Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm - Tekmil

@kelimelerimveben

Selam, siz istediğiniz için aynı gün içinde ikinci bölümü paylaşıyorum. Umarım beğenirsiniz.

(Daha önceden de belirttiğim üzere elimde hazır olarak 10 bölüm vardı. Bu bölümle beraber tam 7 bölümü tüketmiş oluyoruz. Tüm hazır bölümler bittikten sonra ancak yazdıkça paylaşabilirim, her zaman böyle anında bölüm gelmeyebilir. Lütfen bunu bilerek okuyun.)

Lütfen oy vermeyi ve satır arası yorum yapmayı unutmayın. Verdiğiniz oylar sayesinde kurgumuz büyüyor, yorumlarınız sayesinde de gidişata yön veriyorum.

Hepinizi seviyorum, iyi okumalar!

Bölümdeki şarkı: Liz Lawrence - When I Was Younger

-0-0-0-0-0-0-0-

Şilan’ın ağzından...

When I was younger

I told my mother

“I say, one day I’m gonna make you proud.”

Now that I’m older

It’s to much harder

To say those words out loud

Küçük “yemek operasyonu”mdan sonra izimi kaybettirdiğimden emin olmuş, ardından gidip kendime pazar gibi bir yer bulup yeni kıyafetler almıştım. Muhtemelen şu an her yerde sarı saçlı, siyah bluz ve kot pantolon giyen bir kadın arandığı için, ki o kadın bizzat ben oluyorum, riske girmek istememiştim.

Tabii bunları yapabilmek için tekrardan bir ATM’ye uğrayıp para çekmem gerekmişti. Tim sağ olsun, kol gibi hesap gelince mecburen cüzdanın içindeki bütün parayı Esin’in eline tutuşturup kalanı da QR kod ile ödemiştim. Dolayısıyla restorandan çıktığımda cüzdanımda sinekler uçuşuyordu.

Şimdilik ATM’lerin varlığına şükretmiş ve bunları çok fazla düşünmemeye karar vermiştim. Aldığım yeni kıyafetleri giyebilmek için üstümü değiştirebileceğim bir tenha ararken karnımdan yükselen değişik bir ses ile beraber köşedeki dönerciye dalmış bulunmuştum. Şu sıralar planlarımın çok çabuk değiştiğinin farkında olsam bile buna yapacak bir şey yoktu. Gazam mübarek olsundu.

Asla doymuyorsun, farkında mısın?

Varsa yiyeceksin aslan parçası.

Öyle har vurup harman savuran biri değildim ama yemek benim kırmızı çizgimdi. Para biriktirmek için aynı kıyafetlerle, aynı mobilyalarla, aynı telefonla yıllarca idare edebilirdim ama yemek yemek için gerekirse kredi çekerdim. Yemek belki de tek gerçek zaafımdı ve öğrenilmemeliydi.

Hastanede serum haricinde bir şey yememiş olmamı göz önünde bulundurursak aç olmam gayet normaldi. Buraya da ben gelmemiştim zaten, ayaklarım getirmişti.

Girdiğim dönerci çok büyük bir yer değildi. İki masa ve her masada ikişer tabure olacak şekilde ayarlanmıştı. Aslında epeyce dardı ve her yer ocaktan gelen açık gri dumanla kaplanmıştı. Her ne kadar olmayan astımım tetiklenmiş gibi hissetsem de işe iyi tarafından bakmak lazımdı, bu dumanda kimse beni tanıyamazdı.

Hasır bir süs kiliminin asılı olduğu masaya oturduğumda beklemeye başladım. Görünürde kimse yoktu ama dönerin altındaki ateş yanmaya devam ettiği için sahibinin çok uzağa gitmemiş olduğunu düşündüm. Ortamı biraz daha incelememe gerek kalmadan kapıdaki boncuklu süslemeler iki yana dağıldı ve üstünde beyaz önlüğü olan bir adam içeri girdi. Tahminimce beklediğim kişi buydu.

Adam beni gördüğünde ellerini üzerine sildi, “Hoş geldiniz.” dedi ve dönerin yanına geçti. Tam olarak göremiyor olsam da elleriyle yaptığı hareketten dolayı lavabodan gelmiş olması yüksek ihtimaldi. Acaba ellerini düzgünce yıkamış mıydı yoksa öylesine suya tutup geçmiş miydi? Hem şimdi aklıma geldi de, buranın havalandırması yok mu? Varsa niye temizlemiyor? Ne pasaklı herif ulan bu!

Aklıma gelmiş olan fikirlerle beraber midem boş olmasına rağmen hafif bulanmaya başlamıştı. Yine de karnımı doyurmam gerektiği için katlanmam gerektiğini düşünüp sipariş vermek için adamın yanına yaklaştığımda üstünde sinekler olan bir bıçağı alıp onunla döner kesmeye başladığını gördüm.

Bana o bıçakla kestiği döneri mi verecekti?

Masaya bıraktığım kıyafet poşetini alıp kendimi dükkana daldığımdan çok daha hızlı bir şekilde dışarı attım. Temiz havaya ihtiyacım vardı. Midem altüst olmuş, başıma iki yandan ağrılar girmişti. Pislik herif herkesi hasta edecekti.

Hadi benim gibi dağda taşta olursun, temizliğe pek dikkat edemezsin anlarım da başkentte yaşıyorsun be adam, Allah’ın medeniyetsiz cahili!

Gördüklerimden sonra tamamen iştahım kaçmış bir şekilde ilerlemeye başladım. Ucube herif, yemek zevkimin içine sıçmıştı. Böylece yıllardır neden Meryem teyzenin mekanı haricinde dışarıdan yemek yemediğimi kendime çok güzel hatırlatmıştım.

Benim bir ev bulmam lazımdı. Bu böyle olmazdı.

Söylemesi hoştu da nereden bulacaktım evi? Elimde sahte bir kimlik ve o kimliğe tanımlı bir banka hesabından başka hiçbir şey yoktu. Her yerde aranırken de o evi rüyamda görürdüm ancak.

Rüyanda da göremezsin, haberin olsun.

Sağ ol ya.

Geriye tek seçenek kalıyordu. Kısmi özgürlüğüme yalnızca bir gün katlanabilmiş bir vaziyette askeriyenin önüne dikilecektim.

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Demek ki gerçekten de tilkinin dönüp dolaştığı yer kürkçü dükkanı oluyordu. Bunun başka mantıklı bir açıklaması olamazdı.

Uzaktan küçücük gözüken binaya bakmayı sürdürürken acaba biraz daha beklesem mi diye düşünüyordum. En azından bir iki gün daha. Kaçak göçek ama kimsenin bana nefret etmeyerek bakacağı iki gün.

Daha fazla bekleyemeyeceğini ikimiz de biliyoruz, uzatma istersen.

Bir ihtimal belki kendimi kandırabilirim diye bekliyordum ama olmuyordu. Herkesi ayakta uyutan ben, kendime söz geçiremiyordum.

Hayat böyle geçmiyor muydu zaten? Zıtlıklar ilkesini en içimizde yaşıyor, en dışımıza vuruyorduk. Ying-yang gibi her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik yoktu belki ama bildiğim bir şey varsa o da her kötünün içinde bir iyi olduğuydu.

Kötü ve kötülük, iyi ve iyilik farklı şeylerdi. Kötü olan belki de iyi olmak için çok çabalamıştı ama becerememişti, bilemeyiz. Ancak kötülüğün bir açıklaması yoktu. Kötü sebep, kötülük sonuçtu. Kötü özneydi, kötülük yüklem.

Kötülük bilerek yapılmıştı, bu kesin bir şeydi ancak onu yapan kişinin hisleri koca bir bilinmeyendi. O kadar çok kişi görmüş, o kadar çok ruh tanımıştım ki emindim. En kötü dediğimiz kişiler bile bazı konularda iyi kalpli olabiliyorlardı. Örneğin o Lui denen piç kurusu, tek zaafı olan kız kardeşinin karşısında dünyanın en masum insanıymış gibi tepkiler veriyor, öyle davranıyordu. Başkalarının kız kardeşlerini öldüren Lui, kendi kız kardeşi için benim -o zamanlar bilmese de kendisinin en büyük düşmanı olan benim- karşımda gözyaşı akıtmıştı. Başka çocukları uyuşturucu ile zehirleyen o puşt kendi kardeşine kalpli lolipoplar, her renkten pamuk şekerler alıyordu. Asıl yaptıklarını bilmeyip yalnızca o anlardan birine tanık olsanız belki de ona dünyanın en iyi abisi rolünü yakıştırabilirdiniz. Öyleydi işte. Bizim için olabilecek en kötüydü ama kardeşinin gözünde iyi bir abiden başka hiçbir şey değildi.

Bir sigara yakma dürtüsü içimi ele geçirdiğinde kendime sinirlenmeden edemedim. Bu şekilde devam edemezdim, kısacık sürede nasıl nefes nefese kaldığımı kendim görmüştüm. Bırakmam lazımdı.

Elimi benzinliğin birinde giydiğim siyah kot pantolonun cebine atıp sigara paketini aldım. Buraya kadardı. Belki hemen bırakamayacaktım ama yine de şu an bunu yapabilmiş olmam o zaman bana cesaret verecekti. Diğer cebimden de çakmağımı çıkardığımda ikisine birkaç saniye boş boş baktım. Bana hiç faydaları olmamakla beraber çokça zarar vermişlerdi. Allah belalarını versindi.

Birkaç adımda çöp konteynerinin yanına vardığımda hiç beklemeden ikisini de resmen elimden fırlattım. Hak etmişlerdi. Şimdi düşünmem gereken daha önemli mevzular vardı.

Aslında hastaneden kaçman bile mantıksız ve yanlıştı. Bunun farkındasın, değil mi?

Evet, fazlasıyla saçmalamıştım. Hastaneden kaçtığım için ceza bile alabilirdim. Daha fazla saçmalığa lüzum yoktu. Şu bir gün bile böylesine zehir gibi geçtiyse diğer günlere katlanmam anlamsız olurdu.

Ellerim cebimde yavaşça askeriyeye doğru yürümeye başladım. Keşke gitmeden önce bir duş alma fırsatım olsaydı. Benzinliğin tuvaletinde üstümü değiştirirken elimden geldiğince çabuk bir şekilde ıslak mendil ile görünen yerlerimi silmiştim ancak üstümden o leş hastane kokusunun çıktığını sanmıyordum. Taşıyamayacağım için deodorant almamıştım. Alırsam elimde gezdirmem gerekirdi, bunu da yapamayacağıma göre çöpe falan atmak zorunda kalırdım. İsraftı bunlar hep. Onun yerine aç karnımı doyurmasa bile ses çıkarmasını engellesin diye benzinlikten birkaç şey alıp midemin en derinlerine gömmeyi tercih etmiştim.

Üstümdeki lacivert uzun kollunun kokumu az da olsa gizleyeceğini düşünerek yürümeye devam ettim. Yaklaştıkça arazinin büyüklüğü daha da belli oluyordu. Adımlarımı hızlandırdım, daha fazla tahammülüm yoktu. Başım buradan en son çıktığım hâlin aksine dik duruyordu. Ne olacaksa olsundu.

Muhtemelen ben kapıya yaklaştıkça nöbetçiler beni fark edecek, durmamı söyleyeceklerdi ancak durmayacaktım. Silahlarının ucu bana dönecekti, aranan o kadın olduğumu anladıklarında ise beni tutuklamak için yarışa gireceklerdi. Bileklerime o kelepçeleri takmak için feda edemeyecekleri şey kalmayacaktı.

Akışına bırakacaktım. Ne olacaksa olacaktı, yalnızca kelepçe takmalarına izin vermeyecektim. O kelepçeler bir kere çıkmıştı bu bileklerden, geri dönmeleri imkansızdı. İlk ve son olan o anlar çoktan yaşanmış ve bitmişti. Tekrarı yoktu.

Artık iyice yaklaşmıştım. Birkaç dakika içinde nöbetçi kulübesinin önünde olacaktım. Kulelerde duran nöbetçilerin çoktan haberimi uçurmuş olması lazımdı. Bilerek üstüme ceket tarzı bir şey giymemiştim. Üstümdeki kıyafet vücuduma neredeyse yapıştığı için onun altında bir şey olmadığını da anlamaları lazımdı. Beni canlı bomba sanıp yalnızca bir mermi ile beynimi dağıtmalarını istemezdim sonuçta.

Daha da yaklaştım. Artık her taşını ezbere bildiğim yerin tam önündeydim. “Dur!” Durmadım. Ellerim cebimdeyken olabildiğince fazla yaklaştım. “Dur dedim!” Birkaç metre daha... “Son uyarım, dur!” İşte şimdi durmam gerekiyordu. Malum, askerlikte bir sivil olarak üç uyarı hakkınız vardı. Dördüncü seferde artık kanatlanıp gökyüzüne doğru uçmaya başlıyordunuz.

Üçüncü uyarıyı almamla beraber olduğum yere resmen çivilenmiştim. Çenemi biraz daha yukarı kaldırdım. O an hafifçe esen meltem yüzüme dökülen saçlarımı geriye doğru attığında yüzüm iyice açığa çıkmıştı. Üstüme doğrultulmuş dört adet namlu görüş açımda olsa da daha fazlası olduğunu biliyordum. Keskin nişancıların hakkını yememek lazımdı.

“Kaldır ellerini!” Normalde bu noktada kimsin diye sormaları gerekirdi ancak iki kişi temkinli adımlarla bana doğru geliyordu. Anlaşılan beni çok çabuk tanımışlardı.

Dediklerini yaptım. Ellerimi cebimden çıkartıp avuç içlerim onlara bakacak şekilde havaya kaldırdım. Arkadan bir nöbetçinin albaya bilgi geçtiğini duydum. Birazdan burası ana baba günü olacaktı. İşte o zaman yüzbaşının buraya damlayacağına emindim.

Bana doğru gelenler yavaşça arkama geçip beni kontrol altına almaya çalışmıştı. Sonrasında diğer ikisi de gelip iki yanımdan bana silah doğrultmaya devam etmişti. Yalnız silahlar çok iyiydi. Bu gözler şu zarafeti kaç senedir görmüyordu. Acaba yeni silahlar üretilmiş miydi? Elbette üretilmişti. Nasıllardı acaba?

Buraya gelmeye karar vermeden önce dediğim gibi, resmen askeriyenin önünde dikiliyordum. Mal mıydım acaba ben?

Ara sıra bu farkındalığı yaşıyor olman da bir başarı.

Kes, ağzına sıçarım.

Ağzın bozuldu iyice.

Senin yüzünden.

Askeriyedekilerin gelmeleri de amma uzun sürmüştü. Ağaç olmuş, kök salmış, meyve verecektim resmen. Bütün tabur benden faydalanırdı artık.

Şom ağzımı açmış olacağım ki büyük bir gürültüyle beraber bana yaklaşan Pusat Timi’ni fark ettim. Şahsi meseleleri haline gelmiştim herhalde, yoksa altı koca herif ne diye üstüme gelsindi? Bunu yapacak onlardan başka biri yok muydu sanki koca yerde? Neyse, iyi olmuştu. Daha çabuk kaynaşırdık.

Bu mesafeden bile fark edebildiğim ateş saçan gözlerin ardından albay da binadan çıkmıştı. Normalde albay gelmezdi de, tiyatroyu izlemek istemişti herhalde. Beni gördüğünde yüzünde oluşan minik gülümseme ile beraber beni özlediğini düşünmüştüm. Ben de onu özlemiştim. İçinde bulunduğum duruma rağmen iki yana kıvrılmak isteyen dudaklarımı yerlerine sabitledim. Vakit, ciddi olma vaktiydi.

Timin beş üyesi beylik tabancalarını üstüme doğrultmuş bir şekilde kapıda beklerken bana doğru gelen kişi tabii ki de yüzbaşıydı. Namı diğer kara gözlü komutan. O da tabancasını çekmiş, yavaş yavaş geliyordu. Onun bu halini görünce az önce bastırmaya çalıştığım gülüşüm daha şiddetli bir şekilde patlak verdi. Kıkırdarken aklıma gelenleri dilime dökmekten çekinmedim.

“N’ayez pas si peur de moi, commandant.” Bu kadar korkma benden, komutan.

Benim Fransızcama karşı Türkçe yanıt vermişti. “Kendi ayaklarınla bana geldin. Korkması gereken ben değilim, sensin.”

Söyledikleri içimde daha çok gülme hissi uyandırmıştı. Bu sefer herkes anlasın diye Türkçe konuşmaya karar vermiştim. Alaycı bir sesle devam ettim. “Öyle mi dersin? Aslına bakarsan buraya hiç gelmeyip hayatıma devam edebilirdim ama sizinle bir oyun oynamak istedim. Etrafınızda gezinip durdum ama bir türlü yakalayamadınız. Eh, baktım ki sizin beni yakalayacağınız yok, canım sıkıldı orada burada geze geze. En son artık ben kendim geleyim dedim.”

Söylediklerim yüzbaşının kanına dokunmuş olacak ki alev saçan gözleri daha da harlandı. Aramızdaki mesafe iyice kısalınca zararsız olduğumu anlamış ve tabancasını indirip diğer eliyle muhtemelen arka cebinde duran kelepçeyi çıkartmıştı. O bana doğru bir adım attığında bu sefer ben de geriye doğru bir adım atmıştım.

“Hey hey hey! Dur bakalım.” Sağ elimi hafifçe öne uzatıp durmasını işaret etmiştim ama nafileydi. Bana doğru yaklaşmaya devam ediyordu. Onun bana doğru attığı her adımda ben de bir adım geriliyordum. “Ben fazlaca mütevazi davranıp ayağınıza kadar gelmişken bu yaptığın çok kabaca, yüzbaşı!” Durmadı. En sonunda sırtım bir silahın namlusuna dayandığında daha fazla gerileyemeyeceğimi fark ettim. Yani istesem o elini kırıp kelepçe mevzusunu kapatabilirdim ama kim ekstra ceza almak isterdi ki?

Aramızda birkaç adımlık mesafe kaldığında kelepçeyi göz hizama getirdi. Doğrudan ona doğru olan bakışlarım kelepçeyi bulduğunda bu sefer alay eden de yüzünde gülümseme olan da oydu ama son gülen iyi gülecekti. “Yoksa bizim şerefsiz kelepçelerden mi korkuyor?”

“Yüzbaşı! Yeter bu kadar oyun. Boşuna kelepçeyle uğraşma, alın şunu götürün alt kata.”

Alt kata mı? Cidden mi?

Albay ne ara buraya gelmişti bilemiyordum ancak yüzündeki gülümseme silinmekle kalmamış, yerine fazlasıyla ciddi bir ifade yerleşmişti. Her ne kadar beni kelepçeden cezasız bir şekilde kurtardığı için ona daha sonra teşekkür edecek olsam da bana dehşet bir şekilde rutubet kokan alt katı layık görmesi hiç hoş değildi. Beni yeni bir tiyatro çevirmek için oraya gönderdiği beliydi. Mecburen bunun sonuncu tiyatro olacağını umarak göz yumacaktım. Yine iyi tarafından bakacak olursam rutubet kokusu benim kokumu gizlerdi. Dolayısıyla duş olayını dert ememe gerek kalmazdı. Buna da şükür.

Yüzbaşı albayın emriyle beraber biraz şaşırsa da hemen ifadesini gizlemeyi başardı. Artık yüzü mahkeme duvarı gibiydi. Ne bir his, ne bir ifade yoktu. Arkamdaki nöbetçilere doğru “Götürün şunu.” dediğinde ise iki nöbetçi koluma girip beni binaya doğru çekiştirmeye başlamıştı.

Kapıdan içeri girmiştim. Bitmişti. Buraya kadardı.

Karşı koymadan hızlı hızlı yürürken elimden geldiğince etrafa bakındım. Her şeye aynıydı, yalnızca simalar değişmişti. Ana binaya girdiğimizde herkes kaşları çatık bir şekilde bana bakıyordu. Astlar da, üstler de. Yine de duraksamadan merdivenlere doğru ilerledik. Bir alt kata inmiştik ama beni sürükleyenler durmamıştı. Bir kat daha aşağı inmeye başladığımızda kaşlarım çatıldı. Albay alt kata götürün diye emir vermişti, -1’de olmamız gerekiyordu. Ne oluyordu?

Bir kat daha aşağı indik ve koridorun sonundan sola döndük. Anlaşılan birileri benimle bir oyun oynamak istiyordu. Bana uyardı.

Yüzbaşı önümüze çıkan metal kapının yanındaki şifre kısmına uzadığında “Arkanızı dönün.” dedi. Nöbetçiler ikiletmeden arkalarını döndüğünde ben de onlarla beraber dönmüştüm. Yüzbaşı şifreyi girerken gözüm duvardaki kameraya kaydı. Gülmemek elde değildi. Bu kattaki hiçbir kamera aktif değildi ancak bunu çoğu kişi bilmezdi.

Buranın bir üst katında, yani -1’de olan odalarda kameralar vardı. O odaların bir duvarı ayna gibi görünen camla çerçevelenir, o camın arkasındaki kişilerin seni izlemesine olanak verirdi. Sen orada bir ayna görürdün ama birileri onun arkasından seni izlerlerdi.

-1’de yapılan her sorgu hem görsel hem de işitsel olarak kaydediliyordu. -2’nin farkı ise buydu işte. Burada yalnızca iki kişi vardı, sorgulayan ve sorgulanan. Kameradan veya camın ardından izleyen, kaydedilenleri dinleyen bir üçüncü yoktu.

Yüzbaşının kapıyı açtığına dair ses duyulduğunda tekrar ona doğru döndük. Açılan kapıdan geçip uzun koridordaki ilk odaya girdik. Buraları ezbere olmasa da en iyi bilenlerden biri olduğum kesindi.

Nöbetçiler kollarımdan çıkıp beni odanın içine doğru iteklediler. Birisi silahla beni tehdit etmeye devam ederken diğeri üzerimi aramıştı. Cüzdanım ve telefonumu aldıktan sonra başka bir şey olmadığına emin olup odadan çıktılar. Üstüme kapı kilitlendiğinde yüzbaşının hemen gelmeyeceğini anlamıştım.

Geniş hücrede bir tur atıp yere sabitlenmiş olan masa ve sandalyelerin hemen yanında durdum. Her şey bıraktığım gibiydi. Tepeden tek bir floresan ile aydınlanan bu hücrelerin duvarları özel olarak metalden yapılmıştı. Odanın ortasına metal bir masa koyulmuş ve iki ucuna yine metal, fazlasıyla rahatsız olan iki sandalye sabitlenmişti. Sandalyelerin birinin kolçaklarında gerekli bir durumda suçluyu bağlamak için kelepçeler bulunuyordu. Gözlerimi kelepçelerde fazla tutmadan hücrede gezdirmeye devam etim.

Her şeyin metalden oluşma amacı bir çeşit Faraday kafesi oluşturmaktı. Bu sayede ne içeriden dışarıya bir sinyal gönderilebiliyor ne de dışarıdan içeriye bir sinyal alınabiliyordu. Güvenlik en üst düzeydeydi. Hem temizlenmesi de kolay oluyordu. Sonuçta metal kan lekesi tutmazdı, iki bez darbesiyle her şeyi silebilirdiniz. Yalnızca yerler koyu gri fayanstan yapılmıştı ancak onların bir karış altında da toprağa gömülü şekilde duran metal plakalar olduğunu biliyordum, hiçbir yerden açık verilmemişti.

Fayansların hepsi bilerek birbirine yapışık şekilde döşenmişti. Aralarına derz atmak gibi bir çılgınlık yapsalardı her seferinde oradaki kan lekelerini çıkarmak için uğraşmaları gerekirdi zaten. Böylesi kesinlikle daha iyiydi.

Aslına bakmak gerekirse yüzbaşı birazdan içeriye girecek ve sorgu adı altında resmen ağzıma sıçacaktı. Ona karşı koyamazdım. Elimin ayarı hiçbir konuda olmadığı gibi bu konuda da yoktu ve yanlışlıkla adamın bir yerlerini kırabilirdim. Bu yasal değildi ve muhtemelen ceza alırdım. O yüzden böyle boş boş şeyler düşünüp zaman geçirmeye çalışıyordum. Ne olacaksa olsun demiştim bir kere, artık gerisi Allah kerim dediğimiz türdendi.

O cezaların olmadığı bir dünyada seni hayal edemiyorum. Fırlamanın teki olurdun.

Niye yaptın diye sorabilecekleri her şeye karşın çünkü yapabiliyorum kozum vardı ancak bazı yerlerde işlemiyordu işte. Yapacak bir şey yoktu.

Ayakta dikilmekten sıkılınca kurallara uygun şekilde kelepçelerin olduğu sandalyeye oturup beklemeye başladım. Ben buraya beklemeye gelmiştim herhalde. Hastanede kaçmak için gece olmasını bekliyordum, restoranda timin yemeğinin bitmesini bekliyordum, sorgu odasında yüzbaşının gelmesini bekliyordum. Bekliyordum Allah bekliyordum yani.

Allah sitemimi yanıtsız bırakmak istememiş olacak ki karşımdaki demir kapının kilidi yüksek bir sesle açıldı. İçeriye elinde mavi bir dosya ile giren adam beklediğimden çok daha fazla sinirliydi. Boku yemiştim galiba.

Oturduğum yerde dikleşmiş olsam da hâlâ fazlasıyla rahat gözüküyor olmalıydım. “Hoş geldin komutan, ben de seni bekliyordum.”

Bir hışım elindeki dosyayı masaya fırlattığında arkasındaki kapı çoktan kapanıp kilitlenmişti.

“Hayırdır, ne bu şiddet bu celal?”

Postallarının fayans zeminde bıraktığı tok seslerle beraber hemen arkama geçti. Kafasını öne doğru uzatıp sağ tarafımda yüzlerimizin seviyesini eşitledi. Yüz yüzeydik. Herhangi bir şekilde bileklerimi bağlamaya yeltenmemişti. Ellerimin serbest olması umurunda değildi anlaşılan.

Keskin bakışlarının hedefi olduğumda ben de ifademi ciddileştirme gereği duymuştum. “Yalnızca bir kere soracağım.” Sesi fısıltı şeklinde çıkmış olsa da fazlasıyla tehditkârdı. Allah bilir ne soracaktı.

“Dinliyorum.”

Benim tek kaşım havalandığında onun gözlerindeki ifadede çok ufak bir şaşkınlık belirdi. Uzlaşmacı yaklaşmamı beklemiyordu galiba. Hoş, uzlaşmacı olduğum falan yoktu zaten.

“Kimsin?”

Bu sorunun cevabını en çok merak edenlerden biri de bendim. Sayısız kimliğim, onlarca adım vardı. Sahi, hangisiydim ben?

Sorusuna cevap vermek yerine sessiz kalmayı tercih ettim. Birkaç saniyenin ardından cevap vermeyeceğimi anlamış ve sol eli çok hızlı bir şekilde saç diplerimi kavramıştı. İşte şimdi ben de sinirlenmeye başlıyordum.

“Enlève ta main.” Çek elini.

Eli saçımı daha şiddetli bir şekilde çekiştirdiğinde sol elimi başımın üstündeki eline götürmüştüm. Kafamdaki elini bileğinden tuttuğumda damarına uygulayacağım bir anlık baskı ile o elinden kurtulabilirdim ancak yapmadım. Şu an bunu yaparsa. daha çok sinirlenip üstüme gelecek ve ben de karşılık vermek zorunda kalacaktım. Amacım karmaşa çıkarmak değil, yalnızca kendimi savunmaktı.

Fevri hareket etmemem lazımdı ama gözlerim sinirden yanmaya başlamıştı bile. Ne yapabileceğimi düşünürken tekrar konuşmaya başladı. “Son şansın. Sana bir soru sordum.”

“Et je vous ai dit ‘ne touchez pas’.” Ben de sana ‘elini çek’ dedim. Sesim en az onunki kadar sert ve tehditkârdı.

Söylediklerimin üstüne beni şaşırtacak bir şey yaparak saçlarımdaki elini biraz olsun gevşetti. Onun yaptığına karşılık olarak bileğindeki elimi gevşettim ancak bu yaptığım en büyük hatalardan biriydi. Unuttuğum şey onun gözünde değersiz şerefsizin teki olduğumdu ve kimse böyle birisine acımazdı.

Gevşeyen parmaklarımdan kurtulan eli tepki vermeme bile izin vermemiş ve başımı hızla önümdeki masaya indirmişti.

Alnımda dehşet bir ağrı belirdi. Ne olduğunu bile anlayamadan gelişmişti her şey. Bir anlık refleksle kapattığım gözlerimi açmak istedim ama sanırsam başaramamıştım. Ya da başarmıştım ama önümü göremiyordum. İkisinden biriydi.

Saçlarımdan geriye doğru çekildiğimde alnımdaki ağrı şiddetini daha da arttırmış, üstüne bir de yanan saç diplerim eklenmişti. Şu an bütün uzuvlarım boşalmış gibiydi. Bir zerremi bile hareket ettiremiyordum. Az önce onun bileğini tutan elim de hareketsizce kucağıma düşmüştü.

“Tekrar soruyorum. Kimsin?!” Artık fısıldamıyor, olabildiğince bağırıyordu.

Alnından süzüldüğünü hissettiğim sıcak bir sıvı göz kapağıma ulaştığında tekrar gözlerimi aralamaya çalıştım. Bu sefer biraz da olsa başarılı olmuştum ama fazlasıyla daralan görüş açımdaki her yer bulanıktı. Muhtemelen masanın kenarına denk geldiği için alnım yarılmıştı. Öyle bir vurmuştu ki, sanki bütün hıncını çıkarmıştı.

Daha birkaç saat önce boş olduğu için şikayet ettiğim midemden bir sıvı hızla boğazıma yükseldi. Benzinlikte atıştırdığım her şey ağzıma geldiğinde kusmamak için hepsini yutmak zorunda kaldım. Bilincime tutunmaya çalışırken bir yandan da ne yapmam gerektiğini hesaplıyordum. Tamam, o hamlesini yapmıştı. Sıra bendeydi.

Görüşüm biraz daha az bulanık hâle geldiğinde başımdaki ağrı geçmemiş olsa da bir tepki vermem gerektiğinin farkındaydım. Başım dönüyor olabilirdi, alnım yarılmış olabilirdi, saç diplerim sızlıyor olabilirdi, midem bulanıyor olabilirdi ama bunlar durmam için bir sebep değildi.

Altın kural; ölmek istemiyorsan, durma.

Eli kafamı tekrardan masaya vurmak için saçımı sıkıca kavradığında içime çekebildiğim en derin nefesi çekip koluna doğru hamle yaptım. Az önce yapamadığım hareketi şimdi yapmış, damarına baskı uygulayıp tutuşu gevşediğinde kolunu çevirmiştim. Az önce yapsaydım muhtemelen çok hızlı çevirip kolunu kırardım ama şu an zaten gücüm emilmiş gibi hissettiğim için sorun olacağını sanmıyordum.

Yalnızca birkaç saniye içinde kolunu benim güçsüz tutuşumdan kurtarmayı başarmıştı. İşte şimdi yapacak hiçbir şeyim yoktu çünkü azıcık olan gücümü de az önce tüketmiş gibiydim.

Yüzbaşı tekrar bana doğru hamle yapmak üzereyken başımdaki ağrıyı ikiye katlayacak kadar yüksek bir ses geldi. Göz kapağımdaki sıvı gözüme kaçmak üzereydi. “Bertuğ!” Albayın ortama buz kestiren sesi kulağıma ulaştığında az önce duyduğum o sesin kapıdan geldiğini anlamıştım. Yüzbaşı hızla ayağa kalkıp albaya doğru dönmüş ve hazır ola geçmişti. “Emredin.” Hala burnundan soluyordu. Eli de ağırmış hıyarın.

“Dışarı çık.”

Yüzbaşı birkaç saniye boyunca dişlerini sıkmış olsa da en sonunda baş selamı verdi. Tam kapıdan çıkacakken albay tekrar söze girdi. “Timini toplayıp geri gel. Ben gir demeden girmeyin.” Yüzbaşının bakışları çok kısa bir süreliğine albayı buldu. Amacını anlamamış olmalıydı ama yine de ses çıkarmadan dışarı çıktı ve kapıyı kapattı. Şu kapıları bir ara yağlamak lazımdı. Zaten ağzımda leş gibi bir tat vardı, üstüne bir de bu kapı başıma ağrılardan ağrı seçtirmişti.

Odada albay ile yalnız kaldığımızda kopuk nefeslerimi düzene sokmaya çalıştım. Ben sağ elimle gözüme kaçmak üzere olan kanı silerken albay o esnada karşımdaki sandalyeye oturmuştu. Nefesim düzeldikçe görüşüm de netleşiyordu ve albayın gözleri şu an kesinlikle endişeli bakıyordu. Gözlerimi masaya indirip tek bir noktaya odakladım.

Birkaç dakika sessiz kaldık. Adrenalin vücudumu terk ettikçe başım dönmeyi bırakmıştı. Uzuvlarımın üstündeki hakimiyetimi tekrardan hissederken mide bulantım geçmemiş olsa da çok sorun değildi. O darbeden sonra ölmediğime şükretmem lazımdı ancak tahminimce alnımdaki hasar önemli bir şey gibi gözükse albay böyle duramazdı. Bir şeyim yoktu yani, acıyordu sadece. En azından ben kendimi öyle avutuyordum.

Kendimi toparlamak için masaya diktiğim bakışlarımı tekrar albaya çevirdiğimde artık bu andan kaçamayacağımı biliyordum. Uzun zamandır bu anın hayalini kurarken ne ara kaçar hale gelmiştim, bilemiyordum.

İkimiz de bir şey diyemedik. O bana baktı, ben ona. Söyleyecek hiçbir şey yok gibiydi ama aslında birbirimize anlatmamız gereken destanlar vardı. O destanları es geçip tek bir soru sormak istedim. Yüzbaşının bana sorduğundan çok daha farklı bir soru.

“Bitti mi?”

Yutkundu. Başını milimlik hareketlerle aşağı yukarı salladı. “Bitti.”

Bir kelimeyle ne kadar çok şey anlatılabilirse o kadar çok şey anlatmışı. Albayın tekrardan Göktürk albay olduğunu anlatmıştı mesela. Şilan’ın yok olduğunu anlatmıştı. Mecburiyet ve mahkumiyetlerin bittiğini anlatmıştı. Bir kelimeyle her şeyi yok etmiş, aynı kelimeyle bana dünyaları vermişti.

O kelimenin bendeki etkisi o kadar büyük olmuştu ki başımdaki keskin acı ve midemdeki bulantı katlanılabilir bir düzeye indi. Bir anda fazla duygu yüklemesi yaptığımdan dolayı uyuşmuştum muhtemelen. Olsundu. Bitmişti sonuçta.

Dudaklarım yıllar sonra ilk defa birisini manipüle etmek için değil, gerçekten istedikleri için kıvrılmıştı. Dışarıdan bakıldığında muhtemelen gözükmezdi ama bayağı bayağı gülüyordum şu an ben.

“İyi misin?”

Başımı olumluca salladım. O darbeden sonra bile dolmayan gözlerim mutluluktan dolu dolu oldu. Gözyaşlarımı geri göndermeye çalıştığım esnada Göktürk albay artık dayanamamış ve kalkıp yanıma gelmişti. Toparladığım gücümle beraber ben de ayağa kalkmayı başarmıştım.

Beklemediğim şekilde birden bire beni çekip sarıldı. Bu donup kalmama sebep olmuştu ve dışarıdan garip göründüğümün farkındaydım. Ona sarılmak isterdim ancak bazı yaşanmışlıklardan sonra bu pek kolay değildi.

Her ne kadar tepkisiz kalmaya çalışsam da şu an bana sarılmasından fazlasıyla rahatsızdım. Kollarını vücudumdan ayırmadan önce birkaç saniye bekledi ancak ben yine karşılık vermedim. Şaşkınlıkla kollarını indirdiğinde tam gözlerimin içine bakmaya başladı.

“Hoş geldin.”

Gelmiştim sonunda. Hem de çok hoş gelmiştim. Alnımda muhtemelen serçe parmağım kadar olan bir yarıkla beraber gelmiştim ama gelmiştim.

Başımla onu onayladım. “Sağ olun.”

İki eliyle omuzlarımdan tutup tekrardan sandalyeye yönlendirdi. “İyi vurmuş bizim hayta, otur da başın dönmesin.” Onu dinleyip sandalyeye tekrardan oturdum. O haytanın en kısa zamanda gelmişini geçmişini ve de yedi ceddini...

Terbiyesiz.

Bu gereksiz de geldiğine göre hiçbir şeyim olmadığı kesindi. Endişe etmeme gerek kalmamıştı.

Göktürk albay karşımdaki sandalyeye kurulduktan sonra kapıda emir bekleyen time seslendi. Kapı yine aşırı derecede ses çıkararak açılmıştı. Yavaş yavaş alışıyordum galiba. Bütün tim içeri girdikten sonra kapı yine kapandı. Şimdi küçücük bir hücredeki masanın etrafında sekiz kişiydik. Onlar ayakta, ben ve albay oturur vaziyetteydik.

Sekiz kişinin -biri ben- altısı gözleriyle beni öldürmek ister gibiydi. Aslına bakarsak az önce yüzbaşı bunu faaliyete geçirmeyi gerçekten denemişti. Hoş, omzumdaki yarayı açanı da unutmamak lazımdı. Valla ben olsam önce omzumdaki yaraya baskı yapardım ancak yüzbaşı aşırı sinirlendiğinden olsa gerek direkt kafama çalışmıştı.

Şu an belki de en güvenli olmam gereken yerdeydim ama gelin görün ki canım tehlikedeydi. Kim altı tane bordo bereliyi karşısına almak isterdi ki? Galiba bunu yanlışlıkla da olsa yapmış bulunmuştum.

Herkes albayın bir şey demesini beklerken şu an hepsinin içten içe beni sorguladığını tahmin edebiliyordum. Kimdim, burada ne işim vardı falan filan. Klasik sorulardı işte.

Gözlerimi tek tek hepsinin üstünde gezdirmeye başladım ancak bu onları tanımak için değildi. Ben onları zaten tanıyordum, buna ihtiyacım yoktu. Ben onların tepkilerini merak ediyordum.

“Şilan’ı yakalama operasyonunu başarıyla tamamladınız. Tebrik ederim çocuklar.” Gözlerini benden çekmeden tek tek baş selamı vermişlerdi. Her biriyle birkaç saniyelik göz temasına girmiş, sonrasında ise önüme dönüp albaya kilitlenmiştim. Alnımdaki sızı hâlâ geçmemiş olsa da ilk ana göre fazlasıyla azalmıştı. Midem bulanmayı bırakmıştı. Bu galiba iyiye işaretti.

Oturuyor olmam aslında onlara karşı bir eziklik değil, minik bir güç gösterisiydi ancak henüz bunun farkında değillerdi. Albay daha fazla uzatmak istemediğini belli etti. “Asker!”

“Emredin komutanım!”

“Tekmil ver!”

Sırayla albayın sağından başlayarak karşılarına bakar vaziyette tekmil vermeye başladılar.

“Astsubay Kıdemli Çavuş Çağlar Çankaya, Çanakkale!”

“Astsubay Kıdemli Çavuş Sarp Yenilmez, Mersin!”

“Astsubay Kıdemli Üstçavuş Yiğit Uslu, Kayseri!”

Sıra diğer tarafa geldi. “Üsteğmen Mete Şanlı, Erzurum!”

“Üsteğmen Selçuk Durmaz, Eskişehir!”

Ve son olarak yüzbaşı ekledi. “Yüzbaşı Bertuğ Altay, İstanbul, emret komutanım!”

Göktürk albayın gözleri benim gözlerimle buluştuğunda ne istediğini anlamak çok da zor olmadı. Tek kaşım doğru anlayıp anlamadığımı sorarcasına havalandı. Hoş, benim düşündüğüm şeyi istemese bile yıllardır beklediğim an gelmişti, birkaç saniye ötemdeydi ve ben onu alacaktım. Ya öyle ya da böyle bunu yapacaktım.

Tekmilin bittiğini düşünen tim sessiz kalırken albayın beni başıyla hafifçe onaylaması üzerine tam olarak o istediği şeyi yapmak üzere olduğumu fark ettim. Artık bana engel olacak hiçbir şey, hiç kimse kalmamıştı. Başımın dönmemesini umarak sandalyeden hızla kalkıp esas duruşa geçtim.

Gözleri albayda olan tim ayağa kalkmam ile harekete geçmek üzereyken benim ağzımdan dökülenler onların hareketlerini bıçak gibi kesecek nitelikteydi.

Başım her zamanki gibi dik, sesim hiç olmadığı kadar keskindi.

“Kıdemli Yüzbaşı Umay Belemir, İzmir, emret komutanım!”

-0-0-0-0-0-0-0-

Bölümle ilgili görüşlerinizi ve söylemek istediklerinizi budaya yazabilirsiniz.

Lütfen oy vermeyi unutmayın, kendinize iyi bakın!

Loading...
0%