Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm - Soyut Karanlık

@kelimelerimveben

Çıtır çerez tadında bir bölümümüz var, buyursunlar...

-0-0-0-0-0-0-0-

Şilan’ın ağzından...

Bayılmadan yirmi beş dakika önce.

O manyak herif bana yaralı omzumla tırman demişti. Koluma giren askerlerden kurtulup o sakalsız çenesine sağlamından bir yumruk geçirmemek için zor durmuştum. Utanmasa kolumu kesip atacaktı.

Hayır yani başka yöntemler de vardı, insan biraz düşünse bulurdu. Ben Allah’ın bana verdiği o beyin isimli organı kullanmış ve bir yolunu bulmuştum. Bunlar nasıl askerlerdi?

O sırada gecenin yarısını yaşayan zihnime bir yıldız parladı, bir gerçek beni kendime getirdi. Ben onların umurlarında değildim. Ellerinden gelse beni hemen burada öldürürlerdi.

Olsundu. Yapmaları gerekeni yaptıkları için onları suçlayamazdım.

Ben Lui’yi öldükten sonra onlar bana ateş ederler diye düşünmüştüm ama tam tersi olmuştu. Yine de sonuç değişmediği için bir sorun yoktu. Her şey planıma uygun ilerliyordu.

Omzumdan bütün koluma yayılan uyuşma ve hissizlik ise benim için henüz küçük bir pürüz olmaktan başka bir şey değildi.

Buraya iki tim gelmişlerdi. Pusat ve Kartal.

Biz karşıya geçtikten sonra Pusat Timi’ndekiler Kartal Timi’ne emanet ettikleri çantalarını aldılar. Muhtemelen yukarılarda bir yerlerde saklanmış olan keskin nişancılar da ellerindeki uzun namlulu silahlarıyla yanımıza gelmişti. Bu, operasyon bitmiş demekti.

Sıhhiyeci teslim aldığı çantasından ekipmanlarını çıkarıp omzuma bir iğne vurdu ve ardından da sardı. Sargının normalinden daha sıkı sarıldığının farkındaydım ama buna itiraz etmeye gerek duymamıştım. Zaten itiraz etsem de gevşetmezlerdi.

İki timin de komutanları yan yana gelmiş ve kısaca birkaç şey konuşmuşlardı. Konuşmalarının hemen ardından Kartal Timi yanımızdan ayrılmıştı.

On beş dakikadır yürüyorduk. Muhtemelen helikopterin iniş yapabileceği bir düzlük bulmaya çalışıyorlardı.

Gözlerim hafif hafif kararmaya başlamış, bana bir süre sonra bayılacağımın sinyallerini veriyorlardı.

Ses etmedim. Adımlarımı daha dikkatli atmaya başladım. Dik durmam gerekiyordu.

Ellerimi dere yatağından çıktıktan sonra tekrardan kısa bir halat parçasıyla arkamda bağlamışlardı. İstesem bu halattan kurulmam iki dakikamı bile almazdı ama boşuna uğraşmak istemedim. Halattan kurtulsam bile kelepçe takarlardı ve benim kelepçelere hiçbir koşulda tahammülüm yoktu. Zaten şu an ellerimi çözmem hiçbir işe yaramazdı, plana uymak zorundaydım.

Sonunda düz bir alan geldiğimizde durduk. Önce teslim olan iki ödleğe diz çöktürdüklerinde sıranın bana geldiğini anlamak çok da zor olmamıştı.

Kendi isteğimle asla diz çökmeyecektim. Benim de bir gururum ve uğruna savaştığım bir değerim vardı.

Yüzbaşı önümde durdu ve gayet sakin bir şekilde “Diz çök.” dedi.

Kafamı hayır anlamında iki yana salladım.

Uzatmadı, belki de uğraşmak istemedi ve arkamda duran askerlerden birine başıyla işaret verdi.

Anlık olarak hissettiğim hareketlilikle refleks olarak sağ dizimi öne doğru kırdım ve hafif yan dönüp arkaya doğru bir tekme attım.

Önceki seferde bir asker dizlerime arkadan vurmuş ve bana diz çöktürmüştü. Bu sefer bunu yapmasına izin vermemiştim.

Tam dizimi kırdığım sırada boşa düşen tekmesi ve attığım tekmeden sonra kulağıma ulaşan hafif bir inleme sesi tekmemin hedefine ulaştığını gösteriyordu.

“Lan-”

“Tamam, bırakın.”

Az önce tekme attığım asker bir hışım bana doğru gelecekti ki yüzbaşı onu durdurdu. Doğru olan buydu, askerlikte sinirle yapılan hiçbir işe yer yoktu.

Eğer o sinirle bana yaklaşsaydı bu sefer yerini net bir şekilde tahmin edebileceğim için kafasına tekme atmak gibi planlarım vardı. Ellerimin bağlı olması beni durdurmazdı.

Yeniden önüme döndüğümde az önce yaptığım hareket yüzünden başım dönmeye başlamıştı. Gözlerimi karşıya odakladım ve geçmesini bekledim.

Başımın dönmesi hafiflediğinde baktığım yerin farkına vardım. Gözlerimi odakladığım yer, onun gözleriydi. Yüzbaşıyla göz gözeydik ve tekniken bakışıyor sayılırdık.

Her ne kadar sakin ve umursamaz dursa da timinden birine tekme attığım için sinirli olduğunu biliyordum. Siniri hiçbir yerinde kendini belli etmese de gözlerinde varlığını sürdürüyordu. Güneşin gelişine izin vermek için silikleşmeye başlamış olan ay, onun gözlerindeki karanlıkta parlıyordu.

Bu öyle bir karanlıktı ki, günü gelince yavaş yavaş doğmaya başlayan güneşi de içine alacak ve arkadaşları için kâinatı karanlığa boğacaktı.

Bu adam doğru seçimdi.

O belki de ona kafa tuttuğumu, bu yüzden gözlerinin içine baktığımı düşünecekti ama öyle bir şey yoktu. Benim hislerimi anlamak artık başkaları için imkânsızdı.

Onlara gururla baktığımı asla anlamayacaklardı.

Yaptığım bir seçimin doğru çıkmasıyla içim ferahlarken tenim yanıyordu. Ter damlaları alnımda birikmeye başladı, gözlerim daha fazla karardı, dışarıdan dimdik duran dizlerim ise titremekten başka bir şey yapmıyorlardı.

Kolumun uyuşukluğuna alışmıştım ama bacaklarımdaki his birden çekilince kendimi dizlerimin üstünde buldum.

Bunun olacağını biliyordum. Bunun olacağını biliyordu.

Gereksiz gayret sarf etmek yerine benim kendi kendime diz çökmemi beklemişti.

Şu an kendimi gurursuz gibi hissetsem de daha büyük bir problemim vardı. Titremeye başlayan ellerim, kuruyan dudaklarım ve üşümeye başlayan bedenim gibi.

Kurşun hâlâ omzumdaydı ve ateşim çıkıyordu. Bugüne kadar ölmemeyi başarmıştım, şimdi de ölmemem lazımdı. Benim burada kan kaybından ölmem demek, bok yoluna gitmem demekten başka bir şey olmazdı.

Yumruklarımı sıktım, ellerimin titrediği belli olmasın diye.

“Tu vas le regretter.” Pişman olacaksınız. Ve ben size bunu ödeteceğim. Haklı olsanız bile.

Gözlerimi açık tutmak beni biraz zorlasa da şu anlık aşırı derecede bir problem teşkil etmiyordu.

Şu an benim için sorun olabilecek tek şey, kolumu bir daha kullanamayacak duruma gelmem olurdu.

Öyle bir şey olmamasını ummaktan başka bir çarem yoktu.

Aradan dakikalar geçti. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Yüzbaşı yavaş adımlarla çevremde bir tur attı ve önümde eğilip yanağıma neredeyse hissetmeyeceğim şekilde iki kere vurdu. “Aferin, böyle uslu ol.”

Anlamayacağımı sandı ama ben ateşimi kontrol ettiğini fark etmiştim. Dışarıdan bakılınca hafif gidiciye benziyor olmalıydım ki kontrol etme gereği duymuştu. Yapacak bir şey yoktu. Ölürsem de ölürdüm yani, ne yapabilirdim?

Aradan kaç dakika geçtiğini artık sayamayacak bir durumdayken yaklaşan helikopterin sesi kulağımda çınlamaya başladı. Artık gözlerim iyice kapanıyordu.

“Pusat! Toparlanın, yuvaya dönüyoruz.”

Askerlerin hepsi hazırlandığında beni de ayağa kaldırdılar. İki kişi kollarıma girdi ve helikopter birkaç metre ötemize iniş yaptı.

Başım dönüyor, midem bulanıyor, gözlerim kararıyor ve titriyordum. Bu birkaç metreyi yürüyemeyeceğimin farkındaydım ama şu an kimse bana yardım etmezdi.

Ölmem işlerine bile gelirdi. Hoş, böyle bir yarayla ölmezdim. Orası ayrı bir mevzuydu.

İçimden kısaca besmele çekip gerisini oluruna bırakmaya karar verdim.

İlk adımı attığımda zaten hissetmediğim bacaklarım beni yüz üstü bırakacakmış gibi oldu.

İkinci adımda bir şekilde ayakta kalmayı başardım.

Üçüncü adımı nasıl attığımı ben de bilmiyorum.

Dördüncü ve sonuncu adım ise boşluğa attığım bir adımdı. Dünya ayaklarımın altından kaydı, tüm hislerim bedenimden çekildi ve zihnim bir tüy kadar hafifledi.

Bugün sadece bedenen yıkıldım ama yıkılırken o kadar garip hissettim ki aynı şeyi bir kere daha yaşamaktan korktum.

Diğer bayılmalarım böyle değildi. Hepsinde uyuyup uyanmış gibi hissederdim ama bu sefer karanlığa gömülmüş gibiydim.

Ben ilk defa soyut bir karanlığa kısılıp kalmıştım, ikinci seferi ise kesinlikle herkes için daha yıkıcı olacaktı.

Bu karanlıkla o karanlık bir olmayacaktı. Sebepler ve sonuçlar değişkenlik gösterecek, bazı pişmanlıklar yaşanacaktı.

Yaşamak zorunda olduğu kısacık hayatta hiçbir şeyden korkmamayı öğrenen bir kadına bunu hissettiren şey neydi? Umarım onlar da benim gibi korkmazlardı.

Hissetmiştim işte, daha ötesi yoktu. Umarım hislerim beni bu defa yanıltırdı.

Bir şeyleri ummaktan başka bir işe yaramıyordum.


Loading...
0%