Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm - Üç Yıldız

@kelimelerimveben

Selam! İstekleriniz üzerine yeni bölümle geldim. Umarım beğenirsiniz :)

Bundan önceki bölüm (yani 7. bölüm) 44 görüntülenmeye karşılık olarak 11 oy almış, bu da okuyan her 4 kişiden 1'inin oy verdiği anlamına geliyor. Sevinmeli miyim üzülmeli mi, bilemiyorum.

Lütfen oy vermeyi ve satır arası yorumlar yapmayı unutmayın, yorumlarda sohbet edelim! 💖

Sizi daha fazla oyalamayalım efendim, iyi okumalar!

Bölümdeki şarkı: Less - Yalanlar

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Ağızlarında yalanlar var

Doğrusunu bileni konuşturmazlar

Her şeyin en iyisini yaptıklarından

Bildiğini okur, bildiğini yaparlar

Dağıttıklarına dönüp bir bakmazlar

Umursamadıklarından

Hayat, zıtların savaşıdır. Doğumlar ve ölümler, iyiler ve kötüler, yalanlar ve gerçekler.

Ne tarafta durmak istediğiniz çoğu zaman size bağlı olsa da bazen bazı şeyler yanlış gider. Ya da doğrudur ama herkes yanlış zanneder.

Yıllardır sürdürdüğüm, sürdürmekten de öteye geçip içinde yaşadığım yalan bugün son bulmuştu. Yalanımın hakkını öyle iyi vermiştim ki herkes inanmış, bana hainmişim gibi bakmıştı.

Olması gereken buydu ama keşke böyle olmasaydı.

Bir görev dört seneme mal olmuş, senelerimin yanında sevdiklerimi de benden almıştı. Hoş, zaten görevden hemen önce sevdiklerimi oluşturan kişilerin büyük bir bölümünü kaybetmiştim.

Geçmiş geçmişte kalsın, ben bugünüme bakarım diyerek içinde bulunduğum ana odaklandım.

Sana uzaylı görmüş gibi bakıyorlar.

Doğru.

En son söylediklerimden sonra Göktürk albay haricinde herkes bana tabiri caizse aval aval bakmaya başlamıştı. Şu an bir tanesine geçirsem ne olduğunu anlaması muhtemelen birkaç saatini alırdı ama neyseydi, ben sabırlı bir insandım.

Gözlerimi tek tek üstlerinde gezdirmeye başladım. Neredeyse hepsi yıllar önce bıraktığım gibiydi ama ufak tefek değişiklikler vardı tabii, hafif çizikler ve birkaç küçük yara izi. O kadar da olurdu gerçi, sonuçta bu da bizim mesleğin cilvesiydi.

Kendini ilk toparlayan Selçuk olmuş olsa da Bertuğ yüzbaşı da çok geçmeden boğazını temizlemiş ve bakışlarını benden çekmişti. En sonunda diğerleri de kendine geldiğinde Mete üsteğmen duyduklarını sindiremediğini belli eden bir sesle “Anlayamadık komutanım, ne demek istiyorsunuz?” dedi.

Albay ayağa kalktı, “Ne demek istediğim gayet açık üsteğmenim,” dedi ve dışarıdakilerin kapıyı açması için demir kapıya özel bir ritimle vurdu. Kapı açıldıktan sonra vücudunu döndürmeden arkasında kalan bize bir bakış attı. “Komutanınızı revire götürün.”

Bir süre boyunca başımı eğmeden kapıdan çıkıp giden komutanın arkasından baktım. Timdekilere de yeterli süreyi tanıdığımı düşünerek birkaç saniye sonra ani bir hareketle olduğum yerden ayrılıp sert adımlarla aralık olan kapının önünde durdum. Ellerimi göğsümde birleştirdim ve arkamı döndüm.

Az önce kendilerine geldiklerini düşündüğüm Pusat Timi, benim timin, bizzat bana far görmüş tavşan gibi bakıyordu.

Onların bakışlarından rahatsız olmasam da alnımda kuruyan kanlardan fazlasıyla rahatsızdım. Bir an önce revire gidip onları temizletmek istiyordum.

Göğsümde kavuşturduğum kollarımı tekrar ayırıp iki yanımda sallandırmaya başladım. O sırada yaralı olan omzumda da bir sızı ortaya çıktı. Bir anda bıçak saplanmış gibi sızlayan omzuna çevirdiğim dikkatime takılan şey ise lacivert bluzda bile belli olan, gittikçe büyüyen koyu bir lekeydi.

Çok iyiydi, yürüyen kadavra olmama son bir adım falandı.

Time döndüm, az önce kendilerini toparladıklarını düşünmüştüm ama yine hepsi bana dalmış gitmişlerdi. Yedikleri bokları ve yiyecekleri cezaları düşünüyorlardı herhalde. Düşünsünlerdi. Bu omzun hesabını hepsinden soracaktım.

Onlara sinirli değildim, o an yapmaları gereken buydu ama görülecek ufak bir hesabım da olsundu yani. Onu da çok görmesinlerdi.

Onlarla şu an uğraşmamaya karar verdim ve kendimi hızla koridora attım. Onların yanında durmak hem soracakları muhtemel sorular açısından tehlikeliydi hem de bana zaman kaybettirirdi. Kanayan bir yaram ve alnımda nur topu gibi bir yarığım varken zaman kaybetmek istemezdim, soracakları sorulara cevap verecek yerlerim de bugün yorgundu. Başka gün tekrar şanslarını deneyebilirlerdi.

Gelirken Bertuğ yüzbaşının açtığı demir kapıdan çıktığım esnada Mete üsteğmen şoku üstünden atmış vaziyette hızla yanıma geldi. “Sizi böyle almazlar revire, üstünüz sivil.”

Öyle mi? Sen söylemesen haberimiz yoktu.

“Albay seni zaten o yüzden görevlendirdi.” Kısa ve öz açıklamamı yaptıktan sonra ilerlemeye devam ettim. Ben önden hızlı adımlarla ilerlerken o bir adım arkamdan geliyordu. Merdivenleri birer birer ama seri bir şekilde çıkıyorduk.

“Revirin nerede olduğunu biliyor musunuz?”

Senden önce biz vardık aslan parçası.

Bildiğimi söylememe gerek olduğunu düşünmüyordum çünkü önden yürüyen zaten bendim. Yeri bilmesem böyle hızlı hızlı gidemezdim, bunu da bilmesi lazımdı artık yani.

Zemin kata ulaştığımızda uzun koridora doğru döndüm ve revire doğru ilerlemeye devam ettim. Yaklaşık yarım saat önce koluna giren askerler tarafından alt kata sürüklenen birisini şu an karşılarında gördükleri için şaşkın oldukları belli olan askerlerin gözleri üzerimden ayrılmıyordu. Peşimde Mete’yi görünce bir şey de yapamıyorlardı tabii. Yiyorsa yapsınlardı. Emdikleri sütü burunlarından getirmem an meselesiydi.

Şu an rütbeli birisi seni durdursa çok gülerim.

Şom ağzına sövmemi istemiyorsan kes sesini.

Sonunda revir kapısının önüne vardığımızda içimden direkt içeri dalmak gelse de ilk günden huzursuzluk yaratmamak adına kapıyı çalıp açılmasını bekledim. O sırada Mete bir adım arkamda yerini almıştı.

Kapı açıldığında karşımda bir kadın belirdi. Yarı açık olan kapının ağzında bekliyor, içeri geçmeme izin vermiyordu.

Gözlerimi kadının üzerinde gezdirmeye başladığımda beyaz önlüğün altından gözüken apoletlerinden teğmen olduğunu anlamıştım. Simsiyah saçlarını arkada topuz yapmıştı ve kahverenginin açık bir tonunda gözleri vardı.

“Buyurun?”

Anladığım kadarıyla bu güzel hanımefendi biraz da saftı.

Ters bir laf söylememek için içimden sabırlar çekmeye başladığım esnada Mete sonunda söze girdi. “Alnına pansuman yapılması gerek.”

Sence şu an en önemli olan o mu sivrizekalı?!

Sakinim.

Sesimi çıkarmayacağım.

Kadın kaşlarını hafifçe kaldırdı ve hızlıca beni süzdü. Birkaç saniye bana dik dik baktıktan sonra “Buyurun.” diyerek kapının ağzından çekildi. Çok şükür revire adım atabilmiştim.

Benim ardımdan giren Mete kapıyı kapattı ve kapının yanında dikilmeye başladı. Teğmen bana arkası dönük bir şekilde ecza dolabından pansuman malzemeleri çıkartıyordu. Omzumdaki sızı biraz daha arttığı için sedyeye oturdum ve kolumu sıyırmaya başladım ancak dirseğimden sonrasına çıkarmak çok zordu. İçimde atlet benzeri bir şey olmadığı için üstümü çıkarmadan önce Mete’nin çıkması lazımdı.

Bakışlarımız kesiştiğinde Mete’ye başımla kapıyı işaret ettim ama galiba bugün herkesin jetonu sekizgen falandı. Bir kapıya bir de bana baktıktan sonra kapıyı açtığında çıkıp gideceğini sanmıştım ancak kendisi biraz sonra kapıyı geri kapatmış ve “Dışarıda kimse yok, endişelenmeyin.” demişti. Hâlâ kazık gibi kapının önünde dikilmekteydi.

Gerilmemeliyim.

İyiyim.

Mükemmelim.

Kendime sakin olmam için telkinler verirken ağrıdan dolayı sıktığım dişlerimin arasından mümkün olduğunca büyük bir nefes çektim.

“Mete.”

Üstümde üniforma olmadığı için bana emir komuta şeklinde yaklaşmadığı belliydi. “Buyurun?”

“Dışarı çık.”

Biraz bekleyip ne olduğunu anlamaya çalıştı. Olaya açıklık getirmek adına “Kolumu daha fazla sıyıramıyorum, yaram kanıyor.” dedim. Aydınlanmış gibi bir tepki verdikten sonra tekrar kapı kulpuna uzandı ve bu sefer çıkıp kapıyı kapattı.

Teğmen söylediklerimi duyar duymaz yanımda bitti. “Yaranıza bakabilir miyim?”

“Önce kapıyı kilitlerseniz, tabii.”

Yumuşak bir ses tonuyla verdiğim cevaba karşın hemen kapıyı kilitleyip geldi. Genelde bana nazik olanlara karşı ben de nazik olmaya çalışırdım ama arada sırada illa ki istisnalar oluyordu. Pusat Timi de bu istisnalardan biriydi. Ağızlarıyla kuş da tutsalar onlara kibar davranmak gibi bir planım yoktu.

Pencere olmayan bir odada olduğumuz için direkt üstümdeki kanlı bluzu çıkartıp attım. Kolumdaki kırmızıya bulanmış sargıyı hızlı ama dikkatli bir şekilde çıkartırken onu izliyordum. En sonunda sargıyı çıkarmayı başardığında yarayı incelemeye başladı. Kurşun yarası olduğunu anlaması pek zor olmamalıydı.

Başını kaldırıp direkt gözlerimin içine baktı. “Asker misiniz?”

Hafifçe başımı salladım. “Evet.”

Anladığını belli eden bir takım sesler çıkartırken tekrar dolaba döndü ve başka bir şeyler almaya başladı. Tekrar yanıma geldiğinde elinde dikiş atmak için gerekli malzemeler vardı.

“Yalnızca iki dikişiniz açılmış ama tahminimce yara yeni olduğu için çok kanamış. Şimdi uyuşturup dikeceğim, herhangi bir problem olmayacaktır.”

Kurşun ne sıyırmış ne de saplanıp kalmıştı. Omzumu birkaç santimetre derinliğinde parçalamış ve yoluna bakmıştı. Saplanıp kalsaydı Lui’yi öldürmeyi geçtim, kolumu ufacık bile olsa hareket ettiremezdim.

Lui’yi vururken canım çok acımıştı ama değişmişti. Onun ölüsünü yere serdiğimi bilmek bana o an o acıyı daha katlanılır hâle getirmişti. Sonrasında kan kaybından bayılmasaydım önemli olarak derecelendirilmeyecek bir yaraydı benimki ama sonuçta yaraydı. Bilerek omzundan vurmuşlardı.

Durmam için. Beni durdurmak için.

Omzumun alacağı kritik bir hasar tüm kolumun gücünü çekebilirdi. Ben o gün mesleğimden olabilirdim.

Bir iğnenin ince girişini yaranın yakınında hissettim. Galiba uyuşturuyordu. Sessizce oturup işini bitirmesini bekledim. Teğmen işini bitirip sargıyı da yeniledikten sonra tek kullanımlık malzemeleri çöpe atıp bu sefer alnıma müdahale etmek için yanıma göğsüne baktığımda önlükten dolayı soyadını görememiştim.

“Bir, bilemedin iki dikişlik bir şey alnınızdaki. Hemen halledeyim.”

Güzel, sonunda alnımda da bir dikiş izim olacaktı.

“Estetik dikiş atacağım, zaten saçınızın hemen kenarında olduğu için kalacak olan incecik iz de belli olmaz. Dert etmeyin.”

Müneccim falan mı bu?

Sevgili iç sesime hak verdiğim esnada teğmen tekrar söze girdi. “Bakmayın öyle,” Nasıl bakıyordum? “Dikiş olacağını söyler söylemez çattınız kaşlarınızı.”

Hanımefendi benim normal hallerimi görse bunları söylemezdi ama neyseydi. “Anladım. Lütfen biraz hızlı olun, omzumda kan lekesi var.” Ve benim bu kıyafeti acilen üstümden söküp atmam gerek.

Teğmen anlayışla başını sallayıp tekrar işe koyuldu. İşini bitirdiğinde teşekkür edip üstümü giyindim ve kapının kilidini açıp dışarı çıktım.

Mete beni kapıda bekliyordu. “İşiniz bittiyse albaya haber verelim,” Benim albaydan almam gereken şeyler vardı. “Burada beklemeyin böyle.”

“Zahmet etme. Gidebilirsin.” Onu arkamda bırakıp merdivenlere doğru ilerledim. Son saniye arkamı döndüm, “Bana kamuflaj ayarlayın, dinlenme odasından alırım.” dedim ve yoluma devam ettim. Muhtemelen albayın emri olmadığı için bana o kamuflajları henüz vermeyeceklerdi ama olsundu, ben almasını bilirdim.

Bu sefer Mete’nin peşimden gelmemesi iyiydi çünkü olay şahsi meseleye dönüşmüştü. Albay ve benim ne konuştuğum onu ilgilendirmezdi.

Merdivenlerden bir üst kata çıkıp albayın odasının önünde durdum. Görünürde albayın postası yoktu. Kapıyı çaldım ve “Gel!” komutuyla beraber içeri girdim. Kapıyı kapatıp kenarda esas duruşta beklemeye başladım.

Albay masasındaki dosyadan kafasını kaldırdığında beni gördüğüne şaşırmamış gibiydi. Masasının önündeki siyah koltuklardan birini göstererek “Gel, Umay. Otur şöyle.” dedi. Baş selamı verip gösterdiği yere oturdum.

“Ne için geldiğini tahmin edebiliyorum.” Cebinden çıkardığı bir anahtarla masasındaki kilitli çekmeceyi açtı. Çekmecenin içinden küçük ahşap bir kutu aldı, masaya koydu ve hafifçe bana doğru itti.

Şu an çok garip hissediyordum. Yıllarca olan her şeye bu kutudakilere kavuşabilmeyi hayal ederek katlanmıştım. Adeta yaşam sebebim olmuştu.

Kutuyu aldım. Parmaklarım onu hiç bırakmak istemiyormuşçasına kavradı. Gözlerimi albaya dikip başka bir meseleyi arz ettim. “Komutanım, bir de üniforma meselesi var...”

“Hangara getirecekler. Pusat Timi de orada zaten, gidince verirler sana. Yedek üniformanı da yarın verecekler. Senin en kısa sürede görev raporu yazman gerekiyor, aksi hâlde kimliğini aktifleştiremeyiz. Şu an burada olman bile uygun değil. ”

Baş selamı verdim. “Emredersiniz.”

Kısa bir süre sessizliğin ardından Göktürk albay tekrar konuşmaya başladı. “Umay, biliyorsun ki kimliğini aktifleştirip apoletlerini aldıktan sonra otomatik olarak Pusat Timi’nde görevlendirileceksin. Sanki o timi kurduktan sonra göreve gitmemişsin gibi işleyecek her şey. Timde en kıdemli de sen olacaksın haliyle... Normal şartlarda direkt tim komutanı olman gerekiyor ama bu sefer sana bir seçenek sunmak istiyorum. Tim komutanı olmak ister misin?”

Pusat Timi bensiz yıllar geçirmişti ve maalesef kurucularının ben olduğumu bile bilmiyorlardı. Onların açısından görülebilecek tek şey farklı farklı şehirlerden seçilen kişilerle oluşturulmuş rastgele bir timdi. Oysa öyle değildi. Bu timi kurmak için aylarımı harcamış, mükemmel bir tim oluşturmak için çabalamıştım. Onlar benim adımı bile yeni öğrenmişti ama ben her birinin hayatını ezbere biliyordum.

Böyle düşününce birdenbire öyle pat diye komutan olamayacağımı fark ettim. Olsam bile onlar kabullenmezdi muhtemelen. Kabullenmemekten kastım emirlerini dinlememek, dışlamak değildi tabii. Demek istediğim şey bana hemen alışamayacaklarıydı. Öyle gökten düşmüş gibi gidip hadi bakalım, yeni komutanınız benim diyemezdim.

Zaten tim komutanı olmak da büyük bir sorumluluktu. Geçen sefer olan şeylerden sonra, benim yüzümden olan şeylerden sonra, yeni bir time komutan olmak istediğimi sanmıyordum. Hatta sanmıyorum değil, istemiyordum.

Tam sekiz kişi, Umay.

Sus.

Ömer, Serdar, Mert-

Kes sesini!

...Yusuf, Hamza-

“Mevcut tim komutanının korunması benim fikrimce en doğru olandır.”

Albay başını anladım der gibi salladı. Açık olan çekmeceden bir kağıt ve bir de kalem çıkardı.

“Dediğim gibi, her şey sanki göreve gitmemişsin gibi işleyecek. Komutan olmak istemediğine dair bir dilekçe yazman gerekiyor. Sen şimdi yazıp imzala, ben vakti gelince işleme koyacağım direkt. Daha sonradan yazacak olursan kimliğin aktifleştiği anda komutan olarak atanırsın. Ben o dilekçeyi işleme koyana kadar geçen kısa süre içinde bir görev gelirse de seni görevlendirmek zorunda kalırım.”

“Emredersiniz.”

Kutuyu sol elime aldım ve sağ elimi hızlıca kağıdın üstünde gezdirerek gerekli dilekçeyi yazdım. İmza atmam gereken kısma geldiğimde isim yerine ne yazmam gerektiğini bilemedim. Elimde kalemle birkaç saniye öylece bekledim.

Albay kısaca kağıda göz attıktan sonra nerede takıldığımı gördüğünde “Kıdemli yüzbaşı,” dedi. “Kıdemli yüzbaşı Umay Nevra Belemir.” İçimden tekrar ettim. Kıdemli yüzbaşı Umay Nevra Belemir.

Bu rütbeyi alalı çok uzun bir zaman olmamıştı ve kader o ki ilk defa bunu başka birinin ağzından duyuyordum. Göreve çıktığımda üsteğmendim, geldiğimde yüzbaşı. Hem de kıdemli olandan.

Vay anasını...

Garip olan şey, yüzbaşı olan halimi tamamen askeriyeden uzak geçirmiş olmamdı. Kimliğim yoktu ama demek ki istediklerinde her şeyi çok da iyi yapıyorlardı. Terfi vermeye gelince veriyorlardı da bir kere komutanımla konuşmama izin vermiyorlardı.

Bu konuda laf söylemek benim haddim olmamakla beraber hatırlamak istemediğim noktalardı. Buraya gelişimden sonra orada olan her şeyi silmek gibi bir karar vermiştim ve bunun da arkasındaydım. Aksi bir durumda delirmem an meselesiydi.

Kağıda boş boş bakmayı bırakıp hızla ismimi yazdım ve imzamı attım. Kalemin kapağını kapatıp kağıdın üzerine koydum. Galiba başka bir şey kalmamıştı.

Ben odadan çıkabilmek için albayın iznini beklerken o beni bırakmamaya yemin etmiş gibi davranıyordu. “Umay,”

“Emredin!”

Gözlerimin tam içine bakıyordu. Bakışlarımda her ne gördüyse söylemek istediği şeyden vazgeçtiğini fark ettim. Belki de askeriyede olduğumuz içindi.

“Çıkabilirsin.”

Ayağa kalktım ve baş selamı verdim. Nizami bir şekilde odadan çıkıp kapıyı kapattım. Sağ tarafıma döndüğümde bir er ile karşılaştım ancak bu hiç normal bir karşılaşma değildi. Normal bir karşılaşma olması için önce sırtladığı damacanayı bırakması gerekiyordu.

Ben bunları düşünüp onun kan ter içinde kalmış halini izlerken o nefes nefese bir şekilde damacanayı yere bıraktı ve elinin tersiyle alnındaki terleri sildi. Benim bildiğim kadarıyla cezalar dışarıda verilirdi, ne ayaktı bu herif?

Soracağım soruyu elimden geldiğince yontmuş, “N’apıyorsun amına koyayım?!”dan “Hayırdır?”a kadar getirmiştim. Büyük başarıydı, kabul edilmeliydi.

O kilit soruyu sormak için harekete geçtim. “Hayırdır, nereye götürüyorsun koca damacanayı?”

Er gözüyle beni süzdü. “Bi’ dur bacım be! Canım çıktı burada!”

İçime derin bir sabır nefesi çektim. İlk günden bana bulaşan bu şanslı (!) gencin soyadına baktım.

“Kaçar... Garip bir soyadın var. Adın ne senin?”

“Sana ne benim ismimden bacım? Dur dediğimde ne anlıyorsun sen?!”

Ebeni.

Eliyle beni kapının önünden çekmeye çalıştı ancak kıpırdamadım. “Çekil, albay su bekliyor.”

Albayın postası olduğunu anladığım, ismini bilmediğim er için en kısa zamanda lokma döktürmek farz olmuştu. O soyadı aklıma kazımıştım, boku yemişti.

Onun icabına bakma işini sonraya bıraktım. Şu an dinlenme odasında veya hangarda tabiri caizse bir taraflarımı yaya yaya yatmak istiyordum. Malum, gidebileceğim bir evim yoktu. Bu işi de en kısa sürede çözmem lazımdı. Belki lojmana falan yerleşirdim, bilemiyordum.

Postanın neden albayın odasına damacana sokmaya çalıştığını sorgulamaktan vazgeçip kapının önünden çekildim. Elbet bir gün ödeşecektik. Elbet bir gün elime düşecekti. Elbet bir gün ağzına sıçacaktım.

Ben çekilir çekilmez eliyle birkaç kere kapıyı tıklattı. Albayın izin veren sesi duyulduğunda damacanayı da alıp odaya girdi. Allah akıl fikir versindi.

Zaten üniformamı almak için hangara gitmem gerekiyordu, dinlenme odasıyla uğraşmayıp direkt oraya gitmeye karar verdim. Ana binadan çıkıp arazinin biraz daha farklı bir köşesinde kalan hangara doğru ilerledim. Yaklaştıkça sesler duymaya başladım, anlaşılan albayın da dediği gibi Pusat Timi yerindeydi.

Giriş kapısıyla aramda birkaç metre kaldığında kulağıma ilişen şey ile olduğum yerde durdum. “Bilseydik yapmazdık herhalde abi, bizim ne suçumuz var?” Sarp’ın ne dediğini anlayabilmek için görgüsüzlük, edepsizlik, ayıp, artık her ne deniyorsa ondan yapmaya karar verip konuşulanları dinlemeye başladım.

“Sarp doğru söylüyor, biz onun asker olduğunu bilmiyorduk.” Çağlar’ın haklılık payı vardı. Zaten onun için şimdiye kadar onlara herhangi bir tepki göstermemiştim.

“Ama ya kolunu bir daha kullanamasaydı?” İşte o zaman topunuzun çarkına sıçmıştım Sarp.

“Valla komutanım... Kimse bilmese Allah şahit, kolunu bir daha doğru düzgün kullanamasın diye bilerek sıkı sarmıştım bandajını. Rabbime bin şükür yine bir şey olmamış kadıncağıza. Vebaline girmeye dayanamazdım.” Ah be Yiğit abi, yaktın beni. Ara sıra sızlıyor hala.

Tam dinlemeyi bırakıp içeri gireceğim esnada son bir cümle kulaklarıma ulaştı. “Öyle ya da böyle, ben bir yüzbaşıyı vurdum.”

İşte şimdi sarı kafa, naneyi yedin.

Beni vuran kişinin Sarp olduğunu an itibariyle öğrenmiş bulunuyordum. Daha önce de bahsettiğim gibi, yapmaları gerekeni yapmışlardı ve ben bunun için onlara kızamazdım. Onların yerinde ben olsam ben de beni vururdum ancak bu üstün empati yeteneklerimi kısmen bir kenara fırlatıp eğlenceli bir intikam almak da hakkımdı. O kadar da olsundu, hala acısını çekiyordum yani.

Daha fazla oyalanmayıp hangara girdiğimde benden rahatsızlık duydukları için mi yoksa başka bir sebepten mi bilinmez, hepsi susmuştu. Benden rahatsız olmalarını elbette istemezdim, yaşadıklarımızdan sonra alışamadıklarına inanmak istiyordum. Diğer türlüsünü şu an kaldıramazdım.

Etrafa yavaşça göz gezdirdim. En son bıraktığım halinden eser yoktu, eşyalarımızın hepsini atmışlar gibi görünüyordu. İçimde bir yerler acısa da çaktırmamaya çalıştım ancak gözümün önüne gelen görüntüler bana hiç yardımcı olmuyordu.

Mert! Yine ne bok yedin?”

“Vallahi bu sefer bir şey yapmadım komutanım! Serdar’a sorun isterseniz.”

Serdar’la göz göze geldiğimde başını hızlıca iki yana salladı. “Yalan söylüyor komutanım,” Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Allah bilir yine ne yapmıştı. “Çay ocağında yanlışlıkla çaydanlığı devirmiş, artık orada ne işi varsa...”

“Oğlum sussana lan!” Mert eliyle Serdar’ın ağzını kapatmaya çalışsa da başarılı olamamıştı.

Serdar susmadı, anlatmaya devam etti. “Çaydanlık devrilince sövmeye başlamış. Arkasında Hamit binbaşı varmış garibimin, içinden geçti çocuğun.”

Koca bir kahkaha atmamak için kendimi öylesine sıktım ki, kıpkırmızı kesildiğime emindim. En sonunda timdekiler kendilerini tutamayıp gülmeye başlayınca ben de kendimi saldım. Bütün askeriyenin bizim sesimizle çınladığına emindim.

Mert başta bozulmuş gibi baksa da bir süre sonra o da gülmeye başladı. Biz buyduk işte. Yalnızca bir tim değil, aynı zamanda aileydik.

Kendime gelmek için hızla gözlerimi sıkıca yumup açtım. Bunların hiç sırası değildi. Yapmaya geldiğim şeye odaklanmak en iyisiydi.

Pusat Timi sandalyeleri sen gözlerini bana dikmiş, öylece bekliyordu. Muhtemelen üstümde üniforma olmadığı için hiçbiri ayağa kalkmamıştı. Herhangi bir yakınlığımız da yoktu zaten, kalkmamaları normaldi.

Boğazımı temizleyip hafifçe aşağı eğilmiş olan başımı dikleştirdim. “Üniformalarımı buraya getirmişler.” Üniforma önemliydi sonuçta.

Yüzbaşının kısaca “Mete.” diyerek verdiği komut sayesinde Mete kalkıp arka taraftaki rafların olduğu yerden poşetlenmiş üniformalarımla beraber aldıkları cüzdanım ve telefonumu getirmişti. Telefon ve cüzdanı poşetin içine koymasını izledikten sonra poşeti elime aldım, elimdeki küçük kutuyu içine attım.

“Sağ ol.”

Arkamı dönüp geldiğimin iki katı hızla çıkıp gittim. Askeriyenin her yanına serpiştirilmiş anılar vardı ama hangardaki anı yoğunluğu çok daha fazlaydı. Orası bizim yerimizdi, şimdi ise Pusat Timi’nin olmuştu.

Ana binadaki kadınlar tuvaletine girip kapıyı kilitledim. Tuvaleti olanlar birkaç dakika bekleyebilirdi. Zaten toplasan koca askeriyede kaç kadın vardı ki? Hepsi beni bulmazdı herhalde.

Kabinlerin hepsinin boş olduğuna emin olduktan sonra omzuma dikkat ederek yavaşça bluzumu çıkardım. Kollarımda yer alan morlukları görmek beni fazlasıyla rahatsız etmişti. Önceden böyle değillerdi.

Bluzu lavabonun kenarına koyduğum esnada gözüm aynaya kaydı. Aynadan bakınca yalnızca kollarımdakileri değil, göğüs kafesimdeki izleri de görebiliyordum. Göğüs kafesimde eskiden morluklar ve yaralar olurdu. Şimdi morluklar geçmiş, yaraların hepsi birer ize dönüşmüştü. Geçmişte kalmışlardı ama geçmemişlerdi.

Her ne kadar üstüme bir kasvet çökse de içime çektiğim nefesin titremesine izin vermedim. Böyle olması gerekiyordu, böyle olmuştu. Bu kadardı.

Ayakkabılarımı çıkarıp üstlerine bastım ve hızlıca altımdakini de çıkarıp bluzun yanına yolladım. Bacaklarımın da hali içler acısıydı ama düşünmemeye karar verdim. Ellerim üniformaların olduğu poşeti açarken başka hiçbir şeye odaklanmamaya çalıştım.

Poşeti açtığımda elime ilk gelen şey ince bir poşetle paketlenmiş kısa kollu askeri tişört oldu. Kendisini giyerdim giymesine de, üstüne bir şey giymek lazımdı. Az önce benim gördüklerimi başkalarının görmesini istemezdim sonuçta.

Tişörtü tek elime alıp diğer elimle poşetin içini yoklamaya başladım. Aradığım gömleği de bulduğumda önce tişörtü, sonra da uzun kollu gömleği giydim. Hava sıcak olduğu için uzun kollu giymemi yadırgayabilirlerdi ama yapacak bir şey yoktu. Olduğu kadardı.

Poşetin en üstünde kalan pantolonu da paketinden çıkarıp giydim. Ayakkabıların üstüne basarken bu biraz zor olmuştu ama sorun değildi. Önce tişörtü sonra da gömleği pantolonun içine soktum. İçinde çok fazla şey kalmayan poşetten palaskamı alıp belime taktım. Yeteri kadar sıktığıma emin olduktan sonra tokasını da ayarlayıp bıraktım.

Postallarım burada değildi, muhtemelen yarın yedek üniformalarla beraber onları da verirlerdi. O zamana kadar bunlarla idare edebilirdim.

Beyaz spor ayakkabılarımı geri giydim ve bağcıklarını bağladım. Beyaz olmasalardı iyilerdi aslında ama en azından günü kurtarırlardı.

Kamuflajın altına spor ayakkabı giymeyen de... Ne bileyim yani.

Tamam, biraz saçma, hatta bayağı saçma olduğunu kabul ediyorum.

Bağcıklarımı bağlayıp doğrulduktan sonra yakalarımı düzelttim. Küçük yemek operasyonumdan sonra topuzumu açtığımda bileğime geçirmiş olduğum tokayla elimden geldiğince düzgün bir at kuyruğu yaptım. Tarak olmadığı için tam olarak gözüme hitap etmiyordu ancak şimdilik böyle kalmasında bir sakınca görmüyordum.

Son kez saçımı düzelttikten sonra biraz geri çekilip aynada kendimi süzdüm. Ayna yukarıda olduğu için palaskamdan aşağısı görünmüyordu ancak üstte gördüklerim bana fazlasıyla yettiği için bunu dert etmedim.

Kıyafetler üstüme biraz bol gelmiş olsa da dışarıdan pek de öyle görünmüyordu. Hatta tam bedenimmiş gibi gözüktüklerini bile söyleyebilirdim. Palaska belimin inceliğini gözler önüne serse de ağırlığını kaybetmiyor ve gömleğimi içine sıkıştırdığım için bolluğunu belli etmiyordu. Güzel görünüyordum.

Bakışlarım biraz daha yukarı tırmandığında aynada kendimle göz göze geldim. Harelerim ışıldamasa da uzun bir süre sonra gözlerimdeki sis kaybolmuştu. Belki duygulu bakmıyordum ama robot gibi olmadığım da kesindi. Araftaydım ama cennet en az cehennem kadar uzaktı.

En son olarak yapmam gereken şeyi yapmak için poşetten küçük ahşap kutuyu çıkardım. Metal tokasını açtığımda serbest kalmış olan kapağını hafifçe yukarı kaldırdım. Etraf yine anı kokmaya başlamıştı. Kapağı tamamen açmadan sağ elimi içine daldırdım ve birkaç parça eşyanın arasında aradığımı bulup çıkardım.

Metalin soğukluğu elime yayılırken küçük kutuyu kapatıp poşetin içinden çıkardığım telefonum ve cüzdanımla beraber gömleğimin cebine attım. Sağ elimdeki zincir kendini hatırlatmak istercesine şıngırdayıp duruyordu. Zincirin ucundaki iki dikdörtgen plakadan birini yüzüme yaklaştırıp okumaya başladım ancak ilk birkaç kelimenim ardından bundan vazgeçtim. Bu kadarı yeterliydi.

Umay Nevra Belemir

0 Rh+

Elimdeki şey benim künyemdi, asker olduğumu kanıtlayan yegane şeydi. Yokluğunu çok çekmiştim, şimdi vuslat vaktiydi.

Ben Nevra’yı öldüreli çok olmuş olsa da hala birileri bana o şekilde hitap etmeye devam ediyordu. İmza atarken Umay Nevra diyordum, künyemin üstünde Umay Nevra yazıyordu... Olsundu, ben kabullenmedikten sonra ister Nevra, ister Ayşe, ister Meltem’di yani. Önemli olan benim o ismi kabullenmemdi ve ben kabullenilebilecek hiçbir şey bırakmadığım gibi her şeyi yakıp yıkmıştım.

Sebepler önemsizdi, sonuçlar vardı ve ben maalesef suçluydum.

Ben yalnızca Umay’dım ve öyle de kalacaktım.

Künyeyi boynuma takıp gömleğimden içeri attım. Artık dışarıdan görünmüyordu ama ben onun orada olduğunu biliyordum, bu bana yeter de artardı.

Artık eksik olan şeyler yalnızca apoletlerim ve sağ göğsümde yer alması gereken soyismimdi. Onlara kavuşabilmem için önce görev raporumu yazmalıydım ki dört yılın özetini geçmek pek de kolay olmayacaktı.

Bu kılıkla kimsenin beni takmayacağını bildiğim için raporu yazma işini hangarda yapmaya karar verdim. Özellikle apoletlerime kavuşmak için can atıyordum çünkü onlar benim burada söz sahibi olmamı sağlıyordu.

Ne garip, değil mi?

Neymiş garip olan?

Üzüldüğünde de heyecanlandığında da yüzünde hiçbir mimik oynamaması.

Bu benim bilerek yaptığım bir şey değildi, zorundalıklar sonucunda edindiğim alışkanlıklardan kendimi sorumlu tutmuyordum ve tutmayacaktım da. Bu durumu çok önemsemiyordum çünkü benim duygularından başkasına neydi?

Çıkardığım pantolonu poşetin içine atabilirdim ancak bluz doğruca çöpü boylamak durumundaydı. Onu ne kadar yıkarsam yıkıyayım o lekenin geçtiğine beni ikna edemezdiniz. Psikolojik midir bilemiyorum ancak kan lekelerinin çıktığına inanmıyorum, ne yapayım?

Poşeti de alıp dışarı çıkmak için kapının kilidini açtım. Koridorda ilerlerken gördüğüm askerlerin bazılarının yüzünü ilk geldiğimde gördüğümü anımsıyordum. Çoğunluk bana garip garip bakıyordu. Hakları vardı, birkaç saat önce sürüklene sürüklene alt kata götürüldüğünü gördükleri kadın şimdi üstünde askeri üniformayla dışarı çıkıyordu.

Hiç kimseye bulaşmadan hangara döndüm. Bu sefer kimse susmamış ve hatta konuşmalarına hiç ara vermeyip bir hayalet gibi hissetmemi sağlamışlardı. Sessizce hangarın köşesindeki masanın başına geçtin. Konumum dolayısıyla sırtım duvara dönüktü ve başımı kaldırdığımda direkt olarak ilerideki Pusat Timi’ni görüyordum.

Onları izlemeye gerek duymayarak görev raporu yazmaya başladım. Aslında bu belgeyi bilgisayarda yazmam daha doğru ve hızlı olurdu ancak şu an bu rapor meselesi biraz oyalanmak için iyi bir fırsattı. Kimliğim aktifleştikten sonra gerekirse hepsini bilgisayara geçirip çıktı alırdım, sorun yoktu. Üşengeçlik etmediğim tek şey işim olabilirdi.

Aradan yarım saat kadar geçmişti. Yaptığım şeye tamamen odaklandığım halde kulağıma ulaşan kahkaha seslerini bastıramaz hale gelmiştim. Aslına bakarsak bastırmak istediğim de pek söylenemezdi.

Anlaşılan Pusat Timi bugün havasındaydı. Hiç sesimi çıkarmadan işime devam ettim, onların eğlencelerini durduk yere baltalamak istemezdim.

Akrebin yelkovanı kovalaması henüz bitmemişken raporun sonlarına yaklaşmaya başlamıştım. Tesadüf ki tam olarak Sarp’ın beni vurduğu kısmı yazmak üzereydim. Bu kısmı yazmadan önce biraz mola vermek istedim. Saatleri aşan yazı yazma işi elimi yormuştu. Kalemi kağıt tomarının üstüne bırakıp arkama yaslandım, kollarımı göğsümde kavuşturdum ve sandalyede biraz yayıldım. Rahat olduğuna inandığım bu pozisyonda izleyebileceğim tek şey olan Pusat Timi’ni izlemeye başladım.

İçinde bulunduğumuz hangarın epeyce büyük olmasından kaynaklı olarak onlar benden bir parça uzakta kalıyordu. Buradan gördüğüm kadarıyla daire şeklinde dizdikleri sandalyelerde oturup çay içiyorlardı. Yirmi dakika kadar önce bir er onlara çay getirmiş, benimle göz göze geldiğinde ise hiçbir tepki vermeden çıkıp gitmişti. Üzülmemiştim, canım çay da istemiyordu zaten.

Aramızdaki mesafeden dolayı bağırmadıkları sürece konuştukları şeyleri tamamen anlamam olanaksızdı ancak yine de mutlu olduklarının farkındaydım. Bunu her şeyimle hissetmem bir yana dursun, onların kesilmeyen kahkahaları şahitti. Ara sıra Sarp ve Çağlar ayağa kalkıp birbiriyle uğraşıyor, diğerleri de onlara bir şeyler söylüyordu. Mesainin bitmesine az bir vakit kalmış olmasına rağmen henüz enerjileri tükenmemiş gibi görünüyordu. Bu iyi bir şeydi, aklımın kenarına not aldım ve raporu bitirmek için sandalyede toparlanıp tekrar işe koyuldum.

Raporda Sarp’ın ismini vermeden olanları hızlıca anlattım. Rapor sonunda bittiğinde tarih attım, isim kısmına yine Umay Nevra yazdım ve ismimin altını imzaladım. Tek bir rapora ait onlarca kağıt masanın üstünde yer alıyordu. Sıralarını karıştırmamaya özen göstererek hepsini bir yerde topladım ve birkaç dakika önce çekmeceyi kurcalarken bulduğum boş mavi dosyanın içine yerleştirdim. Tam dosyayı da alıp kalkarken hangarda sandalyelerin çıkardığı bir gürültü oluştu. Tim kalkmış gidiyordu, anlaşılan mesai bitmişti.

Timin arkasından ben de çıktım ve ana binaya girdim. Bu binaya bugünkü kaçıncı girişimdi artık saymayı bırakmıştım. Adeta koşar adımlarla albayın odasına çıktım. Kapıda yine posta yoktu, yine damacana almaya gitmiş olması muhtemel olduğu gibi kendisine ilk karşılaşmamızda güzel bir sebil markası önerecektim.

Kapıyı tıklatırken içimden Allah’ım lütfen gitmemiş olsun adlı duayı okumakla meşguldüm. Allah’ın sevgili kulu olabilir miyim bilmiyordum ama içeriden “Gel!” sesi geldiğine emin olduğum anda kapıyı açıp içeri girdim. Albay kafasın masadaki dosyadan kaldırmadığı için kapıyı kapattıktan sonra durumu bildirdim. “Kıdemli yüzbaşı Umay Belemir,” Benim sesimi duymasıyla beraber kafasını kaldırıp bana bakmıştı. “Görev raporu getirdim komutanım.”

“Getir.” Sakince masasına doğru yürüyüp dosyayı önüne bıraktım ve geri geri adımlayarak biraz uzaklaştım. Mavi kapağını açıp baktığı anda albayın kaşları havalanmıştı. Birkaç sayfa çevirip baktı, “Hepsini elinle yazmak kaç saatini aldı?” diye sordu.

“Emin değilim komutanım.”

Kafasını birkaç kere aşağı yukarı sallayıp anladığını belirtti. Dosyayı yeniden masaya bırakıp çekmecesini açtı. Kısaca bir şeyler karıştırdı ve “Gel,” dedi. Tekrardan masanın önünde durduğumda çekmeceden elini çıkarttı ve bana doğru uzattı. “Al.”

Başımı eğip Göktürk albayın bana uzattığı şeyi gördüğümde içime bir ılıklık yayıldı. O ılıklık birkaç saniye sonra cehennem ateşi gibi harlandı ve beni yakmaya başladı. Üç yıldızlı apolet görüş açıma girdiği an beni kalbimden yaraladı. Ben bugün bu masanın başında ölüp ölüp dirildim ama bu o kadar kısa sürdü ki ben bile fark etmedim. Üsteğmenliğim biteli seneler olmuştu ama rütbelerimi ilk defa şu an görüyordum. Yüzbaşı olduğumdan beri sanki ilk kez bugün bunun farkına varıyordum, bu nasıl bir ironiydi?

Elimi uzatıp albayın verdiği üç parçaya baktım. İkisinin üstünde üçer yıldız vardı, birinin üstünde büyük harflerle “BELEMİR” yazıyordu. Buydu işte benim hayatım, bir avuca sığacak kadar küçük ama yeri göğü delip geçecek kadar büyük.

“Başka bir şey yoksa çıkıp kendine bir ev bulsan iyi edersin yüzbaşım. Eğer istersen beni arayabileceğini biliyorsun.”

“Emredersiniz.”

“Çıkabilirsin.”

Baş selamı verip odadan çıktım. Göktürk albay ile arama garip bir soğukluğun girdiğinin farkındaydım ancak bu gayet doğal ve bence olması gereken bir şeydi. Fazla samimiyet bana yaramıyordu, bunu maalesef fazlasıyla acı bir şekilde deneyimlemiştim. Tekrarına lüzum yoktu.

Kapının önünde elimdeki apoletleri ve isimliği yerlerine yapıştırdım. İşte şimdi gerçekten kıdemli yüzbaşı Umay Belemir olmuştum. Artık korkması gereken taraf ben değil, benim karşımdakilerdi.

Umay Belemir’den daha tehlikeli bir şey varsa o da künyesine ve üniformasına kavuşmuş bir Umay Belemir’di. Acılar dört buçuk yıllık fetret devrinin ardından tamamen geçmemiş olsa da onlara alışmıştım ve adeta yükselişe geçmiş gibi hissediyordum. Buradan çıkan Umay ile şu anki Umay arasında dağlar bir kenara dursun, okyanuslardan bile daha fazla fark vardı.

Gitmiştim ama geri gelmesini de bilmiştim. Şimdi ortalığı toparlama vaktiydi.

 

-0-0-0-0-0-0-0-

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi ve söylemek istediklerinizi buraya alalım.

Lütfen oy vermeyi unutmayın, kendinize iyi bakın :)

Loading...
0%