@kelimelerimveben
|
Tekrardan merhaba! Nasılsınız? Umarım iyisinizdir çiçeklerim, umarım hayat dopdolu ve mükemmel bir şekilde ilerliyordur :) Önceki bölüme gelen tepkiler beni çok mutlu etti. Özellikle yorum sayısında gözle görülür bir artış var. Benim aklıma takılan tek şey her bölümde okunma sayısının biraz daha azalması. Neden böyle oluyor bilen var mı? Her neyse. Bir şekilde bindiğimiz dala tutunacağız. 8. bölüme 30 okunma ve 13 oy geldi, bu da yaklaşık olarak okuyan her 2 kişiden 1'inin oy verdigini gösteriyor. Tek kelimeyle MÜ-KEM-MEL-Sİ-NİZ. Daha fazla uzatmadan buyurun bakalım. İyi okumalar! Oy vermeyi ve satır arası yorum yapmayı lütfen unutmayın :) -0-0-0-0-0-0-0- Acaba buraya hiç gelmese miydik Umay? Beni delirtme, yemin ederim sırf susman için kafama sıkarım. Akşamdan beri burada kıçımız çürüdü ve ben artık uyumak istiyorum. Ben de uyumak istiyorum. Uyumam mümkün değilse bir kutu sakinleştirici içip bayılmak istiyorum. Yüzbaşıdan rica edip bu sefer kafamı en sağlamından yardırmak ve orada beyin kanaması geçirip ölmek istiyorum. Ben şu an bilincimin kapanacağı herhangi bir şey istiyorum. Her şeyimi ortaya koyup yardım istemek isterdim ama zaten etim de kemiğim de sizin, sayın TSK mensupları. Rica ediyorum bana yardım edin, uyuyamıyorum. Alt tarafımı komple dümdüz eden sandalyeye inat biraz daha yayıldım ve gözlerimi tekrardan yumdum. Akşamdan beri anladığım bir şey varsa o da aniden içine düştüğüm şehir hayatının bende jet lag benzeri bir etki yarattığıydı. Her ne kadar oraya düştüğüm güne milyon kere lanet etmiş olsam da acı bir gerçek vardı ki dağları fazlasıyla benimsemiştim ve bunu daha yeni fark ediyordum. Mesela şu an bir ağacın tepesinde veya soğuk bir mağarada incecik tişörtle uyuyabilirdim ancak ben burada sandalyenin tepesinde acı çekiyordum. İmdat diye bağırmama son bir saniye falandı. An itibariyle maalesef hangardaki kırık koltuğu kaldıranların yedi ceddine sövmüş bulunuyordum ama hak ettikleri de acı bir gerçekti. Önceden orada olan koltuk kırık da olsa iş görüyordu. Hem mademki kaldırmışlardı, neden yerine yenisini koymamışlardı? Hava neredeyse aydınlanmak üzereydi ve ben henüz bir gram uyku uyuyamamıştım. Giren-çıkan kişi çok olur diye dinlenme odasını işgal etmek istememiş ve uyumak için hangara gelmiştim fakat günün aydınlanmaya yaklaştığı bu vakitlerde keşke gidip bir benzinliğin köşesine falan kıvrılsaydım diye düşünmeden edemiyordum. Dün gece de uyuyamadığımı göz önünde bulundurursam -hastaneden kaçmış ve sokak arasında sabahı beklemek zorunda kalmıştım- bu gidişat hiç hayırlara alamet değildi. Alışık olmam, uykusuz kalmaktan hoşlandığım anlamına gelmezdi. Senin iç sesin olmak da zor be Umay. Önceden böyle değildin, birkaç senede yabani kesildin başıma. Gerekirse kendimi vururum diyorum, hala konuşuyor musun? Ve bir o kadar da maganda. Susmayan iç sesime karşı belimden silahımı çekip mermiyi namluya sürmek istiyor olsam da henüz silahımı teslim almadığım için maalesef bu mümkün değildi. Ağla bir de istersen, Umay? Uykusuzluktan yok olmak istediğim saatlerin birinde aklımdan yere yatmayı geçirmiştim ama birkaç saniye içerisinde bunu düşünmenin bile saçma olduğu kanısına varmıştım. Oldu da birisi hangara girerse rezillik boyumu geçerdi ve ben orada boğulurdum. Gerek yoktu. Saatlerce aynı yerde oturmaktan sıkılmış bir halde sandalyeden kalktım ve hangarın içinde volta atmaya başladım. Acilen bir ev bulmam lazımdı, belki de lojmana başvurmalıydım, emin olamıyordum. Aslında lojman benim için fazlasıyla yeterli olurdu ama her an her yerde asker görmek bana nasıl hissettirirdi, bunu kestiremiyordum. Sen şuna “Lojmandakilerle karşılaşmaktan korkuyorum,” desene. Karşılaşmaktan kaçındığım herkes bir tarafa dağıldı, ortada korkulacak bir şey yok. Peki ya Selçuk? O konu seni ilgilendirmez, bu benim tercihimdi. Adam burnunun dibinde, timinin gözcüsü. Söylesene, onu time alırken ne düşünüyordun? Onu time başarılı olduğu için mi aldın yoksa bu yalnızca ucuz yoldan vicdanını rahatlatma çaban mıydı? Kesinlikle lojmana başvurmalıydım. Zaten çok büyük bir yer istemiyordum, temizliğiyle falan baş edemezdim. Bir mutfak, bir tuvalet ve küçük bir yatak odası benim için yeterliydi. Açıkçası salon çok umurumda değildi çünkü değil eskisi gibi misafir ağırlamak, insan yüzü bile görmek istemiyordum. Salon olmasa da olurdu. Lojmanda güvenlik sıkıntısı çekmeyeceğim gerçeği insanı hepten mutlu eden bir şeydi ve buraya da yakındı, gidip gelmek kolay olurdu. Karar verilmiştir, karargahtan çıkar çıkmaz lojmana başvuruyorum. Diğer türlü iki güne benim ölüm çıkar buradan. Bir yemek, iki uyku. Doğru dedin paşam. O mantıyı hâlâ aşamadım... İç sesimin aklıma soktuğu o malum mantımsı şey ile adımlarım duraksadı. İşte şimdi uykum tümden kaçmıştı. Soğuk mantı, mantı sayılmazdı. Mantı dediğin şeyin kendisi ve sosu sıcak, yoğurdu soğuk olurdu bir kere. Burada uyuyamayacağım kesinleşmişti. Hiç olmayan uykum, nasıl olduğunu benim de anlamadığım bir şekilde hepten kaçmaya başlamıştı. Daha fazla diretmeden hangarın kapısına doğru yöneldim. Çok bile dayanmıştım. Kapıyı biraz güç uygulayarak araladım ve aradan sıvışıp çıktım. Henüz koca hangarın kapısını tek başıma sonuna kadar açmaya çalışacak seviyede bir salak değildim, genç yaşımda fıtık olmak istemiyordum. Ha istesem açar mıydım, açardım. Ama gerek yoktu işte, bu göbeği boşuna eritmedik dağda taşta. Aradan sıyrıl git, bu kadar basit. Kendimi dışarı attığımda yüzüme çarpan hafif serin hava benim kaymaya çalışan bilincimi tam anlamıyla açarken içime derin bir nefes çektim. Şehrin henüz aydınlanmamış havası insanı boğuyordu, acı ama gerçekti. Allah’tan karargah ve kalmayı planladığım lojman şehrin göbeğinden biraz uzaktaydı da her sabah o leş gibi egzoz kokusunu çekmeyecektim. Gireni de çıkanı da s...eveyim, yürü gidelim dinlenme odasına da zıbaralım artık. Katılıyorum. Uyuyalım artık. Rekor falan kırmak gibi bir derdim yoktu ama eğer en son uyuduğum andan beri biri beni gözlemliyor olsaydı uykusuzluk konusunda kesinlikle Guinness’e girerdim. Bu gariban yüzbaşının -yani benim- uykusuzluğu iki günü fazlasıyla geçmişti ve sinirden bir yerleri patlatmasına çok az kalmıştı. Ben olsam karşısında durmazdım ki diğerleri de öyle yapıyor gibi görünüyordu. Ana binaya girene kadar etrafta nöbetçi subaylar haricinde kimse görmemiştim, nöbetçiler de bana karışmamıştı zaten. Bu iyi bir şeydi. Ben karşındakilere acıdığım için uyuyalım diyorum zaten, manyak kadın. Uykusuz kalınca gizli şizofrenin tetikleniyor galiba, kampın ortasında yakıp sonra cesedini patlattığın puştu unutmadım. Uyku çok önemliydi, olmazsa olmazdı, yokluğu adamı manyak ederdi. Şekil 1-A, sen. Kes. Zemin kattaki koridorda biraz ilerledim ve eskiden dinlenme odası olan yerin kapısını aralamak için bir hamle yaptım. Şansım yaver giderse oda değişmemiş, içeriden general falan çıkmıyor olurdu. Besmele çekip kapı kolunu hızlıca indirip kapıyı ileri doğru ittim. Kilitli olmayan kapı kolayca açılmıştı. Göz ucuyla aralanan yerden odaya bakmam, tanıdık eşyaları fark etmem, kendimi tamamen boş olan odada deri üçlü koltuğun üstüne fırlatmam toplamda beş saniyeydi. Görev tamamdı. Kendimi resmen fırlattığım için omzumdaki yara çok hafif sızlamıştı ama umurumda olduğunu söyleyebilecek bir durumda değildim. Daha önemli problemlerim vardı ve ben şu an bizzat onlarla ilgileniyordum. Sırtım çok yumuşak olmayan deri koltuğun kumaşı ile temas ettiği an bedenimi bir rahatlama sarmıştı. Şu an taş olsa yine rahat gelirdi, Allah sandalyeleri de bildiği gibi yapsındı. O kıçı kırık koltuğa muhtaç olacağımı elli sene geçse yine düşünmezdim ama olmuştu işte, onu yerinden kaldıranların tek tek burunlarından getirmek bu sabah itibari ile bana farzdı. Yerine yenisini koydurmazsam adım da Umay olmasındı. Vücudumu biraz geri iterek kafamı koltuğun kolçağına gelecek şekilde ayarladım ancak küçük bir detay duraklamama neden oldu. En ufağından bir problemim vardı: ayakkabılarımı çıkarmamıştım. Ayakkabılarla uyumakla herhangi bir problemim tabii ki yoktu ama koltukların leke olmasını istemezdim. Kabul, biraz takıntılıydım ama bu benim yaşamımı tehdit etmediği sürece sorun yoktu. Oflaya puflaya yattığım yerden doğruldum ve o meşhur beyaz ayakkabıları çıkartıp güzelce koltuğun yanına, ayaklarımın hizasına koydum. Çoraplarımın altını da kontrol etmiş ve kirli olmadıklarına ikna olmuştum, işte şimdi uyuyabilirdim. Yeniden koltuğa uzandım, başımı kolçağa yatırdım ve odaya doğru dönerek sırtımı koltuğa yasladım. Nedendir bilinmez, sırtımı bir yere yaslayarak uyuduğumda uyku kalitem ciddi ölçüde artıyordu. Kapı arkamda kalmıştı ama yapacak bir şey yoktu. Hem işime bile gelirdi, rütbeli biri gelirse toparlanmak için az da olsa vaktim olurdu. Daha fazla oyalanmak istemeyerek elimi gömleğimin cebine attım ve saate bakmak için telefonumu çıkardım. Saymadığım birkaç saniye boyunca telefonun karanlıkta parlayan ekranıyla bakıştım. Öyle ki saatin sabah dördü kırk yedi geçiyor olması imkansızdı. Ben bu uykusuz geçirdiğim elliden fazla saatin acısını üç saat on üç dakikada çıkarabilecek gibi değildim. Mal mal telefona bakarak zaman kaybetmektense telefonu yeniden cebime atıp hızla gözlerimi kapatma tercihinde bulundum. Çok acilen uyumam lazımdı, şu an her saniye elmas değerindeydi. Karanlık beni içine çekmeye çalışsa da vücudum bu duruma inatla direniyordu. Gergindim ve sebebini az çok tahmin edebiliyordum. Askeriyeye dönmüş olmak bana biraz garip hisler yüklemiş olabilirdi, bunun etkisi olduğuna emindim. Vücudumu gevşetmek ve kaslarıma biraz dinlenmeleri için izin vermek amacıyla hep yaptığım şeyi yapmaya karar verdim. Dudaklarım oynamıyor, sesim çıkmıyordu ama zihnimde zarif hareketlerle bir parçanın sözleri süzülüyordu. Hangi şarkı olduğunu başta ben de bilemiyordum, yalnızca beynimin içinde yanıp sönen kelimeler vardı ve yangının ortasında saklambaç oynayan çocuklar kadar yavaş ve mahzun bir şekilde hareket ediyorlardı. Zamanla bazı kelimeler belirginleşmeye başlardı, yine öyle olmuştu. Uyuyamadığım zamanlarda söylemek için bilinçaltımın seçtiği şarkı her seferinde ruh halime göre değişkenlik gösterirdi. Bugün ise bu şarkı, muhtemelen Ankara’ya geldiğimden beri ara ara beni yoklayan kardeşimin düşü yüzünden bu sefer Fourth Of July olmuştu. The evil it spread like a fever ahead (Kötülük ileride bir ateş gibi yayıldı) It was night when you died, my firefly (Öldüğünde geceydi, ateşböceğim) What could I have said to raise you from the dead? (Seni ölümden diriltmek için ne söyleyebilirdim?) Oh could I be the sky on the Fourth of July? (Ah, 4 Temmuz’da gökyüzü olabilir miydim?)
-0-0-0-0-0-0-0- Kendimi içinde bulunduğum karanlıktan çekip çıkarmaya çalışırken boğazım kupkuruydu ve nefes alırken zorlanıyordum. Göz kapaklarım birer ton yük yüklenmişçesine ağırlaşmıştı; onları aralamak imkansızdı. Başım iki duvar arasında sıkıştırılıyormuşçasına ağrıyordu. Kollarımı kıpırdatmaya çalıştığımda bileklerimde derin birer sızı belirdi. Bileklerime ne olduğuna bakmak için gözlerimi açmayı tekrar denedim ama nafileydi. Derin derin nefesler alarak başımın ağrısını ve bileklerimin sızısını atlatmaya çalışırken, ortamda bir ses yankılanmaya başladı. Dinlenme odasında bu kadar yankı olmazdı. Kaşlarımı çatmak istedim ama buna bile gücüm yetmedi. Ben neredeydim ve buraya ne zaman gelmiştim? Yankılanan ses gittikçe bana yaklaşmaya başladı. Bana yaklaştıkça sesin şiddeti ciddi derecede artıyordu. Ayağa kalkmak, kaçmak istedim ama ayaklarımı asla hareket ettiremiyordum. Bir şey yapmam lazımdı ama sanki her yerime prangalar takılmıştı; asla hareket edemiyordum. Ses o kadar şiddetlendi ki rüzgarını hissetmeye başladım. Sesin rüzgarı olur muydu? Bunun vardı. Hiçbir şey yapamayarak oturduğum yerde öylece sesin gelip bana çarpmasını, akabinde yok olmayı bekledim. Bileklerimin sızısı, başımın ağrısı ve kulaklarımın acısı toplandığında ölüm kesinlikle tek çare gibi duruyordu. Gittikçe bana yaklaştı, rüzgarı şiddetlendi ve kulaklarımın uğultusu arttıkça arttı. Bana çarpmasına çok az kaldığını hissediyordum. Son kez göz kapaklarımı açılmaları için zorladım; bunu görmek istiyordum. Tüm gücümü gözlerimi açabilmek için kullandığım hâlde fazlasıyla zorlanıyordum. Denedim, ses bana gelene kadar denedim. Açılmadılar. Kabullendim, sessizce ölümü bekledim. Aramızda çok az bir mesafe kaldığını hissettim. Birkaç saniye sonra her şey bitecekti. Beş saniye verdim, altıncısını göremeyeceğim kesindi. Son kez saymak istedim. Bir, Hayat çok kısa. İki, Yapayalnız kaldım. Üç, Yaptıklarımın telafisi yok. Dört, Ben hain değilim. Beşinci saniyede bir şey söylemek yerine son bir kez gözlerimi açmayı denedim. O an beklenmedik bir şey oldu, gözlerim açıldı ve onların açılmasıyla beraber her şey durdu. Rüzgar kesildi, ses yok oldu. Gözlerimin önünde büyük, cam bir küre vardı. O kadar büyüktü ki içine birkaç katlı bir bina çok rahatça sığardı. Nutkum tutulmuştu. Bu nasıl olabilirdi? Kürenin içinde timim vardı. Sanki bir aynanın arkasından bakıyormuş gibi gözlerini dikmiş, dikkatle beni izliyorlardı. Ben gözlerimi onlardan alamazken birden bire küre parladı, paramparça oldu. Şimdi duyabildiğim tek şey camın kırılma sesiydi. Küre gözlerimin önünde yerle bir olmuştu. Çığlık atmak istedim ama dudaklarım aralanmadı. Direndim, kollarımı serbest bırakmak için resmen çırpınabildiğim kadar çırpındım. Timim gözlerimin önünde yok olmuştu. Ben kollarımı zorladıkça bileklerim daha fazla acıdı. Onlar acıdı, ben daha fazla zorladım. Artık emindim, kollarımda görünmez ipler vardı ve benim onlardan kurtulmam lazımdı. Kollarımı zorlamaya, ipi çözmeye çalışmaya devam ettim. Ayak ucumdaki cam parçalarının her birinde timimden bir iz vardı. Gözlerim doldu, kollarımı çekiştirmeye devam ettim. Yalnızca bir saniye durdum, gözlerimi kapattım ve bekledim. Bunu yapma amacım biraz güç toplamaktı; ancak gözlerimi kapatır kapatmaz kollarımın ve bacaklarımın serbest kaldığını, başımın ağrısının dindiğini hissettim. Afalladım, bu beklenmedikti. Gözlerimi açtım. Şimdi her yer karanlıktı, yalnızca camlar parlıyordu. Prangalarından kurtulan bacaklarım cam parçalarının önünde diz çökmeyi seçti. Her bir parçanın üstünde Pusat Timi’nin başka bir anısının fotoğrafı vardı. Birinde yemekteydiler, diğerinde hangarda çay içiyorlardı, bir diğerinde ise çatışmada gülüyorlardı. Bunlar gibi onca anı vardı. Ellerimi parçalardan birini almak için öne doğru uzattığımda bileklerim mümkünmüş gibi daha çok sızladı. Gözlerim daha çok doldu. Acı katlanılmaz bir seviyeye gelmişti. Yine de vazgeçmedim, anılardan birini elime aldım. Timin helikopterde olduğu bir anıydı, hepsi tam teçhizatlıydı ama yüzleri gülüyordu. Parmağımın ucundan süzülen kırmızı bir sıvı tek tek hepsinin kask takılı kafalarına damladı. Ne olduğunu anlayamadım. Anıda gülen yüzler tek tek yok oldu, renkler soldu. Görüntü değişti. Şimdi elimde üstünde “Selçuk Durmaz” yazan bir mezar taşı resmi vardı. Korktum, bunun gerçek olmasından ölesiye korktum. Camı elimden fırlatıp bir başkasını elime aldım. Yine herkes gülüyordu, yine parmağımdan bir damla süzülüp yüzlerine dağıldı, yine renkler soldu. Bu sefer mezar taşında “Mete Şanlı” yazıyordu. Korkup hangi parçayı elime alsam o mutlu anı timimden birinin mezar taşına dönüşüyordu. Yedinci parçayı elime aldığımda artık Pusat Timi’nden geriye kimse kalmamıştı. Son parçada kendi mezar taşımı görmeyi bekliyordum ancak öyle olmadı. Yüzlerine birer damla damladı, renkler soldu ve bu sefer bir mezarlık görüntüsü belirdi. Altı mezar yan yanaydı, arkalarında bir Türk bayrağı dalgalanıyordu ve ben bayrağın altında diz çökmüş, öylece ağlıyordum. Daha fazla dayanamadım. İki gözümden aynı anda birer yaş aktı. Yaşlardan biri hiçlikte kayboldu, diğeri ise elimdeki parçanın üstüne düşüp yağmur oldu. Bu parçayı diğerleri gibi korkuyla fırlatmadım. Sakince onu yere bırakmaya çalıştım ve o sırada gözlerim parmak ucumdan süzülen sıvının geldiği yere kaydı. Bileklerimden parmak uçlarıma doğru yol izleyen ince, kırmızı çizgiler vardı. Her iki bileğim de derin bir şekilde kesilmişti. Sızlayan şeyler kesikler, anılara damlayanlar ise benim kanlarımdı. “Komutanım...” Sesin nereden geldiğini bilmiyordum ama ben komutan falan değildim. “Komutanım...” Ellerimde onların kanı olduğu sürece asker bile olamazdım, komutan neydi ki? Çöktüğüm yerde hafifçe sarsılmaya başladım. “Komutanım?” Yorulmuştum. Vücudumu tamamen serbest bıraktığımda sırtım zemine çarpmıştı. Sarsılma şiddetlendi. “Komutanım!” Bir an geriye düşüyormuş gibi oldum. İrkilerek gözlerimi açtığımda hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Nerede olduğumu anlamak isteyerek birkaç saniye etrafıma bakındım. Dinlenme odasındaydım, uzandığım koltukta ter içinde kalmıştım ve tepemde dikilen bir Selçuk vardı. Hayat benimle dalga geçiyor olmalıydı. Hızla uzandığım yerden doğruldum. Nefeslerim hâlâ çok hızlıydı. Kendimi sakinleştirmem lazımdı. “İyi misiniz?” Kulaklarım uğulduyordu. Bana bakan Selçuk’un önünde bu hâlde olmak istemezdim ama şu an elimden bir şey gelmiyordu. Bakışlarından net bir şey okunmasa da içinde bulunduğum durum yeterince utanç vericiydi. Derin derin birkaç nefes alıp verdim. Zorlukla da olsa yutkundum ve başımı evet der gibi salladım. “Su ister misiniz?” Bir askerin önünde düştüğüm durum içler acısıydı. “Hayır,” Rüyanın etkisiyle kuruyan boğazım yüzünden sesim kısık çıkmıştı. Boğazını temizleyip yineledim. “Hayır, sağ ol.” Elimden geldiğince çabuk hareketlerle yerdeki ayakkabılarımı giydim ve kenardaki tek kapaklı dolabın içinden birkaç tane peçete aldım. Ben alnımda ve ensemde birikmiş olan terleri silerken Selçuk beni izliyordu. Böyle durumlarda birinin beni izlemesinden nefret ederdim. Yattığım koltuğun karşısındaki pencereden içeri güneş vuruyordu. Çoktan sabah olmuştu, mesai bile başlamıştı ve ben burada öylece uyumuştum. Kafama yazıktı. İşimi saniyeler içinde bitirdiğimde elimdeki peçeteleri ayağımın dibindeki çöp kutusuna attım. Her ne kadar yattığım gibi kalkmış olsam da bozulmuş olan üstüme kısaca çekidüzen verdim. Şimdi Selçuk’un derdini öğrenme vaktiydi. Yanına gittim ve karşısına dikildim. “Dinliyorum üsteğmenim.” “Göktürk albay sizi yanına çağırdı komutanım.” Başımla onayladım. “Sağ ol.” Selçuk’un yanından geçip kapıdan çıktım ve önce lavaboya uğramaya karar verdim. Peçeteyle silmiştim ama içim rahat etmemişti. Bu yaz sıcağında gömlek giymek zorunda kaldığım için ekstra terlemiştim. Bir ev ayarlayıp yedek üniformaları mı aldığımda rahatlayacaktım, onların içinde ince ama uzun kollu olanlar da olurdu. Kollarımı sıvayıp mümkün olan her yerimi sabunladım. Üstümdekileri tekrardan şöyle bir düzeltip kendimi süzdüm. Hafifçe kayan at kuyruğunu açıp bir yenisini yaptıktan sonra kurulanıp albayın odasına doğru yürümeye başladım. Odaya yaklaştığımda kapıda dikilen askeri gördüm. Dün bana laf atan albayın postası demek ki buradaydı. Onunla görülecek bir hesabım vardı ve unutmamıştım ancak bugün yalnızca küçük bir gözdağı verip geçmek niyetindeydim. Postanın önünde durdum ve direkt olarak gözlerinin içine bakmaya başladım. Başta rahat takılan asker beni yukarıya doğru süzmeye başladı ve apoletlerimde takılı kaldı. Bir yüzüme baktı, bir yıldızlarıma. Yıldızlarımla olan bakışması bittiğinde esas duruşa geçti. “Bacın geldi Kaçar, albay ile görüşecek.” O bacı onu silkelemezse bana da Umay demesinlerdi. Çok fena bilenmiştim. “Umarım albay hâlâ su beklemiyordur.” Konuşmadan önce verdiği nefesin titrediğini hissettim. “Emredersiniz.” Şimdi bakışlarını benden olabildiğince kaçırıyordu. Zaten o gözleri oymamı istemiyorsa yapması gereken de buydu. Sistematik bir şekilde arkasını döndü, kapıyı tıklattı, komutla beraber kapıyı araladı ve içeri girdi, geldiğimi bildirdi, geri çıktı ve kapıyı benim için açtı. “Buyurun komutanım.” Bir şey demeden içeri girdim ve kapıyı kapattım. Esas duruşa geçtim. “Beni emretmişsiniz komutanım.” Göktürk albay iyice arkasına yaşlandı ve bana baktı. “Günaydın.” Baş selamı verdim. “Sağ olun.” Eliyle yanına gitmem gerektiğini işaret etti. “Konuyu uzatmayacağım.” Ayağa kalktı ve odanın köşesindeki dolabın kilidini açtı. İçinden bir dosyayı aldı ve dolabın kapağını tekrar kapatarak kilitledi. Dosyayı masaya bıraktı ve sonrasında farklı bir anahtarla çekmecesinin kilidini açtı. “Bugünden itibaren,” Çekmecenin içinden bir silah çıkardı ve sertçe dosyanın üstüne koydu. Bana döndü, dosya ile silahı hafifçe ileriye itti, ellerini masanın üstüne koydu ve gözlerimin en içine odaklandı. “Resmi olarak Pusat Timi’ndesin.” Pusat Timi’ndesin... Resmi olarak. “Sahada onların komutanı değilsin ama askeriye sınırları içerisinde aralarındaki en kıdemli olan sensin.” En kıdemli. “Geçmişi tamamen bir kenara bırak ve yeni timine odaklan yüzbaşım.” Yeni tim. “Bundan sonra her şeye on kat daha fazla dikkat etmek zorundasın. Tim komutanı olmuyor oluşun, onlardan sorumlu olmadığın anlamına gelmez.” İçim derin bir nefes çektim. “Başlarına gelecek en ufak olayda Bertuğ yüzbaşı ile beraber seni de sorumlu tutarım yüzbaşı.” Yüzbaşı. “Şimdi git ve yıllar önce kurduğun tim ile kaynaşmaya çalış. Unutma, sen onların her şeylerini biliyor olabilirsin ama onların senin hakkında hiçbir bilgileri yok. Seni kolay kolay kabullenmeyebilirler, bu oldukça normal. Başlarda bazı hareketleri alttan alman gerekebilir. Çok üstlerine gitmemeye çalış. Kıdemli Yüzbaşı Umay Nevra Belemir olmanın hakkını ver.” Rütbem her ne olursa olsun Umay Nevra Belemir olmanın hakkını vermem gerekiyordu. Albayın da dediği gibi geçmiş geçmişte kalmalıydı, aksi hâlde başıma hiç hoş şeyler gelmeyeceğini bugün gördüğüm rüya ile gayet net bir şekilde idrak etmiş bulunuyordum. “Emredersiniz!” Almam için dosya ve silahı biraz daha ileri itti. “Görevde veya izinde olmadıklarında zamanlarının büyük bir çoğunluğunu hangarda geçirirler.” Başımla onayladım. “Anlaşıldı komutanım.” Yüksek ihtimalle bir Kılınç 2000 olan tabancayı alıp dikkatlice palaskamdaki yerine yerleştirdim. Müsait olduğum bir vakitte onu detaylıca inceleyecektim. Mavi kapaklı dosyayı da aldım ve tekrar olmam gereken duruşa geçtim. “Çıkabilirsin.” Baş selamı verip nizami bir şekilde arkamı döndüm ve kapıya ilerledim. Dışarı çıktım ve kapıyı yavaşça kapattım. Postaya yandan bir bakış atıp hangara doğru yürümeye başladım. Dosyanın içine elimi daldırıp şeffaf kapağından gözüken kimlik kartımı, askeri kimliğimi ve ehliyetimi alıp gömleğimin cebine sıkıştırdım. O esnada elime değen ahşap kutu ile sonra ilgilenecektim. Elimdeki dosyada benim hakkımda bazı bilgiler olduğu bariz belliydi ancak yine de koridorda ilerlerken göz ucuyla şöyle bir taradım. Tahmin ettiğim gibiydi, yüzeysel şeyler yazıyordu ve geçmişime dair hiçbir bilgiyi barındırmıyordu. Albayın bana bu dosyayı neden verdiği gayet ortadaydı. Yürürken bir yandan da telefonuma artık gerçek kimliğimi kullanabileceğim için gerekli olan uygulamaları indiriyordum. Mobil bankacılık uygulaması indiğinde ana kapıdan dışarı çıkmıştım. Merakıma yenik düştüm ve uygulamanın üstüne tıkladım. Kimlik numaramı seri bir şekilde tuşlayıp giriş yaptım. Yuh Umay! Gördüğüm bakiye ile gözlerim fal taşı gibi açıldı. Zenginiz! Sonunda! Eğer ben göreve gittikten sonra ülke batmamış ve altı sıfır geri dönmemişse evet, gerçekten de zengindim. Telaşla ekranımı kilitledim ve telefonu pantolonumun cebime attım. Anlaşılan o ki benim burada olmadığım her ay düzenli bir şekilde maaşım ödenmeye devam etmişti. Bunu kimliği olmayan birisi için nasıl mümkün kıldıklarını sorma yetkim yoktu ve zaten çok da meraklı değildim. Benim işime gelirdi. Nazar değmemesi adına kendi içimde bile bu konuyu hızlıca kapatırken hangarın önüne gelmiş sayılırdım. Timin sesleri buradan duyuluyordu. Kesinlikle bağırarak konuşmakla ilgili problemleri vardı. Önemsemeden devam ettim. Hangarın iyice açılmış kapısına yaklaştıkça yuvarlak masanın etrafına dizilmiş timdekiler beni fark etmeye başladı. Önce tam karşımda kalan Yiğit abi bana bakıp konuşmayı kesti. Onun bir anda sustuğunu fark eden yüzbaşı ne olduğunu anlamak istercesine Yiğit abinin baktığı yere baktı ve benimle karşılaştı. Hafifçe kaşlarını çattı ve önüne döndü. Bana karşı takındıkları dengesiz tavırları henüz anlamakta güçlük çekiyordum. Onlara hiçbir zararım dokunmamıştı ama beni görmezden gelmek konusunda ısrarcı gibiydiler. Bu görmezden gelme durumunu bugün mecburi olarak sonlandıracaktım ve sonrasında verecekleri tepkiye göre bir yorumda bulunacaktım. Hızlı bir şekilde hangara giriş yaptığımda hepsi susmuştu. Geçen sefer geldiğimde resmi olarak bir asker olmadığım için beni görmezden gelme hakkını kendilerinde bulmuş olabilirlerdi ancak bu sefer bunu yapmalarına izin vermeyecektim. Ortamda zaten bir yüzbaşı olduğu için ben geldiğimde kalkmamaları gayet normaldi. Biraz yavaşladım ve masanın yanına doğru ilerledim. Direkt onların üstüne doğru geldiğimi fark eden yüzbaşı zannımca bir anlık koruma içgüdüyle ayağa kalkmıştı. Bütün tim onunla beraber ayağa kalktı ve bana döndü. Bakışları sert değildi ama pek de yumuşak sayılmayacağı kesindi. Sadece temkinliydiler ve bunu belli etmekten kaçınmıyorlardı. Yanlarına ulaştığımda masanın benden tarafında olanlar kenarlara doğru kaydı ve diğer taraftaki Bertuğ yüzbaşının önünü açtı. Onların açtıkları yere geçtiğimde Bertuğ yüzbaşı ile direkt olarak muhataptım. Bir kaşı havalandı. Hafifçe beni süzdü ama bunun küçümseyici olarak değil de meraktan yapıldığı çok belliydi, o yüzden ses etmedim. Temkinli bakışlar hâlâ üzerimdeydi. Onlar beni vurmuşlardı da ben gıkımı çıkarmamıştım, şimdi bir şey yapacağımı düşünmeleri yersizdi. Belki de gelip düzenlerini bozacağımdan korkuyorlardı, eğer durum buysa haksız sayılmazlardı. Bertuğ yüzbaşı kollarını göğsünde bağladı. “Dinliyorum yüzbaşım.” Ne söyleyeceksen söyle, sonra da defol git diyordu. Ona istediğini kısmen vermek durumundaydım. Söyleyeceğimi söyleyecektim ancak gitmek gibi bir niyetim yoktu, bunu bilse iyi olurdu. Gözlerinin içine baktım. Bir adım ileri gittim ve elimdeki dosyayı sakince masanın ortasına koydum. “Bundan sonra Pusat Timi’ndeyim.” Şaşkınlık gözlerine yansıdı ancak çok da belli etmemeye çalıştı. Diğer kaşı da havalandığında yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Küçümsemiyordu ama hoş karşıladığı da söylenemezdi. Zaten Lui’ye yaptığım şeyi gördükten sonra beni küçük görmek gibi bir lüksleri de yoktu. “Öyle mi?” Tam anlamıyla açık bir çek yazıp elime veriyordu. Şu an vereceğim tepki ile aramızı iyi tutmak ya da sonsuza kadar çekişmeli bir iş hayatı yaşamak benim elimdeydi. Ona kafa tutarsam neler olacağını az çok öngörebilmenin yanında zaten onlara zorluk çıkarmak niyetinde de değildim. Başımla onayladım, ılımlı olmaya çalıştım. “Öyle.” Anladım dermiş gibi başını salladı. “Yani?” “Yanisi yok,” İşaret parmağımla dosyayı hafifçe önüne doğru ittim. “Beni tanımak isteyen varsa,” Kısaca gözlerimi timin üstünde gezdirdim, hepsi hâlâ aynı bakıyordu. “Ki hiç sanmıyorum, dosyamı okuyabilir.” Gülümsemedim, kaşlarımı çatmadım, mimik oynatmadım. Yalnızca arkamı döndüm ve çıkmak için hareket ettim. En son kısık sesle söylediğim şeyleri ise sadece ben duymuştum. “Yıllar sonra sizinleyim Pusat, umarım beni seversiniz. Aranıza hoş geldim.” -0-0-0-0-0-0-0- Umarım beğenmişsinizdir, elimden geldiğince bir şeyler yazıyorum ama kusursuz olması elbette beklenemez. Bölümle ilgili görüşlerinizi ve söylemek istediklerinizi buraya alalım... Lütfen oy vermeyi unutmayın. Kendinize iyi bakın! |
0% |