18. Bölüm

16. Bölüm - Yine Gel

Anonim Kalayım
kelimelerimveben

SE-LAM-LAR!

Yine ben yine ben yine ben videosundaki gibi bir giriş yaptığımı hayal edin. 3 ay oldu ama işte yine ben...

Bilgisayardan bölüm aktarmak daha kolay ama emojilerim yok... DOLUNAY SURAT HAYAL EDİN. Bilgilendirme bitmiştir.

Sevgili, saygıdeğer, muhterem, pek kadim okurlarım... Rica etsem satır arası yorum yapıp yıldızımı parlatır mısınız (Bir dolunay surat daha)

Durun ya googledan bulup geliyorum (emojiler, enter, ilk çıkan site)

🌚​

Önceki bölümlerden de oy atmadığınız varsa bir el atarsanız sevinirim. Sizleri seviyorum. Lütfen yorumlarda buluşalım. (Bugüne kadar cevap vermediğim yorum 1 elin parmağını geçmez.)

O halde...

İyi okumalar!

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Umay Nevra Belemir’in ağzından...

Aynı anda hem suçlu hem de kırgın olmak ne tuhaf... Kalbini söküp atmak istiyorsun ama onunla yaşamaya devam etmek zorundasın.

Hayat ikilemlerin oyunuydu. Hep iki seçenek vardı ve insanoğlu nedense her seferinde yanlış olanı seviyordu. Seçim yapmak mühim değildi, aklını kullanabilen her insan doğru olanı seçebilirdi. Asıl önemli olan şey o doğruyu sevmekti.

Onu yapsa mıydım, şuraya gitse miydim, bunu demese miydim, şöylesi daha mı iyi olurdu... Biz sonsuz ikilemlerin içinde boğulurken hayat kaçıyordu ve maalesef bunun farkında değildik. Geçmişi düşünürken geleceğimizden çalıyorduk.

Eğitim alanına geldiğimde Pusat’ı burada görmeyi beklemiyordum. Ben onlar hangardadır diye düşünerek buraya gelmiştim. Burası askeriyenin içinde hangara en uzak yerlerden biriydi ama işte her zaman olduğu gibi hayat istediği çelmeyi her zaman takıyordu.

Yazın sıcağı tepemize vururken etrafta koşuşturan erlerin yanındaki Sarp ve Çağlar dikkatimi çekti. Bu havada tam teçhizat koşu yapacak kadar ne bok yemişlerdi, muammaydı. Sağlam bir yamuk yapmış olacaklardı ki yüzbaşı canlarını çıkarmaya ant içmişçesine onlara bakıyordu. Aslında hiç bulaşmamak en iyisiydi. Onlar beni fark etmeden toz olsam iyi olurdu.

Yüzbaşıyla aramızda hayli mesafe varken göz göze geldik. Yanında Mete, Selçuk ve Yiğit abi de vardı. Gidemezdim. Gitse miydim? Olmazdı. Selçuk varken olmazdı. Acaba arkamı dönüp geri mi gitseydim? Buraya kadar gelmişken geri dönüp gitmem garip kaçardı.

Gerçeklerden daha ne kadar kaçabilirsin Umay? Utancından yer yarılsa da içine girsen keşke...

Keşke böyle bir şey olsaydı da şu an içinde bulunduğum konuma düşmeseydim.

Ayakta dikilmek daha fazla dikkat çekmeme sebep olduğu için beynimi üç saniyeliğine kenara koyup hızlıca karar verdim. Onların uzağında kalan bir çardağa doğru yürüdüğümü idrak ettiğim an gerçek bir salak olduğumu fark etmiştim ama bunu şu an düşünmeyecektim. Biraz yalnız kalsam iyi olurdu.

Gerçekten istedin, değil mi? Bir anlığına da olsa yanlarına gitmek istedin...

Allah belamı versindi ama bir an için evet, istemiştim.

Benden sana koca bir tavsiye Umay hanım! Yanlarına git, Selçuk’un tam karşısına otur. Yak bir sigara, gözlerinin içine baka baka de ki...

Hiçbir şey demeyecektim. Sakindim, iyiydim ve iyi olacaktım. Derin bir nefes aldım.

Kardeşin benim yüzümden öldü.

Karıncalanan parmak uçlarım belki de bir dal sigara içsem beni rahat bırakacaktı.

Hatta yalnızca senin kardeşin değil,

Dışarıya belli etmesem de bedenimden kopup gitmek istercesine atan kalbim beni asla şaşırtmıyordu. O da benden sıkılmıştı. Göğüs kafesimden kurtulsa dile gelip bana sövecek gibiydi.

Koca bir tim.

Ben böyle olsun istemezdim.

Yalnız kalmak bana gerçekten iyi gelecekti. Kafamı toparlamam lazımdı. Çardağa oturdum, etrafa bakınmaya başladım. Erler, astlar ve üstler geçip gidiyordu. Aslında şimdi bergamotlu bir çay olsa iyi giderdi, belki sigara ihtiyacımı gidermeme yardımcı olurdu. Aslında saçmalıyordum ve bunun farkındaydım. Çay, sigara isteğini bastırmazdı ama bazen böyle boş ümitlere tutunmak insanın fıtratında vardı.

Şu an yaptığım şey asla doğru değildi. Ben Pusat Timi’ndeydim ve onların yanında olmam gerekirdi ama nasıl olduysa kendimi bir şekilde burada bulmuştum. Ne zamandan beri duygusal kararlar veriyordum? Karar vereceğim zaman kalbimin fişini çekmem gerektiğini öğreneli çok olmuştu. Aslında elimde olsa onu komple söküp atar, kendimi bir robota çevirirdim. Kusursuz bir emir erine.

Etrafa bakınıyordum ama gözümün pek bir şey gördüğü söylenemezdi. Sabah iyice stresimi atmış olsam da içinde bulunduğum vaziyet tekrar gerilmeme sebebiyet vermişti. Bazı şeyleri en başından kabullenmem gerekirken üstünden seneler geçmesine rağmen etkisini yeni yeni fark ediyordum.

Pusat, özenle işlediğim bir timdi. Bu timi kurma emrini almadan önce yaşadığım şeyler bana hayatın ne denli kana bulanabileceğini, yeri geldiğinde ne denli büyük sürprizler yapabileceğini göstermişti. Her şeyini en ince ayrıntısına kadar düşünüp tasarladığım bir proje gibiydi. Hesaba katmadığım tek şey bu tim bir araya geldiğinde benim dışlanmış olacağımdı. İşte hayat böyleydi, en beklenmedik anda en büyük darbeyi en sevdiğinden yiyordun.

Pusat almış başını gitmiş, Türkiye’nin en iyi özel harekat timlerinden birisi haline gelmişti. Onların bir araya gelmesine vesile olanın, o timi kuran kişinin ben olduğumdan habersizlerdi. Seneler sonra time gelen kadın yüzbaşı muhtemelen onların gözünde bir fazlalıktı. Kendi açılarından bakıldığında haksız da sayılmazlardı. Bana en çok koyan şeylerden biri buydu, kendi timimde fazlalıktım.

Eğitim alanının tek bir noktasına odaklanmış düşünürken solumda bir hareketlilik sezdim. Mete fazlasıyla emin adımlarla yürüyordu ve işin garip tarafı şuydu ki galiba istikameti bendim. O benim yanıma ulaşmadan kalkıp usulca uzaklaşmak için ayaklandım ama Mete beni yakalamaya fazla kararlı çıkmış, “Komutanım!” diye seslenmişti.

Mecburen durup gelmesini bekledim. Hafif gülümser bir şekilde bana bakıyordu. Kendimi toparlamaya çalışarak “Efendim Mete?” dedim. İçimdeki kasırganın dışarı vurmadığından gayet emindim.

“Bertuğ yüzbaşı çağırdı, yanımıza gelmek istemez misiniz?”

Anlık olarak duraksadım, kaşlarım havalandı. Bertuğ yüzbaşı beni çağırmıştı, bunun anlamını bilmemek için salak olmak gerekirdi.

Benim timimdesin, yanıma gel yüzbaşı diyordu. Benim daha kıdemli oluşum onun tim komutanı oluşunu değiştirmiyordu ve kendisi beni yanında istiyordu.

Belki sadece seni gözünün önünde tutmak istiyordur. İlk fırsatta timden attırmak için koz toplamaya çalışıyordur.

Yüzbaşı öyle birisi değildi. O beni tanımıyor olabilirdi ama ben timimdeki herkesi ezbere biliyordum. Beni timde istemese yüzüme karşı söylerdi. Açık sözlü olması onu tim komutanı olarak seçmemde büyük bir etkendi. Üstlerine karşı saman altından su yürüterek asker olunmazdı, böyle olan her asker eninde sonunda ya yitip gider ya meslekten atılırdı.

“Bilmem, sen gelmemi ister miydin?”

Mete’nin yüzünden geçen bir saniyelik şaşkınlık yerini samimi bir tebessüme bıraktığında benim havalanan kaşlarım geri yerine inmişti. Vereceği birçok muhtemel cevaptan daha etkili olan bu tebessüm yeterliydi.

“İstememem için bir sebep yok komutanım.”

Aslında vardı ama henüz onlar bilmiyordu. Sağa doğru bir adım attığımda ilerideki çardaktan beni izleyen yüzbaşının yanısıra bana doğru gelen canları çıkmış Sarp ve Çağlar da görüş açıma girmişti. Nefes nefese yanıma geldiklerinde bayılacak gibilerdi. Mete onları görünce gülmemek için dudağını dişlese de çoktan benim radarıma takılmıştı. Hızla kendini toparlayıp boğazını temizledi ve ciddileşmeye çalıştı, bir bakıma başarmıştı da.

Tam önümde duran ikili birkaç saniye nefeslenmek için çabaladı, ikisi de kıpkırmızıydı. Birbirleriyle uğraşmadıklarına göre gerçekten yorulmuşlardı. Sarp son kez derin bir nefes alıp pervasızca lafa atladı.

“Komutanım. Kurban olayım.” Ciddi anlamda nefes nefeseydi.

“Niye? Ne oldu?”

Sarp’ın başlattığı cümleyi devam ettiremeyeceğini anlayan Çağlar olayı devraldı. “Gelsenize komutanım!” Hafif sitem eder gibi kurduğu bu cümleyle bakışlarım hızla onu buldu. “Gelin!”

Bu ısrarları nedendi? “Gelmezsem ne olur?”

Gözleri kocaman oldu. Ciddi anlamda dehşete düşmüş gibilerdi. “Gelmezseniz dört tur...” İki kere öksürdü. “Dört tur daha koşturacak!”

“Gidin, getiremezseniz yakarım dedi komutanım!” Sarp da can havliyle konuşuyordu.

Mete sonunda kendini tutamayıp küçük bir kahkaha attı. Hemen sonrasında utanmıştı. Ortama uyum sağlamak, biraz da Mete’nin utancını engellemek için yalandan da olsa tebessüm eder gibi yaptım. “E hadi o zaman.” Yanlarından geçip emin adımlarla yüzbaşının ve timin geri kalanının yanına doğru ilerlemeye başladım. Dakikalardır bizi izleyerek çay içen yüzbaşının da güldüğü gözümden kaçmamıştı.

-0-0-0-0-0-0-0-

“Bir daha geç kalmazsınız herhalde?”

“Tövbe komutanım!”

“Allah kitap çarpsın bir daha geç kalırsam komutanım!”

Tek kaşım yavaşça havalanırken timdekilerin benim için söylediği çayı yudumladım. “Ne geç kalması yüzbaşım?”

“Aha bu iki dangalak...” Eliyle Sarp ve Çağlar’ı gösterirken Sarp’ın yeni tıraş olmuş ensesine sağlam bir tane indirdi. “Sabahları mesaiye geç kalıyorlar yüzbaşım.”

“Öyle mi...” Bu bir sorudan çok anladım anlamını taşıyan bir cümleydi. Sakince çay bardağını tabağına koydum. “Bir daha geç kalmazlar diye düşünüyorum. Haşat etmişsin ama hak etmişler.”

Selçuk ben burada ne yapıyorum acaba diye sorgulayan bakışlar atarken Yiğit abi araya atıldı. “Yav komutanım ben bunları izlerken yoruldum, ne haşatı, şaftları kaydı şaftları!” Anlaşılan Mete de Yiğit abi gibi düşünüyordu. “Emirleriniz dert görmesin komutanım.” derken çok keyifli duruyordu.

Yüzbaşı eyvallah der gibi başını salladığında yavaşça arkama yaşlandım. “Bir dahakine böyle bir disiplinsizlik olursa izninizle ben de el atmak isterim yüzbaşım.” Aslında izin istememe gerek yoktu, ondan kıdemliydim ve ağzımdan çıkan her söz emir niteliğindeydi. Reddetme lüksü yoktu ama ben yine de kibarlığımı korumaya ve yerimi bilmeye çalışıyordum. Öyle hadi bakalım ben geldim ne söylersem yapacaksınız ayaklarına yatanları ters yatırıp düz döverlerdi. Aslında dövmekten beter ederlerdi ama aklıma küfür etmeme konusunda verdiğim sözler aklıma geldikçe zihnimi susturmak zorunda kalıyordum.

Disiplin askerliğin en önemli parçasıydı. Anladığım kadarıyla Sarp ve Çağlar gerekli olan disiplini sağlayamıyorlardı. Sağlatırdım. Ben o disiplinsizliğin sonuçlarını bir kere gördükten sonra öldürseler görmezden gelemezdim. Ne düşünüyorsam onların iyiliği içindi. Biraz daha uzun yaşasınlar diye çabalayacaktım çünkü askerlikte bir saniye sonrasının bile garantisi yoktu. Fazladan yaşadığımız her dakika hanemize koca bir artı olarak işliyordu.

Bertuğ yüzbaşı birkaç saniye bana baktı, ılımlı bir ifadeyle başını onaylar gibi salladı. “Elbette.” dedi, beni hiç şaşırtmadı. Akıllı adamdı.

Şu an eğleniyor olabilir ama sen disiplin ayağına bütün timi eğitime sokunca yüzbaşının yüzünde oluşacak olan şaşkınlığı merak ediyorum.

Bazı şeylerin yeri ve vakti vardı. Time yaptırmam gereken onca eğitimin listesi gözlerimin önünde belirirken dudaklarımda sinsi bir sırıtış vardı. Kimse fark etmedi, onlara da yazıktı.

-0-0-0-0-0-0-0-

Hangara doğru yürürken ben timin en arkasındaydım. Çardakta içtiğimiz çaylar bitince yenilerini hangara istemiştik, biraz da orada oturmaya karar vermiştik. Sarp ve Çağlar ekipmanlarını çıkartıp yedek üniformalarını giymek için bizden daha önce kalkıp gelmişlerdi.

Kapının önüne geldiğimizde kısık bir şekilde boğazımı temizledim. Burası işlerin gerginleşebileceği bir noktaydı, en azından ben öyle hissediyordum. Geçen sefer geldiğimde beni aralarına almaya pek niyetleri yoktu, bir köşede oturup raporlarımı yazmıştım. Gün doğmadan neler doğar diyen atalar açılan kapılan için de bir şeyler söyleyebilirler miydi?

Hafif aralık olan kapıdan içeri ilk giren kişi yüzbaşı oldu. Onun ardından Mete, Selçuk ve Yiğit abi girdiğinde el mahkum ben de bir adım attım. İçeriye sızan gün ışığı yeterli değildi, hafif loş bir ortam vardı. Yüzbaşının “Oğlum siz mal mısınız, ne yapıyorsunuz bu karanlıkta?” dediğini duymamla beraber vakit kaybetmeden arkamı döndüm ve kapıyı içeriye yeterince ışık girecek kadar açtım. Bana kalsa karanlık olmasında bir sorun yoktu ama yüzbaşı rahatsız olmuştu.

Açtığım aralıktan içime derin bir nefes çekmeye çalıştım. Ben buradaydım ve bunların hepsi yaşanıyordu.

“Şınav, ekipmanlı koşu falan derken kollar bitti herhalde bunların komutanım.”

“Bir kapıyı açamadınız mı lan?”

“Valla böyle iyiydi komutanım.”

“Komutanım paslanmış bu herhalde, açılmıyor!”

“Koluna sıçayım Ali!”

Çekip oturdukları taburelerin yerde çıkardığı ses kulağıma ulaştı. “Yüzbaşım kapıda kaldın, gelsene?”

“Kollarımız koptu ama komutanım!”

“Hatırlatın da bir dahakine kökünden keseyim, bitsin bu işkence!”

Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım ve hiçbir şey belli etmeden yeniden arkamı dönüp içeriye ilerledim. Yine daire şeklinde oturmuşlardı, muhtemelen yine çay söyleyeceklerdi. İyiydi, hoştu ama bana yer yoktu. Ayakta kalmıştım. Yüzbaşı oturmamı bekledi ama oturmadığımı görünce kafasını çevirip ortama şöyle bir göz attı. Bununla beraber durumu anlamış, ayağa kalkmaya yeltenmişti. Elimi dur der gibi kaldırıp “Rahatınızı bozmayın yüzbaşım.” dedim.

Yine de “Estağfurullah...” diyerek ayağa kalktığında bunu unuttuğu için mahcup görünüyordu. Sağ eliyle çenesini kaşırken sabah sabah süründürdüğü ikiliye acımış olsa gerek, Mete’ye başıyla bir işaret vermişti. Mete “leb” demeden leblebiyi anlayan birisi olduğu için hemen başıyla onaylamış ve hızla ayağa kalkmıştı. “Buyurun komutanım.” diyerek bana kendi yerini gösterdi. Reddetmek için ağzımı açacağım esnada “Rica ediyorum.” demiş ve lafı bir güzel ağzıma tıkamıştı. Kalbini kırmak istemediğim için mecburen ona doğru yürüdüm, derin bir nefes verip yavaşça benim için kalktığı tabureye oturdum. Yüzbaşı da ben oturduktan sonra oturmuştu. Mete bir koşu dışarı çıkıp kısa süre sonra elinde başka bir tabureyle geri geldi. Yiğit abi ve Selçuk, Mete’nin oturması için aralarında yer açarlarken ben Selçuk’un karşısında, yüzbaşının sağında kalmıştım.

Yiğit abi keyifli bir şekilde ellerini dizlerine vurdu, “İşte şimdi tam olduk he.” dedi. Yiğit abinin şivesi sürekli farklı yerlere kaydığı için bir noktada sorgulamayı bırakmam gerektiğini anlamıştım. Adam ruh haline göre şive değiştiriyordu. “Olduk abi, doğru dedin.” diyen yüzbaşı ise beni şaşırtmalara doymuyordu.

Bir süre Sarp ve Çağlar bitkin bitkin sandalyede otururlarken Mete ve Yiğit abi onlarla uğraştı, Selçuk ve Bertuğ yüzbaşı ise ekndi aralarında bir şeyler konuştular. Sohbete dahil olmaktansa dirseklerimi dizlerime yaslamış bir şekilde oturup yalnızca dinlemiştim. Kulaklarım uğuldamaya başladığında görüşüm de bulanıklaşıyordu. Bu durumdan kaçmanın belki de en kolay yolunu seçtim, gözlerimi kapattım ve ellerimi birbirine kenetledim.

“Cihan?”

“Efendim komutanım?”

“Dalmışsın yine oğlum, hayırdır?”

Seneler önce kardeşlerimle birlikte oturduğum hangarda bugün başka bir tim ile beraber oturmak zorunda olmanın verdiği ağırlık omuzlarıma çöktü. Derin bir nefes alıp gözlerimi açtım ve ellerimi birbirlerinden ayırdım. Karşıdan dikkatle beni izleyen Selçuk, onu gördüğümü fark ettiğinde bile gözlerini kaçırmamıştı. Sarp ve Çağlar sessiz sessiz oturdukları için ortama nispeten sakin diyebilirdim ancak Selçuk bunu zorlaştırıyordu. Gerilmiştim. Dik bir şekilde oturur pozisyona geldim, omuzlarımı çöktükleri yerden çekip kaldırdım.

Kısa bir süre sessizlik olduğunda bütün gözlerin üstümde toplandığını hissettim. Akıllarında sorular olduğunu biliyordum ama onlar sormadan konuşmak da istemiyordum. Ya onlar soracak ve öğreneceklerdi ya da böyle susup saçma sapan bakışlar atacaklardı. Kendileri bilirdi.

Yüzbaşı boğazını temizledi, gelecek olan şeyi tam olarak bilmediğim için oturduğum yerde dikeldim. Tam olarak bana bakıyordu. Gözleri gözlerimin içinden geçip gidiyordu. Beni anlamaya, çözmeye çalışıyordu ama bu ben izin vermediğim sürece pek mümkün değildi. Onun aldığı psikolojik eğitimleri ben belki beşe, belki de on beşe katlamıştım. İstediğim zaman düz bir duvar olabilirdim.

“Yüzbaşım?” dediğinde yüzünde meydan okuyan değil de normal bir ifade vardı, bu sebeple ben de ona ılımlı yaklaştım.

“Efendim?”

“Sizinle doğru düzgün tanışamadık. Gerçi siz bizi gayet iyi tanıyor gibisiniz ama...” Hafif iğnelemeye kayan cümlesini yarıda bırakıp kafası hafifçe iki yana salladı, sanki durması gereken yeri kendisine hatırlatıyormuş gibi. “Neyse. Sizin için de uygunsa adam gibi tanışalım isterim.”

Adam gibi tanışmak?

Adam gibi?

Adam?

Adam kelimesinin sözlükteki ilk anlamı zannedilenin aksine bir cinsiyet belirtmiyordu ve ben bunu neden şu an düşündüğümü bilmiyordum.

Gözlerimi timin geri kalanına çevirdim. Komutanları konuştuğunda onlara söz düşmeyeceğini biliyor ve saygıyla dinlemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bir timim komutanı yalnızca emir kumandaya sahip olan kişi değil, aynı zamanda o timin sözcüsü ve lideri olmalıydı. Bir kere daha Bertuğ yüzbaşıyı seçerek hata yapmadığımı görmüş olmuştum. Timiyle özdeşleşmiş, onların fikirlerini kendisininkilerle harmanlamıştı. Timi saygısından susuyorsa eğer, yüzbaşıya güvendikleri içindi ve güven askerlikte her şeydi.

Bombaları karıştırıp vermek gibiydi.

“Elbette.” Üstümdeki kıyafeti düzeltirken konuşmaya devam ettim. “Kendimi size tanıtabilirim.” Ben de yüzbaşı gibi boğazımı temizledim. “İsmim, Umay.”

Nevra öleli çok oldu.

“İzmir’de doğup büyüdüm. Otuz iki yaşındayım. Bildiğiniz üzere kıdemli yüzbaşıyım.”

Gözlerim her birinin üstünde birkaç saniye oyalandıktan sonra tekrar yüzbaşıyı buldu.

“Daha önce çalıştığım yerleri zaten konuşmuştuk... Sizleri nereden tanıdığımı merak ettiğiniz için söylüyorum, askeri kariyerimde pek çok senemi istihbaratçı olarak geçirdim. Bunlar haricinde pek bir numaram yok.”

Yüzbaşı ortamı yumuşatmak istediğini hiç gizlemeyerek yarı yalan yarı gerçek bir gülümseme takındı. “Bizim kendimizi tanıtmamıza gerek yok galiba?” Yüzüme onunki gibi yalandan bir gülümseme yerleştirdim.

Yiğit abi her aklına geleni dan diye söyleyen birisi olduğu için yine lafa atladı. “Ya komutanım?” Ona bakmaya başladığımda devam etti. “Siz kaç dil biliyorsunuz?”

“Nereden esti bu şimdi?”

“Operasyonda ve sonrasında Fransızca konuştunuz, dosyanızda en az dört dili akıcı konuşabildiğiniz yazıyordu.” Selçuk az ve öz konuşan birisi olarak durum tahlili yapmayı iyi biliyordu. “Gerçi o dosyada kendi adamlarınızı yaktığınız, patlattığınız, işkence ettiğiniz falan da yazıyordu... Muhtemelen hepsi yanıltıcı içerikti. Gerçekten dört dil biliyor musunuz, asıl soru bence bu.”

Selçuk’un şüphelerini anlıyordum ancak üslubunu beğenmemiştim. Saygısızlık ediyordu. Kullandığı ses tonu benden pek hoşlanmadığını bağırıyorken bunu bu seferlik görmezden gelecektim. Yüzbaşının da bu durumdan hoşlanmadığını çatılan kaşlarından anlayabiliyordum. Bu seferlik neyseydi. Ayrıca dört çok azdı, iyi bir istihbaratçı olmak için gereken bedeli dokuz tane dili öğrenirken ödemiştim.

Selçuk tabancayı çekip kafama dayasa laf edecek hakkın yok senin.

Omuzlarımı silkip umursamaz bir tavır takındım. “Bana yetecek kadar biliyorum işte.”

Mesainin geri kalanında yavaş yavaş odak noktasını kendimden uzaklaştırmaya çalışmış ve bir noktada da başarılı olmuştum.

Geriye kalan vaktimizde hangarda oturup hep beraber gelen çaylarımızı içtik. Onlar konuştu, ben daha çok dinledim. Saat iyice ilerledikçe bizim de kalkma vaktimiz geldi. Herkes elindeki çay bardağını ortadaki tepsinin içine koyduğunda Sarp yerdeki tepsiyi alıp yemekhaneye götürdü. Geri geldiğinde hep beraber ayaklandık.

“Yüzbaşım, yarın sizi yeniden aramızda görmek isteriz.” Başımı hafifçe geriye çevirip konuşan Bertuğ yüzbaşıya baktım. Söylediği şeyin farkında mı diye kontrol ettim ama kendinden gayet emin görünüyordu. Fazla uzatmadan “Tabii.” dedim ve tam önünde durduğum kapıdan dışarı çıktım. Bugün bitmiş olabilirdi ama benim için pek çok yarın doğuyordu.

Bir tim, komutanı ne istiyorsa ondan ibaretti. Yüzbaşı beni boşuna çağırmamıştı, beni timinde istiyordu. Bunun tek bir anlamı vardı, Pusat beni kabul etmişti.

-0-0-0-0-0-0-0-

Kelime Sayısı: 2562

Tekrardan selamlar! Bugün sizlere birkaç sorum var, yanıtlarsanız sevinirim.

1- Sizce iç ses olaylara fazla mı dahil oluyor?

2- Hikayenin akışını beğeniyor musunuz? Beğenmiyorsanız daha çok neler görmek istersiniz?

3- Bölüm uzunluğunu ideal buluyor musunuz?

4- Aklınızda nasıl soru işaretleri var?

5- Burası ise sizin söylemek istedikleriniz için.

Cevapladığınız için teşekkür ediyorum, adamsınız 🌚​

Lütfen yıldızımızı parlatmayı unutmayın, kendinize iyi bakın!

Bölüm : 28.05.2025 18:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...