Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm - İkinci İhanet

@kelimelerimveben

Toprak Bertuğ Altay’ın ağzından...

Pervanesinin rüzgârıyla saçlarımızı geriye savuran helikopterin önünde tek sıra halinde dizilmiştik. Aradan iki dakika bile geçmemişti ki Göktürk Albay önümüze dikilmişti.

“Beni rahatta dinle.” Aldığımız emirle beraber elimizdeki silahlarla rahata geçip albayı dinlemeye başladık. Göktürk Albay “Dediklerimi unutmayın. Kadını sağ istiyorum, gerisi sizindir.” dediğinde kafamıza iyice kazımak için özellikle bu konuya vurgu yaptığını düşünmüştüm.

“Emredersiniz komutanım!” diyerek albayı onayladık.

“Kılıcınız keskin olsun, yüzbaşım.” Emri aldığımı belli etmek için kafa selamı verdim.

“Pusat! Helikoptere bin!”

Timim tek sıra halinde teker teker helikoptere binerken helikopterin kapısının yanında durup hepsinin binmesini bekledim. Herkes binince ben de bindim, benim ardımdan ise dışarıdan bir asker helikopterin kapısını kapattı.

Herkes yerine kurulduğunda helikopter yavaşça havalandı, olur da pilotun bizimle iletişime geçmesi gerekirse diye Mete kulaklığın tek tarafını kulağına taktı. Her şey tamamdı.

Pusat, göreve hazırdı.

Helikopterde bir tarafta ben, Mete ve Selçuk; diğer tarafta ise Sarp, Çağlar ve Yiğit abi oturuyordu. Sarp ve Çağlar kendi aralarında sohbet ederken hemen yanımdaki Mete kulağıma doğru yaklaşıp “Komutanım... Bu Lui denen herif garip bir şeye benzemiyor mu?” dedi. “Yolda görsem yolumu değiştiririm.”

Mete de haklıydı tabii. Şimdi Allah var, Fransız erkekleri sarı saçlarıyla birer civcivi andırıyorlardı. Hani bizde de sarışın vardı -mesela Sarp- ama hiçbiri civcive o kadar benzemiyordu. Fransız erkekleri bu konuda başka bir boyuta atlamışlardı. Aklıma gelen bu düşünce ile “Dalin reklamından fırlamış nonoşun tekini başa koymuşlar işte.” dedim.

Aklımın ücra köşelerinden kopup gelen bir soru zihnimde yankılandı. Onlar sarı saçları ile civciv oluyorsa o halde biz ne oluyorduk? Siyah saç, kara kaş ve kara göz... Gözümde canlanan tek bir şey vardı.

Çirkin ördek yavrusu?

Hassiktir lan oradan.

Bir anda Sarp ve Çağlar dâhil herkes olduğu yerde dikeldi. Duyduğumuz tek şey helikopterin pervanesinin sesinden başka bir şey değildi. Niye susmuşlardı? Bu ikilinin susması kıyamet alametlerinden bence en önemlisiydi.

Ben tarlada çocuklarının başına güneş geçen ana gibi başımı yere eğmiş, niye sustuklarını düşünürken Çağlar “Komutanım... Biz yanlış bir şey mi dedik?” dedi.

Kafamı yerden kaldırıp bana şaşkın gözlerle bakan karşımdaki ikiliye baktım. Sadece, o saçma sapan çirkin ördek yavrusu düşüncesini dışımdan söylemediğimi umuyordum. Ne olduğunu anlamamazlıktan geleceğim için çattığım kaşlarımla ben de onlara bir soru yönelttim. “Ne alaka?”

Bu sefer de Sarp “Komutanım, hani siz dediniz ya hassiktir lan oradan diye... Yanlış bir şey mi dedik biz komutanım?” dedi.

Kimseye çaktırmadan en derininden bir oh çektim. Sadece küfür kısmını dışımdan söylemiştim ki bu, şu anki seçenekler arasındaki en iyisiydi.

“Sizlik bir şey yok aslanım. Kendi kendime düşünüyordum öyle.”

Onların çektiği oh ise gayet sesliydi.

Herkes yeniden sohbetine döndüğünde ben de Selçuk’a bulaşmaya karar verdim çünkü neden olmasındı?

Selçuk... Sessiz sakin takılan, etliye sütlüye bulaşmayan tiplerdendi. Sürekli ciddi bir ifadeyle gezer, kaşlarını çatmadan duramazdı. Kaşlarını çattığında kartala benzeyen gözleri onun timdeki gözcülük rolüne hayli yakışıyordu.

Hâl böyle olunca haklı olarak Sarp ve Çağlar ondan çekinirdi biraz, bu yüzden onunla dalga geçmezlerdi. Timde Sarp ve Çağlar dışında kimse doğru düzgün birileriyle dalga geçmediği için işin ucu da ona dokunmazdı. Anlayacağınız, benim dokundurmam lazımdı.

“Selçuk!”

Selçuk bana dönüp yerinde dikleşti. “Emredin komutanım!”

“Senin meyvelerden birini versene.”

Selçuk kaşlarını çattı. Muhtemelen ne dediğimi anlamamıştı. Düşündüğüm şeyi doğrularcasına “Anlamadım komutanım, ne meyvesi?” dedi.

“Kök saldın ya karargâha, meyve ver bari diyorum. Yok mu oğlum hayırlı bir yenge adayı?”

“Vallahi ne yalan söyleyeyim, Bertuğ komutanım haklı Selçuk komutanım. Yiğit abi komutanım bile yapmış zamanında yapacağını, çocuklarıyla geziyor o park senin bu park benim...” Bunu söyleyeni tahmin etmek çok zor olmamakla beraber tabii ki pişmiş kelle gibi sırıtan Sarp’tı.

Selçuk’a laf atarken ucu kendisine dokundurulan laf üzerine Yiğit abi “Benim neyim varmış lan?” dedi.

Çağlar yapılan ortayı gole çevirmek için hiç zaman kaybetmedi. “Görüyor musun komutanım? Anında satıldın. Ben olsam böyle yapar mıyım?” Yanındaki Sarp’a döndü, “Allah bunun aklından almış diline vermiş komutanım. Yoksa siz isminiz gibi yiğitsiniz. Yenge nokta atışı yapmış.”

Ne Ronaldo ne Messi, benim favorim bu konularda her daim Çağlar’dır. Jöle gibi adam sonuçta, gerektiği yerde gereken şekle girer.

Sarp karşı tarafın kalecisi olarak çekilen şutu kurtarmak isterken anlık bir gafletle “Hadi lan oradan! Sen, geçen gittiğimiz bir görevde Yiğit komutanım seni ranzadan atıp kendi yatınca arkasından yenge hayatının hatasını yapmış, odun gibi adamı almış demedin mi?” diyerek tam anlamıyla naneyi yemiş bulundu.

Sarp bunları söyledikten hemen sonra kısa bir süre duraksadı. Yakınında olduğum için kafasında düşen jetonun sesini duyabilmiştim, kendi topuğuna sıktığını fark etmişti.

Yiğit abi oturduğu yerde hafif hafif kırmızıya dönmeye başlarken yere dayadığı silahının namlusunu avucunun içinde sıkmaya başladı. Anlık olarak öyle bir sessizlik oldu ki, sanki helikopterin pervanesi bile o an için ses olmasın diye durmuştu.

Bu sıçış, farklı bir sıçıştı. Çağlar, Yiğit abiye yakalandığı için; Sarp Çağlar’ı sattığı için ayrı sıçmıştı.

Çağlar şimdiden Yiğit abinin yanına oturduğu için pişman olmaya başlasa iyi olurdu. Yiğit abi sıktığı namluyu bırakıp silahını eline aldı. Az önce Yiğit abinin sıktığı namlunun ucu şu an Çağlar’ın pek de münasip olmayan yerlerine yaslıydı.

Yiğit abi dişlerini sıkarak “O odunu alırım, mermi niyetine şarjöre takarım, ateş eder götüne sokarım.” Şeklinde Çağlar’ın kulağına fısıldadı. Öfkeyle konuştuğu için fısıltısını bu helikopterin sesine rağmen duyabilmiştim.

Şu saniyeden itibaren değil Cafer, Cafer’in sülalesi gelse Çağlar’ı Yiğit abiden kurtaramazdı. Çağlar ise Yiğit abiden kurtulamadığı sürece Sarp’ı rahat bırakmazdı.

Bunların arkalarını hep ben toplamak zorunda mıyım diye sormak istesem de eğer hemen, şu an araya girmezsem Yiğit abi oradan buradan bulduğu bir odun parçasını gerçekten Çağlar’a monteleyebilirdi. Yaptığı yetmezdi, ikinci el eşya satılan sitelerde ayaklı mobilya kategorisinde ilana bile koyardı.

Düşüncelerim çok tehlikeli yerlere evrilirken sonunda araya girmeye karar verdim. Tek elimle silahımı tutmaya devam ederken diğer elimle Yiğit abinin Çağlar’ın mahrem yerlerine silah dayayan kolunu sıktım. “Abi, şu görev bittikten sonra ne yaparsan yap ama önce görev bitsin.”

Yiğit abi önce bana baktı, sonra sinirini belli edecek şekilde sert bir nefes verdi. Yavaş yavaş silahını geri çekti ama çekmeden önce hafifçe bastırıp Çağlar’ın olduğu yerde sıçramasına sebep olmuştu. Ben de elimi onun kolundan çekip tekrar eski pozisyonuma geçtim.

“Ah komutanım olmayaydı burada, ah komutanım olamayaydı...”

“Allah razı olsun komutanım.” İki farklı kafadan aynı anda, aynı cümle ses bulmuştu. Eğer ki Sarp şu anlık Çağlar’ın zarar görmesini engellediğim için yırttığını düşünüyorsa avucunun içini toz alır gibi yalaması gerekecekti.

Çağlar Sarp’a öldürücü bir bakış attı, Sarp ise sadece yutkundu. “Siz de düzgün durun, dönün önünüze. Operasyon ortasında bana kendinizi öldürtmeyin.”

“Emredersiniz komutanım.” Dediler ama o kadar kısık sesle söylediler ki, dudaklarına baktığım için ne dediklerini zar zor anlayabilmiştim.

Bundan sonrası her zamanki gibiydi. Aradan geçen dakikaların ardından yanımdaki Mete tekini taktığı kulaklıktan bir şey duymuş olacak ki aniden kulaklığa sarıldı.

“Dinliyorum teğmenim.” Birkaç saniye karşı tarafı dinledi. “Anlaşıldı.”

“Bir sorun mu var Mete?” Mete kulaklığı çıkarıp bana döndü, onu rahatça duyabilmem için diğerleri de sohbetlerine ara vermişti.

“Komutanım arazi şartları gereği pilot yere iniş yapamayacağını söyledi ama halata gerek olmayacak, bizim atlayabileceğimiz mesafeye kadar alçalabilirmiş. Ayrıca yere yaklaştığında hızlı davranmamız gerektiğini, helikopteri o şekilde uzun süre tutamayacağını belirtti. 5 dakika içinde hazır olmamızı, hazır olunca söylememizi istedi.”

“Anlaşıldı, beyler kaskları takın.” Yolculuk uzun sürebileceği için çıkardığımız kaskları hızlıca kafamıza geçirdik. “Şarjörleri kontrol edin.” Herkes silahının şarjörünü şimşek hızıyla çıkartıp kontrol etti ve aynı hızla geri taktı. “Bombalar.” Sırayla tek tek hücum yeleklerimizdeki bombaları çıkartıp ortada topladık ve karıştırıp rastgele birbirimize dağıttık. “Kasaturalar.” Herkes aynı anda bacağından kasaturasını çekip çıkardı, hepsinde gözüm gezindikten sonra benim kasaturamı yerine yerleştirmemle beraber onlar da yerleştirdiler. “Eksik var mı?” Hiç kimseden ses çıkmadı. “Mete, teğmene söyle, hazırız.”

Mete dediğimi yaparken ben ayağa kalktım, ilk ben inecek ve çevreyi kontrol altına alacaktım.

Az önce yaptığımız şeyi her görevde yapardık, bizim için bir çeşit totem gibi olmuştu. Önce kaskları takar kendimizi sağlama alırdık, sonra şarjörleri kontrol eder kendimizden emin olurduk. Bombaları ortada toplayıp rastgele dağıtmamız ise birbirimize olan güvenimizi simgeliyordu. Birinin bombasında sıkıntı olsa silah arkadaşının ölümüne sebep olabilirdi, biz bunu göze alıp göreve çıkardık. Ve çekilen kasaturalar...

Aslında bu yaptığımız şey bir nevi saldırı altında öncelik sıramızdı. Önce kaskını -yani kafanı- koru, sonra şarjörüne sığın. Şarjörün bitene kadar ateş et, mermin bittiğinde bombaların olsun ardında kalan. Bombaların da bittiğinde tek çıkış yolun kalırdı; kasaturan. Üstüne akın akın silahlı terörist gelirken bazen elindeki tek bir bıçağa sırtını dayardın ve o seni kurtarırdı.

Kask can, şarjör direnç, bomba güven demekti. Kasaturanın ise yeri ayrıydı. Kasatura pes etmemek demekti, inanç demekti, umut demekti.

En sonda sorduğum soruya gelecek olursak, eksik var mı? Bu soruya cevap verilmesi demek, şehit demekti.

Bu soru -Allah korusun- olur da timden birisi şehit düşerse her görevden önce onu anıp intikam ateşimizi harlı tutmamız içindi.

Bana tüm bunları Göktürk Albay öğretmişti. Bana bunu ilk anlattığında bunun nereden çıktığını sormuştum, albay kısaca ona da birisinin öğrettiğini söylemişti. Pusat Timi’nin ilk görevinde benden bunları -yani totemimizi- yapmamı istemişti, niye diye sorduğumda kısaca bir cevap vermişti.

Eski bir askerimden miras.

Gayet yeterli bir sebepti. Eski bir askerden miras olması için o askerin şehit düşmesi gerektiği gerçeği ise fazlasıyla ciğerimi dağlıyordu, ben de bu yüzden bir daha bunun konusunu açmamıştım. Göktürk Albay sadece ilk görevde yapmam için rica etse de görüldüğü gibi bugüne kadar bunu getirmiştim.

Ben kapının önünde durduğumda helikopter yavaşça alçalmaya başladı.

“Komutanım, kapıyı açabilirsiniz.”

Helikopterin kapısını açtığımda yerlerin sivri kayalardan oluştuğunu gördüm. Yerden yaklaşık iki metre yükseklikteydik ve eğer buradan o sivri kayaların üzerine atlarsak bacağımızı sakatlamamız muhtemeldi. Kaşlarımı çatıp tam aşağıya baktığımda bizim güvenle atlayabileceğimiz fakat helikopterin inemeyeceği genişlikte düz bir kaya gördüm. Pilot işini biliyordu.

Silahımı iki elimle sıkıca kavrayarak kendimi aşağı bıraktım ve tek dizimin üstüne çöküp çevreyi kontrol ettim. Yaklaşık yirmi metre arkamızda bir uçurum vardı. Arkamız sağlamda olduğu için oraya detaylı bakma ihtiyacı duymadım. Önümüzde açık bir arazi vardı, kayalıklar sadece birkaç metre daha devam ediyordu ama devamı engebeli ve çakıllı olduğu için muhtemelen pilot iniş için orayı tercih etmemişti. Araziyi silahımın dürbünüyle kontrol ettim, tamamen boştu. Sağ tarafımızda seyrek ağaçlar vardı fakat gittikçe sıklaştıkları için orada bir orman olduğunu tahmin ediyordum. Helikopterin kapısını ilk açtığımda sesten korkup ağaçların arasına kaçan bir tavşan ve yere ilk indiğimde yüzüme çarpan temiz hava ise bunu doğruluyordu. Dürbünümle hızlıca orayı da kontrol ettiğimde ormanın içinde de bir şey olmadığından emin olmuştum.

Kaskın telsizini aktif hale getirdim. “Etraf temiz, inebilirsiniz.”

Benim sözümle beraber tim teker teker helikopterden atlayarak yanıma geldi. Her yeni gelen bir sonraki kişi için pozisyon alıp etrafı kolaçan ediyordu. Herkes indikten birkaç saniye sonra helikopter hızla havalandı ve arkasında hiçbir iz bırakmadan gitti. Artık tek başımızaydık.

“Selçuk, bir bak bakalım bizim hedef ne tarafta.”

“Emredersiniz komutanım.”

Selçuk çantasından bir alet çıkartıp oraya koordinatları girdi. Parmağıyla bir yönü göstererek “Hedef bize göre güneyde kalıyor komutanım.” Dedi.

“Gitmemiz ne kadar sürer?”

“Üç buçuk saat.”

Sol kolumdaki saate baktım, konvoyun gelmesine yaklaşık üç saat vardı.

“Maalesef hızlı olmamız gerekiyor. Size söz, oraya gidince dinleneceğiz.”

Üç buçuk saatlik yolu iki saatte yürümemiz gerektiğinden habersiz olan timim beni mecburiyetten de olsa onayladı.

Arkamı dönüp güneye doğru ilerlerken birilerinin ofladığını duydum. Haklılardı tabii, sırtlarında 40 kiloluk çantalarla hızlı hızlı yürümek kolay değildi ama yapacak bir şeyim de yoktu. Erkenden gidip oraya pusmamız lazımdı.

Timin motivasyonunu yerine getirmek için “Oflayanlara özel sürprizim var.” Diye mırıldandım, kaskın telsizi açık olduğu için herkes beni gayet net duymuştu. “Bir aylık evraklar gibi güzel sürprizler.”

Motivasyon konuşmam etkili olmuş olacak ki herkes sesini kesti. Düşüncelerimin hepsini bir kenara atıp sadece yola odaklandım, yürümemiz gereken çok yol vardı.

Tabii bir de yakılacak bir konvoy ve yakalanacak bir kadın.

-0-0-0-0-0-0-0-

“Ne kadar kaldı Selçuk?”

“Yaklaşık on dakika komutanım.”

“Kartal Timi’nin komutanına bağlanıp bana ver telsizi.”

“Emredersiniz komutanım.”

Aradan geçen uzun ve yorucu bir yürüyüş ardından çatışma noktasına varmış sayılırdık. Kartal Timi bizden önce çatışma bölgesine varmış olmalıydı, onlarla orada buluşacaktık.

Telsizden yükselen bir sinyal sesinden sonra Selçuk’un sesi duyuldu. “Ben Pusat Timi’nden Kıdemli Üsteğmen Selçuk Durmaz, tim komutanım sizin komutanınızla görüşmek istiyor.” Karşı taraf biraz bekleyip “Anlaşıldı.” Dedi ve Selçuk telsizi bana uzattı.

Telsizi elime aldığımda karşı taraftan “Yüzbaşı Cenk Botaz.” Sesi geldi.

“Yüzbaşı Bertuğ Altay.”

“Dinliyorum yüzbaşım.”

“Bölgeye intikal etmemize az bir süre kaldı. Ne durumdasınız?”

“Gözcümüz yerini aldı, etraf sakin. Bölgeye yakın bir mağarada sizi bekliyoruz.”

“Anlaşıldı.”

Telsizi kapatıp Selçuk’a uzattım.

“Biraz daha dayanın beyler, az kaldı.”

-0-0-0-0-0-0-0-

Mağarada oturmuş Kartal Timi ile beraber gözcüden gelecek haberi bekliyorduk.

Şu anlık her şey yolunda görünüyordu. Etrafa rahatsız edici derecede bir sessizlik çökmüştü, sessizlik benim için her zaman en büyük gürültü olmuştu aslında. Sessizliği bölmek adına beklediğimiz yerde otururken helikopterdeyken yarım kalmış olan konuyu açtım.

“Eee Selçuk, helikopterdeyken konuşmamız yarım kaldı. Nişan ne zaman? Var mı birileri?”

Bu sefer ne Sarp ne de Çağlar araya girmemişti.

“Yok komutanım, ben hiç uğraşamam öyle şeylerle. Naz yaparlar, trip atarlar... Beni bilirsiniz, benlik değil.”

“Olur mu oğlum öyle şey? Tek başına ömür geçmez. Yakında buluruz sana en hamaratından bir kız, imkânsızı başarıp seni doyurur belki.” Bu dediğimden sonra Selçuk hariç ve diğer tim de dâhil olmak üzere herkes gülmüştü. “Evlenirsiniz, bir de çocuk yaparsınız. Düşünsene, askeriyede bağırarak koşan küçük küçük Selçuklar...”

“Komutanım...” Kısa bir es verdi, artık dişlerini sıkarak konuşuyordu. “Ağzınızdan yel alsın. Ben daha evdeki kardeşimle uğraşamıyorum, şimdi hem evleneceğim hem de çocuk bakacağım öyle mi? O iş yaş.”

Kısa bir süre yine sessizlik oldu.

“Komutanım, bana soruyorsunuz ama siz de benimle aynı durumdasınız. Ben size sorayım öyleyse, sizin düğün ne zaman? Yok mu birileri?”

Beklemediğim yerden vurmuştu puşt. Yiğit abi benim yerime cevap verdi. “Onun düğünü görevleri oğlum, bilmiyor musun sanki?” Konunun benimle ilgili olarak uzamaması için “Benim sevgilim silahım, başka da sevgilim olmaz, olamaz, oldurtmam.”

Selçuk ve ben inatla gelecekteki taliplerimizi reddederken Cenk Yüzbaşı konuya dâhil oldu. “Çok büyük konuşuyorsunuz beyler. Yarın öbür gün dediklerinizin hepsi birer birer başınıza gelir, demedi demeyin.”

Bu sohbet bir süre daha bu şekilde devam etti.

-0-0-0-0-0-0-0-

“Abi dur!”

“Özür dile.”

Hadi Sarp ve Çağlar’ı anladım, gençler, kanları deli akıyor, enerjikler falan ama Yiğit abi ne alaka şimdi ya?

Sarp ellerini teslim olurcasına havaya kaldırdı. “Özür dileyeyim dilemesine de... Ne için abi?”

“Çağlar’ın o dediğini daha önceden bana anlatmadığın için.”

Aynı konunun nasıl dönüp dolaşıp bizi bulduğunu bilmemekle beraber, diğer timdekiler konuyu bilmemenin verdiği sessizlikle duruyordu. İsminin Tunç olduğunu öğrendiğim asker bunu dile getirdi. “Devrem ne dedi ki komutanım?”

Tam o anda Kartal Timi’nin gözcüsü hepimizin duyabileceği frekansta “Komutanım, konvoy göründü.” Dedi. Gülüp eğlenen herkes anında ciddileşirken Sarp yine bir şekilde içine düştüğü durumdan kurtulmuş olmuştu.

“Pusat.”

“Kartal.”

Cenk ve ben kendi timlerimize emir verdiğimizde hep beraber ayaklandık. Benim timim benim arkamda, Kartal Timi ise Cenk Yüzbaşı’nın arkasında esas duruşa geçmişti. Cenk Yüzbaşı ile karşı karşıya kaldığımızda başımı hafifçe eğerek onu selamladım. Cenk de bana selam verdikten sonra timine döndü ve konuşmaya başladı.

“Kartal, beni iyi dinle. Göktürk Albay’ın verdiği emir üzerine bu görevde Pusat Timi ile yan yana olduğumuz sürece emir komutayı Bertuğ Yüzbaşı’ya devrediyorum. Hiçbir aksilik istemiyorum. Telsizlerinizi ortak frekansa bağlamayı unutmayın.”

“Emredersiniz komutanım!”

Cenk Yüzbaşı tekrar bana döndüğünde birbirimizi birer kez daha selamladık. Şimdi gitmemiz gerekiyordu.

“Hadi bakalım beyler, işe koyulalım.”

Oturduğumuz mağaradan ilk ben çıktım. Selçuk, Mete ve Kartal Timi’nden birkaç kişi mağaranın dışında nöbet tutarken beni görmeleriyle beraber yanıma geldiler. Diğerleri de mağaradan çıkmaya başladığında konvoyun geldiği anlamış olsalar gerek ki hiçbir soru sormamışlardı.

Mağara çatışma bölgesine çok yakın olduğu için dakika bile geçmeden pusacağımız kayalıklara ulaşabilmiştik.

“Gözcüler ve keskin nişancılar, kendinize uygun yüksek bir yer bulun. Kalanlar dağınık olarak pozisyon alsın fakat iki kişi arasında beş veya altı metre olmalı. Ne azı, ne fazlası.”

“Emredersiniz komutanım.”

İki kişinin arasında altı metrelik bir mesafe olması bizi ağır silahlarla taranma ihtimaline karşı tamamen korunaklı kılmazdı ama yan yana olup tek seferde hepimizin vurulma ihtimalinden iyiydi. Aramıza çok fazla mesafe koyamazdım, birimizin vurulması halinde hemen müdahale edilmesi için yakın olmamız gerekiyordu.

Herkes yerlerine geçerken ben de kendime uygun bir kaya bulup arkasına geçtim. Mağaradayken çıkartıp boynuma astığım gece görüşü özelliğine sahip küçük dürbünümle konvoyu takip ederken telsizden iki timin de hazır olduğuna dair sesler duymuştum.

Gözlerimi konvoydan ayırmadan “Herkes etrafına baksın, çevrenizdeki kişilerden sorumlusunuz. Birisi yaralanırsa onu bulmakla zaman kaybedemeyiz, elimizle koymuşuz gibi yerini bilmemiz gerek.” Dedim. Dağınık olmamız şu an için en iyisiydi, tek sıra halinde pozisyon alsaydık olası bir taramalı tüfek saldırısında hepimiz yaralanabilirdik ama birbirimizin yerini bilmezsek yaralı kişiyi bulmamız çok zor olurdu.

“Emredersiniz.”

Geriye sadece konvoyun atış mesafesine girmesini beklemek kalmıştı.

Yürüyüşümüz boyunca engebeli araziyi ve ormanı geride bırakmıştık. Buraya helikopterle gelmeme sebebimiz etrafta devriye atan teröristlerin bizden haberi olmaması gerektiğiydi ama gelirken hiç bir gruba rastlamamıştık. Bu, bölgedeki herkesin konvoyda olduğuna ilişkin bir işaret sayılabilirdi çünkü henüz birkaç gün önce bu bölgeden ihbar geldiği bilgisine sahiptik.

Bulunduğumuz yer hafif eğimli, büyük kayaların olduğu bir dağ yamacıydı. Kayalıkların arkasına pusmuş beklerken hepimiz yaklaşık on beş, bilemedin yirmi metre ötemizdeki kurumuş dere yatağına gözlerimizi dikmiştik. Önceden bir derenin aktığı beş-altı metre göçmüş yer şimdi teröristler tarafından yol olarak kullanılıyordu.

Dere yatağının bize göre biraz aşağıda kalması sayesinde onları kolaylıkla avlayabilecektik. Yol olarak kullanılan yerin derinliği sayesinde de kaçmaya çalışan olursa daha oradan çıkamadan hepsi hüsranla geberip gidecekti.

Biri hariç.

Elime geçtiği an boynunu iki elimle kıstırmamak için kendini zor tutacağıma emindim.

Bu işte kadın erkek mevzusu kalmamış, ağır suçlar işlenmişti. Onun bir kadın olması o dosyada gördüğüm hain kelimesinden sonra benim için hiçbir şey ifade etmemeye başlamıştı.

“Komutanım, yaklaşıyorlar. Tam on altı araç var. Arabanın içinde beş, arabaların arkasındaki ağır silahın başında birer kişi olmak üzere her arabada toplam altı kişiler. Kadın beşinci aracın öndeki yolcu koltuğunda. Aynı aracın sürücü koltuğunda ise Lui oturuyor.”

Kafamda kısa bir hesap yaptıktan sonra tam sayıyı yakaladım. 96 kişi ile karşı karşıyaydık. Pusat Timi 6, Kartal Timi 6 kişi olmak üzere toplamda 12 kişiydik. Kişi başına 8 kişi düşüyordu.

“Emrimi bekleyin.”

Aradan bir dakikadan biraz fazla süre geçtiğinde konvoy tam olarak onları kıstırabileceğimiz noktaya gelmek üzereydi.

“Hazır mısınız?”

Kartal Timi’ni temsilen Cenk Yüzbaşı “Hazırız.” Dedi. Bizimkiler zaten dünden hazırdı.

“Öncelikle ağır silahların başında duranları vurun, sıkıntı çıkarmasınlar.”

“Emredersiniz.”

“Kadının sağ kalması şartıyla,” Derin bir nefes verdim, zamanı gelmişti. “Atış serbest.”

Gecenin sessizliğini bozan arabaların lastik sesine ek olarak artık silah sesleri de vardı.

Arka arkaya üç atış yaparak en öndeki iki aracın lastiklerini patlatmış ve biraz yalpaladıktan sonra durmalarını sağlamıştım. En öndekiler durunca arkasındakiler de durmak zorunda kalmıştı.

Kadının ve Lui’nin olduğu araç tam olarak benim hizamda kalıyordu. O da sert bir frenle durduğunda gülümsedim.

İlk önce araçların kasasındaki silahların başında duranları vurmuştuk, böylece olası bir değişiklik gerektiğinde daha rahat bir şekilde pozisyon alabilirdik.

Duran arabaların içinden çıkan teröristleri tek tek öldürmeye başladık. Arabanın arkasına saklanabilen çok az kişi vardı ki kadın da onların arasındaydı.

Aradan dakikalar geçti, silahlar susmadı.

Az kişi kalmalarına rağmen çok hızlı ve kurnazca hareket ediyorlardı. Acemiler gibi sürekli aynı yerden kafalarını çıkartıp açık hedef olmak yerine gözlerine birimizi kestiriyor, sürekli yer değiştirerek anlık olarak çıkıp ateş edip yeniden saklanıyorlardı. Özel eğitim almış olmaları muhtemeldi.

Kadına gelecek olursak... Bizi çok fena darlıyordu.

Özellikle bana odaklanmış bir vaziyette değildi, sırasıyla herkese ateş ediyordu ama o kadar hızlı hareket ediyordu ki onu bir yerde kıstıramıyordum. Bana ateş edeceği zaman fark ediyordum çünkü dürbünle bakarken aramızdaki metrelerce mesafeye rağmen ateş edeceği kişiyle göz göze gelmek istermişçesine onun olduğu yere bakıyordu.

Baktığı ve ateş ettiği her nokta, askerlerimin olduğu yerlerdi. Her birimizi eliyle koymuş gibi bulmuştu.

“Roket!”

“Saklanın!”

Mete’nin uyarısı üzerine arkasında olduğum kayanın dibine hızlıca çöktüm ve ellerimi başımı kapattım.

Yüksek bir ses duyuldu. Sesten hemen sonra roketin etkisiyle parçalanan ufak tefek taş parçaları ve tozlar üstümüze yağdı.

Birkaç saniye bekledikten sonra bende hiçbir hasar olmadığını anlayarak yeniden dikeldim. Sadece üstüm tozlanmıştı, o kadar.

“Herkes etrafındakilere baksın, çabuk! Yaralı varsa sıhhiyeler hemen yanlarına gitsin. Mete, o roketi indir!”

Mete timimin keskin nişancısıydı, bir kere ateş ettiğinde ikincisine gerek kalmazdı. Roket bana göre sol tarafa düşmüştü ve Mete’nin sağda kaldığını biliyordum. Anlayacağınız, Mete şu an sağlamdı ve o adamı indirmesi lazımdı.

“Emredersiniz.”

Mete’nin uzun namlulusundan çıkan yüksek, tok bir ses ardından telsizde tekrar onun sesini duydum. “Roket indi komutanım.”

“Yaralı var mı?”

Aradan geçen on saniyeye rağmen kimseden ses çıkmadı. “Güzel. Devam edin, o kadın bana lazım.”

Bizim taraftan da tekrardan silah sesleri yükselmeye başlamıştı.

Az önce atılan roket nasıl bir saçmalıktı öyle? Özel eğitimli dediğim şerefsizlerin yaptığı hataya şaşmıştım açıkçası. Attıkları roket sanki bilerek yanlış yere yönlendirilmiş gibi metrelerce yukarıya gitmişti.

Bir gerçek vardı ki o roket bize denk gelseydi boku yemiştik.

Tekrardan dere yatağına odaklandım. Kadın yoktu. Neredeydi? Acaba gitmiş miydi? İyi de cücük kadar yerde nereye gidecekti?

Bir saniye... Az önce kadın yok dedim, değil mi? Kadın yok! Kadının yokluğunun yanına ek olarak Lui de yok!

“Selçuk!”

“Emredin komutanım.”

“Kadın ve Lui roket atıldıktan sonra tüymüşler, bul onları bana.”

“Emredersiniz.”

Sinirlerim iyice gerilmeye başlamıştı. 96 kişiden sadece 13 kişi kalmıştı ve ikisi firarlardaydı. Yirmi dakikadan fazladır çatışıyorduk, mühimmatımız azalmaya başlamıştı ve ben yeterince sıkılmıştım.

“Sarp ve Kartal Timi’nin makineli tüfek uzmanı. Beni duyuyor musunuz?”

Kartal Timi’nden bir asker gayet ciddi bir ses tonuyla “Evet komutanım.” Dedi.

Bizim fırlama ise neşeli ve aşırı yüksek bir sesle “Aha, sıra bana geldi. Şimdi izle oğlum beni Çağlar, bak nasıl mezdeke oynatıyorum adamlara.” demiş ve kahkaha atmıştı.

“Sarp, boş yapmayı kes. Dağ taş demem sikerim belanı.”

Az önceki o zevzek Sarp gitmiş, yerine normal bir ses tonuyla “Emredersiniz komutanım.” Diyen bir Sarp gelmişti. Daha doğrusu gelmek zorunda kalmıştı çünkü dediğimi yapan birisi olduğumu biliyordu.

Makineli tüfeklere emir verecektim ki Selçuk kadının olduğu yeri bulmuştu. Bulmuştu çünkü telsizden yükselen “Komutanım... Karşı tarafa çıkmışlar nasıl çıktılarsa, kadın Lui ile beraber kaçıyor.” Cümlelerini gayet net bir şekilde duymuştum.

Karşı tarafa çıktılar dedi. Dere yatağının diğer tarafında ağaçlar seyrekti fakat biraz ileride büyükçe bir orman vardı, ormanın içine kaçmaları sonumuz olurdu.

“Mete, kolundan mı vurursun yoksa bacağından mı bilemem ama onları durdur. Ölmesinler yeter.”

Mete emredersiniz demedi belki ama onun silahına özel o ses havada yankılanmaya başlamıştı bile.

“Herkes olduğu kayanın arkasına iyice gizlensin, sıra makineli tüfeklerin. Emrimle beraber başlayacaksınız, tarayın tarayabildiğiniz kadar. Fazla uzadı bu iş.”

Birkaç kişi aynı anda “Emredersiniz.” Dedi. Herkesin iyice gizlenmesi için biraz vakit tanıdıktan sonra hazır olduğumuza kanaat getirdim. “Başlayın.”

Makineli tüfekler engel tanımaksızın arabaların arkasını taramaya başladığı andan itibaren kaçışları olmadığını bilen teröristler kendi kafalarına sıkmaya başlamıştı. Son kalan iki tanesi ise silahlarını yere atıp teslim olmak için ellerini kaldırmıştı.

Hâlâ Mete’nin tüfeğinden ses geliyor olması dikkatimi çekti. Beşten fazla kere ateş etmişti. Bunun sebebini sormak için “Mete?” dedim.

“Komutanım, çok hızlılar. Hamleleri beklenmedik.”

“Anladım, sakin ol. Darla onları, görüş açından çıkmasınlar.” Roket atıldıktan sonra kadını olması gereken yerde sadece bir tüfek vardı. Anlaşılan mermisi bitmişti ve tüfeğini bırakıp kaçmaya başlamıştı. Bu şu anda sadece belinde gördüğüm tabancasıyla kaldığı anlamına geliyordu.

“Selçuk, Mete ve Kartal Timi’nin keskin nişancısı, siz pozisyonlarınızı koruyun ve kontrollü bir şekilde kaçanlara taciz ateşi açın, iyice ormanın içine kaçmasınlar. Cenk, timinin geri kalanıyla beraber teslim olanları al. Sarp, Çağlar ve Yiğit abi, benimlesiniz. Benimle gelenler için söylüyorum, iki kişi hemen çantasından halat çıkarsın, kaybedecek zaman yok. Halatları aldıktan sonra çantaları bırakın. Cenk, çantalar size emanet.”

“Anlaşıldı.”

“Emredersiniz.”

Herkes dediklerimi yaparken tüfeğimi omzuma attıktan sonra çantayı kenara koyduğum gibi dere yatağına doğru koşmaya başladım. Bizimkiler yukarıdan ateş ettiği için mermiler bize gelmezdi. Dere yatağının önüne geldiğimde derin olduğu için hemen atlayamadım. Benim hemen ardımdan gelenlere döndüğümde Yiğit abi elindeki halatı bana uzattı. Buraya gelirken gözüme kestirdiğim taşın yanına birkaç adımda gittim ve taşa sağlam iki tekme attım. Dibindeki toprak bir oynamamıştı. Tahmin ettiğim gibi yere gömülü ve sağlam olan taşa halatı hızlıca bağladım. Halatın sağlamlığından emin olunca onu tutup daha fazla beklemeden kendimi dere yatağının içine bıraktım. İner inmez koşmaya devam ettim, bizimkiler de arkamdan geliyordu.

Buranın eni bu kadar var mıydı ya? Yaklaşık sekiz metrelik bir eni olan dere yatağını aştığımızda tırmanmamız gereken yer yine epeyce yüksek kalıyordu. Bu sefer yanıma gelen Çağlar elinde bir halat tutuyordu.

Şu an aralarında en uzun boylu olan bendim ama benim boyum bile oraya yetmezdi.

“Çağlar.”

“Emret komutanım.”

“Aslanım senin atışların iyi, halatı kement biçime getir. Yiğit abi, Sarp, yan yana birbirinize dönük olarak diz çöküp tek dizinizi merdiven yapar gibi kırın. Çağlar dizlerinize basıp benim omuzuma çıkacak ve halatı taşa sabitleyecek. Unutmadan... Yukarı çıktıktan sonra halattan onları yakaladığımızda ellerini bağlamaya yetecek kadarını kesin, işimizi sağlama alalım.”

Dediklerimi yaptıklarında çok da zorlanmadan halatı taşa bağlamıştık bile. Şu an emin olamadığım tek şey halatı bağladığımız taşın sağlamlığıydı. Umarım göte gelmezdik.

Hızla halatın ucunu tuttum ve gözlerimi kapatıp besmele çektim. Yukarıya doğru tırmanmaya başladığımda taşın oynamadığını fark etmemle beraber bir de şükür çekip daha hızlı tırmandım. Şu an yukarıdaydım.

Diğerleri de hızla yukarı tırmandığında gözümü ağaçların arasında gezdirdim fakat ne kadını ne de Lui’yi göremedim. “Selçuk?”

“Komutanım, kadın size göre saat 11 yönünde yaklaşık otuz beş metre mesafede. Yaralanmadı ama şu an daha ileri gidemiyor, çıktığı an vurulacağını biliyor. Lui ise ondan biraz daha ötede, size göre yine saat 11 yönünde, altmış metre mesafede.”

“Güzel.”

Çağlar bacağından çıkardığı kasaturasıyla bir parça halatı kestiğinde Selçuk’un tarif ettiği yöne doğru koşmaya başlamıştık. Çok yaklaşmıştık, kadını görmüştüm bile. “Taciz ateşini kesin.” Kadını sıkıştırmak isterken kendi adamımız tarafından vurulmak istemezdik sonuçta.

On beş metreye yakın bir mesafe kaldığında kadın birden ağacın arkasından fırladı ve ormana doğru koşmaya başladı. Delirmiş miydi bu?

“Vurun!”

Benim verdiğim emir daha uygulanamadan kadın başka bir ağacın arkasına geçip tabancasını bize doğrultmuştu.

Sol kulağımın yanından geçen mermi beni sağır etti.

Anlık afallamamdan faydalanan kadın yeniden koşmaya başladığında arkasına dönüp baktı. Ona ateş edeceğimizi fark etmişti, şimdi çapraz bir şekilde koşuyordu. Artık sıra bizdeydi, biz ona ateş ediyorduk.

“Unutmayın, ölmeyecek!”

Kadın tam olarak karnının yanına nişan aldığım mermiden ayağının bir taşa takılması sonucunda yere düşmesi sayesinde kurtulmuştu. Şansını sevdiğim...

Düştükten hemen sonra ayağa kalkmıştı fakat artık bizimkiler teker teker değil, aynı anda ateş etmeye başladığı için o kadar merminin arasından biri tutmuştu. Birimiz onu sağ omzundan vurmuştu.

Anlık olarak durur gibi oldu ama koşmaya devam etti.

Biraz daha koştuğumuzda karşımıza bir araba çıktı. Diğerleri gibi değildi, tekerleri patlatılmasın diye metal plakalarla kapatılmıştı ve muhtemelen camları damperliydi. Kadın son kuvvetiyle kendini arabanın yakınlarındaki bir ağacın arkasına attığında Lui denen it iki metre ötedeki bir ağacın yanından kafasını çıkarıp bir el ateş etti.

“Monte dans la voiture, je vais prendre soin de moi!”

Fransızca konuşmuş, arabaya bin, ben başımın çaresine bakarım demişti. Kadının dediğini duyan Lui birkaç metre ötedeki arabanın içine girmek için hareket etmişti ki beklemediğimiz bir şey oldu.

Kadın saklandığı ağacın arkasından çıkıp bize, yani düşmanına arkasını döndü. Yaralı omzuna rağmen sağ elindeki tabancayı arkası dönük olan Lui’ye doğrulttu ve onu başından vurdu.

Lui’nin cansız bedeni öne doğru yığıldı. Biz daha bunun şaşkınlığını üstümüzden atamadan kadın bize doğru döndü ve elindeki silahı havaya doğrultarak emniyetini kapattı. Sol elini teslim olur gibi havaya kaldırdı, sağ elindeki silahı yere bıraktı ve ayağıyla bana doğru itti. Diğer elini de havaya kaldırdığında hiçbir şey olmamış gibi normal bir ses tonuyla “Vous avez gagné, commandant.” dedi.

Siz kazandınız, komutan.

“Sarp, Çağlar.”

Sarp ve Çağlar yavaş yavaş kadına doğrulttukları silahlarıyla beraber ona yaklaştılar. Sarp yanında durup kadının başına silah doğrultmaya devam ederken Çağlar arkasına geçip ellerini bağladı.

“Türkçe biliyorsun, değil mi?” diye sordum. Bu sırada adım adım ona yaklaşıyordum.

Cevap vermedi.

Şu an ayakucumda duran, kadının yere attığı silahı almak için yere eğildim. Silahı aldım ve yeniden dikeldim.

“Biliyorsun tabii, insan sattığı ülkenin dilini bilmez mi?”

Yüzünde mimik bile oynamadı.

“Baksana... Öyle bir şerefsizsin ki, uğruna ülkeni sattığın örgütün elebaşlarından birini öldürdün az önce. Bu senin ikinci ihanetin.”

Yine sessiz kaldı. Aramızda yalnızca iki metre mesafe kalmıştı.

“Diz çök.”

Kıpırdamadı. Sarp namluyu kadının şakağına iyice bastırdı.

“Tekrar ediyorum. Diz çök.”

Hareket etmeye niyeti yoktu anlaşılan. Kadının arkasındaki Çağlar’a baktım ve hafifçe başımı salladım.

Çağlar kadının dizlerine arkadan vurdu ve ona diz çöktürdü. Kadın burnundan sert bir nefes verdi ve kafasını kaldırıp bana baktı.

“Vous avez gagné parce que je l’ai autorisé.” Ben izin verdiğim için kazandın.

“Et je le jure, commandant. Tu vas regretter de m’avoir fait faire ça.” Ve yemin ederim, komutan. Bana bunu yaptırdığın için pişman olacaksın.

Fransızca bildiğimi nereden bildiği hakkında bir fikrim yoktu ama bir şekilde bunun farkındaydı. Sırf ben anlayayım diye bildiği diğer dillerde değil, Fransızca konuşuyordu.

Aramızda bir adım kalacak kadar yaklaştım ona. Önünde durdum ve ona tam anlamıyla üstten üstten baktım. “Neden pişman olacağım, biliyor musun?” Başını kaldırıp bana baktı. Göz gözeydik. Hafifçe eğilip sağ elimle at kuyruğu yaptığı saçını tuttum ve başını geriye doğru çektim. Boynu şu an tamamen açıkta kalmıştı, sol elimle de orayı kavradım. “Sana diz çöktürdüğüm için değil, seni öldürüp leşini ağaçlardan birine asamadığım için pişman olacağım.”

Saçını ve boynunu bıraktığımda dişlerini sıkıyordu. Şu an istediği şeyi yapabilirdi, asla keyfimi bozmazdı.

Tekrardan uzaklaştım ve kaskımın hâlihazırda açık olan mikrofonuna konuştum. “Beyler toplanın, yuvaya dönüyoruz.”

Loading...
0%