraya getiren polis gelmişti. Kilidi açıp kapıyı araladı. “Şikayetçi olan kadın gelmiş, Ömer komiser seni bekliyor.” Ellerimle dizlerimden destek alarak yavaşça ayağa kalktım ve polis memurunun yanına gittim. Ben yanına geldiğimde kapıyı geri kapattı ve tek elini koluma girmek için uzattı. Küçük bir adım geri çekildim ve ellerimi ona gösterdim. “Bak, bir şey yok. O yüzden elleme de kendim gideyim.” Bana dokunmasına gerek yoktu. Yolu gösterse yeterdi. Birkaç saniye beni süzdü, bir zarar verip vermeyeceğimden emin olmaya çalıştı. Zararsız olduğuma kanaat getirmiş olacak ki kafasını salladı. “İyi. Yanımda dur, ne öne ne arkaya.” dedi ve koridorda yürümeye başladı. Ellerimi ceplerime atıp onu takip etmeye başladım. Merdivenleri çıktık ve peş peşe duran odaların yanlarından geçip üstünde “Komiser Ömer Yüksek” yazan bir kapının önünde durduk. Yanımdaki memur kapıyı tıklatıp cevap aldıktan sonra içeriye girdi. Açtığı kapıdan geçmem için bekledi ve ardımdan kapattı. Hemen karşımdaki masanın önündeki sandalyelerden birinde Yasemin, yanındaki sandalyede dükkanda Yasemin’e sarıldığını gördüğüm çalışan ve masanın karşı tarafında da Ömer denilen çam yarması oturuyordu. Aynı zamanda odada -beni getireni saymazsak- ayakta bekleyen iki tane polis vardı. Gelmem ile bakışları bana dönen Yasemin’in gözlerinde hafif bir korku ve çekingenlik karışımı görmüştüm. Diğer çalışan sol eliyle Yasemin’i desteklemek ister gibi onun elini tuttu. Gerçekten silahı birkaç saniyeliğine masanın üstüne koyduğum için beni ihbar etmiş olamaz, değil mi? İzbandut eliyle Yasemin’in karşısındaki sandalyeyi gösterip oturmam için “Gel.” dedi. Kusura bakmasındı, ben onun emir eri değildim, gelmemi istiyorsa rica etmeliydi. Normal şartlar altında buna takılmaz, sorun etmeden otururdum ama inat değil miydi, olduğum yerde dikilmeye devam ettim. Üstüne üstlük bir de tek kaşımı kaldırıp yüzüme ufak bir gülümseme kondurdum. Numara yapmakta üstüme yoktu, şu an yüzümde olan ifadenin ne olduğunu gayet iyi hayal edebiliyordum. Ben olsam, beni döverdim. Hâlâ adını bilmediğim ıslıkçı memur kolumu hafifçe dürtüp uyardı. “Yürü.” Gözlerimi odada gezdirdiğimde tüm memurların bana bir hamle yapmak için an kolladığını fark ettim. Galiba şu an için onları sinir etmemek en iyisiydi. Başımı iki yana sallarken dudaklarımdan alaycı bir nefes çıktı. “Ya sabır...” diye mırıldanarak yürüdüm ve sandalyeye oturup yayıldım. Tek kolumu aynı dükkanda yaptığım gibi masaya dayayıp başımı da elime yasladım. Kısa bir süre Yasemin’e baktım, gözlerini kaçırdı. “İsminiz Umay, doğru mudur?” diyen izbandut ile Yasemin daha fazla korkmasın diye bakışlarımı ondan çektim ve kafamı komisere doğru çevirdim. “Buyurun, benim?” Canım sıkılmıştı. Beni artık salsalar iyi ederlerdi. “Yasemin Hanım sizin kendisini silah ile tehdit ettiğini bildiren bir ihbarda bulundu. Önce olayı bana anlatacaksınız, sonra ifadelerinizi alacağız.” Ben onun ifadesini çok güzel alacaktım, buna emindim ama doğru zamanı beklemem gerekiyordu. O yüzden kolumu yasladığım yerden çekip omuzlarımı silktim ve ellerimi dizlerime koyup sandalyede biraz yayıldım. Elimle Yasemin’i gösterip “Şikayetçiler önden.” dedim. Hanımefendi anlatsındı derdini tabii. Benim ona sıra vermemle beraber olduğu yerde dikleşip boğazını temizledi. Şimdi o benim gözlerimin içine bakıyordu, korku silinmişti. Galiba ona zarar vermeyeceğim gerçeği kendisine dank etmişti. Çok şükürdü. “Ben dükkanda muhasebe hesaplarını yapıyordum, Umut müşteriler ile ilgileniyordu. O sırada bu kadın dükkana girdi. Umut meşgul olduğu için yanına gidip ona nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. Beyaz eşya bakmak istediğini söyledi ama eşyalar kesinlikle beyaz olmayacak diye de belirtti. Garipti.” Kısa bir es verip devam etti. “Her neyse, eşyalara baktık ve ben kendisine hepsini tek tek açıkladım. Kararlarını verdi, kasaya geçtik.” Kolumda ritim tutan elimi güçlükle durdurdum. Dışarıdan gayet ciddi görünen bir ifade takınmış olsam da kafamın içinde çalan kolbastı susmuyordu. Kesinlikle Ege’de doğmuş olmam pek bir şey ifade etmiyordu, kesinlikle Karadenizli bir beynim vardı. Hemen şu an kalkıp oynayasım vardı. Birden bire kolbastı nereden çıkmıştı, onu da bilmiyordum. Ben açtım. Neden? Ciddi yerlerde bunu yapıp sizi güldürmek ve sınav esnasında aklınıza şarkı getirip soruları çözmenizi engellemek asli görevimiz. Bilirsin. Sizin işiniz de zor amına koyayım. Sesi aç bari. Hemen efendim, buyurun. Bir tık daha yükselen kolbastı sesi ile ayaklarım istemsizce yerde ritim tutmaya başlamıştı. Dışarıdan çok da belli olmadığı için dert etmedim. Her neyseydi, kolbastı oynamak istediğim için de içeri atılmazdım herhalde. Atılır mıydım? Sanmıyordum. “Kasada kendisiyle kurulum ekibi ile ilgili birkaç şey konuştuktan sonra konu paraya geldi. Borcum ne kadar dedi, ben de gözünün önünde hesaplayıp ona gösterdim. Hatta inanmazsa diye fiyat listesini bile verdim.” Allah razı olsundu, inanmak bir yana dursun karakolluk bile olmuştum. Kollarımı göğsümde bağlayıp dinlemeye devam ettim. Şimdiye kadar bir falso yoktu. “Sonra indirim istediğini söyledi, ben de yapamayacağımı söyledim. Neden yapamayacağımı açıkladığım esnada belinden silahını çıkartıp sertçe benim masama koydu.” Silah canımı acıtmıştı, ne yapsaydım? Belim mi kopsaydı? Sakat mı kalsaydım? Ayrıca sert falan da koymamıştım. Masa cam olduğu için ses fazla çıktıysa benim suçum neydi kardeşim? Yayıldığım yerde dinlemeye devam ettim. “Daha sonra indirim için ısrarcı oldu. Ben zaten silahı masaya koyduğu anda derdini anlamıştım.” Umut dediği adam elini Yasemin’in koluna koyarak ona cesaret vermeye çalıştı. Bu Umut ne ayaktı? Ne diye kadına dokunup duruyordu? Gerçi sevgilisi de olabilirdi, bana neydi? Bu konu hakkında yorum yapmayacaktım. “Daha az önce bıraktığı silahı eline alıp sağını solunu çevirmeye başladı. Aklınca gözdağı veriyordu.” E yuh ama! Ablacığım, sen her şeyi yanlış anlamışsın... “Ben kendimi riske atmamak için istediği indirimi yapabileceğimi söyledim. Bir yandan da güvenlik şirketime mesaj atmıştım. Güvenlik şirketim ile anlaşmamız böyle durumlarda polisin yönlendirilmesi üstüne olduğu için sizin geleceğinizi biliyordum. Bu sebeple onu oyalamaya çalıştım, başardım da. Sonra siz geldiniz.” Son aldığı nefesle beraber her şeyi anlattığına göre diyecek başka bir şeyi kalmamış olmalıydı. Arkasına yaşlandı ve izbanduta baktı. “Bu kadar.” Komiser kılıklı çam yarması başını anlayışla salladı ve bana döndü. “Ne diyorsun bunlara, doğru mu?” Kısacık bir cevap verdim. “Evet ama hayır.” Anlık olarak beyninden dumanlar atan Ömer biraz duraksadı ve nihayetinde sorusunu sordu. “Neresi doğru, neresi yanlış?” Oflayarak kollarımı çözdüm ve sandalyede kendimi toparladım. Kafamdaki gevşeyen tokayı sıkarken onu yanıtladım. “Olaylar doğru ama silahı çıkartma nedenim onu tehdit etmek değildi.” Tokayı yeterince sıkınca ellerimi aşağı indirdim. “Silah belimi acıtmıştı, o yüzden çıkardım. Sonra da orada durmasının garip gözükeceğini düşünüp geri aldım.” Elindeki kalemle oynayan, artık lakap yetiştiremediğim herif yeni bir soru yöneltti. “O silahın üstünde ne işi vardı?” Şaka mı yapıyordu? Askerim diye bağırmıştım! İçimden derin bir sabır çektikten sonra bezgin bir şekilde konuştum. “Asker olduğumu söylemiştim.” Kalemi bırakıp ellerini masanın üstünde kavuşturdu. O sırada isminin Umut olduğunu az önce öğrendiğim adam lafa girdi. Adam demek de gelmiyordu içimden aslında, bayağı genç duruyordu. Çocuk diyebilirdim galiba. “Nereden bilelim bizi kandırmadığını? Ayrıca,” Lafına ara verip kısaca beni süzdü ve eliyle komisere beni gösterdi. “Böyle asker mi olur?” Tam o an kolbastı sustu, bacaklarım ve ellerim durdu, belim sandalyede dikleşti ve kaşlarım çatıldı. Son söylediği kulaklarımda yankı yapmıştı. Ya nasıl olacaktı lan, it! Bendeki değişikliği fark eden Umur kendisini ciddileştirdi ama yine de nafileydi. Kendisine kurulmuş bulunuyordum. Şu sıralar ağzına çakmam gerekenler listem fazlasıyla kabarmıştı. Sol omzumda onlar için yediğim kurşunun sargısı bile çıkmamışken bana böyle konuşamazdı! Tam ağzımı açtığım esnada komiser söz alıp beni sessiz bıraktı. “Madem askerim diyorsun, kanıtla.” Cinlerim tepeme çıkmaya, keçilerim sağdan soldan hücum etmeye başlamıştı. Ulan herif, önündeki bilgisayarı kullanıp isim-soyisim ile bir arasan içtiğim suyun markasına kadar bulursun, bana ettiğin lafa bak! Emniyetin bunlara ödediği paraya yazıktı. Bütün salaklar mı beni bulurdu? Yemin ederim oksijen israfıydı. Gerilen sinirlerim ile yüzüme ateş basıyordu. “Cüzdanımda kimliğim olduğunu da söylemiştim.” dedim ve elimi ona doğru uzattım. “Cüzdanımı ver.” Benim aksime gayet sakin bir şekilde oturduğu döner sandalye ile arkasına dönüp kilitli bir dolabı açtı. Dolabın içinden benim eşyalarımın olduğu poşeti açtıktan sonra cüzdanımı aldı ve içine bakmaya başladı. Usulsüz herif medeniyetten bin sene öncede takılı kalmış olabilirdi. Resmen cüzdanımı kurcalıyordu! Neyseydi, zaten cüzdanda biraz para, banka kartım ve kimliğim dışında bir şey yoktu. İstediği kadar bakabilirdi. Muhtemelen içinde tehlikeli olabilecek bir şey var mı diye bakıyordu. Nihayetinde karıştırmayı bitirdiğinde gördüğü kimliği çıkartıp masaya koydu. Poşeti ve cüzdanı da kimliğin yanına bırakmıştı. Üstünde fotoğrafım, Türk Silahlı Kuvvetleri yazısı ve amblemi olan kartı görünce hepsi birden bire elektrik çarpmış gibi oldular. Yalan borcumuz vardı sanki. Yalnız fotoğraftaki saçlarım çok daha uzundu, ne zaman çektirmiştim acaba? Masaya konan kimliği gören Umut, kulaklarıma küçük bir yutkunma sesi bahşetmişti. Yasemin’in ise yanakları kızarmıştı. Galiba doğru söylüyor olduğuma o da inanmamıştı ve tam olarak şu an, bir askeri kendisini tehdit etmek suçlamasıyla ihbar ettiği aydınlanmasını yaşıyordu. Böyle giderse o daha çok utanırdı. Rahat bir tavırla arkama yaslanıp şimdi ne diyeceklerini beklemeye başladım. Umut belki bir ihtimal paçayı yırtarız tonlamasıyla “Kimliğin gerçek olduğu ne malum?” diye sordu. Aynen kardeşim, aynen. Normalde olsa buna sahte bir kıkırdama ile cevap verebilirdim ama az önce söylediği böyle asker mi olur cümlesi içimde onu dövme isteği uyandırıyordu. Dolayısıyla tavrımdan ödün veremiyordum. Komiser bozması “Ali,” dediğinde beni getiren polis, komiserin yanına doğru hareketlendi. Ömer kimliğimi ona verdi. “Teyit et şunu.” Ali kafasıyla onaylayıp kimliğimle beraber odadan ayrıldı. Karşımda oturanlara göre fazlasıyla gergin, bana göre ise normal geçen bir sürenin ardından kapı tıklatıldı ve Ali tekrar içeri girdi. Kimliği komisere verirken “Teyit ettim komutanım, gerçek.” diye de belirtmişti. İzbandut kimliği alıp tekrar cüzdanın içine koydu. “O halde...” dedi ve Yasemin’e döndü. “Alenen bir tehdit sözü kullandı mı?” Yasemin daha da kızaran yanakları ile kafasını iki yana salladı. “Hanımefendi de herhangi bir şekilde sizi tehdit etmediğini söylüyor. Hâlâ şikayetçi misiniz? İfadeleri almamızı ister misiniz?” Yasemin utançla başını yere eğerken “Yok, hayır.” dedi. Sesi fazlasıyla kısık çıkmıştı. Yasemin’in sesini duyamamış olacak ki Ömer “Anlayamadım?” diyerek tekrarlanmasını istedi. Yasemin’in utançtan devekuşu misali kafasını yere sokmasına ufacık bir şey kaldığı için Umut boğazını temizleyip görevi devraldı. “Hayır, istemiyoruz.” Sesi ciddi çıkmıştı ama az önce dik dik bana bakan gözlerini şu an ben hariç her yere çeviriyor olması onun da hafiften utandığını gösteriyordu. Başımı kaldırıp duvardaki saate baktım, altıya geliyordu. Resmen zamanımı çalmışlardı. Şimdi kasten adam yaralama ve öldürmeye teşebbüs de boşa çıkmıştı çünkü geldiklerinde sivildiler. Onların polis olduğunu bilemezdim ve onlar da bana bu yüzden işlem yapamazlardı, izbandut da bunu biliyor olmalıydı. Sandalyeden destek alarak ayağa kalktım ve masanın önünde durdum. “Eşyalarım.” diyerek uzattığım elime tutuşturulan poşeti ve cüzdanı aldım. Ceketimi giyip telefonumu, cüzdanımı ve anahtarlarımı da ceplerime yerleştirdikten sonra tekrar elimi uzattım. Anlayamamış gibi bana bakan gözlere tepkisiz kalamadım. “Silahımı istiyorum. Almıştınız.” Sanki yeni hatırlamış gibi arkasını dönüp dolaptaki başka bir bölmeden silahımı çıkartıp bana uzattı. Tabancamı elime alır almaz herhangi bir yerinde bir hasar var mı diye kontrol etmeye başladım. Şarjörünü çıkartıp taktım, içindeki mermileri tamamen boşaltıp sürgüyü çekip bıraktım. Bir sorun olmadığına emin olduktan sonra mermileri tekrar doldurup namlunun ucuna mermi verip emniyeti kapattım. Arkamı dönerken silahımı hafifçe kaldırdığım ceketimin altından belime yerleştirmiştim. Burada işim bitmişti ve benim daha yapmam gereken çok şey vardı. Örneğin eşyaları alacak yeni bir mağaza bulmak ve tekrar eşya seçmek gibi. Üstüne üstlük çok da acıkmıştım, sabahtan beri hiçbir şey yememiştim. Susamış olduğumu da es geçmemek lazımdı. Ceketimi düzeltip kapıya doğru ilerledim. Koridora çıktığımda zemin katta olduğumuz için kolayca görünen çıkışa ilerlemeye başladım. Arkamdan açılıp tekrar kapanan kapı sesi ile zannediyorum ki Yasemin ve Umut da çıkmıştı. Ellerim ceplerimde, hızlıca ilerlerken arkamda hızlanan adım sesleri duydum. Dertleri neydi? Durup arkamı döndüm ve tam da tahmin ettiğim üzere peşimden gelen ikiliyle karşılaştım. Yasemin öndeydi ve elini sanki beni tutmak ister gibi ileri uzatmıştı, Umut birkaç adım gerisinde durmuştu. Benim durup ona dönmem ile beraber kaldırdığı elini yavaşça indirip gözlerini kaçırdı. “Ben, şey... Kusura bakmayın yani...” Aslında çok fena kusura bakardım ama o an gerçekten korkmuş gibiydi ve şimdi de utançtan kıpkırmızı kesilmişti. Sabit bir ses tonu ile “Sorun değil.” dedim ve tekrar arkamı dönmek için bir hamle yaptım. Bu sefer kolumdan tutmuştu. “Umay Hanım, gerçekten özür dilerim. Kendimi nasıl affettirebilirim?” Kafamı çevirmeden kolumu tutan eline baktım. Hiç sıkmıyordu, yalnızca gitmemi istemiyormuş gibi tutuyordu. “Bir şey yapmanıza gerek yok. İzin verirseniz, gideceğim.” Kolumu çekip bir anda kalbini kırmak istemedim. Çok masum duruyordu, üzülmesine sebebiyet vermeye gerek yoktu. Zaten fazlasıyla utandığı her saniye değişen renginden belli oluyordu. Dükkandayken diksiyonu ile beni büyüleyen kadın şimdi kem küm ediyordu. “Evet. Yani hayır. Şey demek istedim...” İyice batırdığını anlayınca elini sertçe geri çekip “Of!” diye sitem etti. An itibariyle gözüme çok tatlı gözüktüğü için kendisini affetmiş bulunuyordum ama yine de herhangi bir şey söylemedim. Bu esnada yanımıza gelmiş olan Umut olaya müdahale etti. “Şimdi giderseniz Yasemin kendini çok kötü hisseder, rica etsek...” Kısa bir duraksama yaşadı. Galiba beyefendi de utanmıştı. “Eğer siz de isterseniz size eşyaların yarısını hediye edelim. Bu sayede belki kendimizi affettirmiş oluruz. Ne dersiniz?” Bu sefer süzme sırası bendeydi. Umut’u baştan aşağı, yavaş yavaş süzdüm. Dalgalı saçları ve soluk yeşil gözleri vardı. Boyu hemen hemen benim kadardı, yapılı değildi ama kürdan olarak da kullanılmazdı. Atsan atılmaz satsan satılmaz bir şeye benziyordu. Dilimle onaylamayan bir ses çıkardım. “Cık,” Başımı iki yana salladım. “İstemiyorum.” Bende para boldu. Sadaka gibi verecekleri birkaç bin liraya tav olacak değildim. Aslında olabilirdim de. Düşünmem lazımdı ancak tüm karizmamı çizerek ortamda yayılan karnımın gurultusu ile tüm düşüncelerim çil yavrusu gibi dağıldı. Gerçekten acıkmıştım. Ses o kadar net bir şekilde duyulmuştu ki kafamı duvara sürte sürte kıvılcım çıkarma isteği baş göstermişti. Ben rahatsız olurken o sesi duyan Yasemin’in adeta gözleri parlamıştı. Heyecanla araya daldı. “Yemek? Yemek ısmarlayalım?” Derin bir iç çektim. Can evimden vurulmuştum, teslim oluyordum. “Tamam, bunu siz istediniz.” -0-0-0-0-0-0-0- Aldığım peçete ile ağzımı silerken yavaşça ayağa kalktım. “Kesenize bereket arkadaşlar.” dedim ve lavaboya gideceğimi de ekledim. Elimdeki peçeteyi çöpe attıktan sonra ellerimi ve ağzımı iyice sabunlayıp yıkadım. Yıkadığım yerleri kuruladıktan sonra tekrar yemek salonuna döndüm. Masaya yaklaştığımda boş tabakları toplamaya çalışan ancak tek başına hepsine yetemeyen garsonu gördüm. Yanlarına ulaştığımda birkaç tane tabağı üst üste koyup garsona uzattım ve masayı toplamasına yardımcı oldum. Bugünün bulaşıkçısı bana istediği kadar dua edebilirdi, tabakları tertemiz edip göndermiştim. Yemek artıklarıyla uğraşmadan yıkayıp geçebilirdim Malum, iskender gömmek ince işçilik isterdi ve ben bu işi layığı ile yerine getirmiştim. Sandalyeme geri oturduğumda Yasemin ve Umut hemen karşımdaydı. Biraz garip, biraz da tatlı gözüküyorlardı. Yemekte tek tük bir şeyler konuşmuş olsak da onlar bana uzun uzun cümleler kurmaya cesaret edememişlerdi, dolayısıyla benden uzun cevaplar da alamamışlardı. Garip bakışlarını yediğim yemeklere yorarak normal karşıladım. Olabilirdi, haklıydılar. Tüm hıncımı çıkarırcasına yemiştim. Son on dakikadır ağzını açıp açıp geri kapatan Umut’a baktım. Yine tam ağzını kapatırken yakalamıştım. “Söyle artık ne söyleyeceksen.” Direkt olarak ona konuştuğumu fark edince kaçışının olmadığını anlayıp pes etti. “Özür dilemek istedim, söylediğim şey doğru değildi. Daha önce kadın asker görmediğim için pek inanmamıştım.” Anlayışla başımı salladım. “Sorun değil.” Aslında sorundu, hem de büyük bir sorundu ama ben şu an dünyanın en sakin insanı falandım. Karnım doymuştu, mutluydum. Sıkıntılı bir nefes verdi. Maalesef bizim toplumumuz böyleydi. Sanki her meslekte bir cinsiyet kriteri varmış gibi davranıyor, insanları küçük görüyorlardı. Mesela bir kadın nasıl silah tutup asker olurdu veya bir erkek nasıl yemek yapıp aşçı olurdu, akılları almazdı. Kadın elindeki hamurla evinde oturmalı, erkek de sabahtan akşama kadar kas gücü gerektiren işler yapıp para kazanmalıydı. Hayatımda bunun kadar boş bir bakış açısı görmemiştim. Herkes istediği, uygun olduğu mesleği yapardı. Kimsenin karışmaya hakkı yoktu. Benim zamanımda harp okullarına kadınların alınması çok büyü bir problemdi. Üstüne üstlük sanki o okula bir kadın olarak girmek yeterince zor değilmiş gibi çevremizdekiler ve hatta ailemiz bile bize karşı çıkıyordu. Bu duruma hakkıyla örneklik edebilecek yegâne insanlardan biri de bendim. İşte biz kadınlar, tüm bu cinsiyetçi önyargıları kırmak için çalışıyorduk. Kadınlar bir köşeye sinip ezilmeye değil, çalışarak hak ettikleri yıldızlara uzanmaya layıklardı. Nasıl ki istikbal göklerdeyse vatan için dökülecek kanlar bir avuç toprağın içinde, umutlar ise denizdeki ufuk çizgisinde gizliydi. Kadın veya erkek fark etmeksizin her Türk denizden umudu çıkartıp bir vatan kurar, o vatanın topraklarında uzanıp göğe bakarak istikbali hayal ederdi. Deniz Harp Okulu, umut. Kara Harp Okulu, vatan. Hava Harp Okulu, istikbal. Mükemmel bir ülkenin formülü üç terimli kısa bir denklemdi: Umut, vatan, istikbal. İnsanlara bu cinsiyetçi kalıp yargılara inandıkları için kızma hakkım yoktu, böyle öğrenerek büyüyorlardı. O yüzden Umut’a kızmadım. Ilımlı yaklaşımım ile biraz rahatlamış gibi arkasına yaslandı. Bu sefer çekingence beni izleyen Yasemin’e döndüm. “Sen de söyle, dinliyorum.” Kıpkırmızı olmasa da hâlâ pembenin tatlı bir tonunu koruyan yanakları utandığını ele veriyordu. “Ben silahı görünce korktum, aklıma gelmedi.” Gözlerini diktiği masadan kaldırıp çekingen bir ifadeyle bana baktı. “Özür dilerim.” Umursamazca omuzlarımı silktim. “Benim hatamdı, yanlış anlaşılmaya müsait bir hareket yaptım.” Evet, yemek boyunca aynı konuyu düşünüp bu sonuca varmıştım. Alnımda “ASKER” yazmadığı için nasıl ki ben polislerin polis olduğunu anlayamadıysam, o da benim asker olduğumu anlayamazdı. Yasemin müneccim değildi, bir silahı çıkartıp masaya koyan ise bendim. Bu ânın tam olarak pazarlık aşamasına denk gelmesi de fazlasıyla trajikomikti. Başını yavaşça iki yana salladı. “Hayır, niye sizin suçunuz olsun? Ben sorgulama-“ Hafifçe elimi kaldırıp lafını kestim. “Umay. İsmim Umay,” Normalde saygı ekini severdim ama onun ağzında suçluluktan başka bir şey ifade etmiyordu. Suçsuz olduğu hâlde özür dileyenlerden hoşlanmazdım, bana kötü hissettirirdi. “Ve hayır, sizin suçlu olduğunuzu düşünmüyorum.” “Ama ben-” Gelecek olan cümlenin devamını tahmin edebildiğim için daha çok sinir olmamak adına kaldırdığım elimi çok sert olmayacak şekilde masaya vurdum ve tekrar lafını kestim. “Hayır dedim.” Bu sefer biraz daha sert bir ses tonu kullandım. Bu onu durdurdu. Oysa ben biraz daha üstelerse kadının üstüne uçacaksın gibi bir şeyler sezmiştim. Bir süre daha onların sessiz sessiz oturmasını izledikten sonra bu durumu değiştirmeye karar verdim. Ben dinlemeyi severdim ama karşımda konuşan birisi olmalıydı. Sessiz ortamları ise sadece kendi kendimeyken, yalnızken tercih ederdim. Sandalyede geriye yaslanıp ellerimi ceplerime soktum. “Siz şimdi ne oluyorsunuz?” Böyle de öküz gibi dalınmaz ama ya! Anlamayarak bana baktılar. Merak etmek suç değildi, fazla merak göz çıkartabilirdi ama bu ikisi ne gözümü çıkartabilir ne de bana ufacık bir fiske vurabilirdi. Üstümde bunun rahatlığı vardı. “Siz diyorum,” sağ elimle ikisini gösterdim, “Ne ayak?” Yasemin’den jetonun düştüğüne dair bir nida yükseldi. Aniden gülümseyip sağında oturan Umut’u koltuğunun altına aldı. “Bu salak, benim kardeşim.” Abla-kardeşi sevgili ilan etmişiz Umay! Cehennemde Zonguldak kömürü niyetine yanacağız! Hiç bozuntuya vermedim. Kendisine salak denmesi ile birlikte Umut’un gözlerini devirmesi ayrı bir olaydı. O da Yasemin’i kolunun altına alıp hareketlerinin aksine bir ses tonuyla “Maalesef kardeşiyim, evet.” dedi. Başımla onayladım. “Güzel...” Telefonumdaki saati kontrol ettim. Çok geç değildi, biraz daha oturabilirdim. Galiba eve gitmek istemiyordum. Sabah yaşadığım şeyden sonra biraz itici geliyordu. Eve gitmek istemiyordum ama böyle suspus bir ortamda oturmak istemediğim de kesindi. Bu nedenle küçük bir blöf yapıp ortaya yem attım. “Konuşacak bir şeyiniz yoksa gideceğim.” Aslında pek de yem sayılmazdı, konuşmayacaklarsa gerçekten kalkıp gidebilirdim. Söylediklerim onu cesaretlendirmiş olacak ki kolunu kardeşinden ayırıp merakla bakan bir Yasemin buldum. “Bir şey sorabilir miyim?” Evet anlamında başımı sallayıp ona izin verdim. “Askerim dediniz-“ Tek kaşımı kaldırıp onu usulca uyardım, demek istediğim şeyi anlayıp kendini düzeltti. “Yani askerim dedin ya...” Tekrar onu onayladım. “Rütben ne?” Tam olarak gözlerinin içine bakarak ona küçük bir gülümseme gönderdim. Rütbemin ne olduğunu şu an ona söylemeyecektim. Tamam yemeklerini falan yemiştim de onlara henüz güvenmiyordum. Cevap vermeyeceğimi anlayınca susup kendini geri çekti. “Peki... Sormadım say.” Cesaretini kırmamak adına “Başka bir şey sor.” dedim. Kısa bir süre düşünüyormuş gibi gözüktü. Elini çenesine koydu, dudakları hafifçe büzüldü. Çok ciddi bir konuyu düşünüyor olmalıydı. Düşündü, düşündü, düşündü... En sonunda aydınlanma yaşamış gibi irkilip geriye yaslandı. Ben merakla söyleyeceği şeyi beklerken Yasemin bulduğu o mükemmel, yenilikçi soruyu sordu. “Nerelisin?”
-0-0-0-0-0-0-0- “Yani aslında natüralizm akımının altında bu determinizm anlayışı yatıyor. Zaten akım on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, yani bin sekiz yüz ellili yıllardan sonra, Fransa’da ortaya çıkıyor. Zaten o dönemin Fransa’sındaki siyasi gelişmeler insanların görüşlerini sık sık değiştirmelerine sebebiyet veriyordu.” “Evet, haklısın. Zaten neredeyse her yüzyılda bir akım değişimine gidilmesinden belli.” Adamlar işleri güçleri yokmuş gibi akım üretmişlerdi. Hiç kimse mi bunlara dur dememişti? Neyseydi, bana neydi. “Natüralizm akımına ait birkaç tane kitap okumuştum ama tam hatırlamıyorum, üstünden çok zaman geçti.” Kitabın yazarını hatırlamaya çalışırken hafızamı biraz zorlamam gerekmişti. Yasemin merakla söyleyeceğim şeyi bekliyordu. “Emile Zola’ydı galiba... Akımın temsilcilerindendi, yanlış mı hatırlıyorum?” Heyecanla başını salladı. “Evet, Emile Zola akımı güzel yansıtan temsilcilerden biri. Ben de onun kitaplarını çok severim.” Biz Yasemin ile beraber bir süre daha bu şekilde sohbet ettik, Umut ise yanımızda kös kös oturdu. Ara sıra yorum yapıyordu ama konuyla bizim kadar alakadar olmadığı belliydi. Yasemin’in nerelisin klişesinden sonra konu konuyu açmış, edebiyata kadar gelmişti. Hatta ellemesem felsefeye bile giderdi. Kızın sohbeti sarmıştı, kaliteli birisiydi. “Yasemin, edebiyata olan bu ilgin nereden geliyor?” Merak ettiğim şeyi sormazsam çatlardım. Sıcak bir şekilde gülümsedi. “Edebiyat öğretmeniyim ben.” Vay anam babam be, bu kadın resmen bir harika. Aslında karakolluk olmamızı es geçersem iyi anlaşmış sayılırdık. “Şimdi anlaşıldı,” diyerek elimle masada ritim tutmaya başladım. “Ben de diyorum ki bu bilgi birikimi nereden geliyor...” Gülümsemeye devam ederken sağ elini Umut’un kafasına atıp saçlarını karıştırdı. “Zamanında bu haytanın başını az şişirmedim.” Umut oflayarak Yasemin’den kurtulmaya çalıştı. Sandalyesini biraz kenara çekip başına uzanan ellerden sıyrıldı ve saçlarını düzeltti. Ben Yasemin’in söylediği şeyi anlamaya çalışırken Umut bıkkınlıkla “Üniversitedeyken yeni öğrendiği bir konu varsa elime kitabı ya da slaytın çıktılarını tutuştururdu. Odanın ortasına geçer öğretmen gibi onları anlatmaya başlardı. Eksik anlattığı yer varsa diye her cümlesini takip etmek zorundaydım.” dedi. Elini acı çekiyormuş gibi kalbine koydu. “Cehennem gibi yıllardı.” Yasemin küçük bir kahkaha attı. “Umut edebiyattan nefret ediyor ama dinlemek zorundaydı. Sınavlardan düşük alma riski bile ihtimalim dahilinde olamazdı.” Ufak bir soru yönelttim. “Neden zorunda olsun?” Yasemin’in yüzündeki gülümseme hain bir sırıtışa döndü. Umut’a dönüp onun sandalyesini tekrar kendine doğru çekti. “Zorundaydı çünkü-” Umut aceleyle Yasemin’in ağzını kapattı ama fayda etmedi. “Dinlemezse yediği naneleri bir anneme anlatıyordum.” “Yasemin!” “Abla diyeceksin!” Onların kısa atışmasını izlerken keyfim yerine gelmişti. “Yani çocuğa şantaj yapıyordun, öyle mi?” Gülmekten kızarmış olan yanakları biraz daha kızardı. “Öyle de denebilir, evet.” Umut’a döndüm. “Ablanı karakolluk etmeliydin. Biraz örnek al onu,” dedim ve kendimi gösterdim. “O beni nasıl şikayet etti gördün mü?” Umut hırsla başını salladı. “Kesinlikle yapmalıydım, hak ediyordu!" -0-0-0-0-0-0-0- Ellerim ceplerimde yürürken güneş yavaş yavaş batıyordu, gökyüzü kızıl bir renk almıştı. Huzurlu bir ortamda olmak istiyordum ama hemen yanımdaki yolda korna çalıp duran arabalar sağ olsun, şimdilik bu mümkün gözükmüyordu. Ben de mümkün olabileceği bir yere gitmeye karar verdim. Bir taksiye binip Mogan Gölü’ne gitmek istediğim söyledim. Araba hareket edip yol akmaya başlayınca başımı pencereden dışarı çevirdim. Hayat garipti. Evden çıkarken bugün başıma gelecek olan hiçbir şeyi tahmin edemezdim. Geçmişte de buna benzer, asla tahmin edilemeyecek olaylar yaşamıştım ama onların sonuçları çok daha ağırdı. Bugünüme de şükürdü, en kötü günüm böyle olsundu. Lokantadan ayrılmadan önce Yasemin’den dükkan hesabının IBAN’ını istemiştim. Onların dükkandayken masanın üstünde gördüğüm kartlarda IBAN yazıyordu, oradan aklımda kalmıştı. Gerekli ücreti kuruşu kuruşuna yatırdım, zaten ısmarladıkları yemek yapmaları gereken indirimin yerine fazlasıyla geçmişti. İşlem notu kısmına “Yarın kurulum için adamları göndermeyi unutma, öğlen gelsinler.” yazmayı da ihmal etmemiştim. Bu iş de tamamdı, başka bir yer gezip eşya bakmama gerek kalmamıştı. Kafam rahattı. Telefonun ekranını kilitleyip dışarıyı izlemeye başladım. Elimi cebime attığımda telefonun yanındaki küçük kutu tenime dokundu. Canım yemekten sonra dehşet derecede sigara çekmişti ve ben de iradesizlik edip yol üstündeki bir bakkaldan almış bulunmuştum. Henüz jelatinini bile açmamış olduğum için kendimi avutmak istesem de daha en başından onu almamam gerektiğini biliyordum. Bu bile hataydı. Elimi cebimden geri çıkardım. Beynim sürekli bir şeyler düşünmeye ve sorgulamaya alıştığı için olsa gerek, böyle anlarda bile durmuyordu. Aklıma doluşan şarkı sözleri ile kendini meşgul ediyordu. J’ai tout quitté, mais ne m’en veux pas (Her şeyde çok iyiydim, ama alınma) Fallait que je m’en aille, je n’étais plus moi (Gitmeye ihtiyacım vardı, kendimde değildim) Kendimde değildim ve önünü arkasını düşünmeden o emri kabul etmiştim. Bu hâle düşeceğimi bilseydim yine de kabul eder miydim? Elbette ederdim, vatan her şeyden üstteydi ama keşke neler olacağını önceden bilseydim. Keşke bilseydim çünkü hazırlıksız yakalandığım her darbe yüreğime bit darbeydi, kalbimi yavaş yavaş söküp atmıştı. Belki de o yüzden bu kadar hissizdim. Je suis tombée tellement bas (O kadar aşağı düştüm ki) Que plus personne ne me voit (Artık kimse beni görmüyor) Kardeşimden sonra beni bir Ateş görebilmişti, bir de albay. Şimdi Ateş gitti, albay da anlamıyor beni. Karanlığın içindeki koca kalabalıkta yalnız kaldım, kimse görmedi. Görseler böyle acıdan kıvranmama izin verirler miydi? Belki de görüyorlardı ama umurlarında değildim, bu da olabilirdi. J’ai sombré dans l’anonymat (Tanınmazlığımla battım) Combattu le vide et le froid, le froid (Boşluk ve soğukla savaştım, soğukla) J’aimerais revenir, j’n’y arrive pas (Geri dönmek istiyorum ama başaramıyorum) J’aimerais revenir (Geri dönmek istiyorum) Bu şarkıyı ilk duyduğumda hiç önemsememiştim. Bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkmıştı ama o kadar sene sonra, ikinci kere bile dinlemediğim bir şarkıyı ezberlediğimi fark ediyordum. Belki de zihnimin de kendine ait bir ruhu vardı ve benim hissettiklerimden bağımsız şeyleri hissedebiliyordu. Belki de daha o zamanlarda başıma gelecek olan şeyleri hissedip bu şarkı sözlerini belleğine kaydetmişti. Bilemezdim. Her konuya el attığın yetmedi, şimdi de felsefe mi yapıyorsun? Sus artık! Felsefe yapmak gibi bir amacım yoktu. Sadece bu şarkıyı neden ve nasıl ezberlediğimi bulmaya çalışıyordum. Ortada geçerli bir sebep olmayınca da iş böyle karmaşık bir hal alıyordu. Je suis rien, je suis personne (Ben hiçbir şeyim, hiç kimseyim) J’ai toute ma peine comme royaume (Bir krallık gibi üzüntülerim var) Une seule larme m’emprisonne (Sadece bir silah beni hapse atabilir) Vaktiyle hapse atılmam için bir silahtan daha fazlasıyla suçlanmıştım, bugün olanlar bana koymazdı. Yol boyunca şarkının bu kısmını tekrar tekrar söyledim. Her satırında ruhumun acıdığını hissettim. Yetmedi, internetten açıp devamına baktım. Bütün yolu bu kısacık şarkıya sığdırdım. Gölün yanına geldiğimizde taksinin ücretini ödeyip aşağı indim. Her yere böyle taksiyle gidip gelmeye devam edersem param çok yakında suyunu çekecekti, bu acı bir gerçekti. Aslında bir araba alsam iyi olurdu ama arabalardan anlamıyordum, bilen birini bulana kadar da maalesef ki böyle devam etmek zorundaydım. Temiz havayı içime çekerken göle yaklaştım. Kimin söylediğini bilmediğim bir söz vardı, “Her katil elbet bir gün suç mahalline döner.” diyordu. Haklıydı. Yavaş yavaş, hiç acele etmeden yürümeye devam ettim. Güneş tamamen batmıştı, ayın yansıması gölün üstüne düşüyordu. Manzara dışarıdan bakan birisi için güzeldi. Ben o gölün içini biliyordum, yakamozun altında harlanan ateşi görüyordum. Üstümdeki cekete ve ılık havaya rağmen üşüdüğümü hissettim. Melek kesinlikle daha fazla üşümüş olmalıydı. The evil, it spread like a fever ahead (Kötülük, ateş gibi yayıldı) It was night when you died, my firefly (Öldüğünde geceydi, ateş böceğim) En son seneler önce oturduğum bankın yanından geçip gittim. Az ilerideki taşlık yer gözüktüğünde adımlarımı hızlandırdım. Biz dokuz kişilik bir timdik. Birinin canı yansa diğerleri onu yalnız bırakmaz, peşine giderdi. Aslında bir timden de öte, aileydik. Bazı günler çok canım acırdı, çıkıp buraya gelirdim. Az önce yanından geçtiğim banka oturur, saatlerce kalkmazdım. Yalnız kalmak isterdim ama biraz ilerideki taşlıkta oturup beni izlediğini bildiğim Ateş’in varlığı bana güç verirdi. Yalnızlık bile onlarla güzeldi. Şimdi onlar yoktu, gerçekten yalnız kalmıştım. Kimse beni onlar kadar anlamayacak, onların bildiklerini bilemeyecekti. Bu onların değil, benim kabahatim olacaktı çünkü biliyordum, artık istesem de eskiyi anlatamazdım. Taşlık alana oturdum. Mesela şimdi Pusat buraya gelse, gelmez ama hadi geldi diyelim, neden burada olduğumu bilmezdi. Bu gölün benden bir kardeş aldığını, diğer kardeşlerimle de tatlı acı anılar bıraktığını bilmezdi. Pusat’ı ben bir araya getirmiştim, o timi ben kurmuştum ama onlar bensiz bir aileydi. Çok geç kalmıştım ve maalesef bu benim elimde olan bir şey değildi. Yere uzanıp yıldızları izlemeye başladım. Aslında onlara geç kalmam biraz da iyi olmuştu, samimiyet acıtıyordu. Zaten en son yaptığım hatanın ardından fazlasıyla kayıp vermiştim, şimdi işin profesyonel tarafında durmalı ve yapmam gerekenleri yapıp bu dünyadan çekip gitmeliydim. Üşüyordum. Cebimdeki sigara paketini çıkarttım, jelatinini açtım ve içinden bir tane alıp yaktım. İçmedim, yalnızca o da benim gibi kendi kendini yaksın istedim. Kafayı yiyebilirmişim gibi hissediyordum. Pusat ile nasıl ilerlemeliydim? Tim komutanlığını kabul etmemiştim, görevdeyken mecburen yüzbaşının emirlerini dinleyecektim ama karargahta hâlâ onların komutanı sayılırdım. Az çok eksiklerini görmüştüm, eğitim ile onları geliştirmem lazımdı. Elimdeki kendi kendine sönünce yeni bir sigara yaktım. Bu defa hataya izin vermeye niyetim yoktu. Her şey mükemmel olacaktı, bir kayıp daha vermeyecektim. Ben ne olacaktım? Hangi araya hangi dereye karışacaktım bilmiyordum. Belki bana da yazık olacaktı, bilemezdim. Açıkçası çok da umurumda değildi. Şimdiye kadar çok kişiye yazık olmuştu, ben aralarında sırıtmazdım. Hafif bir rüzgar esti. Ne yaparsan yapayım ne Melek’i ne de Ateş’i hissedemiyordum. Buraya her geldiğimde hissettiğim ılıklık gitmişti. Ateş gittikten sonra Melek de beni görmeye gelmez olmuştu. Yalnızlık soğuktu ve üşüyordum. Beni çoktan bırakıp gitmiş olmalılardı, onlar da haklıydı. Ardı ardına sigaralar yaktım ve onları izledim. Onlar da benim gibi çaresizlerdi, onları içmem ya da söndürmem için bana yalvarırken kendi kendilerine eziyet ediyorlardı. Bir sigarada kendimi görecek kadar acizleşmiş olmak utanmama sebep oldu. Dakikalarca, belki de bir saatten daha uzun süre orada yattım ve bekledim ama kimse gelmedi. Ne ben otururken bacaklarıma sarılacak Melek ne de az öteden beni izleyecek Ateş Timi de vardı. İşin en kötü yanı ise onları buraya getiremeyecek oluşumdu. Çaresizdim, bunu kabullenmiştim. Aklıma farklı farklı şarkılar geldi, sözlerinde kayboldum. Sigaranın külü üstüme düştü, son gücümle ayağa kalktım. “Ateş, yalvarırım bana yardım edin. Çıkmazdayım.” -0-0-0-0-0-0-0- Lütfen oy vermeyi unutmayın, kendinize iyi bakın! |
0% |