@kelimelerimveben
|
Yeni bölüm isteyenler, buyurun efendim... Lütfen bölümlere oy vermeyi ve satır arası yorum yapmayı unutmayın. İyi okumalar! -0-0-0-0-0-0-0- Şilan’ın ağzından... Hayatın size neler getireceğini çoğu zaman tahmin edemezsiniz. Bazen İzmir’e kar yağar, bazen hoca sınavda işlemediğiniz yerden sorar, bazen de tam oldu derken her şey altüst olur. Bu durumlar doğanın isteği doğrultusunda olabileceği gibi insanlar tarafından da gerçekleştirilebilir. O insanlara oyunbozan denir. Oyunbozanlar sevilmemeye mahkum edilmiş birer acizlik abidesidir. Onların planladığı akışı bozmuş, hastaneden kaçmıştım. Şu an ise içimden Hande Yener’in Mor şarkısını mırıldanarak Ankara’nın tenha sokaklarında yaylana yaylana geziyordum. Keyfim yerinde sayılırdı. Hastaneden kaçtığımda saat çoktan gece yarısını geçmiş, hastanede nöbetçi doktorlar ve kapımın önünde dikilen iki astsubaydan başka kimse kalmamıştı. Zaten dört saatte bir yanıma uğrayıp durum kontrolü yapan hemşire hariç kimse yanıma gelip gitmiyordu, açlıktan ölsem umurlarında değildi. Dolayısıyla kimsenin ruhu duymamıştı. Kaçtığımı öğrendiğinde yüzbaşının yüzünde oluşan ifadeyi görmek isterdim. Nasıl olduğunu anlamadıklarına emindim. Biraz dızcılık yeteneklerimi konuşturmuş, biraz da Rabia teyzenin imdadıma koşması sayesinde topuklamıştım. Var bi’ gariplik diyo’sun, koyamadığın adını. Benim orada olmadığımı görünce ne yapmıştı acaba? Bi’ eksiklik kaçıran, ağzının tadını. Yaşadığım şeyleri şarkılarla harmanlamak çok hoşuma gidiyordu, her durum için bir şarkı vardı. Örneğin şu an şarkıda bahsedilen o eksiklik bizzat ben oluyordum. Ne kadar hoş, değil mi? Bizim kara gözlü komutanın şu an her yerde beni aradığını tahmin etmek çok da zor değildi. Çabalayadursun işi zor ama şaibeli. Beni avucumun içi gibi bildiğim bir şehre getirdikten sonra ben istemediğim sürece biraz zor bulurlardı. Hoş, hiç tanımadığım bir bölgede de yakalanmazdım. Ayları aşmış, yıllarca kendimi herkesten gizlemiştim. Albay şu an bana karışmazdı. Yapamayacağından değildi elbette, bir kelimesine karşılık yengeç gibi yan yan askeriyeye gitmek zorunda kalırdım ama bugün bana dokunacağını sanmıyordum. Bana yalnızca askeri telefonla ulaşılabilirdi ve şu an şahsi telefonum haricinde üstümde bir iletişim cihazı olmadığı için bu ihtimali eklememiz gerekiyordu. Başka birisini benim peşime takmaya çalışsa bu sefer adama sorarlardı “Sen kimin peşindesin?” diye. Albayın şu anlık bu soru karşısında verebilecek geçerli bir cevabı yoktu. Resmiyette benim adıma olan her şey yıllar önce imha edilmişti, dolayısıyla bu dünya üzerinde aslında benim adımda birisi yoktu, ben yoktum. Bu da benim farkımdı. Yok, arasan da dünyayı başka bi’ ben yok. Benim için yapılan operasyonun asıl amacı yalnızca TSK’nin en rütbeli askerleri ve operasyonu yürüten komutan, yani Göktürk Albay tarafından biliniyordu. Diğer herkes büyük bir eylemi önlemek için operasyon yapıldığını düşünüyordu. Dolayısıyla benim kim olduğumu bilmeyen birine benim peşimde olduğunu söylemesi imkansızdı, deli zannedip izlemeye alırlardı adamı. Hayır yani, kanıtlayamazdı da. Resmi kayıtlarda benim adımda birisi olmadığı için kod adımla özel bir kimlik oluşturmuş, beni dosyalara o şekilde sabitlemişlerdi. Biliyordum. Kod adımı kullansa, Şilan’ın peşindeyim dese bu sefer de her yere benim kaçtığım haberi yayılırdı. Beni tanıyan rütbelilerden birine rica etse, durumu açıklasa hiçbir sorunu kalmazdı ama Albay Göktürk kimsenin önünde el pençe divan durmak da istemezdi. Tek bir lafıyla tıpış tıpış albayın ayağına kadar gitmek zorunda oluşumuzu yok sayarsak şu an özgürüz, evet. Sen sus biraz. Albay bana şu an karışmazdı çünkü yıllar sonra özgürlüğe yakın bir şekilde geçireceğim bir, bilemedin iki günü elimden almak istemezdi. Az önce anlattığım sebepler dolayısıyla peşime de düşemezdi, yani bugün rahattım. Hastaneden kaçar kaçmaz ilk iş olarak kendime uygun bir sokak arası bulup gündüz olmasını beklemiştim. Gün tamamen aydınlandığında, dükkanlar açılmaya başladığında ise hastaneden çıkmadan önce suç ortağım sayesinde elde ettiğim parayla gidip kendime ucuz bir telefon ve eski numaramın kayıtlı olduğu hat almıştım. Telefonumun kurulumunu yaptıktan sonra içine eski numarama ait olan sim kartı takmış, verilerin yüklenmesini beklemiştim. Kırmızı bültenle aranan bir suçlu olduğum için kader mahkûmu olarak telefonuma mobil bankacılık uygulamasını yüklemiştim. Kaçıncı olduğunu bilmediğim sahte kişiliğime ait kimlikteki bilgileri uygulamaya girdikten sonra artık param da vardı, rahatça yemeklerimi gömebilirdim. Kıyafet olayını zaten hastanede halletmiştim. Uyandıktan hemen sonra giymem için kıyafet getiren hemşire sağ olsun, askerlerin sorgu için beni almaya geleceği zaman için hazır olmanız sağlamaya çalışırken kaçış için önümdeki büyük engellerden birini ortadan kaldırmıştı. Dün geceyi sokakta geçirdiğim için kıyafetlerim biraz tozlanmış olsalar da çok önemli değildi. Bakkalın birinden sigaranın yanında ıslak mendil de alıp temizlemiştim. Üstümde ince, uzun kollu siyah bir bluz vardı. Bluzun uzun kollu olması omuzumdaki bandajın gözükmesini engellerken ince olması ise yaz mevsiminde olduğumuz için insanların şüpheye düşmesini engelleyecekti. Spor ayakkabılar yara içinde olan ayaklarım için birer nimetken altımdaki siyah pantolon ise dağlarda sürünürken giydiğim şalvarlardan kesinlikle daha rahattı. Vakit öğleni biraz geçiyordu ve artık açlığa dayanamadığımı fark ettim. Bayıldıktan sonra bir serum haricinde hiçbir şey yememiştim. Muhtemelen birkaç saatte bir değiştirilmesi gereken serum da asla yenilenmemiş, kendi halime bırakılmıştım. Yemekçiye dalmadan önce gidip bir bankamatikten telefondaki uygulamamı kullanarak para çektim. Aç karnımı doyurduktan sonra bir şeyler düşünebilirdim, şimdi değil. Gideceğim yemekçi eskiden fazlasıyla samimi olduğum kişilerin dükkanıydı. Aslında şu anda oraya gitmeye yüzüm yoktu ama çok özlemiştim. Yıllar sonra ilk defa, henüz tamamen özgür olmasam da, Türk topraklarındaydım. Zaten eskiden tanıdığım kimseyle aramın düzelmeyeceğini, düzelemeyeceğini biliyordum. Yaptığım şeyin ardından kendimi affettirmemin bir yolu yoktu, bu yüzden bir anlığına da olsa eskisi gibi hissetmemi sağlayacak bir yemek bana çok görülmemeliydi. Yalnızca bir gün. Bir günlüğüne eskisi gibi hissetmek istiyorum. İlk önce gidip kenar mahallelerin birinde olan kostüm mağazasından sarı bir peruk aldım. Peruğu aldığım dükkanın lavabosunu kullanmak içi izin istemiş, tuvalette saçlarımı topuz yapıp peruğu başıma geçirmiştim. Yakalanmamak için en ücrada olan yerleri tercih ettiğim için peruk biraz dandikti ama yapacak bir şey yoktu. Beni üç-dört metreden idare etse yeterdi. Şu an saçlarım peruk olduğu için sarı, gözlerim lenssiz olduğu için yeşildi. Onların beni yakaladıkları gün saçlarım doğal halindeydi ve gözlerimde kahverengi lensler vardı, dolayısıyla bu şekilde beni hemen tanıyamazlardı. Ezbere bildiğim sokaklarda yürüyerek benim favori mekanımın önünde durdum. Meryem Ana’nın Yeri. Cam kapıdan girmek için yeltendiğimde ağzımı bir karış açık bırakacak bir manzarayla karşılaştım. Gökte aradığım fırsat ayağımın dibine düşmüştü. Newton için elma, Arşimet için su neyse benim için Pusat Timi’nin burada olması oydu. Onların buraya gelmesi belki tesadüftür, belki de buraya sık sık gelmiyorlardır diye düşünerek hızla oradan uzaklaştım ve uzaktan görebildiğim kadarıyla onları seyretmeye başladım. İlk önce hep beraber masaya yerleştiler, ardından da zile basıp Meryem Teyze’yi çağırdılar. Meryem Teyze mutfaktan çıkınca koşa koşa onların yanına gitti, sarıldı, öptü. Uzun uzadıya sohbet ettiler, güldüler, eğlendiler. Yılların Meryem Teyzesi benim yokluğumu anlaşılan onlarla kapatmıştı. Düdük herifler, rolümü çalmışlardı. Önünde durduğum kaldırıma çöküp onları izlemeye devam ettim. Dükkanın girişinin olduğu kısım tamamen cam olduğu için uzakta da olsam hâlâ onları görebiliyordum. Ne kadar mutlu oldukları buradan bile belli oluyordu. Seslerini duyamadığım kahkahaları asla dinmiyor, üstlerinde üniforma olmasına rağmen ast-üst ilişkisini pek umursamıyor gibi görünüyorlardı. Bu durumun görevlerde olmadığını bildiğim için onları böylesine samimi görmek hoşuma gitmişti. Yanlarında tanımadığım iki asker daha vardı, kim olduklarını en yakın zamanda öğrenmek üzere bu konuyu bir rafa kaldırdım. Şu an daha büyük dertlerim vardı. Çöktüğüm kaldırımda pantolonunun cebinden çıkardığım çakmağı elimde döndürerek dükkanın içini -daha doğrusu direkt olarak Pusat Timi’ni izliyordum. Birkaç dakika sonra dayanamayıp cebimden sigara paketini çıkardım. Daha bu sabah aldığım paketin jelatinini açtım ve içinden rastgele bir tane seçip dudaklarımın arasına yerleştirdim. Çakmağı elimde döndürüp durmayı bıraktım ve içime hafif bir nefes çekerek sigaranın ucunu yaktım. Hani sigarayı bırakacaktık? Bir süre daha bekleyebilir. Onların mutluluklarını görünce bir an gitmekten vazgeçmeyi düşündüm ama test etmem ve öğrenmem gereken bazı hususlar vardı. Örneğin Pusat Timi’nin sivil hayattaki dikkat seviyesinin ne düzeyde olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Şu an üstlerinde üniforma olsa bile sivil gibi davrandıkları ortadaydı. Ve pek tabii açız. Evet, açım. Çok açım. Dehşet açım. O kaldırımda biraz daha oturduktan sonra yoldan geçen insanları Recep İvedik misali tavuk gibi görmeye başlamadan kalkmaya karar verdim, aksi hâlde pek hoş şeyler yaşanmazdı. Elimdeki sigaradan son dumanı çektim ve kaldırım taşına bastırıp söndürdüm. Az önce içtiğim birkaç sigaranın izmaritini yerden almak için bakışlarımı kaldırıma çevirdiğimde beklediğimden daha fazla izmaritle karşı karşıya olduğumu fark ettim. Zaman hızlı geçmişti. En fazla üç, bilemedin dört sigara içtiğimi düşünüyordum. Yerdeki izmaritleri saydığımda yedi tane olduklarını fark ettim. Yanlış saymış olma ihtimaline karşı paketin içini kontrol ettiğimde on üç tane kaldığını gördüm. Doğru saymıştım. Bir saat gibi bir sürede henüz hiçbir şey yemediğim halde yedi tane sigara içmiştim. Fazla hızlı gitmiştim, bir tanesi bile aşırı zararlıyken bu kadarını içmek aptallıktan başka bir şey değildi. Sigarayı acilen bırakmam gerekiyordu. Örgüte ilk girdiğimde yukarılara tırmanabilmek için yukarılardan birileriyle vakit geçirmem gerekiyordu ki sigara molaları bu seçeneklerin en masumu olarak benim yoldaşım olmuşlardı. Son birkaç ayda da gerek gerginlikten gerek ottan boktan şeylerden dolayı ciğerlerimin içine etmiştim, daha da beter etmeye gerek yoktu. Oyalanmadan izmaritlerin hepsini tek elime toplayıp ilerideki çöp kutusunun içine attım. Sigara paketimi ve çakmağımı pantolonun cebine sıkıştırdıktan sonra ellerimle peruğun dağılan tutamlarını hafifçe düzelttim. Telefonun saatini kontrol ettiğimde birazdan lokantanın kalabalıklaşmaya başlayacağının bilincindeydim. Yemek operasyonu an itibariyle başlamış bulunuyordu. Ellerim ceplerimde lokantaya doğru ilerlerken tek ümidim oraya vardığımda Esin’in beni tanımamasıydı. Beni en son gördüğünde ortaokula gidiyordu, şimdi ise yanlış tahmin etmiyorsam lise son sınıf olmalıydı. Meryem teyze zaten bu saatlerde müşteri sayısı artacağı için muhtemelen mutfaktan çıkamayacaktı, çıksa bile çok iyi görmeyen gözleri beni bu kılıkla tanımazdı. Girişin olduğu yeri pas geçip hızlıca bir arka sokağa dolandım. Ana girişin olduğu sokak bu saatlerde kalabalıklaşsa da bu sokak hep tenhaydı. Önünde durduğum yer, dükkanın arka tarafıydı. Burası mutfak ve tuvaletlerin olduğu yere denk geliyordu ve sokağa açılan iki farklı kapı vardı. Normalde müşterilerin bu kapıları kullanması yasaktı, ayrıca zaten kapılar kullanılmadıkları anlarda sürekli kilitli oldukları için kullanımları mümkün değildi. Kapılardan kırmızı olanı mutfağa açılıyordu ve dışarıdan açmak mümkün değildi fakat hemen yanında bulunan, tuvalete açılan mavi kapı dışarıdan açılabilir cinstendi. Kilitli olduğu her halinden belliydi ama yine de ses çıkartmadan hafifçe aralamayı denedim. Açılmadığını görünce iş başa düşmüştü, ben de bugüne kadar boş gelmemiştim herhalde. Neden tuvaletten sokağa açılan bir kapı var? Sen sor diye. Cevap versene! Verdim ya zaten! Hızlıca birkaç metre daha yürüyüp dükkanın elektrik panosunun yanına geldim. Pano kilitli gibi dursa da üstündeki eski asma kilidi hemen tanımıştım. Kilidin demirini sağ elimle tutup diğer elimle de kilidi iyice kavradım. Demiri biraz içine doğru itip aniden geri çektiğimde asma kilit avucumun içinde açılmıştı. Panonun kapağını açıp hemen kısaca göz attım. Anahtar burada değildi, sakin olmam ve düşünmem lazımdı. Eskiden hep burada olurdu. Gözlerimle hızlıca taradığım panonun içindeki şalterlerden birine bağlı olan sayacın çalışmadığını fark ettim. Diğer sayaçların hepsi işliyordu ama bunda tık yoktu. Bildiğim kadarıyla dükkanda elektriğin kullanılmadığı bir oda da yoktu. Bulmuştum. Sayacın çalışmadığı şalterin dışına dokunarak dokusunu kontrol ettim. Tahmin ettiğim gibi diğerlerinin aksine daha pütürlüydü, bu diğerlerinden farklıydı. Sahteydi. Farklı olan plastik kısmı iki parmağımla hafifçe kendime doğru çektiğimde yerinden çıkmadı. Çatılan kaşlarım ve ben bundan hoşlanmamıştık. Tekrar denediğimde şalterin siyah kısmının hareketli olduğunu hissettim. Sanki normal bir elektrik şalteriymiş gibi siyah kısmı aşağı indirip kendime doğru çektiğimde ise bir kapak gibi açılmıştı. “Yes!” Sesimi her ne kadar kısık tutmuş olsam da kendimi tutamamış olmamın verdiği pişmanlık içime doğdu. Susmam lazımdı, birisi duyarsa boku yerdim. Zaten buraya hangi yüzle geldiğim bilinmezken bir de suç haneme hırsızlık veya haneye tecavüz ekletmek istemiyordum. Yeterince fazla suçtan dolayı aranıyordum zaten. Etrafta kimsenin olmadığını bildiğim için bu konunun üstünde çok durmadım. Uğraşmıştım ama değmişti. Minik bir kasa gibi olan yerin içinden sarkan anahtar ise çoktan içeri giriş biletim olmaya hak kazanmıştı. Meryem teyze olur da dükkanın anahtarını evde unutursa diye yıllardır panonun içinde duran tuvaletin anahtarı her ne kadar yeni bir sisteme geçilmiş olsa da hâlâ oradaydı. Bu cümle kaç kelime? Ona mı takıldın cidden? Bu sahte şalter işinin de Yavuz’un başının altından çıktığına kalıbımı basardım ama çok da emin konuşmamak lazımdı şimdi. Ne olur ne olmaz yani. Sahte şalterin kapağını kapattıktan hemen sonra panoyu yeniden kilitledim. Şimdi adımlarımın hedefinde mavi kapı vardı. Kapının hemen önünde durduğumda elimdeki anahtarı sessizce deliğine oturttum. Bundan sonra yapabileceğim tek şey Allah’ım, n’olur içeride birisi olmasın temalı duamı edip içeriye girmekti ki öyle de yaptım. Normalde işimi şansa bırakmaktan nefret ederdim ama bu durumda yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu. Anahtarı sola doğru çevirip kilidin açıldığından emin olunca kapıyı kendime doğru çekerken kulpunu yavaşça aşağı indirdim. Bu sayede olabilecek en sessiz şekilde kapıyı açmıştım. Kendimi daha fazla germemek için sessizce kapıyı araladım. Ufacık aralıktan içeriye göz attığımda şansımın yaver gittiğini gördüm. Bugün her şey benden yanaydı. Meryem teyze bizi satmış, nasıl her şey bizden yana? O hariç! Anahtarı deliğinden çıkarıp cebime iliştirdikten sonra kendimi hızlıca içeriye attım ve kapıyı kapattım. Kapattığım kapıyı geri kilitlediğimde içimi bir rahatlama aldı. İçerideyiz Rıza baba triplerine girmeme çok az kaldığını hissederken tehlikeli kısmı çoktan atlattığımın bilincinde olarak yavaş hareketlerle duvardaki büyük aynanın karşısına geçtim. Sarı peruğumun ön kısımlarını düzeltirken bir yandan da aynadan yemek salonuna açılan kapıyı gözetliyordum. Peruğumun ön kısımlarından birkaç tutam yüzüme dökülürken kalanı omuzlarım ve sırtımdan aşağıya doğru salınıyordu. İyi gözüktüğüne emin olduktan sonra bluzumun kollarını hafifçe çekiştirerek düzeltmeye çalışırken aynadan izlediğim kapı açıldı. Bakışlarımı hemen önüme çevirdim ve başımı hafifçe aşağı indirdim. Burada üç kabinden oluşan tek bir tuvalet olduğu için kadın-erkek karışık kullanılıyordu. Timden birilerinin gelmesi ihtimaline karşılık, gelenin kim olduğunu anlamadan kafamı kaldırmak gibi bir niyetim yoktu. Yüzüme dökülen peruk, beni aynadan az da olsa kamufle ediyordu. Garip gözükmemek için önümdeki musluğu açıp suyun elimden akarak lavabonun içine dökülmesine izin verdim. Gelen kişi her kimse aceleyle kapıya en yakın olan kabine girmiş ve kapıyı kapatmıştı. Suyu kapattıktan sonra ellerimi kurulamak için tuvaletin girişine doğru ilerledim. Kağıt havluyu alıp ellerimi kuruladıktan sonra hemen başka bir tane havlu alıp yere eğildim. Ayakkabılarımı siliyormuş gibi yaparken aslında gözüm ilk kabine giren kişinin ayakkabısındaydı. Kendi renginde olan gözlerim birkaç saniye boyunca o tanıdık, nefret edilesi siyah postallara bakmıştı. Tahmin ettiğim üzere, timden -ya da yanlarında getirdikleri iki askerden- birisi buradaydı. Vakit kaybetmeden vücudumu dikleştirdim ve elimdeki kağıt havluyu çöpe atıp hızlı adımlarla yemek salonuna doğru ilerledim. Hiç kimse fark etmeden kendimi köşedeki bir masaya atıvermiştim. Dükkanın biraz daha kalabalık olduğunu bildiğim için şu an yakalanmak gibi bir derdim yoktu ama yine de ne olur ne olmaz diye peruğun ön kısımlarının yüzüme dökülmesini sağladım. Pusat Timi girişe yakın bir yerde gülüp eğlenirken ben ise salonun en köşesindeki masalardan birinde tek başıma onları izliyordum. Burada sigara içmenin yasak olduğunu bilmesem uslanmaz, çıkartır bir tane daha yakardım. Anca kendine zarar ver zaten. Bu sefer haklı olduğu için cevap vermedim. Birkaç dakika daha timi dikizledikten sonra karnımdan yükselen cılız bir sesle beraber buraya aslında ne yapmaya geldiğimi hatırlamış bulundum. Açım. Kurt gibi açım. Ne olacaksa olsun diyerek masadaki zile dokundum. Esin olduğunu düşündüğüm genç kız sesi duyup bana döndü ve masama doğru yaklaşmaya başladı. Yaklaştıkça Esin olduğuna emin olduğum kız, son gördüğüm zamana kıyasla fazlasıyla büyümüştü. “Hoş geldiniz, ne alırsınız?” “Bol yoğurtlu ve salçalı mantı, mümkünse.” O kafasını elinde tuttuğu küçük adisyon defterinden kaldırmazken elimden geldiğince rahatsız etmeden onu inceledim. Benim cıvıl cıvıl Esin’imin yerini genç, oturaklı bir kız almıştı. Onu çok özlemiştim. “Başka bir isteğiniz var mı?” “Hayır...teşekkür ederim.” Aradan geçen yıllar taş olup özlem biçiminde yüreğime oturduğunda konuşmakta biraz zorlanmıştım ama bunu umursamayan Esin çoktan arkasını dönüp mutfağa doğru gitmişti. Bir tabak mantıyla asla doymazdım ama burada durduğum her saniye yavaş yavaş üstüme devrildiğini hissettiğim suçluluk dağı daha fazlasını istememe izin vermiyordu. Başka yerde yerdim. Göz ucuyla çaktırmadan izlediğim timi biraz rahat bırakıp dükkanı incelemeye koyuldum. Her şey eskisi gibi yerli yerindeydi. Esin ve Yavuz ile beraber yaptığımız saçma sapan tablo kasanın hemen arkasındaki yerini koruyor, bana küçük bir selam çakıyordu. İncelemeye devam ettiğimde gözüme ilişen şey ile gözlerim bir anlığına kocaman oldu. Buradan gitmek zorunda kalmadan birkaç gün önce kendi ellerimle yaptığım disko topu hâlâ buradaydı. Eski yerinde. Benim onu bıraktığım yerde. -0-0-0-0-0-0-0- Timin sesi hâlâ kesilmemişti, çok ses yapıyorlardı. Dükkana birkaç kişi daha gelmiş, sipariş vermişti. Önümdeki mantıyla yaklaşık beş dakikadır bakışıyor olmanın verdiği afallamayla kaşığı elime aldım. Mantının üstündeki salça her yerine bulaşsın diye biraz karıştırdıktan sonra bir kaşık mantıyı ağzıma attım. Yavaşça çiğnendiğim mantı ile şaşkınlıkla karışık bir şekilde yüzümün buruşmasını engelleyemedim. Tadı hâlâ eskisi gibiydi, ona lafım yoktu ama soğuktu. Benim nezdimde soğuk olan mantı kıyma ve hamur katlinden başka bir şey değildi. Bu mantıya hakaret değilse neydi? İhbar edelim bence. Sorması ayıp, kime olduğunu geçtim de nereye ihbar edeceğiz? Lokantacılar Odası’na mı? Evet? Meryem teyze ve Esin benim mantıyı sıcak sevdiğimi bilirdi. Esin beni gerçekten tanımamıştı, Meryem teyze de çoktan unutmuş olmalıydı. Eskiden sırf ben laf yapıyorum diye gelen herkese mantıyı sıcak sıcak verirlerdi, anlaşılan bazı şeyler artık önemsizdi. Benim üstümden çok su akmış, pek çok şey değişmişti. Mesela ne kadar bakarsam bakayım sayıları epeyce artmış olan fotoğrafların içinde benim de olduğum fotoğrafları görememiştim. Kaldırmışlardı, onların yerine Pusat Timi ve başka insanların olduğu fotoğraflar asılmıştı. Gözüm tekrar timi bulduğunda biraz daha bakarsam yakalanma olasılığım olduğunu bilerek önüme döndüm. Her ne kadar Esin’i çağırıp mantıyı ısıtmasını söylemek istesem de yapamadım. Buraya hangi yüzle geldiğimi bilmemekle beraber, haddimi aşmaya gerek yoktu. Normal bir müşteri olsam bunu istemek en doğal hakkım olabilirdi ama dediğim gibi, buraya gelmeye bile hakkım yokken gelen yemeği beğenmemek şımarıklıktan başka bir şey olmazdı. Soğuk mantıyla beraber eskisi gibi hissetme hayallerimin son kırıntılarını bir kenara fırlatıp atmış, bir şekilde yemeğimi bitirip muhtemelen tüm dudağıma bulaşmış olan salçayı peçetelikten çektiğim bir peçeteyle silmiştim. Her ne kadar soğuk da olsa Meryem Teyze yapmıştı, bu bile o yemeği bitirmem için yeterli bir sebepti. Ayrıca şehre döndüğüm için götüm kalkmamalıydı, bunu da bulamayanlar vardı. Mesela biz. Dağda mantı bulamadığım için daha sonra üzülebiliriz. Ben sana hatırlatırım. Hatırlat çünkü ben unuturum. Yalnız şimdi aklıma geldi, keşke o itlere mantı yaptırsaydık. Aylarca yıkamadıkları elleriyle mi? Vazgeçtim, midem bulandı. Benim de. Hesabı istemek için henüz erkendi. Timin yemeği sonunda bitmiş olacak ki ben mantımı yerken onların masaya tabak tabak tatlı gitmişti. Tatlıları da bittiğinde artık hesap isteyeceklerini umuyordum çünkü hiç şakasız saatlerdir yemek yiyorlardı. Benim içeri girmemin üstünden yarım saat geçmişti, bir saat de dışarıda geçirdiğimi düşünürsek benim gördüğüm kısım bu yemeğin yalnızca bir buçuk saatlik dilimiydi. Benim dükkana ilk gelişim onların masaya yerleşmelerine denk geldiği için öncesinde başka bir şeyler yememiş olduklarını bilmek bile şu an içimi rahatlatmıyordu. Naneyi yemiş bulunuyordum. Açıkçası şu an şahsi operasyonumu yarım bırakıp buradan çekip gidesim vardı çünkü görünen o ki geldiğim ilk günden bu tim yüzünden param tüm suyunu çekecekti. Tam o an zihnimde bir ses yankı yaptı. Galiba jetonum köşeli olduğu için fazlasıyla ses çıkararak zihnime giriş yapmıştı. Yanlarında getirdikleri iki asker onların kurbanlarıydı. Kıyamazdım. Yazıktı ve de günahtı, ayrıca çok da ayıptı. Sekiz kişinin yediği yemeği iki kişiye satmak düpedüz nitelikli dolandırıcılıktı. O an vereceğim tüm para gözümde azıcık bir şeye dönüşüvermişti. Benim birikmiş param vardı ama bu iki askerin var mıydı, bilemezdim. Zor durumda kalmalarını, time rezil olmalarını istemezdim. Gerçi tahminimce tim onların maddi durumunu öğrenmeden buraya getirmezdi ama olsundu. Eşeği sağlam kazığa bağlamak yetmezdi, montelemek lazımdı. Onlar o hesabı sana montelediler galiba biraz ama sen bilirsin. Duymamazlıktan geldiğim iç sesimle beraber dışarıya yansıtmadığım gergin bir bekleyişin ortasındaydım. Doyun artık diye bağırmama son iki-üç dakikaydı. Artık doymaları lazımdı. İflas bayrağını ben çekerim. Sus gari! Geldin tabii Meryem teyzenin mekâna, Egeli damarların coştu yine. Sıpasına ettiğimin sesine de sövmeme az kalmıştı, emindim. Ben artık gerginlikten kendi kendime kavga etmeye başladığımda sonunda timin oturduğu masadan bir el havalandı. Tek umudum yeni bir şeyler istemek için el kaldırmamış olmalarıydı. O kadar yemeğin üstüne bir bardak su dahi isterlerse operasyonu falan siktir eder, çeker giderdim. Esin onların masasına doğru ilerlerken zihnimde kısa bir durum analizi yaptım. Saatlerdir onları izliyor, dakikalardır onların olduğu mekanda bulunuyordum ama çoğu beni fark etmemişti. Sekiz kişilik ekipte -ki beni ilgilendiren kısım yalnızca altı kişilik Pusat Timi’ydi- sadece Selçuk ve Mete’nin dikkatini çekebilmiştim. İkisi farklı zamanlarda birkaç saniyeliğine gözlerini bana dikerek incelemişlerdi fakat muhtemelen o anlarda kafamı eğdiğim için göremedikleri yüz hatlarım ve peruk olan sarı saçlarım onları yanıltmıştı. Yer yer gözlerimi direkt onlara dikerek bakmasam o ikisi de beni fark edemezdi, bunun farkındaydım. Selçuk timin keskin nişancısıydı, görse tanırdı, biliyordum. O görmesin diye bir taraflarım çıkmıştı burada ama sonuç olarak yakalanmamıştım. Belki de bana bakanlar da şüphelendikleri için değil, gözlerine takıldığım için bakmışlardı, bilemezdim. Timde ciddi bir dikkat eksikliği söz konusuydu. Zamanı geldiğinde icabına bakmak üzere aklımın bir kenarına not aldım. Esin elinde hesap defteriyle beraber kasadan çıktığında sesli bir nefes verdim. Sonunda doyabilmişlerdi. Biraz daha dikkatli baktığımda hesap defterinin içinden taşan fiş gözüme takıldı. Bu sefer sesim içime kaçmış olacak ki hiç sesim çıkmamış, yalnızca yutkunmakla yetinmiştim. Cebimdeki paranın bu hesaba yetmemesi büyük bir olasılıktı. Yanımda kartım da olmadığını göz önünde bulundurursam, umarım pos makinesinde karekod vardır demekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Aksi hâlde operasyon mecburen iptaldi. Buradan çıkıp para çekip gelemezdim, içeri girmek için zaten yeterince uğraşmıştım. Bugün her şey doğaçlama geliştiği için her şeye umarım diyordum. Bu benlik bir şey değildi, her şey kontrolüm altında olmalıydı. Beni geren şey biraz da buydu. İçeriye girerken kullandığım tuvaletin anahtarı cebimde hayali bir ağırlık yaptığında çıktıktan sonra onu bırakmayı unutmamam gerektiğini kendime hatırlattım. Kafamda yapacakları listelerken sağ elim hesabı istemek için havalanmıştı. Önce kendi hesabımı ödeyecek, sonrasında da Esin’e her ne kadar yapmak istemesem de yüzbaşının eski bir arkadaşım olduğuyla ilgili manipüle edici yalanlarımı sıralayıp gerekirse parayı eline zorla tutuşturduktan sonra kalanını bankacılık uygulamamdan halledecek, onların hesabını da böylece ödeyecektim. Hesapları öder ödemez çıkıp gidecektim, caddede biraz yürüdükten sonra ilerideki bir ara sokaktan diğerine girip beni yakalama ihtimallerini sıfırlayacaktım. En son dönüp anahtarı bırakabilirdim. Aslında bu yaptığım gözdağı vermek değil, onları yeteri kadar dikkatli olmadıkları konusunda uyarmaktı ama şu an maalesef bunu anlayamazlardı. Zamanı gelince ben anlatırdım. Esin hesabımı vermek için yanıma geldikten sonra her şey ayaküstü yaptığım plana uygun ilerledi. Hesapları öderken Esin’den bir kalem ve kağıt rica edip yüzbaşıya özel bir not bırakmıştım, kıymetimi bilsindi. Notu Fransızca yazdığım için ona yazdığımı anlaması zor olmasa gerekti. “Beni çok uzakta arama, komutan.” demiştim. “Ben hep senin arkanda olacağım.” Kastettiğim şey lokantada bana arkası dönük bir şekilde oturmasından tutun, dağda bayırda başımıza gelecek olanlara kadar uzanıyordu. Aslında lafım yalnızca yüzbaşıya değil, tüm timeydi. Yeri gelecek onları korumak için en önde yürüyecek, yeri gelecek arkadan bir saldırı gelirse olan bana olsun diye en arkadan onları izleyecektim ama onlar bunu bilmeyeceklerdi. Ego yapıyorum sanacaklardı, tembelim sanacaklardı ama muhtemelen asla gerçek nedeni bilmeyeceklerdi. Lokantadan çıktıktan sonra her ne kadar dönüp arkama bakmasam da birkaç kişinin bakışını sırtımda hissetmiştim. Hızlıca ilerleyip kendimi ara sokağa attığım an lokantanın olduğu caddeden gelen yüksek ayak seslerini duydum. Nerede duyarsam duyayım tanıyacağım postalların sesleri, onların seslerine karışıyordu. Ben diğer ara sokağa doğru koşarken arkamda bıraktığım kaosun farkında olarak yüzüme gülümsememi yerleştirdim. Onlarla uğraşmak hoşuma gidiyordu. Kara gözlü komutanın sinirden önce kızarıp sonra da morardığını tahmin etmek pek zor değildi. N’oldu pek bir keyfin yok, düşlediğin gibi olmadı mı? Yakıştı ama sana mor renk çok... Gördüğüm çöp konteyneri ile beraber elimi kafamdaki peruğa atıp çekip çıkardım. Biraz dandik olduğu için çok yapışmamıştı, zorlanmamıştım. Peruğu koşarken çöpe attıktan sonra diğer elim topuzumu tutan tokayı buldu. Tokayı da çıkardığımda kahverengi saçlarım omuzlarımdan aşağı döküldü. Bir başka ara sokağa girdiğimde izimi tamamen kaybettirmiştim. Yavaşlayıp nefeslerini toplamaya çalıştım ama bu biraz zordu, nefes nefeseydim. Şu kadarcık koşuda böyle olduysam vah halimeydi. Paslanmayı geç, direkt ham odun olmuştum galiba. Bu kondisyonu eski haline getirmek için epeyce uğraşmam gerekecekti. Sigara zararlıdır, kamu spotu. Valla haklısın. Her zamanki gibi. |
0% |