
Yine mi ben? Evet yine ben 🌝
Nasılsınız bakalım sayın bölüm beklemekten siteye kök salanlar grubu (evet hatamın farkındayım ama ben yedi yirmi dört bölüm yazabilen bir insan evladı değilim iki haftada 500 kelime yazarsam çok şükür o güne yani)
Her neyse, bana çok kızmayın tamam mı? Tamam, bence de tamam 🌝 (fav emojimi bulamadım)
Bugün sizlere güzel bir bölüm ile geldim. Yavaş yavaş bazı şeyler ortaya çıkmaya başlayacak. Bu kutsal anı sabırsızlıkla beklediğinizi biliyorum.
O halde ben sizi daha fazla tutmayayım. Bölüm sonu sorularında buluşalım efendim.
Lütfen satır arası yorum yaparak benimle paragraflar arasında sohbet etmeyi ve yıldızımızı parlatmayı unutmayın. Oy ve yorum görmeyince çok üzülüyorum.
Hem ne zaman bir yoruma cevap vermediğim görülmüş ki? Her neyse.
İyi okumalar!
-0-0-0-0-0-0-0-
Rüyalarım beni kabuslara terk edeli çok oldu, belki zihnim de bana küsmüştür.
Bir nehrin kenarındaydım. Su, taş gibi durağandı. Gökyüzü gri bir örtü gibi başımda asılıydı ve sanki zaman durmuştu. Ne esen bir rüzgâr vardı ne de doğayı canlı kılan en ufak bir ses. Arkamda hiçbir şey yoktu; toprak bomboş, ucu bucağı görünmeyen bir hiçlik gibiydi. Sanki sadece ileri yürümem için yaratılmış bir boşluktu. Önümdeyse birbirinden farklı iki köprü uzanıyordu. Biri ışıkla kaplıydı, taşları neredeyse beyazdı ve parıltısı göz alacak kadar yoğundu. Gözümü kamaştıracak kadar temiz bir suç mahalline benziyordu. Diğeri ise griye çalan, kararmış taşlardan yapılmıştı, üzerini sis örtüyordu ve içinden geçeni nereye götüreceği belirsizdi.
Tam köprülerden birine doğru adım atacağım sırada içimde bir dürtü belirdi. Sanki seçim bana ait değildi, yine de karar vermiş gibi yaparak ışıklı köprüye yöneldim. Beni kurtuluşa götüreceğine inanmak istedim, ya da sadece öyleymiş gibi yapmaya ihtiyacım vardı. Her adımda içimde bir tedirginlik yükseliyordu ve bunu bastırmaya çalışıyordum. Bu ışık gerçek miydi yoksa sadece göz kamaştıran bir tuzak mıydı bilmiyordum. Belki de bunu en başından biliyordum ama bilmezden gelmeyi tercih etmiştim.
Işığa yaklaştıkça bedenim hafifledi, sonra yeniden ağırlaştı. Gözlerim yanmaya başladı ama başımı çevirmedim. Sonunda köprünün merkezine ulaştığımda ışık, kıpırdamaya başladı. İlk başta yumuşak bir pırıltıydı, sonra içinden görüntüler dalgalanarak ortaya çıktı. Bir pencere gibi açıldı. Başımı eğdim, kalbim her zamankinden daha hızlı atarken pencereden içeri bakmaya çalıştım.
Ateş.
Bütün kanım çekildi. Boğazım kurudu. Anlık bir refleksle elimi kaldırdım. Sanki uzanırsam onlara dokunabilecek, onları çekip çıkarabilecektim. Denedim, bu sefer bir şeyler yapayım ve onların çektiği acı sonlansın istedim. Elim ışığın içinden geçti ve hiçbir şey değişmedi. Yanıyorlardı. Alevlerin çevrelerini sarmasına, bedenlerinin kararmasına rağmen hareket etmiyorlardı. Haykırmıyor, kıvranmıyorlardı. Sadece bana bakıyorlardı.
Hepsinin gözleri aynı bakıyordu. Hepsi benden nefret ediyordu.
Başıma keskin bir ağrı girerken geriye doğru bir adım attım. “Hayır,” dedim. Sesim kendime bile zayıf geldi. “Hayır!”
Olacakları hissetmeye başlamışken kafayı yemek üzereydim. Yine aynı acizlik, aynı başarısızlık, aynı suç. Sanki zaman yine geriye sarmış ve beni aynı noktaya bırakmıştı. Kurtaramayacak, sadece izleyecektim. Bu kez farklı olması gerekiyordu. Durdurmalıydım. Bir şey yapmalıydım, öylece bakıp izleyemezdim.
Arkamı döndüm ama nehre bakan boşlukta bir şeyler değişmişti. Geldiğim yolu göremiyordum. Sağımda bir ışık daha yükseldi, sonra solumda. Her biri kıpırdayarak pencereye dönüştü. Altı farklı pencere oluşmuştu ve her birinde Pusat’ın bir üyesi vardı. Ben galiba yavaş yavaş deliriyordum.
Bir umutla elimi onlara doğru attığımda bu sefer elim ışığın içinden geçmedi ve hatta tam aksine ışıklar birer duvar olup beni olduğum yere hapsetti. Ne kadar çabalarsam çabalayayım çıkamıyordum. Tırnaklarım ışıktan duvarlara batıp kanıyordu. Kapana kısılmıştım.
Alev sesleri yeniden yükseldi. Kulaklarım uğuldarken artık bu çilenin bitmesi için yalvaracak noktaya gelmiştim. Cihan’ın tok sesi o kadar uğultunun içinden sıyrılarak kulağıma bir kurşun gibi saplanmıştı.
“Bizi yaktığın yetmedi mi komutanım? Bir de onları mı yakacaksın?”
Beni izliyordu. Onun yüzü yanmıyordu ama bakışları benim içimi kavuruyordu. İlk defa gerçekten kırgın bakıyordu.
“Biz neden öldük komutanım?” dedi.
Ağzımı açtım ama sesim çıkmadı. O cevabı ben veremedim.
“Çünkü hata yaptı.”
Derinlerden gelen sesin kime ait olduğunu anlayamadım ama doğruydu. Her şey onun cümlesinde saklıydı.
Cihan’ın kırık bakışlarından kaçmaya çalışırken döndüğüm yerde Bertuğ yüzbaşı vardı.
“Bizi de mi öldüreceksin, yüzbaşı?”
“Biz kendi halimizde iyiydik, sen mahvettin her şeyi.”
Mete de benden tiksiniyordu.
Sesler büyüyüp iç içe geçmeye başladı. Anlamlar boğuluyordu. Kelimeler başıma inen darbeler gibiydi, kulaklarımı kapamıştım ama fayda etmiyordu. Artık sesler dışarıdan gelmiyordu, içimde oluşup beynimde yankılanıyorlardı. Göğsüm daralırken istemsizce dizlerimin üstüne düştüm.
Bir anda her şey sustu.
Öyle bir sessizlik oldu ki, dünya durmuş gibi hissettim. Nefes almaya korktum. Gözlerimi araladım ve başımı kaldırdım. Selçuk ayaktaydı ama bana bakmıyordu. Gözleri karşıya sabitlenmişti.
Mert’e bakıyordu. Mert’in yanan bedenine.
Selçuk kıpırdamadı. Donmuş gibiydi. Sanki zaman onun etrafında bile dönmüyordu. Uzun süre öyle kaldı. Sonra gözlerindeki öfke çözülmeye başladı. Yüzünde tuhaf bir boşluk oluştu.
“Mert?” dedi. Sesinde ilk defa bir çocuğun, kardeşini kaybettiğinde gösterdiği türden bir şaşkınlık vardı.
Gurur, acı ve o dayanılmaz inançsızlık.
Ardından bir başka ses geldi. Daha gençti. Daha kırılgandı. Daha içeriden.
“Abi?”
Ben hâlâ yerdeydim, gözlerim doluydu. Dayanamıyordum. O an öyle bir şey oldu ki donup kaldım. Selçuk içine hapsolduğu penceren hızla dışarı atıldı. Şimdi yanımdaydı. Delirmiş gibi karşısındaki penceredeki kardeşine ulaşmaya çalışıyordu.
“Mert!”
Dakikalar geçti ama yapamadı. Mert’in yüzünde çaresiz bir ifade vardı. “Abi uğraşma, geri gelemem.” Selçuk’un kolları iki yanına düştü.
“Neden?”
“Öldüm çünkü ben.”
Selçuk’un gözlerinden de aynı benimkiler gibi sicim sicim yaşlar akmaya başladı. Ateş Timi’nin olduğu pencere kapanıp yok olurken Selçuk beni yakamdan tutup ayağa kaldırdı. “Senin yüzünden!”
Bıraksa yere yığılırdım ama öyle güçlü kavramıştı ki ayaklarım yerden kesilmişti.
“Senin yüzünden! Ne istedin kardeşimden?!”
Selçuk’un sesi kulaklarımda çınladı. Gözlerimi tekrar kapatmak istedim ama olmadı. Göz kapaklarımın ardında bile o bakış duruyordu. Yüzüme haykırırken dudağının kenarındaki titremeyi, boğazındaki düğümü gördüm. Yumruğu henüz inmemişti ama tenimde yankısını hissettim. Gözlerim, yerle bir edilmiş bir suçlunun gözleriydi artık. Nefes alamadım. Boğazımda bir şey düğümlendi, ciğerime uzandı. Elleri omuzumdaydı hâlâ. Sarsıyordu. O sarsıntıyla birlikte içimde bir kırılma oldu.
Deprem olmuş gibi köprünün taşları suya gömülürken gözümü kapatmamla açmam bir oldu.
Oda karanlıktı, penceremin karşısında yan binanın duvarı olduğu için camıma sokak lambaları bile vurmuyordu. Birkaç saniye nerede olduğumu hatırlayamadım. Nefesim hâlâ kesikti. Ellerimi yumruk yapmıştım, parmak eklemlerim kasılmıştı. Bileklerimde rüyadaki o tutuşun izi kalmış gibiydi.
Komodin üstündeki telefonumu alıp saate baktım. 04.47.
Karanlığın tam ortası. Günün başlamadığı ama gecenin de bittiği o gri çizgi.
Göz kapaklarım ağırdı, vücudumun neresinde rüyadan kalan bir ağrı varsa sanki gerçekmiş gibi zonkluyordu. Gözlerimi ovuşturdum ama görüntü silinmedi. Mert hâlâ yanıyordu. Selçuk hâlâ bağırıyordu. Ses hâlâ kulaklarımdaydı.
Yavaşça kalktım. Ayağımı yere bastığımda soğuk parke tenimi ürpertmişti. Banyoya girdiğimde aynadaki yansımamla göz göze gelmiştim. Gözlerimin altı mosmordu, saçım terden yapışmıştı, dudaklarım kurumuştu. Sanki bir gece değil, bir ay boyunca uyumamış gibiydim. Musluğu açıp soğuk suyla yüzümü yıkadım. Su yüzümden dökülürken aynaya bir kez daha baktım.
Tamam, bu benim için bile biraz fazlaydı.
Bir rüya yüzünden böylesine dağılmamalıydım. Hızlı hareketlerle üstümdeki kıyafetlerden kurtulup kendimi duş başlığının altına attım. Su sayesinde hem terlerimden hem de acınası düşüncelerimden kurtulabilirdim.
Suyu en sıcağa ayarlarken duşakabinin kapılarını hafif aralık bıraktım. Nefes almak istiyordum. Tenimin yandığını hissetsem de istifimi bozmadım. Elime aldığım şampuanla saçlarımı yıkarken vücudum suyun sıcaklığına yavaş yavaş alışıyordu.
On beş dakikalık bir duşun ardından suyu kapattım ve saçımdaki fazlalık suyu da sıktıktan sonra banyodan çıktım. Çıkarttığım kıyafetler banyoda yerde duruyordu, üstüme tayt ve bluz giydikten sonra geri döndüm ve onları kirlilere attım. Saçlarımı temiz bir tişörtle kurulamaya çalışırken havlu ve saç kurutma makinesi almadığım için kendime sayıp sövmek gibi işlerle meşgul oluyordum.
Uzun bir çaba sonrasında olduğu kadar, olmadığı da kader diyerek saçlarımı taradım ve olabildiğince sıkı bir at kuyruğu yaptım. Muhtemelen tamamen kuruyunca kabaracaktı ama yapacak bir şey yoktu. Tel tokam olsaydı tuttururdum ama elbette ki o da yoktu.
Bu evde ne vardı ki zaten?
-0-0-0-0-0-0-0-
Saat yediye gelirken benzinlikten aldığım sandviçin son lokmasını ağzıma tıkıp paketini elimde buruşturdum. Geçen gün tezgahın üstüne koyup çöp kovası olarak atadığım poşetin içine paketi atıp bir bezle yemek yediğim masanın üstünü sildim.
Sen en iyisi bir alınacaklar listesi yap.
Çok mantıklıydı. Telefonumu çıkartıp notlar uygulamasını açtım ve şu anlık aklıma gelen eksikleri yazdım. En üstte yerini alan o ulvi varlık tabii ki elektrikli süpürge olmuştu.
Karargaha gitmek üzere üstümü giyinirken telefonum çaldı. Ekranda eskiden olsa koşa koşa açacağım ama şimdilerde hafif bir kırgınlıkla bakmakla yetineceğim bir isim vardı: Yıldırım Göktürk.
Mecbur olmasaydım açmazdım. Ya da açardım. Bilmiyorum. Sonuç olarak mecburdum ve o telefonu açmıştım. “Emredin komutanım.” Sabahın altı buçuğunda beni niye aradın albay?
“Umay, günaydın.”
Sessiz kaldım.
“Seni ben uyandırmamışımdır diye tahmin ediyorum. Bu saate kadar uyumazsın zaten...”
Elimde olsa uyurdum.
Derin bir nefes alıp verdi. Bir cevap vermemi beklediğini anlamak çok zor değildi. En azından hala burada olduğumu bilsin diye “Dinliyorum komutanım.” dedim. Ne eksik ne de fazlaydı, sadece komutanımdı.
“Bertuğ yüzbaşı ile görüşüp Pusat’ı erkenden karargaha çekeceğim, üstlerimden gelen emirler teyitlendi... Operasyonunuz var. Biliyorum, henüz izin süren bitmedi,” Çok içten bir of çekti. “Aslında çok yüzeysel bir operasyon olduğu için seni bu görevden muaf tutabilirim-“
Albay sözünü bitirmemişken araya atladım. Terbiyesizlik ediyordum, farkındaydım ama o da bir zahmet saçmalamasındı. Pusat göreve gidecekti ve ben karargahta üç beş tane evrak işi yapıp tabiri caizse götümü yaya yaya yatacaktım, öyle mi? “Söz konusu bile değil komutanım.”
Birkaç saniye ses gelmediyse de çok oyalanmadan lafına devam etti. “Pekala... Pusat buraya gelmeden önce seninle birebir görüşmek istiyorum yüzbaşım. Ben karargahtayım, yarım saat içinde odamda ol.”
İşte beni asıl arama derdi ortaya çıkmıştı. Allah bilir neler diyecekti. “Emredersiniz komutanım.”
Resmiyetten taviz vermeyeceğimi anladığı için emri anladığımı belirtir belirtmez telefonu kapatmıştı. Kulağımda yankılanan iki bip sesinden sonra telefonu yatağın üstüne fırlatıp üniformalarımı giymeye başladım.
“Benim kızlarım bugün niye bu kadar güzeller?” Albay Feyza’nın saçlarını karıştırırken bana gülerek bakıyordu. “Ya baba yapma! Sınıf arkadaşımın doğum gününe gideceğim, Nevra’ya bu saçı yaptırmak için neleri feda ettiğimi bir duysan...” Gülsüm ablanın yaptığı içli köftelerin Feyza’ya ait olan kısmına tamamıyla çökmüş bulunuyordum. Oh olsundu. O saçı yapmaya çalışırken oynatıp durduğu kafasını kırmadıysam şükretsindi. Elimde olsa öğlenki böreklerini de isterdim ama henüz o kadar da vicdansız değildim ne yazık ki. Olsundu, ileride o vicdansızlıkların dibine vuracağım günler de elbet gelirdi.
Albayın gözleri daha fazla güldü. Bayağı bayağı eğleniyordu. Adamdaki rahatlık han ağasında yoktu. “Ne istedin bakayım kızımdan?”
Her ne kadar eylemi gerçekleştirirken zerre rahatsızlık hissi duymamış olsam da kızının yemeklerine çöktüğümü albayın öğrenmesine gerek yoktu. Utandığımı iliklerime kadar hissettiğim saniyeler geçiriyordum. “Komutanım-“
“Umay!” Askeriyenin dışında kendisine “komutanım” dediğimi duyan Yıldırım Göktürk gazabı diye bir şey vardı. En acilinden kaçmak lazımdı. “Pardon!” derken arkamı dönüp çoktan odadan dışarı fırlamıştım. Feyza ve albay da arkamdan gelirken kahkaha sesleri evin her yerindeydi. “Baba diyeceksin, baba!”
“Yıldırım, uğraşma kızlarla!”
Gömleğimin son düğmesini de ilikledikten sonra palaskamı da sabitleyip son bir kez aynada kendime baktım. Sorun yoktu. Alnımdaki dikiş ve omzundaki bandaj için bir ara revire uğramam lazımdı. Geçen gün onun için gitmiş ama unutmuştum.
Pusat aklını başından aldı tabii, yalan oldu revir falan.
Valla ne yalan söyleyeyim, öyle olmuştu.
Silahımı, cüzdanımı ve telefonumu da aldıktan sonra çoraplarımı giyip kapının önünde postallarımı ayağıma geçirdim. Kapıyı iki kez kilitleyip anahtarı cebime atıverdim. Yaylana yaylana yürüdüğüm için on beş dakika sonra anca karargâha varabilmiştim. Kapıdaki nöbetçi askere selam verip içeri geçtim.
Bir yandan albayın odasında ilerlerken diğer yandan da kafamdaki yapılacaklar listesini düzenliyordum.
Albayla görüşülecek, tim gelince operasyon hakkında toplantı yapılacak, revire gidilecek, yemeklik malzeme alınacak ve evdeki diğer eksikler giderilecek, mobilyalar boyanacak, detaylı temizlik yapılacak, görev sonrası time eğitim yaptırılacak...
Albayın odasına yaklaştığımda kapıda postasını görememiştim ama bu onu unuttuğum anlamına da gelmezdi.
Kaçar denen fırlama doğduğuna pişman edilecek.
Maalesef kin tutma özelliğim fazla gelişmişti ve bana yapılanları asla unutmuyordum. O dallama doğal olarak zihnimde pek de hoş olmayan izlenimler bırakmıştı ve kendisi uğraşıp benim gözümde düzgün bir yere ulaşana kadar özenle ağzına sıçacaktım. Ne yapsam müstahaktı. Onu o damacanaya oturtmadığıma şükredeceği anlar pek yakındı.
Kapının önüne geldiğimde boğazımı temizleyip başımı dik konuma getirdim. Kapıyı iki kere tıklattım, “Gir!” komutunu duyduğumda içeri girip kapıyı da ardımdan kapattım. Baş selamı verdikten sonra “Komutanım, beni emretmiştiniz.” dedim. Kapının yanında esas duruştaydım, gözlerim albaya zerrece değmezken arkasındaki Atatürk portresinde geziniyordu.
“Otur bakalım.”
Söylediği şey yüzünden gerildiğimi hissettim. Aslında çok basit bir komuttu ama benim için pek hoş olmayan şeyler ifade ediyordu. Otur yüzbaşım dememişti, öyle deseydi daha rahat olurdum çünkü resmiyet dahilinde konuşurken kişisel mevzulara asla yer vermezdi. Şu an resmiyetten uzaktı ve bu da kişisel şeyler konuşacağımız anlamına geliyordu.
Gergin bedenimi fark ettirmemeye çalışarak birkaç adımda masasının karşısındaki iki sandalyeden solda olana ilerleyip oturdum. Buradan kapı gözüküyordu. Sağda olana otursaydım sırtımı kapıya vermiş olurdum ki bu pek tercih etmediğim bir şeydi.
Gözlerim hâlâ albaya değmezken “Nasılsın?” diye sormuştu.
Bok gibiyim, doğru düzgün uyku bile uyuyamıyorum. Kafayı yedim!
“İyiyim. Teşekkürler.”
Sıkıntı dolu bir nefes aldı. Odaya girdiğimden beri ilk defa yüzüne bakma ihtiyacı hissettim. Ben gergin olduğumu söylüyorsam albay gerginlik kelimesinin vücut bulmuş hâli falan olmalıydı. Kendini çok kasıyordu ve bu fazlasıyla belirgindi.
“Biraz konuşalım istedim. Geldiğinden beri iki kelam laf edemedik, hasret gideremedik...”
Benim gidermem gereken bir hasretten çok sormam gereken bir hesap vardı ama ondan da vazgeçeli epey olmuştu. Benim özlediğim Yıldırım Göktürk’tü ve kendileri benim nezdimde öleli üç seneye yakın oluyordu. Karşımdaki albayı tanımıyordum.
Hiçbir şey demedim ama galiba o bir şeyler söylememi bekliyordu ki sessizliğim karşısında masanın üstündeki ellerini kenetleyip bana bakmaya devam etmişti. “Umay, kızım yapma böyle...”
Komutanım anlamıyorsunuz, albayımla görüşmem la-
Albayın seninle görüşmek istemiyor üsteğmen! Kendine gel!
Zaten hiçbir şey yaptığım yoktu. Çağırdığı için gelmiştim ve mal mal bakınıyordum.
“Emine’yle Feyza seni soruyorla-”
“Komutanım.”
Derin, çok derin bir nefes aldı, bir albaydan beklenenin aksine verdiği nefes titremişti.
“Görevle ilgili bir şey konuşmayacaksak, izninizle ben kalkayım.”
İçimi yakan ateş gözlerime sıçramak için an kolluyordu ve ben bunu hissedebiliyordum. Canım acıyordu ama belli etmemeye çalışıyordum.
“Umay, konuşalım halledelim ne olduysa. Ben seni gönderirken böyle değildin! En azından yüzüme bakıp iki kelam laf ederdin!”
Kendine gel üsteğmen!
O zamanlar yüzüne baktığım kişi sen değildin albay. Babamdı. Her şeye rağmen yanımda olup dimdik duran adamdı, o beni yalnızlığa terk etmezdi. O, en çaresiz anlarımda sesimi bile duymaya tahammül edemeyecek olan o adam değildi.
“Nevra! Kime diyorum kızım ben?”
Şakaklarımdan keskin birer ağrı girdi. O sadece çok gergin veya kızgın olduğunda bana Nevra derdi, Umay ismini daha çok severdi. Şu an gergin de kızgın da olması gereken bendim, onun buna hakkı yoktu. Aramızdaki uçurumun sonsuzluğa doğru uzanmaya başladığını o fark etmemiş olabilirdi ama ben kalbimin en derinlerinde hissediyordum.
Nevra; parlaklık, çiçek. Özellikle beyaz çiçek.
Tes épines font tellement mal qu’une rose sauvage elle-même ne pourrait en faire autant.
Cehennemimin ateşi öylesine harlanıp parlamıştı ki ismimdeki ışık onun içinde kaybolup yok olmuştu. Nereden geldiğini asla anlayamadığım o ateş bahçelerimi yakmış, beyaz çiçeklerimi kana bulamıştı.
Tu es une fleur de sang, Şilan.
Ruhum beni terk edip gitmişken bedenimin inatla nefes almaya devam etmesi haksızlıktı. Ben Ateş ile beraber yanıp kül olmuş, mecburiyetten aldığım her solukta etrafa savrulmuştum.
Nevra öldü. Öleli çok oldu. İstese de öldü, istemese de ben öldürdüm.
Yapraklarını kullanarak köklerini söken bir çiçeğe neden engel olmadın, albay?
“Yaşadıkların kolay değil, biliyorum...”
Andan soyutlandığım birkaç saniye içinde onun ne dediğini anlamak bir yana dursun duyamamıştım bile.
Tu es,
Lui’nin kafasına da ben sıktım.
Une fleur de sang,
İyi ki de sıktım.
“Zaten bir psikiyatrist görüşmen olacak, biliyorsun mecburi. Ama ben her şeyden önce ikimiz konuşalım ve bir şeyleri halledelim istiyorum.”
Şilan...
Ölü ama sesi susmuyor. Benim vicdanım nasıl susacak? Ben ne zaman rahat bir nefes alacağım?
Ölüler nefes almaz, Umay.
Şilan; yaban gülü.
İçime öylesine derin bir nefes çektim ki albay bile bir an için duraksadı. Nevra yitip gitmiş olabilirdi ama Nilda buradaydı ve vatanı için yaşamak, yaşamak için nefes almak zorundaydı. Kaç farklı kimliğim olduğunu takip etmekten yorulduğum günlerin birinde hangisine ihtiyacım varsa o olmaya karar vermiştim ve bugün de imdadıma Nilda yetişmişti.
Nilda; savaşa hazır olan kadın.
Odadaki oksijenin büyük bir kısmını sömürdüğümü zannettiğim saniyelerde albay da sustu. “Kusura bakmayın komutanım, affedersiniz...” İhtiyaçla odayı tarayan gözlerime köşedeki damacana takıldı. Su içmek istiyordum, boğazım kurumuştu ama albay konuşurken kalkıp bu isteği eyleme dökmem pek mümkün değildi. Mecburen tekrar albaya döndüm. “Dinliyorum,” desem de beynim odayı terk edip gitmiş, beni ise arkasında bırakmış gibi hissediyordum. Dinlesem de anlayacağım muammaydı.
Az bir süre boyunca susup bana baktı. “İçebilirsin yüzbaşım.” Birkaç saniye ne demek istediğini anlamaya çalıştım ancak gerçekten algılarım kapanmış gibiydi. İyice mala bağladığımı anladığında sandalyesini biraz geri kaydırıp "Yaşar!" diye seslendi. Açılan kapıdan içeriye hızla giren er selamını verip kapıyı kapattı. Demek ki bacısı olduğum damacana sorumlusunun adı Yaşar’dı... Ne yazık ki ailesinin muhtemelen uzun yaşasın diye Yaşar adını verdikleri o şahsiyetin biletini çoktan kesmiş bulunuyordum. Allah kalanlara sabır versindi. Kendimi iyi hissettiğim bir vakitte dinlene dinlene ağzına sıçacaktım.
Seninle görülecek bir hesabımız var bay Kaçar.
Az daha beklesin. Şu an hiç keyfim yok.
“Su ver komutanına.”
Yaşar odadaki varlığımı yeni fark etmiş gibi bana dönüp şaşkınlığını saklama gereksinimi duymadan baktı. Boğazımı temizleyip hafifçe çöken omuzlarımı ve kamburlaşan sırtımı dik konuma getirdim. Geçmişten gelen yükler üstüme bindikçe ister istemez duruşum bozuluyordu ama sorun değildi. Toparlardım.
“Hemen komutanım.” Odadan çıktı ve bir dakikadan az, otuz saniyeden uzun bir süre sonra elinde nereden bulduğunu asla merak etmediğim temiz bir bardakla geri döndü. Damacanaya ilerleyip birkaç kere pompasına bastı ve suyu bardağa doldurdu. “Afiyet olsun komutanım.” diyerek uzattığı bardağı alıp kafama diktim. Bardağı önümdeki sehpaya koyarken biraz orantısız güç kullanmam nedeniyle çıkan tok ses bana ilk gün yemekhanede kırdığım bardağı hatırlatmıştı.
Yaşar boş bardağı alıp odadan ayrılınca albay tekrar konuşmaya başlamıştı. “Umay, iyi olmadığının farkındayım kızım. Üstlendiğin görev zordu, bunlar çok normal... Daha sonra, senin daha mantıklı düşünebildiğin bir zaman bunun hakkında konuşalım istiyorum. Emine ve Feyza’ya da döndüğünü ama henüz hazır olmadığını söyleri-”
“Bir şey demeyin, çok da üstelerlerse dönmedi deyin, komutanım.”
Kaşları çatıldı. “O ne demek şimdi?”
Derin bir nefes aldım. İkisiyle de görüşmeye yüzüm yoktu. Hain sanılıp hücreye tıkıldığımda hayal kırıklığıyla bakan gözleri zihnime işlenmişken sonrası mümkün değildi. “İkisiyle de ne bugün ne de daha sonrasında görüşmeyeceğim demek, komutanım.” Albay yüzüme tanımadığı bir cisme bakarmış gibi bakmaya başladı. “Bakın komutanım, ilk ve son defa bu konuşmayı yapıp bir daha asla açılmamak üzere konuyu kapatmak istiyorum.”
Albay sandalyesinden kalkıp ellerini arkasında kavuşturdu ve yanıma gelip karşımdaki sandalyeye oturdu. Şimdi aramızda onun makam masası yoktu. “Dinliyorum. Konuş bakalım, ne konuşacaksan.”
“Komutanım,” diyerek saygı sınırlarını aşmamam gerektiğini kendime hatırlattım. O benim komutanımdı, sesimi yükseltebileceğim veya haddimi aşarak hesap sorabileceğim biri değil. “Ben bu göreve çıktığımda hayatımda birçok şey değişti. En başta ben kendi içimde değiştim. Ben yokken tanıdığım insanlar da değişti. Siz benim tanıdığım o adam değilsiniz ve açık konuşmak gerekirse, sildiğim kişilerden birisiniz.” Nefesinin kesildiğini fark ettim. “Benim şu an sizinle konuşuyor olmamın sebebi komutanım olmanız. Albay Göktürk ne derse yapmak, ne derse dinlemek zorundayım ancak Yıldırım Göktürk benim için yok. Öldü. Feyza, Emine abla, Meryem teyze... Yüzlerine bakacak yüzüm yok. Dört sene öncesinde tanıdığım herhangi birini görsem kaçacak delik arayacak haldeyim. Hiçbir şey benim bıraktığım gibi değil. Aradan kaç sene geçti, farkında mısınız?” Ellerimi kavuşturdum. Albayın kaşları havalandı. “Sarılıyorsunuz, karşılık vermiyorum. Konuşuyorsunuz, mecbur değilsem cevaplamıyorum. Yapmayın. Ne kendinizi zorlayın ne de beni. Geçmişten gelenlerden ne kadar uzak durursam o kadar iyi. Anlatabildim mi?”
Güçlü olmak için yalnız kalmam gerektiği gerçeği yüzüme hiç olmadığı kadar sert çarptığında verilmiş bu kararın maalesef ki geri dönüşü yoktu. Hem güçlü olmak için yalnız kalmalıydım hem de her ne olursa olsun o güzel günleri hain kimliğimle kirletmek istemiyordum. Hiçbir suçu olmayan insanları köpek gibi özlerken onlardan uzak kalmak da benim için bir zorunluluktu. Öyle ya da böyle televizyonlarda boy boy haberleri yapılan o “hain asker” olarak karşılarına çıkmak istemiyordum.
Ben hain değilim.
Albay güçlükle de olsa yutkundu. “Peki kızım, anladım ben anlayacağımı... Çıkabilirsin, Pusat gelince çağırtırım ben seni.”
Ayağa kalkıp baş selamımı verdim. Hiçbir şey demedim ve sakince odadan çıktım. Ayaklarım, hiç kimseyi görmek istemeyen gözlerimden gelen sinyaller doğrultusunda bu saatlerde tahminimce kimsenin olmadığı dinlenme odasına ilerledi. İlk geldiğim gün yatıp uyuduğum için rahatlığından emin olduğum o koltukta biraz oturup düşünmek istiyordum. Yemekhaneye gitsem sinirimi bozacak en az on farklı şey sayabilirdim, hangara da gitmek istemiyordum. Tuvalette oturacak halim de yoktu ya, dinlenme odası idealdi işte.
Bergamotlu çay akmaz mı yalnız?
Canım istemiyor.
Can boğazdan gelir aslan parçası. Hiç depresyona falan gireyim deme, normal haline zor katlanıyorum zaten.
Tam dinlenme odasının kapısını açacağım sırada elim duraksadı. Ben değil, elim. Burnuma buram buram bergamot kokusu dolarken kapı kulbunu bırakıp koridora bakındım. Çay getirip götüren birisi yoktu, bilinçaltıma şaşırmıştım doğrusu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi resmen tadı bile gelmişti. “Hay çayına da, sana da...” diye kendime söylene söylene yemekhaneye indim. Henüz saat daha erken olduğu için çok kişi yoktu. Kantin kısmına doğru ilerlediğimde tezgahın arka tarafı boştu, buraya bakan kimse yoktu. Kendi çayımı kendim mi demleseydim? Aslında mantıklıydı ama oraya giriş de görevliler harici yasaktı. Tam arkamı dönüp gideceğim sırada çok dar bir açıdan bir postalın ucunu gördüm. Biraz daha sola gelip kafamı eğdim. Doğru görüyordum, orada bir ayak vardı.
Anlaşılan o ki kantinden sorumlu olan Cafer bey tezgahın öteki ucunda, rafların olduğu dolabın arkasında gayet rahat bir uyku çekiyordu. Hayır, horlamıyordu da. Nasıl bu kadar rahattı aklım almıyordu. “Yazık oğlum size de,” diyerek kimseyi uyandırmadan çekip gideceğim esnada koşarak birisi yanımdan geçti ve tezgahın arkasında durdu. Bir gözü açık diğer gözü kapalıydı, saçları epey dağılmıştı. Şimdi uyandığını anlamak zor değildi. “Günaydın komutanım, kusura bakmayın...” derken tam anlamıyla ağzı yırtılacak derecede esnemiş, en azından nezaket bilen birisi olduğu için ağzını eliyle kapatıp “Pardon komutanım.” demişti.
“Günaydın, günaydın da ne bu hal?”
Ellerini tezgaha yaslayıp kendine gelmek istermiş gibi yüzünü ovuşturdu. “Normalde Cafer ile dönüşümlü olarak yatakhanede yatıyorduk hani kantin boş kalmasın diye ama Pazartesi günü aha bu,” Sol eliyle arkasında kalan dolabın orada yatan Cafer’i gösterdi. “So-“ Küfür edecekmiş de edemiyormuş gibi dudağını ısırıp geri bırakı. “Soytarı yüzünden ceza aldık. Kantinde yatıp kalkıyoruz bir haftadır. En rahat yere de kendisi çökmüş dün akşam, şu köşede ayakta uyuyordum yeminle...”
Ne bok yemişlerdi de böyle bir ceza almışlardı hiçbir fikrim yoktu ama maalesef başa gelen çekilirdi. “Bergamotlu çay, büyük bardak, şekersiz.” dedim ve kelimenin tam anlamıyla götümü dönüp geçen gün oturduğum köşeye doğru ilerledim. Onu teselli falan etmemi bekliyorduysa daha çok beklerdi. Cafer ile birbirlerini yesinlerdi, bana neydi.
Ne yazık ki yine hazırda bergamotlu çay yoktu. Gerçi bu olağan bir durumdu çünkü koca askeriyede kimsenin özellikle o çaydan istediğini sanmıyordum. Neyseydi. Aradan biraz vakit geçtikten sonra gözleri şişmiş hâlde olan Cafer elinde bir bardakla karşıma dikildi. “Buyurun komutanım...” dedi ama elindeki küçük bardağı bana doğru değil, boşluğa doğru uzatıyordu. Her hali falsoluydu. Daha gözlerini bile açamıyordu.
Allah’ım, sen bana bunları sayıyla mı gönderiyorsun? İsyan ettiğimden değil, merakımdan soruyorum yani...
“Cafer?”
“Hı?”
Gözleri kapalı bir şekilde verdiği uykulu cevaba karşılık olarak tek kaşımı kaldırdım. Sanki ne yaptığının farkına şu an varmış gibi gözlerini açıp boş eliyle yanağına bir iki tane vurdu. Gözlerini belertti, çayı nereye uzattığını fark etti. Ben bir çaya bir ona bakarken o da bir çaya bir bana bakıyordu. Boğazını temizledi. “Pardon komutanım.”
Çayı masada önüme bıraktı, ona bakmaya devam ettim. Gitmesine izin vermediğim için aynen dikilmeye devam ediyordu. Bu herif gerçekten ya çok saftı ya da bana salak numarası çekiyordu.
“Cafer?”
Biraz dikeldi. “Komutanım?”
Çaya baktım. Tavşan kanıydı ama maalesef ki kokusundan bile dümdüz çay olduğu belliydi. Bergamotlu, büyük bardakta ve şekersiz istemiştim. Çaya bir daha baktım. Bergamotlu olmayan, küçük bardakta ve kuvvetle muhtemel olarak şekerli bir çaydı kendisi. Başımla önümdeki bardağı işaret edip “İç.” dedim. Biraz tedirgin bir şekilde bardağı tutup küçük bir yudum aldı. “Valla gayet güzel komutanım. Siz neyi beğenmediniz?”
“İyi. Beğendiysen onu kendin iç, bana benim çayımı getir.”
“Sizin çayınız?”
Kafasının karıştığı belli olsa da daha fazla bilgi vermedim. “Benim çayım.”
Yiyorsa başka bir şey desindi. Ağzına sıçardım.
“Emredersiniz komutanım.” dedi ve bardağı da alıp gitti. Gidip kantinden sorumlu olan o diğer insanımsı varlığı bulmalı ve bana doğru çayı getirmeliydi. On dakika içinde o çay gelmezse burada kısa bir fragman çekimi yapacaktım. Filmimizin teması korku, gerilim ve şiddet içeriyordu. On dakikayı da eğer ki hâlâ doğru çayı demlememiş olmak gibi bir aptallık yaptılarsa diye veriyordum. Kıymetimi bilsinlerdi. Böyle de mükemmel bir komutanları vardı.
On dakikada çay demlenmez ki Umay.
Bundan tam olarak bana ne?
Aslında yemekhaneye inmenin pek de kötü bir fikir olmadığı kanaatine varmaya başlıyordum çünkü az da olsa kafam dağılmıştı. Cebimden telefonumu çıkartıp geçen gün yarım bıraktığım makaleyi açtım. Bir askerin silah kullanmak kadar insan psikolojisini derinlemesine anlamaya da ihtiyacı vardı. Bu şekilde karşısındakinin niyetini daha iyi anlayabilir, gerekirse onu daha iyi manipüle edebilirdi. Ben her ne kadar öğrendiğim şeyleri dostlarıma karşı kullanmasam da o muhteşem bilgi tanecikleri görevlerde epey işime yarayabiliyordu. Mesela şundan emindim ki psikolojiyi bu kadar iyi bilmeseydim Lui’yi parmaklarımın ucunda oynatamazdım. Hadi Lui’yi ele geçirmeyi geçtim, o kampta dört sene boyunca hayatta bile kalamazdım.
İyi bir istihbaratçı olmanın temel kuralları iyi kamufle olabilmek ve insanları iyi okuyabilmekti. İnsanı okuyamadıktan sonra merkeze ulaştırdığın hiçbir bilginin doğruluğundan emin olamaz, hep “Acaba bu gerçekten böyle mi olacak yoksa bana yem mi atılıyor?” diye düşünüp kafayı yerdin. Bu da böyle bir meslekti.
Kısa bir süre sonra bu sefer sorunsuzca gelen çayımı alıp içmeye başladım. Yavaş yavaş yemekhane dolmaya başlıyordu. Sesler arttıkça geçici huzurum azalıyordu ve bundan pek hoşnut değildim. Tüm bu seslerin arasına bir de çalan telefonum eklenince iyice cinnet geçirecek gibi olmuş ve bir hışım telefonu cebimden çekip çıkarmıştım. Ekranda kayıtlı olmayan bir numara vardı. Birkaç saniye için acaba tanıdık birisi mi diye düşünüp aklıma birisi gelmeyince temkinli davranarak yeşil tuşa bastım.
Telefonu kulağıma götürmeden hemen önce ne olur ne olmaz diye mikrofonu kapattım. Kimin aradığı belli değilken arka plandaki askerlerin sesini duyurmak pek iyi bir fikir değildi ancak tam olarak bu ana tekabül eden saniyelerde tüm düşüncelerimi yakıp atmama sebep olacak bir ses duydum. Sert ama aynı zamanda nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kibar bir ses.
“Yüzbaşım, Pusat’taki ilk operasyonunuz için sizi bekliyoruz.”
-0-0-0-0-0-0-0-
Kelime Sayısı: 3881
Merhabalaar 🌝 (Bugün bilgisayardan girdiğim için farklı emoji ile geldim siz hayal etmeniz gerekeni biliyorsunuz)
Sizlere birkaç sorum olacak. Yanıtlarsanız çok mesut olurum efendim. Şimdiden teşekkürler...
1- Sizce operasyonlar esnasında tim ve Umay'ın arasındaki ilişki nasıl olacak (olmalı)?
2- İç sesi hala seviyor musunuz? (Kendisi my fav bu arada)
3- Bölüm uzunluğu nasıldı? İdeal mi, uzun mu, kısa mı...
4- Cafer, Yaşar gibi yan karakterler hakkında neler düşünüyorsunuz?
5- Sizce Göktürk albay ve Umay arasında neler yaşanmış olabilir?
Evet, sonuna geldik... Her birine cevap verenler umarım ıslak terliğe çorapla basmazlar. Amin.
Sizleri seviyorum <3
Lütfen yıldızımızı parlatmayı unutmayın. Kendinize iyi bakın!

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.68k Okunma |
1.52k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |