15. Bölüm

14. Bölüm - Süpürge

Anonim Kalayım
kelimelerimveben

Selamlar!

Nasılsınız efendim, umarım iyisinizdir. Birilerinin -aynı benim gibi- sınav haftasında olmadığını umuyorum. Millet yeni yıla hazırlık yaparken ben sayısal olmama rağmen beş hececileri, Servet-i Fünun özelliklerini ve yazarlarını falan ezberliyordum da...

Neyse, moral bozmak yok!

Dedim ki yeni yıla girmeden önce tatlı, olaysız bir bölümle buluşalım. Bence iyi yaptım ama aslında iyi yapıp yapmadığımı bana oy ve yorumlarla gösterecek olan sizsiniz :)

Rica etsem, oy vermediğiniz geçmiş bölümlere de şöyle üstünkörü bir el atabilir misiniz? Teşekkürler teşekkürler, çok iyisiniz...

Bu arada, bölümün uzunluğunu sizin tercihlerinize göre ayarladım. Size bir soru sormuştum, hatırlayan hatırlar artık yani 🌚

O zaman...

Lütfen yıldıza basmayı ve satır aralarında benimle buluşmayı unutmayın, iyi okumalar!

 

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Hayatın garip bir işleyişi vardı. Elimizde olanların değerini kaybettikten sonra anladığımız bir gerçekti, bunu kabul ediyordum ancak ya hiç sahip olmadıklarımız? İnsan varlığının nasıl olduğunu bilmediği bir şeyden dolayı acı çeker miydi, bu çok saçma değil miydi? Kişi, varlığından bir haber olduğu bir olgu yüzünden üzülememeliydi.

Ben üzüldüm, hem de çok. O kadar çok canım acıdı ki bir süre sonra hissetmemeye başladım. Ruhum acıdan bayıldı, bedenim sağlam görünerek insanları kandırmaya devam ediyor. Hoş, uzun kollu ve kapalı bir şeyler giymesem o da kendini koyverip her şeyi herkese itiraf etmeye hazır.

Benim her yaramda kalbimden bir parça vardı. Onlar geçse izleri kalır, izleri geçse yüreğim parçalanırdı. Yaralanmak için illa dayak yemek gerekmezdi, bir insanın iki çift lafı da bıçağı tenine sokup çıkartmaya pek âlâ yetebilirdi. Görünürde bir şey olmazdı ama içinde kor alevler harlanırdı, yanardın. Asıl ölüm buydu, adını zulüm koymuşlardı.

Hayat zalimlerin karşısındakiler için zordu. Bunun yanında zalimler içinde doğup büyümek vardı ki insanı bitirirdi, bir ömür heba ederdin de kimseye beğendiremezdin.

Başka hiçbir şey söylemeden saatlerce önümdeki gölü izledim. Bir ara elimi suya sokup çıkardım, soğuk değildi, oysa ben burayı hep soğuk bilirdim. Aradan biraz vakit geçti, yıldızlar da kayboldular. Son ümitlerimi çalıp boşlukta yanıp kül oldular.

Ateş’in de Melek’in de sebebi sensin. Canisin, adisin. En önemlisi ne biliyor musun Umay? Sen katilsin.

Zamanı sadece beş yıl geriye alma imkanım olsaydı bir dakika bile düşünmez, kafama sıkardım.

Gün aydınlanmak üzereyken saatin farkına vardım, yerdeki izmaritleri toplayıp boş sigara paketine sıkıştırdım. Tutulmak üzere olan uzuvlarımı yavaşça hareket ettirerek rahatlattım. Üstümü başımı düzeltip elimdeki çöpleri ilerideki çöp kutusuna attım. Çöpün hemen yanındaki taşlık alana gözümü bile değdiremedim, utandım. Hızla ilerleyip gölden uzaklaştım.

Lojmana kadar yürüdüm. Öğlen beyaz eşyalar için görevliler geldiler, işlerini yapıp gittiler. Neredeyse akşam olmak üzereyken hâlâ gözüme bir damla uyku girmemişti. Bu izin bana izinden çok işkence gibiydi. Banyodaki aynada gördüğüm kadarıyla gözlerim kan ağlıyordu ama çok da umurumda olduğu söylenemezdi, uyuyabilsem zaten uyurdum.

Dağılmış olan saçımı başımı tarayıp topladıktan sonra biraz daha insana benzemiştim. Benim gibi bulduğunu affetmeyen bir kadın için bu saate kadar hiçbir şey yememek normal değildi. Bunun farkındalığı ile gidip buzdolabını açtım ancak bunu ne amaçla yaptığımı bilmiyordum. Buzdolabı daha öğlen getirilmişti ve alışverişe çıkmamıştım, keloğlandaki yoktan yemek var etme olayı da tamamen zırva olduğuna göre evde yemek yoktu. Buzdolabının içi tam takır kuru bakırdı, bugün de dışarıdan yemek farz olmuştu.

Eve geldiğimde üstümü değiştirdiğim için kıyafetlerim temizdi, yalnızca bir ceket giydim ve yanıma almam gerekenleri alıp dış kapıyı açtım. Ben ayakkabılarımı giyinirken yan dairenin kapısı açıldı, içeriden çok yüksek desibelde gülüşme sesleri geliyordu. Belki duvarlar kalındı da bunları evdeyken duymamıştım, belki uykusuzluk kulaklarıma yan etki yapmıştı, bilemiyordum.

Hızlıca ayakkabımı giyip kapıyı çektiğim esnada açılan kapıdan Sarp çıktı. Bir anlığına onunla bakıştık, gözleri yüzümde fazla oyalandı. Tamam, gözlerim kıpkırmızı ve gözaltlarım mosmor olabilirdi ama canavar görmüş gibi bakmasına da gerek yoktu. Şu bakışma işini fazla uzatmadan yanından geçtim ve merdivenlere yöneldim.

Ben merdivenleri inerken de bana baktığını fark etmiş olmak pek iyi hissettirmemişti. Adımlarımı hızlandırdım. Her geçen gün timden başka birine yakalanıyordum ve bu yakalanmalar nedense hiç benim iyi olduğum bir anda olmuyordu. Kaderimi yazan eller kırılsın derdim ama ağzımla gözüm yer değiştirsin istemediğim için demedim.

Bunlar hayatın cilvesi.

Onun cilvesini severdim. Bu cilve bir tek bana mı işliyordu? Onun da Allah belasını versindi.

Bu garip melankoli döngüsünden kurtulmam lazımdı. Bir psikiyatrist ile karşılaşsa muhtemelen anında tanı alacak insanlar listesinde mükemmel bir hızla yükseliyordum ve bunun maalesef farkındaydım. Tüm olanlardan sonra bana mutlu olmak haram kılınsa da en azından bunu dışarı belli etmemem lazımdı. Acı çekmek de bir yere kadardı, o yerin ötesine geçerse sorun çıkardı.

Yakınlardaki bir çorbacıya girdiğimde kapatmak üzereydi. Başımı sallayıp arkamı döneceğim esnada dükkanın sahibi olan amca birkaç saniye yüzüme baktı. Artık çehremde nasıl bir ifade gördüyse “Geç kızım, otur.” dedi.

Kısaca adamı süzüp ters bir şeyi olup olmadığına baktım, yok gibiydi. Kabul edip rastgele bir masaya geçtim ve oturdum. Her masanın camının altında menüler vardı. Gözümü menüde gezdirdim, canım hiçbir şey istemiyordu ama artık yemem lazımdı. Hem karar veremediğim hem de dükkan kapanmak üzere olduğu için yeni yemek yapılmasına gerek kalmasın diye “Bir tabak çorba alayım da amca, artık hangisinden varsa...” dedim. Tek dileğim işkembe veya kelle paça olmamasıydı.

Amca beni onaylayıp yavaşça mutfağa doğru gitti. Bir dirseğimi masaya dayayıp yüzümü de elime yaslamıştım. Pek de uzun olmayan bir süre geçtikten sonra amca elinde bir kase ile masaya yaklaştı. Ne olduğunu anlamak için tabağa bakmam gerekmemişti, buram buram tarhana kokusu masayı sardığında az da olsa mutlu olmuştum. “Teşekkür ederim.” dedim ve çorbamı içmeye başladım. Amca da köşede bir sandalye çekmiş beni bekliyordu.

Çorba bitmek üzereyken parmak uçlarım nikotin ihtiyacıyla karıncalandığında yanımda sigara olmadığı için sevinmiştim. İnat etmiştim, bırakacaktım. Zaten başlayıp iyi bok yemiştim, şimdi kendimi bir kez daha utandırmayacaktım.

Ağzımı sildiğim peçeteyi boş kasenin içine koyup ayaklandığımda amca da benimle beraber ayağa kalktı. Boş kaseyi alıp mutfağa götürdüğü esnada cebimden cüzdanımı çıkartıp onu beklemiştim. Çok kısa bir süre su sesi duyuldu, tabağı yıkıyor olmalıydı. Geri geldiğinde küçük bir havluyla ellerini kuruluyordu. Yanına yaklaşıp sordum. “Borcum ne amca?”

Elindeki havluyu tezgaha bırakırken yüzüme bakmadan konuştu. “Borcun yok kızım.”

Bir dilenci olmadığımız kalmıştı, tam oldu şimdi! Aferin!

“Amca, param var. Yanlış anladın sen beni herhalde...” Dükkana öyle bitik gelince galiba param olmadığını falan düşünmüştü.

Döndü, şöyle bir yüzüme baktı. Hatta düpedüz süzdü de diyebilirim, hiç abartıya kaçmış olmam. Kısa bir süre duraksadı. Bir şeyden emin olmaya çalışıyor gibiydi.

“Meryem’in kızı değil misin sen?”

Meryem’in kızı.

Başımın duvarlarına çarpan bir balyoz, yıkılmak için an kollayan kalbim.

Ben buradan gitmeden önce, tüm bu şeyler yaşanmadan önce Meryem Teyze ile o kadar samimi, o kadar içli dışlıydık ki insanlar beni onun kızı olarak tanımaya başlamışlardı. Bu bizi çok rahatsız etmemişti. Sonuç olarak onun bir kızı yoktu, benim de bir annem. Birbirimize destek oluyorduk. Koskoca Ankara’da bizi tanıyan azımsanamayacak kadar insan vardı.

Sonra ben bir hata yaptım, hayatıma mâl oldu. Ne Meryem Teyze’nin yüzüne bakacak yüzüm ne de önceden görüştüğüm insanlarla tekrar görüşecek halim vardı. Hepsinden utanıyordum. Onların gözünde onursuz, gurursuz ve haindim.

Şerefsizi unuttun?

İçimde yanmaya başlayan yangını belli etmeden kısaca yutkundum. “Yok amca, karıştırdın.”

Söylediğime inanmış gibi durmuyordu ama gerçekten karıştırmış olduğunu düşünmüş olacak ki “Kusura bakma kızım.” dedi. Tekrar borcumu söylemesini istedim, yine yok dedi. Cüzdanımdan bir tane iki yüzlük çıkarttım, amcanın arkası dönükken çaktırmadan kasaya bırakıp dışarı çıktım. Umarım yeterdi. Pahalılık algımı yitirmiştim. Ben gitmeden önce ekmek en pahalı yerde iki liraydı, bir gelmiştim on lira olmuştu. Ya her yerde fiyat böyleydi ya da yolda yürürken camından ekmek fiyatı gördüğüm bakkal dünyanın değil evrenin en kazık yeri falandı. Hayır yani ne bok olmuştu da dört yılda bu kadar zam gelmişti? Gördüğüm kadarıyla meclis falan yerindeydi, ülkenin ortasına atom bombası atılmış gibi de gözükmüyordu.

Neyseydi. Banka hesabımda gördüğüm o bol basamaklı sayının bu şartlar altında yalnızca bir ev almaya yeteceğini kavramak çok canımı acıtmış olsa da buna da şükürdü.

Eski kura göre hesaplarsak en az beş tane lüks ve merkezi 3+1 evimiz vardı Umay... Krallar gibi yaşardık lan. Katılıyorum, hayatın cilvesini sevelim...

Önümüzdeki birkaç yıl boyunca ev almak gibi bir planım yoktu. Hatta ölmez de zorunlu emeklilik yaşıma gelene kadar yaşamaya devam edersem, emekli edilip resmi olarak ordudan atılmamdan bir saniye öncesine kadar bile ev sahibi olmak istemiyordum. Lojman bana yeter de artardı. Ne zaman ki lojman hakkımı kaybederdim, o zaman sokakta kalmamak için bir yer bulurdum artık.

Harbiden bu para boş boş duruyordu. Yatırım yapmak lazımdı. Piyasayı bir araştırmak gerekliydi ama şimdi hiç uğraşamazdım. Dursundu durduğu yerde, bir ara bakardım.

Tekrar lojmana geldiğimde güvenlikten geçip hızlıca merdivenlere yöneldim. Hızlı hızlı çıktığım basamakların ardından bu sefer kimseye yakalanmamış olmak galiba günün şansıydı. Ayakkabılarımı çıkartıp içeri girdim ve onları dolaba yerleştirip kapıyı kapattım. İki kere kilitleyip anahtarı arkasında bıraktıktan sonra lambaları açtım.

Vestiyerin üstünden muhtemelen psikolojik olan bir toz tanesi bana gülümserken elimin tersiyle onu alıp banyoya gittim. Ellerimi yıkayıp üstümdekileri çıkarttım ve evin içinde bulduğum bütün kirli çamaşırları toparlayıp çamaşır makinesinin içine tıktım. Evin eski sahiplerinden olan manyak kadının bana miras olarak bıraktığı toz deterjanı kontrol ettiğimde hiçbir sıkıntı gözükmüyordu. Yeterince deterjan ekleyip makineyi çalıştırdım. Allah’ıma çok şükür kıyafetleri yıkayabilmiştim.

Perdeleri tamamen çekili olan yatak odama girip kendime temiz iç çamaşırları, bir tayt ve bir de tişört seçip onları giydim. Saçlarımı açtım, tarayıp tekrar topladım. Perdeleri açtım, telefonumu kontrol ettim, banyoya bıraktığım silahımı gidip getirdim... Yetmedi, banyo dolabının altındaki büyük leğene su doldurup içine sabun sıktım ve bütün mobilyaların tozunu aldım, krem deterjanla mutfak tezgahının üstünü tam üç kere sildim. Yerler gözüme batıyordu, süpürmem lazımdı ama mükemmel B12 seviyem ile süpürge almayı unutan bir asalak olarak ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

Yan taraftakilerin bugün pek sesleri çıkmamıştı. Sadece Sarp ile karşılaştığımda gülüşmelerini duymuştum. Belki onlardan süpürge isteyebilirdim. Olmaz mıydı? Süpürgelerini yiyecek hâlim olmadığına göre sorun etmezler diye düşünüyordum.

Eskiden savaş vaktinde yemek bulamayınca çalı süpürgelerini yiyenler varmış, Umay.

Birincisi, ben şu an savaşta değilim ve ikincisi, isteyeceğim süpürge plastikten yapılıyor. Yersem ölürüm.

O da doğru.

Mantıklıydı. Telefondan saati kontrol ettim, henüz sekiz buçuktu. Çok da geç olmadan şu süpürge işini halletmek isteyerek gidip üstüme bir ceket alarak kollarımı gizledim. Kapıyı açıp ayakkabıları yalandan ayağıma geçirdim.

İşte şimdi sıçtığımız nokta galiba, değil mi?

Tam olarak öyle.

Kimin nerede kaldığını unutmuş bulunuyordum. Tek bildiğim üç tarafımda da Pusat Timi’nin olduğuydu ama hangisinde kimlerin kaldığı hakkında tek bir bilgiye sahiptim, o da Bertuğ yüzbaşının sağımdaki dairede oturduğuydu. Onu da zaten balkon rezilliğinden dolayı hatırlıyordum.

Allah’ım, kısa süreli belleğime bir el atamaz mıydın?

Asla isyan etmemekle beraber çarpılmamak için zihnimdeki düşünceleri tamamen sildim. Sağda Bertuğ yüzbaşı vardı, sanki Sarp ve Çağlar aynı yerde oturuyorlar gibiydi ama solda mı yoksa karşıda mı olduklarını pek kestiremiyorum. Aramızda geçen kısa süreli olaya güvenerek derin bir nefes aldım ve sağımdaki kapıya yaklaşıp birkaç kere tıklattım. O rezilliğimi görüp de ses etmeyen birisi herhalde bir süpürge için laf yapmazdı.

Aslında rezil olduğum için utanmam gerekirdi, ki zaten yeterince utanmıştım, ama şu an bütün yüzsüzlüğüm ile kapıyı çalan kişi olmak daha çok işime geldiği için öyle davranıyordum. Vuruşlarımın duyulmadığını düşündüğümde elim zile gitti ama tam o anda kapı dan diye açıldı.

Oha. Bu herif bu kadar uzun muydu ya?

Karşımda karakoldaki izbanduttan rol çalmış bir Bertuğ yüzbaşı bulunuyordu. Üstünde düz siyah tişört ve altında da aynı renk bir eşofman altı vardı. Bu saatte neden kapısını çaldığımı sorguladığı belli bir şekilde “Yüzbaşım?” dedi. Eli hâlâ açtığı kapının kulbundaydı. Belki o bile farkında değildi ama bedeni tetikteydi, beni tehlike olarak görüyordu.

Benim ağzımı açmama fırsat vermeden içeriden bir ses yükseldi. “Komutanım! Kimyon koyayım mı ben buna?”

Bak, yemek yapıyorlarmış. İnsanlar ölenlere ve öldürenlere rağmen yaşıyorlar.

Anlaşılan yüzbaşı ile beraber yaşayan kişi Selçuk’tu. İyi bari, en azından bunu öğrenmiş olmuştum.

Kardeşinin katilinin kapıda olduğunu söylesen sence Selçuk sana ne yapar?

Yüzbaşı Selçuk’a cevap vermediğinde çok da yüksek olmayan bir sesle lafa girdim. “Kusura bakmayın, akşam akşam rahatsız ediyorum...”

Biraz gergindim. Her ne kadar yemeklerde bu buzları biraz erittiğimizi düşünüyor olsam da çekinmeden edemiyordum. “Estağfurullah, bir şey mi oldu?” dedi.

Sıkıntılı bir ifadeyle evimi gösterdim. “Yerler berbat durumda ve ben süpürge almayı unutmuşum da... Rica etsem yarım saatliğine süpürgenizi kullanabilir miyim?”

Dediklerimi duyduğunda en başından beri onun yüzüne de hakim olan gerginlik bir anda uçup gitti. Gülümsedi. Eli kapı kulbundan çekildi. “Selçuk!” diye içeriye seslendi.

Selçuk koridordan geçip görüş açıma girdiğinde o da beni gördüğüne şaşırmış gibi görünüyordu. Üstündeki tişörtte yer yer un olduğunu tahmin ettiğim lekeler vardı. Bana hiçbir şey demeden yüzbaşıya konuştu. “Efendim?”

Yüzbaşı başıyla beni gösterdi. “Koş süpürgeyi getir.” dedi. Duraksadı, “Evde yemek yoksa bir şeyler de ayarlayabilir?” diye ekledi.

Canım hiçbir şey istemiyordu, bir kase çorbayı bile zor içmiştim. “Teşekkür ederim, yeni yedim.” dedim. Yalan sayılmazdı.

Başıyla beni onayladı. Selçuk içeriden koşa koşa elektrikli süpürgeyi alıp getirdi. “Buyurun komutanım.” dedi. Selçuk’a karşı asla dinmeyecek olan suçluluk duygum izin verdiği kadar başımı yerden kaldırıp “Teşekkür ederim.” demeye çalıştım.

Bu adamın karşısında o başın eğilmekten kopsa bile az gelir. Farkındasın, değil mi?

“Ben hemen geri getiririm, yarım saat kadar işim var sadece.” Aslında değil yarım saat, koca bir günün yarısını o evi süpürmek için kullansam yetmezdi ama neyseydi.

Tam süpürgeyi almış arkamı dönmek üzereyken “Bir saniye,” diyen Bertuğ yüzbaşı ile duraksadım. Selçuk’u eliyle yaptığı bir işaretle içeriye gönderdikten sonra etrafta kimse olup olmadığını kontrol etti. Kimsenin bizi duymayacağından emin olduğunda kısık bir sesle “İyi misiniz?” diye sordu.

Elimdeki süpürgeyle birkaç saniye boş boş ona baktım. “İyiyim, bir şey mi oldu?” dedim.

“Geçen sabah balkonda pek iyi görünmüyordunuz. Akşam da bizim evde toplanmıştık, Sarp sizi görmüş kapıdan çıkarken. ‘İyi değil gibiydi,' dedi.” Sarp’ın da ağzında bakla ıslanmıyormuş, hemen yetiştirmiş.

Gözlerini bir saniye olsun gözlerimden ayırmıyordu. Anlamak için değil, öylesine bakıyordu. Belki de sadece göz teması kurarak etkili bir iletişim sağlamaya çalışıyordu.

Bu kadar siyah gözler gerçekte var mıymış Umay?

Demek ki varmış. Varmış ki şu an tam karşımda.

“Gözleriniz kızarmış iyice,” dedi. Kolundaki saatine bakıp devam etti. “Saat daha erken, çocukları çağırayım onlar yapsınlar ne yapılacaksa. Zaten geldiğinizden beri size yeterince yardımcı olamadık tim olarak.”

Aramızda şu an garip bir resmiyet vardı. Bunu o bozmadan bozamazdım, o kadarına götüm yemezdi. Ya da yerdi, bilmiyordum.

Yalandan gülümsedim ama dışarıdan bunun numara olduğunun anlaşılacağını sanmıyordum. Gerçekten de bir iki yemek dışında iyi muamelelerini görmemiştim. Zira yarın omzumdaki sargıya ve alnımdaki dikişe baktırmak için bir yerlere gitmem lazımdı. “Ben hallederim, teşekkürler yüzbaşım.”

Aslında gerçekten birileri yardım etse iyi olurdu ama daha ilk haftadan onlara iş yaptırıp kendime düşman edecek değildim. Hem benim evimin pisliğinden kime neydi, değil mi?

Sağ eliyle çenesini kaşıdı. “Peki... Bir şey lazım olursa gelmekten çekinmeyin.”

Ne bu ciddiyet, ne bu resmiyet arkadaş! Zannedersin kaymakamla konuşuyoruz anasını satayım.

“Elbette. Teşekkür ederim tekrardan.” dedim ve arkamı dönüp daireme girdim, kapıyı kapattım. Dışarıdan aldığım ayakkabıları dolaba koyup süpürgeyi salona taşıdım. Üstümdeki ceketi götürüp odama düzgünce astım. Kollarımdaki izler henüz geçmemiş olsalar da iyileşiyorlardı. Muhtemelen bir haftaya kalmaz geçerlerdi. Vücudumun geri kalanı da aynı şekildeydi. İyileşiyordum. Bu iyi bir şeydi.

Bedenin ay gibi parlasa ne fayda, ruhun çürük olduktan sonra. Vücudun iyileşirse iyileşsin, birisi gelip iki dakika gözlerine anlamak ister gibi baksa anlar zaten ne olduğunu.

Olduğum için pişmanlık duyduğum kişiyi dışarı yansıtacak kadar acemi değildim.

Bak, gözleriniz kızarmış dedi... Uykusuzluktan değil o kırmızılar. İçinde bir ateş var, adı suçluluk. Gözlerine yansıyor, insanlar görüyorlar. Bütün suçlarını görüyorlar, görecekler.

Yaşananlarda belki de en suçsuz olan bendim.

Nevra’ya ne oldu o zaman? Sen öldürmedin mi onu? Timinle beraber ikinci adının üstüne toprak atan sen değil misin? Söylesene, suçlu olmayan biri neden kendinden vazgeçer? Sen adisin, Umay. Hainsin.

Saçmalıyordum. Ne olduysa benim yüzümden olmuştu. Benim dikkatsizliğim, benim eksikliğim, benim aptallığım...

Aynı anda kaç kişinin ölümüne sebep oldun, saydın mı hiç? Sayamazsın, korkaksın!

Allah benim de belamı versindi.

Daha fazla düşünmek istemeyerek süpürgeyi fişe taktım ve kendi kendime şarkı mırıldanarak yerleri süpürmeye başladım. Süpürgenin sesi çok gür olduğu için başta yüzüm buruşsa da bir süre sonra kulaklarım alıştı. İyi tarafından bakalım, şarkı söylerken fısıldamama ya da direkt içimden söylememe gerek kalmamıştı. Bu gürültüde bağırsam bile sesimin duyulacağını sanmıyordum.

I’m feelin’ lost and I don’t know where else to go now (go now)

I don’t really have a place to call my home now (home now)

Everybody hatin’ and I feel so cold now (cold now)

Why do everybody make me feel alone, like? (Alone, like?)

Bir işi yaparken sadece bir şarkı söylemeyi seviyordum. Aynı işi yaparken arka arkaya değişik şarkılar söylemek hem dikkatimi dağıtıyordu hem de şarkı israfıydı, sonra söyleyecek bir şey bulamıyordum. Bu sebeple aynı şeyi mırıldana mırıldana bütün evi süpürdüm.

Süpürgeyi vaktinde teslim edebilmek için adeta kendim ile bir yarışa tutuşmuştum. Galiba hayatımda en hızlı süpürdüğüm ev bundan sonra burası olacaktı çünkü tam yirmi sekiz dakikada tüm evi dip bucak süpürmeyi başarmıştım. Helal olsundu. Övülecek taraflarım da vardı.

Yarım saat dediysem yarım saatti, mümkün olduğunca bir dakika bile geciktirmek istemezdim. Sonuçta emanetti. Hızlıca üstüme ceketimi geçirip yan kapının zilini çaldım. Selçuk kapıyı açtı. Üstünü değiştirmiş, tüm un kalıntılarından kurtulmuştu.

“Buyurun komutanım?”

“Teşekkür ederim.” dedim ve süpürgelerini uzattım.

“Lazımsa sizde kalabilir komutanım.”

“Yok, ben işimi bitirdim.”

Anlayışla başını sallayıp süpürgeyi aldı. “İyi akşamlar.” dedim ve hemen arkamı dönüp kelimenin tam anlamıyla topukladım.

Eve girip her şeyi yerli yerine koyduktan sonra salonun ortasında öylece dikilmeye başladım. Apartmana fırlattığım halıyı birisi alıp götürmüştü, kim götürmüştü bilmiyordum ama iyi yapmıştı. Şu an o halı burada olmadığı için direkt olarak parkelere basıyordum ama hiç sorun yoktu.

Can sıkıntısından bütün eve bir tur vilada attım, bütün ev buram buram gül kokana kadar yüzey temizleyiciyle içli dışlı oldum. Gül kokusundan da nefret ederdim ama önceki ev sahipleri bunu uygun görmüşlerdi. Elde olan bitene kadar yenisini almama gibi bir huyum olduğu için tez vakitte onu bitirmem lazımdı. Yetmedi, bir tur daha vilada attım. Islanan her yeri kuru bezle sildim, banyodaki derzleri bir diş fırçası ve organik temizleyici ile ovdum. Zaten bembeyazlardı, sadece vakit geçsin diye yaptım. Evin içinde ne kadar ayna varsa hepsini sildim ve hemen sonrasında kuruladım.

Seni isteyecek olan adam şanslı demek isterdim ama maalesef hiçbir kaynana seni almak gibi bir hata yapmaz.

En sonunda yapacak hiçbir iş bulamadığımda yatak odasında ter içinde aynanın karşısında durdum. İyi çalışmıştım. Perdeleri kapatıp dışarıdan görülmeyeceğimden emin olup tişörtümü eteklerinden kavradım.

Tüm bu yaptığım işler esnasında yaralı omzumu zorlamamaya dikkat ettiğim için hiç sızısı olmamıştı. Yarın bir baktırsam iyi olurdu, bence artık sargıya bile gerek yoktu.

Askeriyeye git işte, gösterirsin revirde.

Çok mantıklıydı, parlak fikirli bir iç sese sahip olmak güzel bir şeydi.

Ne sandın, cahil?

Tüm sözlerimi geri alıp kendi kendime küfür etmemek için alt dudağımı dişledim. An itibariyle kendime söz veriyordum, hayatımdaki küfür sayısını minimalize etmeye çalışacaktım.

Buna sen inandın mı?

Çok değil.

Ama olsundu. Denemek de bir adım atmak demekti, belki olurdu?

Nazik bir Umay’cık hayal ettirme bana... “Şınav pozisyonuna geçer misiniz lütfen? Sayın lütfen... Teröristlerin içine sızıp geleceğim, rica ediyoru-“

Siktir lan oradan.

Al işte, dedim ama.

Ben ne zaman kendime verdiğim sözleri tutabileceğim evreye geçecektim? Güncellemem yarım kalmış olabilir miydi?

Direkt sen yarım kalmışsın, her bakımdan.

Tişörtümü başımdan çıkartıp attıktan sonra derin bir iç çektim. Haklıydı, yarımdım, her bakımdan.

Üzerimi değiştirip kirlileri banyodaki kirli sepetine attım. Canım sigara istiyordu ama çok şükür ki evde yoktu, ben de gidip almayacak kadar iradeye sahip olduğumu düşünüyordum. Çamaşır makinesi işini bitirmişti, içindekileri kucağıma toplayıp yatak salona kadar götürdüm. Bir sepet alsam iyi olurdu.

Balkonda çamaşır teli yoktu, mecburen buraya serecektim. Müsait bir vakitte onu da hallederdim elbet. Hatta şu ev işlerinin hepsini bitirip sonra direkt askeriyeye dönebilirdim, galiba böylesi daha mantıklıydı. Yarın revir ayağına gidip biraz orada takılırdım, mesai bitiminde de elektrikli süpürge ve sepet falan alırdım. Denk gelirse bir tane de çamaşırlık... Bence en iyisi balkona asmaktı ama işte yapacak bir şey yoktu.

Çamaşırları düzgünce koltukların üstlerine serdim. Zaten hava sıcaktı, taş çatlasın yarın akşama kadar kururlardı.

En sonunda gözlerim yangın yerine döndüğünde bugünlük bu kadar yeter diye düşünerek yatak odama döndüm. Telefonumu yanımdaki komidinin üstüne koydum. Şarjı henüz vardı ama benim bir de şarj aleti almam lazımdı. O kadar çok gereklilik vardı ki hangisini yapacağımı şaşıyordum.

Perdeler kapalıydı ve açmaya pek de niyetim yoktu. Böylesi iyiydi. Odamın manzarası gri bir bina duvarı olsa da hiçbir açıdan görüş vermek istemiyordum. Düşmanın nereden geleceği belli olmazdı, her yerde tedbirli olmak zorundaydım.

Silahımı koymak için komidinin çekmecesini açtığımda ilk geldiğim gün buraya bıraktığım ahşap kutu elime ilişti. Gözlerimdeki kor harlanıp başıma da ağrılar girmeye başladığında çekmeceyi kapattım, silahımı da telefonunun yanına koyuverdim. Emniyetinin kapalı olduğundan emin olduktan sonra kendini yatağa bıraktım.

Umutsuzluğa kapıldığımda uyumak iyi bir seçenekti. Sonuçta atalarımızın dediği gibiydi, gün doğmadan neler doğardı.

 

-0-0-0-0-0-0-0-

 

Kelime Sayısı: 3189

Lütfen yıldızımızı parlatmayı unutmayın, kendinize iyi bakın!

Bölüm : 31.12.2024 14:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...