Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm - Kayan Gözler

@kelimelerimveben

Canlarım selam, küçük bir duyuru yapmak istiyorum.

Bu kurgu daha önce farklı bir platformdan yayınlanmaya başladığı için ilk 10 bölüm elimde mevcut ancak sonrasını henüz yazmadım. Dolayısıyla ilk 10 bölümü siz istedikçe paylaşabilirim ancak sonrası meçhul. Ben düzenli aralıklarla yazabilen birisi değilim, ilham geldikçe yazarım ve bu şekilde en iyiye ulaşırım.

Duyuru bitmiştir, yeni bölüm soranların hepsini ve sizleri seviyorum. İyi okumalar.

-0-0-0-0-0-0-0-

Toprak Bertuğ Altay’ın ağzından...

“Kaldırın.” Çağlar kadının sol koluna girerken Sarp ise bilerek yarasına bastırarak onu tutmuştu. Beraber kadını yerden kaldırdıklarında bakışlarımı kadının yüzüne çevirdim. Sadece dişlerini sıkmıştı ama dışarıdan iyice incelemeyen biri tepkisiz olduğunu düşünürdü. İyi eğitilmişti.

“Mete, albaya haber ver, operasyon başarılı.”

“Emredersiniz komutanım.”

Mete’nin emiri aldığından emin olduğumda başımdaki kaskın telsizini kapattım ve arkamı dönüp geldiğimiz yere doğru yürümeye başladım.

Yiğit abi yanıma yanaştı. Bir sıkıntısı varmış gibi bir yüz ifadesi vardı. “Komutanım, diğerleri derenin karşı tarafında kaldı.” Parmağıyla arkamızda kalan kadını işaret etti. “Şilan denen şu şerefsiz halata tırmanmayı bilse bile bu omuzla yapamaz. Hadi yaptı diyelim, fazla zorlarsa kolundan olabilir. Bu çok umurumda değil tabii ama, fazla kan kaybetmesine sebep oluruz ve bu yüzden başına bir şey gelirse albay Allah bilir bize ne yapar...” Kısa bir es verdi ve devam etti. “Nasıl yanlarına gideceğiz, dere yatağını nasıl geçeceğiz?” Şu an benim düşündüğüm en önemli şey de buydu zaten. Derin bir nefes verirken sağ elim benden bağımsızca çenemi kaşımaya başlamıştı. Bunu fark ettiğimde elimi hemen aşağı indirdim. “Bilmiyorum abi. Bilmiyorum ama geçeceğiz bir şekilde.”

“Veamos cómo encuentra una solución, comandante.”

Bu sefer Fransızca değildi, her ne dediyse anlamamıştım.

Yürümeye devam ederken onun duyabileceği bir sesle net bir şekilde konuşmaya başladım. “Her ne söyleyeceksen anlayacağım bir dilde, tercihen Fransızca veya İngilizce söyle. Türkçe senin gibi birinin diline yakışmayacağı için dert etmiyorum ama,” Kısa bir nefes alıp olduğum yerde durdum. Benim durmamla beraber onlar da durmak zorunda kalmışlardı. Kafamı çevirip gözlerine odaklandım. “Bana sorgu malzemesi çıkarma.”

Onunla aynı ortamda olmak zaten yeterince sinir bozucuydu ve muhtemelen sorgusuna da ben girecektim. Bana sorgulamam için daha fazla neden vermesi, o odada onunla daha çok zaman geçireceğim anlamına geliyordu.

Onunla geçireceğim fazladan bir dakika, onu öldürmem için verilmiş fazladan bir dakikaya eşitti ve ben emirlere karşı gelip o kadını öldürmek; dolayısıyla da ceza almak istemiyordum.

O da benim gözlerime odaklandı, her kadınınkinden farklı olarak renksiz olan dudakları milimetrik olarak sola doğru kıvrılmıştı. “Et si je ne fais pas ce que tu dis?”

Ya dediğini yapmazsam?

Tamamen arkamı dönüp ona baktım. Şu an söyleyeceklerimi yanımızdakiler anlamasa da olurdu. Madem Fransızca’da ısrarcıydı, öyle olsundu.

“Si tu ne fais pas ce que je dis,” Eğer söylediklerimi yapmazsan, “Je viendrai en personne anonyme.” İsimsiz birisi olarak geleceğim. Birkaç adım atıp tam yanında durdum. “Et quand je viendrai, tu te mettras à genoux et tu t'excuseras.” Ve geldiğimde dizlerinin üstüne çöküp özür dileyeceksin. Ellerimi arkamda kavuşturdum ve onun kulağına doğru eğilip fısıldadım. “Mais je ne m'arrêterai pas. Je vais vous tuer." Ama ben durmayacağım. Seni öldüreceğim.

Yeterli açıklamayı yaptığımı düşündüğümde geri çekilip yüzüne baktım. Artık dudağının kenarında o ufak gülümseme yoktu, ciddi haline geri dönmüştü. Hiçbir şey söylemedi.

Çağlar, Sarp ve Yiğit abi merakla bana bakıyordu. Ne dediğimi anlamadıkları için bu bakışları normaldi. Timde sadece ben Fransızca biliyordum ve az önce bunu kullanmıştım.

Yürümeye devam ettim.

“Komutanım-”

“Sus Sarp. Sonra.” Az önce ne söylediğimi soracağı kesindi ve ben buna şu an cevap vermek istemiyordum.

Koşarak geldiğimiz yolu yürüyerek geri döndük. Şu an dere yatağının yanındaydık. Cenk ve onun timi teslim olan teröristleri oradan çıkarabilmişlerdi. Muhtemelen halata tırmanmayı bildikleri için biraz silah zoruyla her şey hallolmuştu. Onlar karşıda bizi beklerken ben bu kadını yaralı omuzuyla nasıl tırmandıracaktım? Asıl sorun tam olarak buydu.

Taşlara sabitlediğimiz halatlar oldukları yerde duruyorlardı. Yapacak başka hiçbir şeyim yoktu. Onun gibi bir şerefsiz hayatının geri kalanında sağ kolunu kullanmasa da olurdu. Hatta çok iyi olurdu.

“Getirin.” Çağlar ve Sarp kadını yanıma getirdiler. “Eğitimli olduğunu biliyorum, illaki halat kullanmayı da öğretmişlerdir. Birazdan kollarını bırakacaklar,” Umursamaz gibi bakıyorsa da içten içe dikkatle beni dinlediğini biliyordum. Sırayla hemen yanımızdaki ve karşı taraftaki halatları gösterdim. “İnecek ve çıkacaksın. Yapmaya çalıştığın tek bir yanlış harekette,” Belimdeki tabancamı aldım ve emniyetini açtım. Mermiyi yatağına sürdüğümde namluyu karnına yasladım. “Önce ben, benden sonra da burada görmüş olduğun 11 kişi sana ateş eder. Hesapla bakalım o sivri zekânla... Vücudunda onlarca kurşunla en fazla kaç metre öteye gidebilirsin?”

Sözlerimin sonuna doğru yüzünde inanamayan bir ifade oluştu. “Anladın mı?”

Güldü. Önceki gibi ufak bir sırıtış değildi bu. Önce dişleri gözükecek kadar güldü, sonra da kahkaha olmasa da ufak bir kıkırtı kaçtı dudaklarının arasından. “Pensiez-vous sérieusement que je pourrais grimper là-haut avec ce bras, commandant?” Gerçekten bu kolla oraya tırmanabileceğimi mi düşündünüz, komutan?

Çağlar onu hafifçe sarstı. “Ne gülüyorsun lan?” Bu sırada tabancamı geri yerine yerleştirmiştim.

Kadın kafasını sola döndürüp göz ucuyla Çağlar’a baktıktan sonra bana baktığında hafif alaycı bir ses tonuyla “Ils ne parlent pas français, n'est-ce pas ?” Fransızca bilmiyorlar, değil mi?

Bunu nereden bilebilirdi? Sadece Çağlar’ın yabancı dil bilmediğini söylese anlayabilirdim ama Sarp ve Yiğit abiyi de işin içine katması biraz fazlaydı. Aklıma gelen düşünceyle kaşlarım çatıldı.

Sorusuna cevap vermeyeceğimi tahmin etmiş olacak ki fazla üstünde durmadı. Artık kıkırdamıyordu ama sırıtışı yüzünden silinmemişti. Kafasını hafifçe Çağlar’a doğru uzatıp konuşmak için ağzını açtı. “Siz salak mısınız?”

Türkçe konuşmuştu ve söylediği ilk şey bu mu olmuştu gerçekten?

Sarp Çağlar adına kadının omzundaki yaraya elini bastırdı. “Düzgün konuş, o dilini keser sana montelerim.”

Kadın çok hafif inledi ve bunu sırıtışının ardına gizledi. Ben hariç kimsenin bunu fark etmediğini anlamam çok uzun sürmedi. Yarasının olduğu yere baktığımda Sarp’ın elinden süzülen kan damlalarını gördüm. Kurşun hala kolundaydı. Öyle çok kanamıştı ki, zaten beyaz tenli olan kadının renginin bir ton daha açıldığını şu an fark etmiştim.

“Çok zamanın yok, Şilan. Ya komutanın dediğini yap ve sadece kolunu riske atarak yaşamaya devam et ya da burada kan kaybı ve açık yaranın kapabileceği bir enfeksiyondan dolayı geberip git.” Yiğit abi kısaca olayı özetlediğinde kadının bakışları ona döndü.

Sahi, ben neden ona Şilan demiyordum? Belki kadın bana fazla itici geliyordu, belki de anlamı yaban gülü olan bir ismi ona yakıştıramıyordum. Bilmiyordum.

“Ne öleceğim ne de kolumdan vazgeçeceğim, üstçavuş.”

Üstümüzdeki kamuflajlarda apolet yoktu ve kadın Yiğit abiye üstçavuş demişti. Bunu da aklımın bir kenarına not ettim.

Söylediği şey üzerine alaycı bir şekilde konuşma sırası bendeydi. Ellerimi göğsümde kavuşturdum. “Ya... Nasıl olacakmış o iş?”

Az önce kıkırdaya kıkırdaya gülen o değilmiş gibi anında ciddileşti. Mimiklerini çok profesyonel bir şekilde kullanıyor ve karşısındakini iyi manipüle ediyordu.

“Aşağıdaki arabalar birer Mercedes Benz X-Class Pikap. Yükseklikleri lastiklerle beraber 1 metre 83 santimetre ve tahmin et hangi arabalar üzerlerine ateş açıldığı için bir anda durmak zorunda kaldı?” Yine sorusuna cevap beklemiyor olacak ki beklemeden devam etti. “Doğru tahmin, tam olarak bu arabalar.” Çenesiyle dere yatağının içindeki ölü bedenleri gösterdi. “Bizim bu salaklarda o an anahtarı almayı akıl edecek kafa yok. O kadar beyinleri olsa ölmezlerdi zaten.”

Aksanı çok iyiydi, muhtemelen dosyasında yazanın aksine Türkiye’de doğup büyümüştü.

Çağlar kadının az önce dediği şeylerin hıncını almak istiyor olacak ki onun lafını kesip “Onlara salak demeden önce dön bir kendine bak geri zekâlı.” dedi.

Kadın çok hafif gülüp onu yanıtladı. “Ama bak, ben hâlâ yaşıyorum.”

Çağlar dişlerini sıkarken kadın ciddi ifadesine geri döndü. “Anlayacağın o ki komutan, elimizde kullanılabilir durumda birden fazla araba var.”

Doğru söylüyordu. Aşağıdaki arabalar hemen hemen benim boylarımdaydı ve çoğunun anahtarı üstünde kalmıştı.

“Sadece en öndeki birkaç aracın lastiklerini patlattınız, taramalı tüfekler ortadan birkaç araca ateş etmiş, diğerleri sağlam. Aranızdan ehliyeti olan birisi arabalardan birini önce bizim olduğumuz tarafa doğru çeker. Arabaların arasında biraz mesafe var zaten, bunu yapmak çok da zor olmaz. Dere yatağının derinliği 4 metre, belki birkaç santimetre daha fazla. 4 metreden pikabın yüksekliğini ve benim boyumu çıkarınca... Aslında çok da bir şey kalmıyor komutan.”

Kadının söyledikleriyle birkaç saniye afalladım. Ne demek istediğini anlamıştım ve bu akıllıcaydı.

Birimiz araçlardan birini dere yatağının bizim olduğumuz tarafına doğru yanaştırırsa kadın arabanın üstüne basarak gayet rahat bir şekilde aşağı inebilirdi. Hem koluna zarar gelmezdi -ve bu sayede albaydan laf yemezdik- hem de çok daha hızlı olurdu.

Bir süre süren sessizlikten sonra yine gülerek “Tırmanma kısmına gelirsek... En önemli yer aslında orası çünkü kolumdan olmak istemiyorum, Le commandant!” demişti.

Yaralı koluyla kan kaybederken benimle dalga mı geçiyordu bu yoksa ben mi yanlış anlamıştım?

Bakışlarımdan yeterli bir anlam çıkartmış olmalıydı ki “Tamam tamam, sustum.” diyerek gülümsemesini soldurmuştu.

“Tırmanmama gerek yok.”

“O nasıl olacak?” Artık konuşmalarımda alaycı değildim. Az önce makul bir fikir sunmuştu.

“Elimizde araçlar, birkaç ceset ve bir halat var...”

Lui’yi geride bıraktığımız için onu saymazsak, 92 cansız bedene birkaç ceset mi demişti o?

“Geçerli bir fikir sunmak için yalnızca on saniyen var, aksi halde tırmanmak zorunda kalırsın.”

Birinci saniyede odaklanmaya çalışır gibi bir yüz ifadesine büründü.

Dördüncü saniyede kaşları havaya kalktı.

Yedinci saniyede alnından bir ter damlası süzülüp toprağa karıştı.

Dokuzuncu saniyede ise hafifçe gülümseyerek “Tabii ya...” dedi. Ucuz yırtmıştı ama mantıklı bir şey söylese iyi ederdi. Zaten çok vakit harcamıştık.

Aslında böyle bir yerde bu kadının sözlerini dinlemem oldukça yanlıştı. Evet, onu dinlememem, hatta belki de ses çıkarmasın diye ağzını falan bağlamam gerekiyordu ama kendi canının korkusundan mantıklı şeyler bulabileceğini düşünerek onu dinlemeye karar vermiştim. Zaten kaçamazdı, bari kendisine zarar gelmeyecek bir plan bulmama yardım etsin demiştim kısacası. Ona zarar gelmemeliydi, albay öyle istemişti.

Omzundan vurulmuş olması bence zarar kategorisine girmezdi. Yani, umarım.

“Söyle.”

“Aşağı indikten sonra bu sefer araçlardan birini karşı tarafa çekeceksiniz. Sol kolumla kendimi yukarı çekebilmek için 30-40 santimetreye daha ihtiyacım var. Şu leşlerden iki tanesini arabanın üstünde üst üste koyarsanız onların üstüne basıp bunu değerlendirebilirim. Daha sonrasında ya yukarıdakilerden biri benim elimi tutar ya da ben sol elimle halata tutunup kendimi yukarı çekerim. Tek kolumla bunu yapabilirim.”

“Yanlış bir şeye kalkışmayacağından nasıl emin olabilirim?”

“Emin ol ya da olma, ben bunu başaramazsam kolumdan olacağımı biliyorum ve inan bana komutan,” Çok hafif bir titremeyle nefes verdi. “Ben kolumu kaybetmek istemiyorum.” Az önce dalga geçerek söylediği şeyi şimdi gerçek bir buruklukla söylemişti.

Bir süre boyunca durup dediklerini düşündüm. Yiğit abi yanıma gelip kulağıma doğru “Komutanım, biliyorum normalde bunun gibi şerefsizleri dinlemeyiz ama Şilan’ın söyledikleri kulağa mantıklı geliyor. Ayrıca bunları yapmak için fazla vaktimiz kaldığını da sanmıyorum, birazdan kan kaybından dolayı elleri karıncalanmaya başlayacak. En kısa zamanda müdahale etmem gerekiyor. Kurşun içeride, enfeksiyon kaparsa ölebilir ve albay-”

“Sarp, aşağı in ve etrafı temizledikten sonra araçlardan birini bizim olduğumuz yere doğru çek. Yiğit abi, sen de Sarp’ın yerine kadını tut.”

Bazen risk almak gerekirdi.

Kadın kendini o yükseklikten aşağı bırakarak ayağını kırıp işimizi zorlaştırmaya çalışabilirdi. Kaçmayı deneyebilir ve bir kere daha vurulmasına sebep olup başımıza iş açabilirdi ve daha nice ihtimal vardı. Bunların hepsi birer riskti ve ben o riski göze alıyordum.

İnşallah göte gelmezdik.


-0-0-0-0-0-0-0-

Karşıdaydık ve en önemlisi, garip bir şekilde hepimiz sağlamdık.

Selçuk elindeki cihazdan gideceğimiz yerin konumuna bakarken ben hâlâ nasıl başımıza bir iş gelmeden karşıya geçtiğimizi anlamaya çalışıyordum.

Kartal Timi teröristleri ve çantalarımızı bize teslim ettikten sonra bizden ayrılmış ve aldıkları emir doğrultusunda gitmeleri gereken yere doğru ilerlemeye başlamışlardı. Yanımızdaki üç iti saymazsak yeniden biz bizeydik. Zaten yeterdi, birileriyle ortak çalışmaya fazla alışkın olmadığımız için bu bize fazla bile gelmişti.

Ele geçirdiğimiz teröristlerle beraber iki yüz metre kadar yürümüş ve düzlüğe çıkmıştık. Gelirken teröristler sesini duymasın diye bizi uzakta bırakmak zorunda kalan helikopter bu sefer direkt buraya gelecekti.

Kendimi kadının bir bok yiyeceğine o kadar şartlamıştım ki gerçekten ters bir şey yapmadığını inanamıyordum.

Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Sabahın çok erken saatlerindeydik.

Gözüm önce yan yana diz çöktürdüğümüz iki şerefsizi, sonra da onların yanındaki kadını buldu. Kadın önce diz çökmemek için direnerek bir süre ayakta kalmayı başarmıştı fakat işin sonunda bize gerek kalmadan -sanıyorum ki kan kaybından başı döndüğü ve uzuvları yavaş yavaş uyuştuğu için- kendisi dizlerinin üstüne düşmüştü. Benim önümde, dizlerinin üzerindeyken tekrardan yabancı dile dönüş yapıp pişman olacaksınız demekten başka bir şey yapmamıştı. Aman ne kadar korkmuştuk, ne kadar ürkmüştük, ne yapardık biz böyle (!)

Yiğit abi dere yatağından çıktığımızda ona bir iğne vurmuş ve elindeki malzemelerle omzunu sarmıştı. Sararken onu izlediğimde bilerek sargı bezini fazla sıktığını fark ettim. Yaptığı şey kadının kolunu kaybetmesine sebep olabilirdi ama ses etmedim, bunu hak ediyordu.

Bizimkiler kadını resmen saçından tutup sürükleyerek buraya getirdikleri için tokadan kurtulan saçları şimdi omuzlarından aşağı dökülüyordu. Rengini tam çözemediğim, koyu kahverengiye yakın bir renkteki saçlarının dalgaları birer deniz dalgası gibi yüzüne vuruyor, saçlarından bir ton açık gözleri ise artık alaycı veya ciddi bir şekilde gözlerime değil, bayık bir şekilde yere bakıyordu.

Çok kan kaybetmişti.

Hava henüz erken saatlerde olduğumuz için hafif serindi ama kadına baktığımda alnında biriken boncuk boncuk terleri gördüm. Dudakları pembeleşmişti.

Öylesine yürüyormuş gibi yaparak arkasına geçtim. Adamların elleri kelepçeliydi ama zaten dermanı olmadığı için kadının ellerinin halatla bağlı kalmasında bir mahsur görmemiştim. Bakışlarımı aşağıya indirdiğimde bağlı oldukları halde titredikleri belli olmasın diye sıktığı yumruklarıyla karşılaştım. Üşüyordu ve elleri titriyordu. Lui’yi vururken -yani üç aşağı beş yukarı bir saat önce- elleri titremiyordu, dudakları renksizdi ve terlemiyordu ama şu an bunların hepsi onda mevcuttu.

Yeniden yürüyerek karşısına geçtim ve önünde eğilerek yanağına hafifçe iki kere vurdum. Elime temas eden teni cayır cayır yanıyordu, ateşi vardı. Ne yaptığımı anlamasın diye “Aferin, böyle uslu ol.” dedim ve doğrulup onun yanından ayrıldım. Arkamdan homurdanmadığına göre takati kalmamıştı.

Helikopterin bir an önce gelmesi lazımdı. Kadının omuzunda bir kurşun vardı ve ateşi vardı, muhtemelen enfeksiyon kapmıştı ve benim bu kadını albaya sağlam teslim etmem lazımdı. Yani... En azından yaşaması lazımdı.

Ben bunları düşünürken yaklaşan helikopterin sesi kulaklarıma ulaştı. Gitme vaktiydi.

“Pusat! Toparlanın, yuvaya dönüyoruz.”

Çantalarını yere bırakanlar yeniden çantalarını sırtladılar, birer kişi adamları kaldırırken iki kişi de kadının kollarına girmişti. Helikopter birkaç metre ötemize iniş yaptığında herkes oraya yöneldi fakat kadın ayakta zor duruyordu. Hiçbir şey dememe gerek kalmadan beklediğim oldu.

Attığı iki adımdan sonra gözleri kayan kadın bilincini kaybettiğinde onu yere düşmekten alıkoyan tek şey kollarına girmiş olan Sarp ve Selçuk’tu.

İşte şimdi boku yemiş bulunuyorduk.


Loading...
0%