Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm - Boş Yatak

@kelimelerimveben

Toprak Bertuğ Altay’ın ağzından...

İki gün sonra...

Askeriyedeki çardaklardan birini Pusat Timi olarak işgal etmiştik ve şimdi de çay sefası sürüyorduk. Yiğit abi operasyonda çıkaramadığı hıncını çıkarmak için Sarp ve Çağlar’la uğraşıyor, Mete ve ben de onları izliyorduk.

Herkes gülüp eğlenirken Selçuk çardağın köşesine pusmuş bazen boşluğa, bazen de elindeki çay bardağına bakarak bir şeyler düşünüyordu. O kadını almak için gideceğimiz operasyonun dosyası önümüze geldiği andan beri huzursuzdu. Operasyon sırasında bize belli etmemeye çalışsa da kafası hafif dumanlı geziyordu, aklında sürekli bir düşünce vardı. Bir sıkıntısı olduğunu elbette fark etmiştim ama şimdiye kadar görevdi, operasyondu, evrak işleriydi derken konuşma fırsatı bulamamıştım. Şimdi tam zamanıydı.

Zaten ılımış olan çayımı kafama dikip bardağı masaya bıraktım. Ben yavaşça ayaklanırken timdekilerin gözleri bana dönmüştü. “Gel bakalım Selçuk, seninle konuşalım biraz.” Timdekiler de Selçuk’un sıkıntısının farkında olacaklarda ki kimse ne bir şey sormuş ne de herhangi bir şey söylemişti. Hatta bununla yetinmeyip daha rahat hissedelim diye muhabbetlerine devam etmişlerdi.

Benim hemen ardımdan Selçuk da ayaklanmıştı. Beraber ana binanın içine girdik ve ben bir adım önde, o bir adım arkamda olacak şekilde yürümeye başladık. Koridorun sonuna geldiğimizde merdivenleri bilerek normalden daha yavaş tırmanmaya başladım. Yavaş olmamın sebebi Selçuk’un konuşmadan önce biraz da olsa kafasını toplayabilmesi için zaman tanımaktı.

Selçuk tam anlamıyla kapalı kutu olan bir adamdı. Çok gülmez, çok konuşmaz, dışarıdan seçilebilecek aşırı mimikler kullanmaz, kendini başkalarına açmazdı. Her ne kadar bu tim ilk kurulduğunda bu durumu fazlasıyla yadırgamış ve onu konuşturmaya çalışıp durmuşsak da bir süre sonra onun bu hallerine alışmış ve saygı duymaya başlamıştık.

İlk zamanlarda Selçuk çok fazla sigara içiyor, bizimle operasyonlar haricinde hiçbir şekilde iletişim kurmuyordu. Timin toplandığı günden sonra bir hafta boyunca herkesi tim komutanı olarak detaylıca gözlemlemiş ve onlar hakkında biraz da olsa fikir sahibi olmuştum. Gözlemlediklerimi unutmamak adına kısa cümlelerle cep defterime not alırken Selçuk için ayırdığım sayfaya çok fazla sigara tüketiyor, nefes kontrol eğitimlerinde dikkatli olunmalı yazdığımı hatırlıyorum.

O günden sonra yavaş yavaş eğitimlere başlamıştık. Tahmin ettiğim gibi Selçuk nefesini kontrol etmekte zorlanıyordu.

Bu durumu o zamanlar albaya arz etmek zorunda kalmıştım çünkü emir böyleydi. İlk söylediğimde Göktürk Albay hiçbir tepki vermemiş, gözleri çok kısa bir süre önündeki masaya dalmıştı. Gözlerini yumup açmış ve bundan sonra da birkaç saniye elindeki kalemle oynamış, elinden geldiğince gözlerini gözlerimden kaçırmıştı.

Ben ne olduğunu sormak için ağzımı araladığımda albay söze girmişti. Üstüne gitmeyin, demişti. Şehidi var, acısı taze. Ben konuşurum onunla, sigarayı azaltır. Ayrıca sürekli konuşturmaya da çalışmayın, sizden daha çok soğur. Ona biraz zaman tanıyın. Kısa bir yalnızlığın ardından kendine gelecektir.

Bu kısa cümlelerin ardından o oda bana dar gelmeye başlamış, hemen çıkmak istemiş ve öyle de yapmıştım.

Şehidi vardı, canı yanıyordu ve biz onu sürekli gülmesi için zorlamaktan başka bir şey yapmıyorduk. Bunu öğrendiğim an Selçuk hariç timdeki herkesi yanıma çağırmış ve bu konuyu onlarla konuşmuştum. O günden sonra belki Selçuk anlatmadı ama biz onun sessiz kalışlarındaki feryatları duyup onunla birlikte acı çektik, onunla birlikte yas tuttuk ve onunla beraber içimize ağladık.

Selçuk bize konuşmadan anlaşmayı öğretmişti fakat onun bundan haberi yoktu.

Albay dediği gibi Selçuk’la konuşmuştu. Konuşmanın üstünden bir buçuk ay gibi bir zaman geçtiğinde ise Selçuk sigarayı yavaş yavaş azaltmış ve bizimle az da olsa konuşmaya başlamıştı. Ben onun iyiliği için sigarayı tamamen bırakmasını istemiş olsam da o bana “Bağımlı değilim, sadece istediğim için içiyorum. Ben bundan sonra hak etsin veya etmesin, hiçbir şeye bağlanmam. Benim için artık sadece vatanım ve timim var, gerisi beni alakadar etmez.” demişti. Birisi bu adamın güvenini öyle bir sarsmıştı ki Selçuk’un sadece o kişiye değil, kimseye karşı güveni kalmamıştı.

Sonunda aheste aheste çıktığım merdivenler bittiğinde düşüncelerimden sıyrılıp şu ana odaklandım. Sağa dönüp koridorda biraz ilerledikten sonra cebimden odamın anahtarını alıp kapının kilidini açtım. Önce ben, benim ardımdan da Selçuk odaya girdi. Ona kapıyı kapatmasını işaret edip cama yaklaştım.

Camın yanındaki sandalyeye oturup pencereyi araladım. Selçuk da bu sırada karşıma bir sandalye çekip oturmuştu. Başımdaki bereyi ve omuzlarımdaki apoletleri çıkartıp arkamdaki masanın üzerine düzgünce bıraktım. Buraya her geldiğimizde olduğu gibi benimle daha rahat konuşabilmesi için rütbeden çıkmış ve bunu beremle apoletlerimi çıkartarak ona açıkça belli etmiştim.

Selçuk cebinden bir paket sigara ve çakmak çıkartıp önümüzdeki yuvarlak sehpanın üstüne koydu. O da başından beresini çıkartıp benimkinin yanına koymuş ve ardından sigara paketinden bir dal alıp yakmıştı. Selçuk benim ayda yılda bir de olsa sigara içtiğimi biliyordu ama yine de dumandan rahatsız olmamam için sigarasını tuttuğu elini camdan dışarı uzatmıştı. İçine çektiği her nefesten sonra açık olan cama doğru üfleyip bana duman gelmesini engelliyordu.

Selçuk da böyleydi işte. Söylemezdi ama kendinden çok sevdiklerine değer verirdi. Kendisi o zehri içerdi ama aynı zamanda sevdiklerine bir şey olmasın diye elinden gelenin fazlasını yapardı. O zararın gelmesi ihtimali yüzünden kimi zaman eli ayağına dolaşır, kimi zaman aklı uçar gider, kimi zaman da gözü hiçbir şeyi görmezdi. Selçuk’tan en çok gözü döndüğünde korkulmalıydı ve onun gözünü döndürecek tek şey sevdiklerine zarar gelmesi ihtimaliydi. O ihtimal uğruna neler yapabileceğini yalnızca bir defa deneyimlemiş ve bunun kesinlikle bir daha yaşanmaması gerektiğini anlamıştım. Bir ihtimal için her şeyi yıkan Selçuk, o ihtimal gerçekleşse neler yapardı bilmiyordum.

Aradan birkaç dakika geçti, Selçuk ilk sigarasını bitirip pencerenin mermerinde söndürdü ve hemen bir yenisini yaktı. Yavaştan konuya girmek için “Anlat bakalım. Ne var ne yok?” dedim. İlk önce birtakım havadan sudan muhabbetler dönmüş ve konu en sonunda geleceği noktaya gelmişti.

“Selçuk, neyin var?” Başta cevap vermedi, hatta gözünü cama çevirip bir süre boyunca dışarıyı seyretti. “Burada konuştuklarımız burada kalır, biliyorsun.”

“Onu biliyorum bilmesine de... Benim bilmediğim şey içimde ne döndüğü.” Devam etmesi için sessiz kaldım çünkü şimdi susarsa bir daha bu konu hakkında konuşmayacağını biliyordum. Gözlerini camdan çekip benimle göz göze geldi. “İçimde çok garip bir his var. Sanki başımıza bir şeyler gelecekmiş gibi... Aniden askeriyeden bir hain çıkıp bize sıkabilirmiş gibi, gideceğimiz bir operasyonda şehit verecekmişiz gibi, başımıza bir felaket gelecekmiş gibi... Ne bileyim, aklıma onlarca ihtimal geliyor.”

Dedikleri benim tüylerimi diken diken ederken o sigarasından derin bir nefes daha çekip camdan dışarı üfledi. Selçuk öyle sık sık kötü hisseden bir adam değildi. Hisleri kuvvetliydi, genellikle hissettiği şeyler doğru çıkardı.

Umarım bu sefer hislerinde yanılmış olur demek isterdim fakat o kadının söyledikleri aklımdan çıkmıyordu. Apoletler olmamasına rağmen Yiğit abiye üstçavuş demesi, askerlerimin Fransızca bilmediğini bilmesi... Askeriyede bir hain olabilirdi ve buna karşılık olarak daha dikkatli olmalıydım. Bu konu hakkında albayla en kısa zamanda bir görüşme yapmayı aklımın bir köşesine not aldım.

Duyacaklarımdan çekinsem de konuşmaya devam etmesi adına “Ne olacak sence?” diye sordum.

“Bu sefer ben de bilmiyorum, korktuğum da bu zaten. Dosyasında onun yüzünü gördüğüm an bir his peydahlandı içime, çıkıp gitmiyor. Kesinlikle o kadınla ilgili bir şey olmalı. Bir gariplik var, bu normal değil. O kadının başının altından bir şey çıkacak, kalıbımı basarım.”

“Dua edelim de sadece kadınla ilgili bir şey olsun kardeşim. Allah hayırlara çıkarsın inşallah.”

Başını umarım dermiş gibi salladı ama susmadı da. “Anlamıyorsun Bertuğ. Biz o kadını alıp başında bir iki tane nöbetçiyle hastanede bıraktık ama onun gibi yüzlerce it dışarıda bir yerlerde. Bu bizim sonumuz olacak, bu çok belli ama o kadın mı yoksa başka birisi mi bundan emin olamıyorum. Kaç gündür gece gündüz demeden bu sefer yanılayım, bu sefer başımıza bir iş gelmesin diye dua ediyorum haberin var mı senin?”

Selçuk’un hisleri her ne kadar beni gerse de kafama çok takmadım. Ben, benim timimin sonu olmayı aklından geçiren her canlının kellesini almaya ant içmiş bir adamdım ve Allah izin verdiği sürece hepsini de yapardım. Bu konu bu kadar açık, net ve tartışmaya kapalıydı.

“Kadınla ilgili çok fazla tutarsızlık var. Mesela, niye Lui denen piçi son anda öldürdü? Sadece hırs meselesi mi yoksa başka bir bit yeniği mi var? Bu kadın ne oldu da vatanına ihanet etti Bertuğ?”

Nedenini tahmin etmek onlarca seçenek içinde yüzerken tamamen imkansızdı fakat sebebi her ne olursa olsun bu onun yaptığını değiştirmezdi. Aslında cezasını bizzat kesmek üzere en yakın zamanda onu ziyaret edecektim ama önce hastaneden çıkıp sorguya alınması gerekiyordu. Önce bunlar olmalıydı çünkü benim ziyaretimden sonra nefes almaya devam edebileceğini sanmıyordum.

Ben kafamda ufak tefek planlar kurarken Selçuk’un elindeki sigaranın yine bittiğini fark ettim. Selçuk dalmış gitmiş olacak ki kendi kendine sönmüş olan sigaradan bir duman çekmeye çalıştı ama doğal olarak başaramadı. Ne yaptığını fark ettiğinde hafifçe kaşlarını çattı ve izmariti cam kenarındaki mermerin üstüne koyup yeni bir dal yakmaya hazırlandı.

O daha elini çakmağa atamadan ben öne doğru uzanıp sigarayı dudaklarının arasından aldım. “Bir anda bu kadar çok yüklenme, sonra içersin.”

Selçuk her ne kadar bana karşı gelmek istese de mermerin üzerini işaret ettiğimde konuşma sırasında farkında olmadan içtiği sigaralardan geriye kalan yedi izmariti gördü. Gözlerini mermerden çekip yeniden bana odaklandığında daha fazla itiraz etmeyip başını tamam anlamında salladı ve konuşmaya devam etti. “İhanet etmekle kalmamış, dosyada yazana göre Türklerle ilgili her şeyi gündelik hayatından silmiş. Düşünebiliyor musun, bu kadın mecbur kalmadıkça Türkçe bile konuşmuyor.”

“Daha iyi ya işte. O Türkçe konuşmaya layık birisi değil. Türkçe onun gibi bir pislikle kirlenmemiş oluyor.”

“Orası öyle tabii,” Bir süre sessiz kaldı ve ardından konuşmaya devam etti. “Benim asıl aklımı kurcalayan şey Şilan’ın Türk olduğu bilindiği halde Türklerle savaşan bir örgüte nasıl dâhil olduğu. Hadi bir şekilde dâhil oldu diyelim, sıfırdan başlayıp nasıl o kadar yüksek bir noktaya ulaştı? Bu sadece namusunu satmakla gelebileceği bir nokta değil Bertuğ. Bunu ikimiz de biliyoruz.”

Konuşmanın en can alıcı noktasına gelmiştik. İkimiz de o şerefsizin neler yaptığını biliyor fakat henüz ses çıkaramıyorduk.

İşte beni en çok sinirlendiren de buydu. Ölmesi gereken birini aldığım emir yüzünden öldürememek bana yapılan bir işkenceden farksızdı. Sonuç olarak Türklerin içinden gelen birisinin Türklerle savaşan bir örgüte girebilmesi için yapması gereken şey belliydi.

Nefretini kanıtlamak.

Bu şeref yoksunu kadın, asker veya sivil fark etmeksizin onlarca -aslında yüzlerce olduğuna emindim ama aklıma getirmek istemiyordum- kişinin yaşam hakkını elinden almıştı. Sadece nefretini kanıtlayıp örgüte dâhil olabilmek için.

Durmamıştı. Örgüte dâhil olduktan sonra onların arasında yükselebilmek için can yakmaya devam etmişti. Selçuk da benim gibi bunların gayet farkındaydı.

Birkaç dakika önce yere odakladığım bakışlarımı yeniden karşıma diktim. “Yemin ederim, onun ölümü benim elimden olacak.”

İkimiz de daha fazla konuşmadık. Yarım saat öyle ya da böyle geçmişti işte. Yeri geldi ben içmediğim için Selçuk benim yerime de bir dal yaktı, yeri geldi kafamızı yerden kaldırmadık, yeri geldi dakikalarca pencereden dışarıyı izledik ama sonuç olarak her zaman olduğu gibi başımız dik bir şekilde ayağa kalktık.

Şu geçtiğimiz yarım saatte aldığımız derin nefesler ve sıkça iç çekişlerimiz kaybettiğimiz masum canların acısının yüreklerimize yaptığı ağırlık yüzündendi. İçimiz parçalanıyordu.

Kimse unutmasın; Türk’ün acısı önce yürekte dağlanır, sonra da bir fırtınaya dönüşüp canını yakanın üstüne yağar. Bu fırtınada yağan ise su değil, acıyla harlanmış intikam ateşinin kor parçaları olur. Kimse unutmasın çünkü unutup Türk’e karşı gelene korku salacağım.

Yemin ederim, yaşadığım süre boyunca ateş olup üstlerine yağacağım. Yemin ederim, ruhum bedenimden ayrılana kadar onlara ecel olacağım. Yemin ederim, bu vatan uğruna şehit olan her kişi için kanımın son damlası yere dökülene kadar savaşacağım.

-0-0-0-0-0-0-0-

Altı astsubay ve Mete ile beraber hastane kapısından içeri girdim. Beklediğimiz emir gelmişti.

Gidin, alın ve gelin.

Gelmiştik, alıp gidecektik. Bu kadar basitti.

İki gün önce operasyondan döndüğümüzde hastaneye bıraktığımız kadını bugün karargâha götürmek üzere emir almıştık ve sonuç olarak buradaydık.

Hastane personelleri bize alıştığı için kimse silahlarımıza laf etmedi veya bizi durdurmadı. Az kaldı zaten, onlarla da gide gele kanka olacağız bu gidişle.

Yataklı odalar 3. kattan itibaren başlıyordu, bizim hanımefendi ise 4. kattaki odalardan birinde çaresizce sonunu bekliyordu. Yani beni.

Bugün hafta içi olduğundan dolayı hastane normalden bir tık daha kalabalıktı. Bu kalabalıkta sekiz tane hayvan gibi herif olarak -diğerlerini de kendimden sayıyorum çünkü ben nereye gidersem onlar da kuyruk gibi peşimden geliyorlar- asansörü işgal etmek istemediğimiz için yerini ezberlediğim merdivenlere doğru ilerlemeye başladım.

Merdivenlerin önüne geldiğimizde elinde bastonuyla beraber titreye titreye aşağı inmeye çalışan bir teyze ile karşılaştığımız için aniden durmak zorunda kalmıştık. Birkaç saniye olduğumuz yerde dursak da sonrasında bizim jetonlar eş zamanlı olarak düşmüş olacak ki hepimiz aynı anda teyzeye doğru hamle yapmıştık. Aynı anda olunca da birbirimize çarpmıştık tabii.

Ufak çaplı çarpışmamızın ardından diğerleri teyzeye yardım etsin diye geri çekildiğimde onlar da geri çekildi. Madem öyle, ben gideyim bari diyerek merdivenlere adımımı attığım an sağ ve sol tarafımda baskı hissetmiştim. İki kişinin arasında ezilmiştim adeta.

Kafamı çevirmeden göz ucuyla sağıma baktığımda tanımadığım bir astsubay ile göz gözeydim. Bir şey demeden soluma döndüm, burada da Mete vardı.

Ne oluyoruz ulan?

Gözlerimi kapatıp birkaç saniye sakinleşmeye çalıştıktan sonra geri çekilmeyi denedim ama olmadı. Sebebini anlayabilmek için hafifçe öne eğildiğimde az önce bahsettiğim 8 tane hayvan gibi herifin, merdivenin tırabzanları ile duvar arasında sıkışmış olduğunu gördüm.

Allah’ım, sen beni affet. Şayet birazdan elimden büyük bir kaza çıkması muhtemel.

Geriye çekilmeye çalışsam da boşunaydı. Mete’nin şu koca kalıbına sıçayım, hareket alanımı fazlasıyla değil, tamamen işgal ediyordu. Sağımdaki astsubaylardan biri hareket etmeye çalışıyor ama maalesef o da benim gibi başarısız oluyordu. “Yusuf dur lan!”

“Asıl sen dur mal herif! Komutan alacak aklımızı!” Fısıldadığını sanıyor, geri zekâlı.

“Lan! Dağılın!” Gayet net ve anlaşılır bir emir vermiştim bence.

Kıpırdanmalar arttı ama sonuç aynıydı. Bizimkiler dümdüz mal oldukları için aynı anda çıkmaya çalışıyor ve birbirlerini engelliyorlardı. Hâlbuki herkes dursa ve birisi yan dönüp çıksa iş çözülecekti.

“Komutanım, şu arkadaşım olacak olan şahıs yüzünden ben hareket edemiyorum. Allah’ın adını verdim yardım edin.”

“Komutanla nasıl konuşuyorsun sen, salak!” Birisi şu adama fısıldamadığını, herkesin onu duyduğunu söylesin. Lütfen.

Astsubaylar birbirini yerken birkaç saniye içinde önümüzde duran yuvarlak yüzlü teyze bizi baştanbaşa süzdü. “Ne işiniz var sizin burda? Deyiverin bakem bana!” Allah’ım, galiba bu sefer gerçekten sana geliyorum.

Ama teyze de bir yandan haklı. Biz niye mal gibi merdivenin ortasında dikiliyoruz cidden?

“Valla ben de anlamadım nasıl olduğunu ama merdivenlere sıkıştık teyze.” Hatırlattığın için sağ ol Mete. Sen olmasan ne yapardık?

Teyze başındaki beyaz tülbenti tutup ağzını kapattı. Daha doğrusu kapattığını sandı ve öyle bir bağırdı ki, sesi hala kulağımdaydı ve zannımca bir ömür de öyle olacaktı. “Abo!” Bağırma! “Bekleyiverin beni, ben gurtarıverem sizi.” Onu nasıl yapacağız?

“O nasıl olacak teyze?” Konuş Mete. “Senin gücün yeter mi?” Vazgeçtim, sus Mete.

Teyze bastonunu kaldırıp ucuyla Mete’nin göbeğini dürttü. “Sen gonuşma bakem! Sinirlendirmeyiverin gari beni, valla bırakıp gidiveririm ha!”

Teyze zaten tontik bir şeydi, konuşma şekli onu iyice tatlı kılıyordu. Tatlı sitemi bizi güldürürken bir anda beklemediğimiz bir şey oldu. Bir darbe yedim, tam da karın kaslarımın ortasına. Öyle bir darbeydi ki bu, bir an için hayatım gözlerimin önünden geçti.

Bir baston darbesi.

Teyze iman gücüyle vurmuş olacak ki beni sıkıştığım ikilinin arasından resmen söküp atmıştı. Beklemediğim yerden gelen darbenin etkisiyle merdivenlerde geriye doğru uçmamak için refleks olarak sağımdaki astsubayın üniformasına tutundum. Sanırım ölüme en çok yakınlaştığım ilk beş an listem güncellenmişti. Tutunurken yanlışlıkla biraz fazla çekmiş olacağım ki astsubay geriye doğru düşmek üzereydi.

İzin verir miyim? Asla.

O düşmeden önce hareket edip bu sefer yakasından tutup öne çektim. Öteki tarafa gidip gelmişti.

Dengesini sağladığından emin olduğumda yakasını bıraktım. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Zaten birkaç basamak çıktığımız merdivenleri hızlıca geri indim. Diğerleri de yanıma geldi. Teyze sırıtıyordu.

Adının Yusuf olduğunu hatırladığım kırmızı suratlı astsubayın yanında durup elimi sırtına koydum. “İyi misin?”

Bir kere yutkunup başını aşağı yukarı salladı.

“Gücüm yetiyomumuş delikanlı? Aha bunla devirivedim goca civanı.” Teyze elindeki bastonu gösterirken güldüğü için gözleri kısılmaktan resmen yok olmuştu. “Yetiyormuş teyze. Devirdin valla.” Dişleri gözükecek şekilde sırıtan Mete’yi dövmeyi unutmamak için telefonuma hatırlatıcı kurmam gereken mevzular vardı. Onun yüzünden bütün karizmayı çizdirmiştim.

Yusuf’un rengi yavaş yavaş normale dönüyordu. “N’oldu oğlum kıpkırmızı kesildin?”

Yusuf’tan ses gelmeyince Mete söze girdi. “Adamın nefesini kestin, normal değil mi komutanım?”

Doğru, biraz öyle oldu.

Az önce merdivenlerden zar zor inen teyze bastonunu kolunun altına alıp rahat rahat yanımızdan geçip gitti. Madem yürüyebiliyordun, ne diye bizi bu hallere soktun teyze?

Allah’tan biraz sabır dilendikten sonra tek başıma merdivenden yukarı çıkmaya başladım. “Kesin lan sırıtmayı! Düşün peşime!”

Başımıza daha fazla dert almadan dördüncü kata ulaşmıştık. Şükürler olsun. Merdivenlerin olduğu yerden ana koridora çıkıp biraz göz gezdirdim. İlerideki odalardan birinin önünde iki asker nöbet tutuyordu. Oraya doğru ilerlemeye başladık.

Askerler beni görünce kapının önünden çekilip esas duruşa geçtiler. “Hoş geldiniz komutanım.” Başımla onları selamladım. “Var mı bir yaramazlık?” O kadını yalnızca iki kişinin burada tutabileceğini sanmıyordum ama belki de baygın olduğu için böyle yapmışlardır diye düşündüm. “Yok komutanım.” Güzel.

Elimi kapı koluna atıp yavaşça aşağı indirdim. Açılan kapıdan hafifçe içeriyi dinledim, hiçbir ses gelmiyordu. Ne bir tıkırtı ne de bir cihaz sesi yoktu. Normalde hastaya takılı olan cihazların ses çıkarması gerekirdi ama nedense yoktu işte. Belki de çıkış işlemleri yapıldığı için cihazları kapatmışlardı, çok takılmadım. Bir sorun olmadığına kanaat getirip içeri girdim. Mete de benim ardımdan odaya girdi ve açık kalan kapıyı kapattı.

Şu anda sağımızda sonuna kadar açık bir tuvalet kapısı, karşımızda bir pencere ve solumuzda ise dümdüz duvar vardı. Yatak görüş açımızda değildi. Birkaç adım atıp tamamen odanın içine girdiğimizde gözlerim sol taraftaki yatakla buluştu.

Kısa bir süre ne olduğunu anlayamadım. Yatağın demirlerine bağlı olan kelepçe bulunduğu yerden aşağıya doğru özgürce sarkıyordu. Hasta cihazlarının hepsinin fişi çekilmişti. Kafamı kaldırıp az önce çok dikkat etmediğim pencereye baktım. Pencere açıktı ve dışarıdan esen hafif rüzgâr sayesinde tül perde minik minik hareket ediyordu.

Yatak boştu. Kadının yerinde yeller esiyordu ve bu eylem mecazi olmaktan çok uzaktı.

Başımı çevirip sağımdaki Mete’ye baktım. O da şaşkındı. Hasta monitörüne yaklaşıp az önce benim de gördüğüm küçük, pembe post-it kağıdını eline aldı. Hemen yanına gittim. “Ne yazıyor?” Kağıtta kısaca göz gezdirdi. “Bilmiyorum. Fransızca sanırım, sen anlarsın.” Elimi uzatıp hızla kağıtta yazanları okudum.

“Chaque fois que vous pensez m'avoir attrapé, Commandant...” Her beni yakaladığını düşündüğünde, komutan... “La seule chose que vous rencontrerez est celle qui se trouve derrière vous.” Karşılaşacağın tek şey arkandaki olacak.

Arkamı dönüp baktığımda gördüğüm tek şey aynadaki yansımamdı.

“Lan!” Sesimi duyan iki nöbetçi içeri daldı. “Komutanım?”

“Komutanım, ne komutanım?” Sinirlenmem gayet doğaldı. “Nerede ulan bu kadın?” Bağırışımın tüm hastaneyi inlettiğine emindim. “B-buradaydı komutanım.” Allah’ım kendim için çok değil, birazcık sabır ve çevremdekiler için beyin istiyorum. Mümkün mü?

Mete bana cevap veren nöbetçiyi kolundan tutup içeri çekti ve boş yatağı gösterdi. Boş yatağı gören nöbetçinin gözleri öylesine büyümüştü ki, bir an fırlayıp gidecekler sandım. Diğer nöbetçiyi de ben tutup odanın ortasına çektim ve arkasına geçtim. Boynuna asılı olan silahını tuttuğu elini ters çevirip sırtına yapıştırdım ve belimdeki tabancayı çıkartıp emniyetini açmadan ensesine dayadım. Mete de aynısını yaptı. Enselerindeki silahların etkisiyle ikisi de irkildi.

Nöbetçilerin hain olması durumuna karşılık böyle davranmak zorundaydık çünkü omzundan yaralı bir kadının tek başına kilitli bir kelepçeden kurtulması, hadi kurtuldu diyelim, dördüncü kattaki bir odadan kaçması mümkün değildi. Ne yapacaktı, pencereden atlayıp kanatlanıp uçacak mıydı?

Aslında emniyetlerin açık, silahların ateş etmeye hazır vaziyette olması gerekirdi ama vicdanım elvermiyordu işte. İçimden bir ses bu çocukların suçu olmadığını söylüyor olsa da tedbirli olmak zorundaydım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. “Yusuf!” Şu an sadece onun adını hatırlıyordum. Yusuf astsubay içeri girdi. “Emredin komutanım!” Bunu yapmak istemezdim. “İkisinin de silahını al.”

-0-0-0-0-0-0-0-

“Vaziyet bu komutanım.”

Hastaneden çıkıp yeniden karargâha gelmiştik. Yanımızda getirdiğimiz nöbetçileri askeriyedeki yetkililere teslim edip buraya gelmiş ve albaya uzun uzadıya raporumu vermiştim. Raporun kısa özeti; kadın yok, nöbetçiler hain olabilir, askerler ilgileniyor.

Göktürk Albay dirseklerini masaya koyup ellerini havada kavuşturmuş şekilde bana bakıyordu. Gülecek gibi bir hali vardı. Bir kere gözlerini yumup geri açtı, artık daha sert bakıyordu. “Kaçtı diyorsun yani?”

“Evet komutanım.”

Kafasını ellerine yaslayıp birkaç saniye gözleri kapatıp bekledi. Derin bir nefes verdi ve ardından gözlerini açıp kocaman bir kahkaha attı. Yılların Göktürk Albay’ı da delirdiğine göre artık ölsem de gam yemezdim.

“Komutanım?” İyi görünmüyordu. Onu ilk defa bu kadar ciddiyetsiz görüyordum.

Aradan biraz süre geçtiğinde artık daha sakindi. Az önce o kadar çok gülmüştü ki iki eliyle karnını tutuyordu. “Dördüncü kattan kaçmış. Deli,” Ve ardından tekrar gülmeye başladı. Albay şimdi bana niye deli demişti ki?

Kadının dördüncü kattan kimseye görünmeyerek kaçması gayet delice oluğu için olabilirdi. Adamın da hakkı vardı yani şimdi.

“İzninizle komutanım.” Albay bir yandan gülerken diğer eliyle bana çıkabilirsin işareti yaptığında adeta uçarak kendimi dışarı attım.

Albay az önce ciddi anlamda kafayı yemişti.

Burada daha fazla oyalanmanın anlamsız olduğunu düşünüp hangara doğru ilerlemeye başladım. Bizimkilerin yanına gidip biraz kafa dinlemek en büyük hakkımdı. Tabii bu mümkünse.

Ana binadan çıkmış hangara doğru yürürken elinde bir çayla beraber yanımdan geçmek üzere olan albayın postası Mustafa’yı gördüm. Muhtemelen albaya çay götürüyordu. “Mustafa!” Seslenmemle beraber olduğu yerde durup hemen bana döndü. “Emredin komutanım!”

“Şu an albayın yanına gitme.” Hepsi senin iyiliğin için Mustafa. “Niye ki komutanım?” Albay delirdi Mustafa. “Üzümü ye bağını sorma.” Yoksa olan sana olacak Mustafa. “Emredersiniz komutanım!” Aferin Mustafa.

Uyarımı da yaptığıma göre yoluma devam edebilirdim. Hangara yaklaştıkça Sarp ve Çağlar’ın yeri göğü inleten bağırışlarını duyuyordum. Ne olur ne olmaz, belki bir şey olmuştur diye adımlarımı hızlandırdım ama aslında endişe edilecek bir şey olmadığını da biliyordum. Öyle ki daha da yaklaştığımda duyduğum kahkaha sesleri bunu doğrulamıştı.

İçeriye adım atmamla Çağlar’ın bana yapışması bir oldu. Ellerimle onu uzaklaştırdığımda Çağlar yüzüme yavru köpekler gibi bakıyordu. Bu sefer kızmak yerine ben de gülmeye başladım.

Burayı bu yüzden seviyordum işte, ne kadar gergin, ne kadar kızgın olursam olayım timimle beraber kafa dağıtabiliyordum. Timim varsa ben de vardım.

Bir süre sohbet ettik, Sarp ve Çağlar hep olduğu gibi birbirini yedi, Yiğit abi helikopterdeki mevzunun öcünü aldı, güldük ve şakalaştık. Yavaş yavaş acıkmaya başladığımı fark ettiğimde aklıma gelen hin fikirlerle daha fazla yerimde oturamadım.

Ayağa kalkıp ellerimi birbirine vurdum. “Beyler!” Hepsi durup beni dinlemeye başladı. Bir şey oldu sanmışlardı. “Acıkan var mı?” Herkes ne demek istediğimi anlamış gibi dönüp birbirine baktı.

“Dağda gelincik gökte kartal diyorsunuz komutanım?”

“Aynen öyle Mete.”

Bu bizim şifreli cümlelerimizden biriydi. Dağda gelincik gökte kartal, Allah ne verdiyse gömeriz anlamına geliyordu ve ava çıkmadan önce kullanıyorduk.

Timdekilerin yüzünde oluşan şeytani gülümseme benim için yeterliydi. “Pusat!” Bütün tim ayağa kalkıp hazır ola geçti. “Av vakti.” Başlarıyla selam verdiklerinde arkamı dönüp hızla yemekhaneye doğru yürümeye başladım. Arkamdan geleceklerini biliyordum.

Bizim timde iki tür av vardır. Birincisi dağdaki herifleri yerin dibine soktuğumuz avdır, rutindir. İkincisi ise Pusat Timi literatüründe yeni bordo avı olarak geçer. Bu yeni bordo avı, yalnızca acıkan karınlarımızı doyurmak için çıktığımız avdı.

Yanlış anlaşılma olmasın, dağa falan çıkıp karnımızı doyurmak için hayvan vurmuyoruz tabii. Bu bizim işimiz değil. Bizim işimiz o bordo bereyi kafasına takanların ilk maaşlarıyla.

Kısacası tim olarak yeni bordo bereli olmuş birkaç kişiyi gözümüze kestiriyor ve yemeğe çağırıp hesabı onlara kilitliyorduk. Bu kadar. Kısa ve öz.

Hep beraber yemekhaneden içeri girdiğimizde ağzına kadar dolu olan damacanayı sırtlanmış olan Mustafa’yla karşılaştık.

“Lan Musti!”

Mustafa nefes nefese sırtındaki damacanayla beraber Mete’ye baktı. “Emredin komutanım.” Onlar konuşurken biz de hemen yanımızdaki masaya yerleştik.

“Nereye götürüyorsun oğlum o damacanayı? Koca yemekhanede çalacak başka şey mi bulamadın?”

“Ne çalması komutanım ya...” Damacanayı yere bırakıp kamuflajının koluyla alnındaki terleri sildi. “Albayda bir haller var. Önce gülüyor sonra birden ciddileşip olur olmadık şeylere bağırıyor. Hadi sadece bağırsa amenna ama sonra tekrar gülmeye başlıyor.”

Mete’nin kaşları havalandı. Az önce önümüze gelen çaylardan birini alıp höpürdete höpürdete yudumladı. Bu tepkiyi çok iyi biliyordum, Türkçe çevirisi vay amına koyayım şeklindeydi. Selçuk sessizce konuşmaları dinleyip çayını içiyor, Sarp ve Çağlar da altın günündeki dedikoducu teyzeler misali birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlardı.

“E damacana ne alaka?”

“Dakika başı su istiyor, iki saniye gecikince kızıyor. Ben de çareyi damacanayı götürmekte buldum.” Mustafa’nın bu zekâsı bazen beni benden alıyor.

Gözüme bizim masaya kaçamak bakışlar atıp duran bir çift takıldı. Mustafa’nın gitme, bizim avlanma zamanımız gelmişti. Yakalamam gereken bir kadın vardı ve aç karnına kafa çalışmazdı sonuçta.

“Mustafa.”

Bana döndü. “Emredin komutanım.”

“Yaylan.”

“Emredersiniz komutanım.” Baş selamı verip yeniden damacanayı sırtladı. “Gitmişken albaya da söyle, Pusat Timi ava çıkıyor.” Kısa bir an bana baktı. “Komutanım, yazık etmeyin çocuklara...”

“Yaylan Mustafa!” Sonunda arkasını dönüp albayın odasına doğru gitti.

Bir süre boyunca çaktırmamaya çalışarak bize bakan ikiliyi inceledim. Daha önce onları burada gördüğümü düşünmüyordum. Emin olmak için Selçuk’a sordum, o da görmediğini söyledi.

Daha yeni göreve çıktığımız için muhtemelen bugün bize görev çıkmazdı, dolayısıyla birkaç saatliğine ortadan yok olmamızda sorun yoktu. Zaten Mustafa’yla albaya haber göndermiştim, biraz oyalanır Mustafa geri dönüyor mu diye bakardık. Musti ortalıkta yoksa kalkar gider, gelir ve albay gidemezler dedi komutanım derse de paşa paşa kıçımızın üstüne otururduk.

“Başlıyoruz.”

Çayımdan son bir yudum daha aldıktan sonra bir anda kafamı kaldırıp onların direkt gözlerinin içine baktım. Bu sefer bakışlarını kaçırmaya fırsatları olmamıştı. Hafifçe kaşlarımı çattım, biraz korku iyiydi sonuçta. Biraz mesafe olmasına rağmen ikisinin de aynı anda yutkunduklarını görmüş, hafif kalıplı olanın diğerine sıçtık dediğini anlamıştım.

Çay olmayan elimi kaldırıp buraya gelin işareti yaptım. Direkt onlara baktığım için kaçışları yoktu. Ya geleceklerdi ya geleceklerdi, başka şık sunmuyordum.

Onlar bize yaklaştıkça ikisinin de omuzlarında birer yıldız olduğunu gördüm. Masanın önüne geldiklerinde ikisi de esas duruşa geçti. “Emredin komutanım!”

Çayımın son yudumunu kafama dikip onlar gibi ayağa kalktım. Ellerimi arkamda birleştirdiğimde ciddi bir yüz ifadesine büründüm. “Tekmil ver asker!”

İlk önce kalıplı olan söze girdi. “Teğmen Mehmet Yılmaz, Bursa!” Bakışlarımı diğerine çevirdim. “Teğmen Alp Dağlı, İstanbul!”

Sert ama yavaş adımlarla arkalarına geçtim. Kulaklarına doğru yaklaşıp kısık bir sesle gayet sakince sorumu sordum. “Niye bizi dikizliyordunuz?” Şu an gülmemek için verdiğim çaba takdire şayandı. Gözlerim bizim masadakileri bulduğunda onların da aynı performansı sergilediklerini görmüştüm. Çocuklara öldürecek gibi bakıyorlardı.

Cevap vermediler. “Lan!” Oldukları yerde sıçradıklarında ikisini de ensesinden kavradığım gibi kendime çevirdim. “Cevap verin.” En fazla yirmi üç yaşında gösteriyorlardı ve karşılarında bir yüzbaşı olmasının etkisiyle beraber tırsmaları da gayet normaldi. “Komutanım,” dedi Alp.

“Söyle.” Yine seslerini çıkaramadılar. Daha fazla ne kıyabildim ne de rolüme devam edebildim. Enselerini bırakıp gülmeye başladığımda Pusat Timi olarak topluca kantini inleten kahkahalar atıyorduk. Selçuk hafifçe sırıtmakla yetiniyordu ama olsun, onu da gülmüş sayabilirdik sonuçta.

Kendimi az önce kalktığım sandalyeye bıraktım. Hala ayakta duran ve tabiri caizse bize mal mal bakan Alp ve Mehmet’e de masadaki boş sandalyeleri gösterdim. İlk önce birbirleriyle bakıştılar sonra da sandalyelerin arkasına geçip orada dikilmeye başladılar. Akılları başlarında değildi.

Biraz sakinleştiğimde diğerlerini de ellerimle susturdum. Gülümseyerek onlara döndüm. “Otursanıza oğlum, ne diye ayakta bekliyorsunuz?”

Gözlerini biraz fazla korkutmuş olabilirdik. “Ha siz onu diyorsunuz...” Evet zeki çocuk, onu diyorum. “Oturalım komutanım.” Sandalyeleri çekip oturdular. Zahmet oldu yani.

“Yeni misiniz?”

İkisi de başını aynı anda aşağı yukarı sallayıp beni onayladı. Dut yemiş bülbül gibilerdi. Gözlerini masaya dikmiş, suçlular gibi bekliyorlardı.

“Oğlum gerilmeyin lan bu kadar.”

“Emredersiniz komutanım.” Yok, bunlar ıslah olmaz.

Kantinden sorumlu olan asker -kendisi bizim deli Musti’nin kankası olur- elinde çay tepsisiyle gelip boşları topladı ve yeni çaylar verdi.

“Sağ ol Cafer.”

“Afiyet olsun komutanım.”

Cafer işinin başına geri dönerken çayımdan büyük bir yudum aldım. “Söyleyin bakalım, cidden niye bizi dikizliyordunuz?” Yine sesleri çıkmadı. “Korkmanıza gerek yok. Henüz.”

Alp başını kaldırıp göz ucuyla bana baktı. “Komutanım, sizi çok övüyorlardı bizim eski bölükte. Sizin olduğunuz yere atandığımızı duyunca da duramadık işte...” Mehmet lafa atladı. “Rahatsız ettiysek kusura bakmayın komutanım...” Ünümüzü görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok.

Selçuk’a yandan bir bakış attım. Mesajı aldı, he ne kadar bu işleri sevmese de söze girmek zorunda kaldı. “Kendinizi affettirmek ister misiniz?”

İkili onayladı. Söze Mete devam etti. “Kalkın yemeğe gidelim o zaman.” Alp ve Mehmet birbirlerine baktılar.

“Ciddi misiniz komutanım?”

Bu sefer de ben başımı sallayarak onayladım. Heyecandan olsa gerek bir hışım ayağa kalktılar, ne yaptıklarını fark edince geri oturdular. “Çok memnun oluruz komutanım.”

Ne ara bittiğini anlamadığım çayın son yudumu içtim ve bardağı masaya bıraktım. Ellerimi dizlerime vurup ayağa kalktığımda benimle beraber herkes kalkmıştı. “Hadi madem öyleyse.”

Hep beraber karargâhtan çıktık. “Sizin istediğiniz bir yer var mı?”

“Bize fark etmez komutanım.”

Asıl bana hiç fark etmezdi. Cevap vermeyip ana yoldan bir taksi çevirdim. Arabalarımız elbette vardı ama şu an hep beraber gidip sohbet etmek daha cazip gelmişti. Şansımıza denk gelen taksi normalden daha geniş olduğu için biraz sıkışsak da kucak kucağa oturmamıza gerek kalmamıştı, ben zaten önde olduğum için rahattım. Gideceğimiz lokantanın adresini verip taksi ücretini ödeme şerefine bizim timdekileri nail ettim. Artık arkama yaslanabilirdim.

Yolda goygoy yaparak Mehmet ve Alp’in buzlarını biraz da olsa eritmiştik. Mehmet evinin tek çocuğuydu. Babası ünlü bir parfüm şirketinin sahibiydi ve doğal olarak Mehmet de onun mirasçısıydı. Asker olmak istediğinde kimse ona engel olmamıştı. Alp ise doktor bir çiftin çocuğuydu, ek olarak bir de avukat abisi vardı. Annesi dünya ünlü makalelere sahip bir profesördü. Sonuç olarak aslında bu çocukların asker maaşına ihtiyaçları yoktu, sadece vatan aşkından dolayı asker olmuşlardı.

Anlayacağınız o ki onlara rahat rahat hesap kilitleyebilirdik.

İşte her şeyinizi her yerde anlatmayın diye boşuna demiyordum. Nereden ne geleceği belli olmazdı. Tıpkı birazdan olacağı gibi.

Lokantanın önüne geldiğimizde hep beraber taksiden indik. Her seferinde olduğu gibi gözlerim dükkânın tabelasına takıldı. Meryem Ana’nın Yeri. Bir gün bu isim başımıza bela olacak ama hadi bakalım ne zaman.

Cam kapıdan içeri girer girmez hareketli bir şarkı bizi karşılamıştı. Lokantanın ana temasında genel olarak o klasik küçük, geleneksel, sıcacık bir yer havasından çıkılmış, modern ve deli dolu bir mekân yapılmıştı. Duvarlarda buralardaki lokantaların çoğunda olduğu gibi dekoratif kilimler asılı değildi mesela. Onların yerini dolduran tablolar bizlere boy boy poz veriyorken asılı oldukları duvarların her biri farklı renk olacak şekilde boyanmıştı. Tablolardan geriye kalan yerlere ise buraya gelen müşterilerin eğlenirken lokantanın sahibi Meryem teyze ile beraber çektirdikleri fotoğraflar asılmıştı. Ortam böylesine garip olmasına rağmen öyle güzel hissettiriyordu ki bu caddenin en sakin olduğu saatlerde bile dükkânda 6-7 kişi vardı. E tabii, Meryem teyzenin el lezzetinin de hakkı yenmezdi.

Meryem teyze... Değişik birisiydi. Kendisi adeta Kütahya’nın üzüm bağlarının ortasından kopartılıp getirilmiş Amerikalı Mary Mommy edasında takılıyordu. Ankara’nın göbeğinde ev yemekçisi açıp kasa masasının üstüne disko topu koyan bir hanım teyze olması bunun en büyük kanıtıydı. Evet, disko topu. Meryem teyzeye sorduğumda “Benim deli gız getirivedi onu, elletmem!” diyordu ama ben onu oraya koyanın bir başkası olduğuna açıkçası inanmıyordum. Kesinlikle onun işiydi.

Meryem teyzeyi sorgulamamam gerektiğini kendime hatırlatıp boş olan geniş masalardan birine doğru ilerledim. Hep beraber masaya oturduk. İlk birkaç dakika bizim timdekiler tam olarak yerleşirken Mehmet ve Alp garip bakışlarla mekânı süzüyorlardı. Hakları vardı tabii.

Sarp çok acıkmış olacak ki daha fazla uzatmayıp elini uzattı ve masanın üstündeki küçük zile birkaç defa dokundu. Zilden çıkan sesle beraber Meryem teyze mutfak tarafından “Geliyom!” diye bağırmıştı. Şu kadının konuşma şekline hayrandım.

Bu sabah hastanede karşılaştığımız tontik teyze de muhtemelen Egeliydi. Biraz düşününce Meryem teyze ile ikisinin konuşma şeklini benzetmiştim.

Birkaç dakika sonra ellerini havluya kurulayarak mutfaktan çıkan Meryem teyze görüş açımıza girdi. Başında her zamanki gibi çiçekli yazması, üstünde kollarını dirseğine kadar kıvırdığı penye bir bluz, altında da yazmasıyla takım olan bir şalvar vardı.

Elindeki havluyu kenara bırakıp siyah gözlüklerini düzeltip salona bakmaya başladı, muhtemelen bizi arıyordu.

“Ana!” Meryem teyze Sarp’ın sesini duyunca hemen bizden tarafa döndü. Göz göze gelince elimi kaldırıp gülümsedim. Yüzü hemen gülmeye başladı. Küçük ama seri adımlarla elinden geldiğince hızlı bir şekilde bize doğru gelirken bir yandan da bluzunun kollarını indirmeye çalışıyordu. Masanın yanına geldiğinde hemen ayağa kalkıp ona sarıldım. “Oy benim yavrularım gelmiş! Guzularım gelmiş!”

Meryem teyze sırayla timdeki herkese sarıldı. Mehmet ve Alp ne yapacaklarını bilememiş olacaklar ki ayakta öylece bekliyorlardı. Meryem teyze onları da kendine çekip sıkıca sarıldı. İlk birkaç saniye şaşkınlıktan tepki veremeseler de sonrasında onlar da sarılmış, Meryem teyzenin elini öpmüşlerdi.

Selçuk masaya bir sandalye daha çektiğinde Meryem teyze de oraya oturdu. “Net’tiniz bakem bensiz? Kaç ay oldu gelivemiyonuz buralara...”

“Ana biliyorsun, görevler çok bu sıra. Hem bizi boş ver, sen ne yaptın?”

“Napam işte otuyoz kakıyoz, başka bir şey yok.”

Mete eliyle bizim kurbanları gösterdi. “Bunlar kim merak etmedin mi?” Meryem teyze dönüp onlara baktı. “Siz getirivediniz onları buraya, onlar da ben oğlum oldu gari.” Kocaman gülümsedi. “Hem pek mert çocuklara benziyo bunlar, benim gözüm duttu bunları.” Mehmet ve Alp utandıkları için gülümsemekle yetinirken biz Meryem teyzeyle biraz daha sohbet edip siparişleri verdik.

Sıra sıra gelen her şeyi silip süpürdükten sonra herkes yavaştan toplanmaya başlamıştı. Hesabı ödeyip kalkacaktık. Çağlar Meryem teyzenin buradaki yardımcısı Esin’den hesabı istedikten sonra sandalyeye yığılıp kaldı. En çok o yemişti, tahminimce önümüzdeki bir buçuk hafta boyunca yemek yemezdi.

Esin yanımıza geldi. “Çağlar abi, Meryem teyze onlardan hesap alma dedi.”

“Olur mu kızım öyle şey? Sen çaktırmadan getir hesabı.”

“Peki abi.” Esin bir süre ortadan kaybolup elinde hesap defteriyle geri geldi. “Buyur abi.” Hesabı masanın ortasına bırakıp usulca uzaklaştı.

Masadaki herkesin gözü hesap defterinin içinden taşan fişteydi. Ben sırıtarak arkama yaslandığımda timdekiler de bana uydu. Kollarımı göğsümde kavuşturup beklemeye başladım. Gözlerini fişten alamayan ikili sonunda başlarını defterden kaldırıp bana baktı. Alp yutkundu, sanırım mevzuyu sonunda çakmıştı. “Biz, değil mi komutanım?” dedi. Başımı onaylar şekilde salladım. Her ne kadar varlıklı aileleri olsa da savurgan büyümedikleri belliydi. Muhtemelen böyle bir fişle ilk defa karşılaşacaklardı.

Alp yavaş hareketlerle hesap defterini eline alıp açtı ve fişi içinden çıkardı. İlk önce kızardı, sonra bir daha yutkundu. Onun bu halini gören Mehmet usulca başını fişe doğru uzattı. O daha sakin bir şekilde, yalnızca gözlerini kapatarak tepki vermişti. Tepkilerinde haklıydılar.

Yemeğin kısa özeti: 5 tarhana, 2 ezogelin, 1 mercimek çorbası; 8 tabak pilav, ortaya 2 kiloluk köfte, 6 porsiyon kıymalı musakka, 6 tabak kuru fasulye, 3 tabak mantı; 7 kola, 5 ayran, 2 şalgam; 3 tabak kabak tatlısı, 2 tabak kazandibi, 2 tabak da künefe.

“Ee, ne kadar gelmiş hesap?” Mehmet yanıtladı. “Altı bin yedi yüz seksen iki, komutanım.”

Çağlar ve Sarp gülmelerini tutmak isterken yanlışlıkla püskürmüş, sonrasında özür dileyerek ağızlarını kapatmış ve birbirlerine bakmışlardı. Bu hallerine hafifçe gülümsemekle yetindim.

Yanımdaki Yiğit abi kulağıma doğru konuştu. “Komutanım, bu seferlik yazıktır günahtır, vaz mı geçsek acaba?”

Benim bir şey dememe fırsat kalmadan Esin tekrar masaya geldi. Fişi kurbanların elinden alıp hesap defterinin arasına koydu. “Ne oldu Esin?” diye sordum. Parmağıyla camı işaret ettiğinde dönüp baktım. Bir kadın vardı fakat arkası dönük bir şekilde yürüdüğü için yüzü görünmüyordu. “O abla sizin eski bir dostunuzmuş, hesabınızı o ödedi. Ben ‘Alamam, Bertuğ abi kızar.’ dedim ama kabul etmedi. Parayı zorla tutuşturdu elime.” Bana bir kağıt parçası uzattı. “Bana ‘Bunu Bertuğ abine ver, o beni hatırlar.’ dedi, sonra da gitti.”

Kaşlarım çatıldı. Esin’in uzattığı kağıdı aldım. “Tamam Esin, hadi git sen abiciğim.” Esin henüz liseye giden genç bir kızdı. Bu olaya sesimi çıkarmıyorsam onun kalbini kırmamak için olduğu çok açıktı.

İkiye katlı olan kağıdı açtığımda gözüme tanıdık bir el yazısı ilişti. Fransızcaydı. Aklıma düşen şüpheyle kafamı kaldırıp pencereden dışarı baktım. Yol boştu. Bakışlarımı yeniden kağıda çevirdim.

“Ne me cherche pas trop loin.” Beni çok uzakta arama. “Je serai toujours près de vous, commandant.” Ben hep senin arkanda olacağım, komutan.

Bakışlarımı kağıttan ayırmadan tekrar tekrar okudum. O an kesinleşen şeyle beraber beynimdeki tehlike çanlarım çalmaya, kırmızı alarmlarım yanıp sönmeye başladı.

Sonu olmak için yolları gözlediğimiz kadın az önce bizimle beraber aynı mekanda yemek yemiş, bu da yetmemiş gibi bizim hesabımızı ödeyip sallana sallana yürüyüp gitmişti. Burnumuzun dibindeydi ama fark etmemiştik.

Loading...
0%